شرح العقيدة الطحاوية
Tahaviye Akidesi Şerhi
İmam Kadı Ali b. Ali b. Muhammed b. Ebi'l-İzz ed-Dımeşkîel-Hanefî
el-Akîdetü't-Tahâviyye ve Şerhi
Hasbiyallahu ve Ni'me'l-Vekîl (Allah bana yeter, O ne güzel vekildir.)
Hamd Allah'a mahsustur, O'ndan yardım diler, O'ndan mağfiret isteriz. Nefislerimizin şerlerinden, amellerimizin kötülüklerinden Allah'a sığınırız. Allah'ın hidayet verdiğini'kimse saptıramaz. O'nun saptırdığını da kimse doğru yola iletemez.
Şehadet ederim ki Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, bir ve tektir, O'nun hiçbir ortağı yoktur. Yine şehadet ederim ki Efendimiz Muhammed O'nun kulu ve Rasûludur. Allah'ın pek çok salât ve selâmı onun, aile halkının ve ashabının üzerine olsun.
Dinin Esasları (Akaid)ilimf İlimlerin En Şereflisidîr
Dinin esasları ilmi, ilimlerin en şereflisiclır. Çünkü herbir ilim dalının şerefi, konusunun şerefinden gelir. Bu ise feri hükümlerin bilgisi demek olan fıkha nis-betle en büyük fıkıh (fıkh-ı ekber)dir. Bundan dolayıdır ki imam Ebu Hanife -aı-lah'ın rahmeti üzerine olsun- dinin esasları ile ilgili ve bir kaç sahifede topladığı görüşlerini "el-Fıkhu'l-Ekber" diye adlandırmıştır.
Kulların buna ihtiyaçları herşeyden çoktur. Hiçbir şeyle kıyas edilmeyecek kadar buna zorunlu olarak muhtaçtırlar. Çünkü kalpler rab'lerini, ma'budla-rını ve kendilerini yoktan yaratıcılarını isim, sıfat ve fiilleriyle tanımaksızın hayat bulamazlar. Bütün bunlarla birlikte kalplerin herşeyden çok onu sevmeleri gerekir ve bütün gayretleri diğer yaratıklar bir tarafa, sadece O'na kendilerini yakınlaştırmaya yönelik olmalıdır.
Akılların kendi başlarına bunları etraflı bir şekilde bilip, idrâk etmeleri imkânsız bir şeydir. Bundan dolayı aziz ve rahim olan Allah, rahmetinin gereği olarak kendisini tanıtan, yoluna çağıran, çağrılarını kabul edenleri müjdeleyen, kendilerine muhalefet edenleri korkutup uyaran peygamberler göndermiş; onların davetinin anahtarını, risaletlerinin özünü, şanı yüce ma'bûdu isim, sıfat ve fiilleriyle tanımak olarak tesbit etmiştir. Zira risaletin başından sonuna kadar bütün gerekleri bu bilgi üzerine bina edilir.
Sonra bunun arkasından iki önemli esas gelir:
Birincisi kendisine ulaştıran yolun tanımıdır. Bu da emir ve yasaklarını ihtiva eden şeriatidir
İkincisi kendisine ulaşmalarından sonra bu yolu izleyenlere verilecek olan ebedî nimetleri bildirmektir.
Buna göre insanlar arasında Allah'ı en iyi tanıyanlar kendisine ulaştıran yola en çok uyan ve huzuruna varacakları vakit O'nun yolunu izleyenlerin durumunun ne olacağını en iyi bilen kimselerdir, işte bundan dolayı yüce Allah, Ra-sûlüne indirdiklerine "ruh" adını vermiştir. Çünkü gerçek h-ayat buna bağlıdır. Diğer taraftan hidayet bulmak da O'na bağlı olduğundan ötürü yine bu yolu "nur" diye adlandırmıştır, işte yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"O kavuşma günü (kıyamet) i/e korkutmak için kendi emrinden ruhu kullarından dilediği kimseye gönderendir." (el-Mu'min, 40/15); "Sana da böylece emrimizden bir ruh vahyettik. Kitabın da, imanın da ne olduğunu burnazdın, faka! Biz onu kendisiyle kullarımızdan di/ediğimizi hidayete ilettiğimiz bir nur kıldık ve muhakkak ki sen dosdoğru yola iletirsin. Göklerde ne var, yerde ne varsa kendisinin olan Allah'ın yoluna: şunu bilin ki bütün iş/er Allah'a döner."(eş-Şûrâ, 42/52-53)
Buna göre rasûlün getirdikleri dışında hiçbir şeyde "ruh" yoktur. Onun ile
aydınlanmanın dışında da hiçbir yerde nur bulunmaz.
O yine Yüce Allah'ın buyurduğu gibi şuanın da ta kendisidir: "De ki: O. iman edenler için bir hidayet ve bir şifâdır."(Fussilet, 41/44)
O halde o her ne kadar mutlak olarak bir hidayet ve bir şifâ ise de bundan yararlananlar bizzat mü'minler oldukları için özellikle onlar söz konusu edilmişlerdir.
Yüce Allah, Rasûlünü hidayet ile ve hak din ile göndermiştir. Bundan dolayı onun getirdikleri dışında hiçbir şeyde hidayet yoktur.
İcmalî (Toplu) İman Herkese Farzdır
Şüphe yok ki herkesin Allah Rasûlünün getirdiklerine genel ve İcmalî olarak iman etmesi farzdır. Yine Allah Rasûlünün getirdiklerini tafsilatı ile bilmenin farz-ı ki-fâye olduğunda da şüphe yoktur, Çünkü bu, Allah'ın Rasûlü ile gönderdiklerini tebliği kapsamındadır. Kur'ân-ı Kerîm in üzerinde düşünmek, onu akledip kavrayıp anlamanın çerçevesi içerisindedir. Kitabın ve hikmetin bilinmesi, zikrin korunması, hayra çağırıp iyiliği emrederek kötülükten alıkonulması, Yüce Rabbin yoluna hikmet ile güzel öğüt ile davet edilmesi, en güzel yol hangisi ise onunla mücadele edilmesi kapsamı içerisindedir. O bakımdan o (tafsili iman) onlara kifâye yoluyla farzdır.
Muayyen olarak herbirerlerine farz olana gelince; bu onların güçlerinin, ihtiyaçlarının, bilgilerinin, tek tek yerine getirmekle emrolundukları şeylerin çeşitliliği kadar çeşitlilik arzeder. ilmin az bir bölümünü dahi dinlemekten âciz olan yahut ta onun inceliklerini kavrayamayan kimselere, elbetteki bunlara gücü yeten kimselere farz olan şeyler farz değildir.
Nassları duymuş ve bunları kavramış kimselere vacib olan şeyler, nasları duymamış kimselere vacib değildir. Müftü, muhaddis ve hakim olmayan kimselere vacib (farz) olmayan şeyler bu konumda olan kimselere vacibtir.
Genel Olarak İtikadî Konularda Sapmanın Sebebi
Şu husus bilinmeli ki. bu konuda genel olarak sapıtanlar yahut bu hususta hakkı bilmekten acze düşenlerin bu hallerinin sebebi, Rasûlün getirdiklerine tabi olmakta kusurlu hareket etmeleri ve bu yolu bilmeye ulaştıran dikkatli düşünmeyi ve istidlali terketmeleridir. Böyleler! Allah'ın Kitabından yüz çevirdiklerinden sapılmışlardır. Nitekim o şöyle buyurmaktadır: "Benden size bir hidayet geldiğinde kim Benim hidayetime uyarsa o hem sapıtmaz, hem bedbaht olmaz. Kim de zikrimden yüz çevirirse gerçekten onun için dar bir geçim vardır ve onu kıyamet gününde kör olarak hasrederiz.
"Der ki: Rabbim niçin beni kör hasrettin, halbuki ben görüyordum."
"Buyurur ki: Böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldiğinde onları unuttun; bu günde sen böylece unutulursun."ırâhs. 20/123-126)
ibn Abbas -Hadıyaiiahu anh- dedi ki: Yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'i okuyup, içindekiler gereğince amel eden kimselere dünya hayatında sapıtmamayı, âhi-ret hayatında da bedbaht olmamayı garantilemiştir. Daha sonra da bu âyet-i ke-rîme'yi okumuştur.
Nitekim Tirmizî ve başkaları tarafından kaydedilen Ali -Radtyallabu anh- yoluyla gelen hadiste de böyledir. Buna göre Rasûlullah -saiiaiiahu aleyhi veseitem-şöyle buyurmuştur: "Pek yakında bir takım fitneler baş gösterecektir." Ben: Bunlardan kurtuluş yolu nedir? Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. Şöyle buyurdu: "Allah'ın Kitabı. Onda sizden öncekilerin bilgisi, sonrakilerin haberi, aranızdaki (anlaş-mazlık)ların hükmü vardır. O hakkı batıldan ayırandır, o bir şaka: bir eğlence değildir. Herhangi bir zorba (zorbalıktan dolayı) onu terkedecek olursa Allah belini kırar. Kim ondan başkasında hidayet ararsa, Allah o kimseyi saptırır. O, Allah'ın kopması mümkün olmayan ipidir. O hikmet dolu zikir (öğüt)dir. O, dosdoğru yoldur. O, nevaların saptırmadığı, dillerin kendisi ile karışmadığı, hayret verici şey-ierj bitip tükenmeyen bir kitaptır. İlim adamları ondan doymaz. Ona dayanarak söz söyleyen doğru söyler, gereğince amel eden mükafat kazanır. Ona göre hükmeden adalet yapar, ona davet edip çağıran dosdoğru yola iletilmiş olur."(1 Tırmızî. 2908; Senedinde çoğu hadis olonlesince oldukça zayıf bir ravı olan el-Hâris b. Abdullah el-A'vet vardır.)
Ve buna benzer manaları ifade eden daha bir çok âyet ve hadis-i şerif bu hususu dile getirmektedir.
Yüce Allah öncekilerden de, sonrakilerden de rasûlleri vasıtası ile teşrî buyurmuş olduğu dinine uygun olmayan, din diye kabul edip izledikleri hiçbir yolu kabul etmeyecektir.
Yüce Allah şu buyrukları ile göndermiş olduğu peygamberler dışında, kulların kendisini nitelendirdikleri her türlü nitelikten kendini tenzih etmiş bulunuyor:
"İzzet sahibi olan Rabbim onların niteleye geldiklerinden münezzehtir. Gönderilmiş peygamberlere selâm olsun, âlemlerin Rabbi Allah'a da hamd olsun.' (es-Saftaı, 37/180-182) Yüce Allah kâfirlerin kendisini nitelendirmelerinden, zatını tenzih ettikten sonra gönderdiği peygamberlere de selâm olsun, diye buyurmuştur. Buna sebeb ise peygamberlerin kendisini nitelendirirken ortaya koydukları nitelendirmelerinin her türlü eksiklik ve kusurdan uzak olmasıdır. Arkasından da kemal derecesinde hamde layık olduğunu ortaya koyan sıfatlara yalnızca kendisi sahip olduğundan dolayı, haindin kendisine mahsus olduğunu belirtmektedir.
Rasûlullah -saitatiahu aleyhi veseitem-\ﷺ\ yolunu en hayırlı olan nesiller de aynen takip etti, Bunlar da ashab-ı kiram ile güzel bir şekilde onlara tabi olanlardır. Onların önce olanları, sonra gelenlerine bunu tavsiye ediyor, sonra gelen de bu hususta kendisinden önce gelene uyuyordu. Bütün bunlarda kendileri de Peygamberleri Muhammed -Saiiaiiahu ateyiıı vesetiem-e uyuyorlar, onun yolunu izliyorlardı. Nitekim Yüce Allah Kitab-ı Aziz'inde şöyle buyurmaktadır: "Deki: İşle bu benim yolumdur, ben Allah'a bir basiret üzere davet ediyorum. Ben de bana uyanlar da.'(Yusuf. 12/108)
Eğer "bana uyanlar da" buyruğu "davet ediyorum" buyruğundakı zamire atfedilmiş ise bu ona uyanların Allah'ın yoluna davet edenlerin ta kendileri olduğuna delildir. Şayet ('ben' anlamındaki) munfasıl zamire atfedilmiş ise o takdirde ona uyan kimselerin peygamberlerinin getirdikleri hususunda herkes bir tarafa bizzat kendilerinin basiret sahibi oldukları noktasında açık bir ifadedir. Her iki anlam da doğrudur.
Rasûiullah -Saiiaiiatıu aleyhi veseiiem- dini apaçık bir şekilde tebliğ etmiş, basiret sahibi olanlara delilleri açıkça bildirmiş, nesillerin en hayırlısı da onun yolu-
nu izlemiştir. Fakat daha sonraları nevalarına uyan, günahlar işleyen, iyi olmayan bir takım nesiller de gelmiştir. Ancak Yüce Allah bu ümmetin dininin esaslarını muhafaza eden kimseleri her zaman takdir buyurmuştur. Nitekim doğru sözlü yüce peygamber de şu buyruğuyla bunu böylece haber vermektedir:
'Ümmetimden bir taife (kesim) hak üzere ve kendilerini yardımsız bırakanların kendilerine zarar vermeleri söz konusu olmaksızın muzaffer olarak kalmaya devam edeceklerdir."(Buharı 3640, 7311, 7459: Müslim 1920, 1921, Tjrmizt 2230: İbn Mâce 10: Müsned, IV, 244 248 252.)1
Ebû Ca'fer et-Tahâvî
H. 200. yıldan sonra İslâm âlimleri arasından bu vazifeyi yerine getirenlerden birisi de İmam Ebu Ca'fer Ahmed b. Muhamrned b. Selâme el-Ezdî et-
Tahâvi -Allah onu rahmetiyle kuşatsın-dıtf. Bu ımarn 239 h yılında doğmuş, 321 h. yılında vefat etmiştir.
imam, -Allah'ın rahmeti üzerine otsun- selef-ı salihin izlediği yolu bize haber vermiş ve Kûfe'li imam Ebu Hanife en-Numan b. Sabit ile onun iki arkadaşı Ebu Yusuf Ya'kub b. İbrahim el-Himyerî el-Ensarî ile Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybanî -Aitah on/ardan razı oisun-n\n ıtikad edip kabul ettikleri ve böylelikle âlemlerin Rabbinın dinine bağlı bulundukları inanç esaslarını onlardan nakletmektedir.
Aradan zaman geçtikçe elbetîeki bid'atler ortaya çıkar ve kabul edilsin diye sahiplerince te'vii diye adlandırılan tahrifler çoğalır. Tahrif ile te'vil arasındaki farkı tesbit edebilenler ise pek azdır. Çünkü sözün zahirinden anlaşılan anlamdan uzaklaştırılarak lafzın genel olarak ihtimal dahilinde kastetmesi mümkün olan bir başka manaya geldiğinin bildirilip açıklanması -ortada bunu gerektirecek bir karine bulunmasa dahi- te'vil diye adlandırılmıştır, işte asıl fesad burdan ortaya çıkmıştır. Onlar bu yanlış yorumlarına te'vil adını verdikleri takdirde kabul görür ve te'vil ile tahrif arasındaki farkı bılemeyenlerce uygun karşılanır, (diye böyle yapmışlardır.)
Bundan dolayı rnü'minlerin delillerin açıklık kazanmasına, deliller ile ilgili şüphelerin ortadan kaldırılmasına ihtiyaçları doğdu. Sözler ve yaygaralar artıp durdu. Buna sebeb ise batıl peşinden gidenlerin şüphelerine kulak asmaları ve selef tarafından ayıplanan, tetkik edilmesini, kendisiyle uğraşılmasını, ona kulak verilmesini yasakladıkları, yerilmiş olan kelâma dalmalarıdır. Çünkü bu şekilde davranmaları Rablerinın şu emrini yerine getirmeleri demektir; "Âyetlerimize da-lanları gördüğün zaman onlar başka bîr söze da/ıncaya kadar kendilerinden yüz çevir." (el-En'am. 6/68) Şüphesiz ki âyetin manası onları da kapsamına almaktadır.
Tahrifin de, inhirafın da çeşitli mertebeleri vardır. Kimi zaman küfür olabilir, kirni zarnan lısk olabilir. Kimi zaman bir masiyet olabilir, kimi zaman da hata olabilir.
Peygamberlerin Sonuncusu Peygamberimiz Muhammed -sallal
lahu aleyhi vessllem-
0 halde farz olan, rasûllere ve Allah'ın onlara indirdiklerine tabi olmaktır. Allah, bu rasûllerin sonuncusu olmak üzere Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-\ göndermiştir. Onu peygamberlerin sonuncusu kılmış, onun Kitabını kendisinden önce semâdan indirilmiş kitaplar hakkında hakim kılmış, üzerine Kitabı ve hikmeti indirmiştir. Onun davetini cinlere de, insanlara da kıyamet gününe kadar baki kalmak üzere yöneltmiştir. Artık onun peygamberliği ile, kulların Allah'a karşı sürecekleri bir delilleri kalmamıştır.
Yüce Allah onun vasıtası ile herbir şeyi beyân etmiş, hern kendisi hem de ümmeti için dini, gerek haber olarak bildirdikleri, gerek emrettikleri ile kemale erdirmiştir. Peygamberine itaat etmeyi kendisine itaat, ona karşı gelip isyan etmeyi kendisine karşı gelip isyan etmek olarak değerlendirmiştir. Kendi zatına yemin ederek aralarındaki anlaşmazlıklarda hükmüne başvurmadıkları sürece iman etmiş olamayacaklarını bildirmiş, münafıkların da ondan başkasının hükmüne yönelmek istediklerini, Allah'a ve Rasûlüne çağrıldıkları vakit -ki bu Allah'ın Kitabına ve Rasûlünün sünnetine çağrılmaları demektir- alabildiğine uzaklaştıklarını, onların bu davranışları ile de ancak iyilikte bulunmak ve uyumsuzlukları gidermek istediklerini iddia ettiklerini bildirmiştir.
Nitekim kelâmcı geçinen, felsefe ile uğraşanların pek çoğu ve başkaları da böyle demektedirler: Bizler eşyayı hakikatleri ile hissetmek yani idrâk edip bilmek istiyoruz. Bizler -gerçekte bilgisizliklerden ibaret olan- ve "akliyat" adını verdikleri deliller ile Allah Rasûlünden nakledilen naklî deliller arasında bir uyum sağlamak istiyoruz, yahut ta bizler şeriat ile felsefeyi uyuşturmak istiyoruz, derler.
Zahidlik taslayan ve tasavvufla uğraşan bid'atçilerin pek çoğu da böyle derler: Bizler ancak güzel amelde bulunmak istiyoruz ve kendilerinin hakikat adını verdikleri, gerçekte ise cahillik ve sapıklık olan iddia ettikleri batıllar ile şeriatı uyuşturmak istediklerini söylerler.
Yine bir çok idareci ve yönetici de şöyle der: Bizler güzel siyaset ve idare ile iyilikte bulunmak istiyoruz. Böylelikle siyaset ile şeriatı da birbirine uydurmaya çalışıyoruz... Ve buna benzer çeşitli iddialar.
Hak Olan Herşey Rasûlün Getirdiğindedir; O Hem Yeterlidir, Hem Eksiksizdir
Her kim din ile ilgili herhangi bir hususta Rasûlün getirdiğinden başkası ile hükmetmeye kalkışır, bunun da güzel bir iş olduğunu zanneder; böylelikle Rasûlün getirdikleri ile ona muhalif olan şeyleri birbiriyle uyuşturmakta olduğunu iddia ederse şüphesiz o kimsenin bu söylenen olumsuz hükümlerden bir payı vardır.
Buna gerek yoktur Çünkü Rasûlün getirdikleri yeterlidir ve eksiksizdir. Ne kadar hak varsa onun kapsamına girmektedir.
Ancak bu hakka müntesip olanların birçoğu kusurlu hareket etmişlerdir. Rasûlün kelâmî, itikadı hususların, ibadet ile ilgili hallerin, yönetim ve siyaset ile ilgili hükümlerin bir çoğunu bilmemektedirler. Yahut ta kendi zanları ve başkalarını taklid etmeleri sebebiyle Rasûlün getirdiği şeriate, o şerıatten olmayan şeyleri nisbet ettiler ve gerçekte şeriatın kendisinden olan bir çok şeyi de şeriatın dışına çıkardılar.
Bunların cahilliklerinin, sapıklıklarının ve yetersizliklerinin sebebi ile ötekilerinin haksızlıkları, cahillikleri ve münafıklıkları dolayısıyla, münafıklık çoğalmış ve risalet bilgisinin pek çoğu ortadan kalkmış bulunmaktadır.
Halbuki yapılması gereken Allah Rasûlünün getirdikleri şeylerin tam anlamıyla araştırılması, onlar üzerinde güçlü bir şekilde ve dikkatle durulması, eksiksiz bir şekilde gayret edilmesidir. Ta ki gerekli bilgi elde edilsin, ıtikad olunsun ve onun getirdikleri gereğince zahiren ve batınen amel edilsin. Böylelikle Kitap hakkıyla okunmuş olur ve ondan hiçbir şey ihmal edilmemiş olur.
Eğer kul bunların bir bölümünü bilemeyecek yahut bir bölümü ile amel edemeyecek olursa, Allah Rasûlünün getirdikleri arasından kendisinin acze düştüğü şeyleri yasaklamanıalıdır. Aksine o acizliği dolayısıyla kınanmaktan kurtulmuş olmakla yetinmelidir. Bununla birlikte başkalarının kendisinin âciz olduğu şeyi yerine getirmelerinden dolayı sevinmeli, buna memnun olmalıdır ve kendisi de bunları yerine getirmeyi arzu etmelidir. Kitabın bir bölümüne iman ederken, bir bölümünü terk etmemelidir. Aksine Kitabın tümüne iman etmelidir ve ondan olmayan herhangi bir rivayet yahut ta herhangi bir görüşü ona sokmaya karşı kendisini korumalıdır, yahut ta Allah tarafından gelmemiş olan bir şeye itikad veya amel ederek tabi olmamalıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendiniz bilip dururken hakkı batıla karıştırmayın ve hakkı da gizlemeyin." (el-Bakara, 2/42)
İşte öncekilerin izlediği yol bu idi. Kıyamet gününe kadar güzel bir şekilde onların arkasından gidecek olanların da yolu budur. Bu yolu izleyenlerin ilki önce den geçmiş olan seleftir, sonra da onların arkasından gelenlerdir. Vasat ümmet nezdınde ırnaın olduklarına tanıklık edilmiş bulunan dinin imamları da bunlardandır.
Selefin Kelâm İlmini Değerlendirmeleri
Ebu Yusuf -Allah'ın rahme!/ uzenne oteun-dan nakledildiğine göre o Bışr el-Me-rîsî'ye şöyle demiştir: Kelâmı bilmek cahilliğin kendisidir. Kelâm'ın cahilliği ise ilmin kendisidir. Kişi Kelâm'da ileri dereceye varacak olursa, ona zındık denilir yahut zındıklıkla itham edilir.
Burada Kelâm'ı bilmemek ile onun doğru olmadığına inanmayı kastetmiş olmalıdır; çünkü böyle bir bilgi faydalıdır Ya da bu sözleriyle ondan yüz çevirmeyi ve ona itibar etmeyi terki kastetmektedir. Şüphesiz ki böyle bir tutum kişinin ilmini, aklını korur. Bu bakımdan böyle bir şey de bir ilim olarak değerlendirilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Yine ondan şöyle dediği nakledilmiştir: Kim Kelâm ile âlim olmayı isteyecek olursa zındıklasın Kim de kimya ile servet elde etmeye kalkışırsa iflas eder. Hadisin garib lafızlarının peşine takılan da yalan söyler.
İmam Şafiî -Allah'ın rahmeti üzerine otsun- şöyle demiştir: Benim Kelâm ehli hakkındaki hükmüm şudur: Bunlar kuru hurma dallarıyla ve ayakkabılarla dövülür. Aşiretler ve kabileler arasında dolaştırılarak teşhir edilir ve: Kitabı ve sünneti terkedip Kelâma yönelenin cezası budur, denilir.1(1 el-Beyhaki. Menâkıbu'ş-ŞâfR. l, 462, el-Hatib el-Bağdâdî, Şeretu Ashâbi'l-Hadıs, 168, Ibn Hacer, Tevğirr-Te'sîs, s.64; ez-Zehebî, Siyeru A'lâmı'n-Nubelû, X, 29.
2 Buhârl 2977. 2978, 7013, 7273; Müslim 523; Nesaî VI, 3,4; Tırmizî 155.)Mezheb alimlerimiz fetvalarda şunu kaydederler: Bir kimse beldesindeki ilim adamlarına bir vasiyette bulunacak olursa Kelâmcılar onun kapsamına girmez. Yine bir kimse kitapları arasından ilim kitapları olanların vakfedilmesini vasiyet edecek olsa selefin fetvasına göre o kitapları arasındaki kelâm kitapları satılır. Bu anlamdaki fetvalar "el-Fetâvâ ez-Zahîriyye"de zikredilmiştir. O halde Rasûlün getirdiğine tabi olmaksızın, usul ilmine (akaid bilgisine) vusul (ulaşmak) nasıl beklenebilir? Şair ne güzel söylemiş:
"Bir ilim taleb etmek kastıyla sabah erken yola koyulan kişi,
Bütün ilimler köledir Rasûlün bilgisine,
Sen bir kökü tashih etmek için dalı ararsın,
Peki nasıl olur da asılların aslı olan bilgiyi ihmal edersin."
Peygamberimize -Saiiaiiahu aleyhi vesei/em- sözlerin başlangıçları, sözlerin sonları ve cevamiî (en kapsamlıları) verilmiştir.2 O bakımdan onunla küllî bilgiler
ilk ve nihaî bilgilerin hepsi en mükemmel şekliyle verilmiştir. Ancak bir kimse bir bid'at ortaya atacak olursa enine boyuna ona cevap vermeye kalkışılır. Bundan dolayı sonrakilerin sözleri çok, bereketi azdır. Öncekilerin sözleri ise bunun aksinedir. Onların sözleri sayıca az. bereket itibariyle çoktur. Kelâmcıların sapık ve cahillerinin söyledikleri gibi değildir: (Nitekim şöyle iddia ederler) "Selefin izlediği yol daha esenlikli ve sağlıklıdır, bizim izlediğimiz yol ise daha sağlam ve daha bilgiye dayalıdır." Nitekim durum, fıkıha intisab eden ve" öncekilerin kıymetlerini takdir edemeyen kimselerin söyledikleri gibi de değildir: .{Bunlara göre) "Selef İıkhî hükümleri istinbât etmek için kaidelerini ve hükümlerini tesbit etmek için başka şeyleri bırakıp, yalnızca fıkıhla uğraşmadılar. Ancak sonrakiler herşeyi bırakıp buna yöneldiler, bu bakımdan onlar daha bir fakitrtirler."
Bütün bunlar selefin gerçek değerini ve bilgilerinin derinliğini, onların kendilerini az zora koşmalarını ve basiretlerinin kemalini anlamak imkânından mahrumdurlar. Allah'a yemin ederim, onlardan sonra gelenlerin ayrıcalıkları sadece kendilerini zora koşmak ve selefin asıllarına riayet etmeye, kaidelerini tesbit edip düğüm noktalarını bağlamaya gayret ettiği hususların kıyılan, köşeleriy-le uğraşmaktan ibaret olmuştur.
Selefin bütün gayretleri her hususta en üstün maksatlara talib olmaya yönelikti. O bakımdan öncekilerin hali ayrı, onların hali ayrıdır. Allah herbir şeyin kadrini ve ölçüsünü ayrı ayrı tesbit etmiştir.
Bu akide metnini birden çok ilim adamı şerhetmiştir. Ancak ben birtakım sarihlerin yerilmiş kelâm ehline kulak verdiklerini, onlardan beslendiklerini ve onların ifadeleri ile konuştuklarını gördüm.
Selefin Bir Takım Sözleri Kullanmaktan Hoşlanmayışının Sebebi
Selef cevher, cisim: araz ve buna benzer lafızları kullanmayı - bunları doğru ve kabul edilir birtakım ilimlede kullanılan terimler gibi doğru manalar hakkında ki lafızlar olarak görerek - yalnızca yeni birtakım terimler oluşları sebebiyle kerih görmüş değillerdir. Elbette onlar, hakka delalet etmeyi ve batıl ehline karşı delil getirmeyi kötü görüyor değillerdi. Aksine onlar bu gibi şeyleri, yalan ve hakka muhalif işler niteliğindeki birtakım hususları kapsamalarından ve ondan öte kitap ve sünnet'e muhalif oluşlarından dolayı kerih görmüşlerdi. Bundan dolayı bu gibi şeylerle uğraşanların, mü'minlerın. ilim adamlarının bir tarafa, avamdaki yakîn ve bilgiye dahi sahip olamadıklarını görmek mümkündür.
Onların ortaya attıkları önermeleri hem hakkı, hem de batılı kapsadığından ötürü şüphe ve tartışmalar çoğalmış, dedikodular yaygınlık kazanmış, bundan dolayı da sahih şeriate ve sarih akla aykırı, anlatılması ve aktarılması oldukça zor pek-çok görüşleri ortaya atmışlardır, ileride: "Her kim bilemeyeceği şeyleri bilmek ister-se... "sözlerini açıklayacağımız da buna dair daha geniş açıklamalar gelecektir.
Ben bu "akide"yi, kullandıkları ibarelerinde selefin yolunu izleyerek, onların izinden giderek ve onların ortaya attıkları bilgilerden hareketle şerhetmek istedim. Belki bu yolla ben de onların izledikleri yola katılır, onlardan biri sayılır, onlar arasında haşredilebilirim: "Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberler, sıddık-ier, şehidler ve salihlerie birlikte' olurum. "Onlar ne iyi arkadaştır/ar. " (en-nisâ, 4/69)
Diğer taraftan insanların daha muhtasar olan kitaplara meylettiğini gördüğümden ben de bu açıklamalarımda uzun uzadıya açıklamalar yapmak yolunu tercih etmedim. "Benim başarım ancak Allah iledir. Ben yalnız O'na güvenip dayandım ve yalnız O'na dönerim. " (Hûd, 1 1/88) O bize yeter, O ne güzel vekildir.
"Yüce Allah'ın tevhidi hakkında -Allah'ın tevfîkıns inanarak: Deriz ki: Şüphesiz ki Allah birdir, O'nun hiçbir ortağı yoktur."*' Dar alana blok edilen
bu bölümler
İ mam Tahavi'ye ait metni teşkil etmektedir.
Peygamberlerin İlk Daveti: Tevhîd:
Şunu bil ki; tevhid peygamberlerin davet ettikleri ilk husustur. Yoldaki aşamaların ilki ve yüce Allah'a doğru yol alanın ilk mevkiidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: 'Andoisun Biz Nuh'u kavmine gönderdik de: Ey kavmim Allah'a ibadet edin. Sizin O'ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur... dedi." (el-A'raf, 59) Hûd -Aieyhisseiam- da kavmine: "Ey kavmim, Allah'a ibadet ediniz. O'ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur.' (ei-A-raf, 7/65) demiştir.
Salih -Ateyhisseiam- kavmine: "Ey kavmim, Allah'a ibadet edin. Sizin O'ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur. " (ei-Mâf. 7/73) demiştir.
Şuayb -Aieyhisse/am- da kavmine: "Ey kavmim, Allah'a ibadet edin. O'ndan başka hiçbir ilâhın/z yoktur. " (ei-A'râf, 7/asjdedi.
Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: 'Andolsun Biz her ümmet arasında. Allah'a
ibadet edin ve tağut'tan kaçının diyen bir peygamber göndermişizdir. " (en-Nahi, 16/36)
Bir başka yerde de şöyle buyurulmaktadır: 'Senden önce gönderdiğimiz her bir peygambere mutlaka şunu vahyederdik: Benden başka ilâh yoktur. O halde yalnız Bana ibadet edin. " (el-Enbiya. 21/25)
Peygamber -Sailatianu aleyhi veseliem- de şöyle buyurmaktadır: "Ben insanlarla Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şahidlik edinceye kadar savaşmakla emrolundum."11 Buhârî 25, 1399, 1457. 6924, 7284; Müslim 22.
Mükellefin İlk Sorumluluğu: Şehadet Getirmek
İşte bundan dolayı doğrusu şu ki. Mükellefin ilk yükümlülüğü Allah'tan başka itâh olmadığına şehadet etmektir. Yerilmiş kelâmcıların görüşlerinde ifade edildiği gibi düşünmek, yahut düşünmeye yönelmek ya da şüphe etmek değildir. Selef imamlarının tümü kulun emrolunduğu ilk şeyin iki şehadeî (Allah'ın birliğine ve Muhammed'in O'nun Rasûlü olduğuna şahidlik etmek) olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir. Ergenlik yaşına gelmeden önce bu şekilde şehadet getiren kimselerin ergenliğin aKabınde bunu yenilemekle emrolunmayacağını da ittifakla kabul etmişlerdir. Bu durumda olan birisine buluğa erdiği vakit yahut ta -bu görüşte olanlara göre- temyiz çağına ulaştığında taharet (abdesî) ve namaz kılması emrolunur. Onlardan hiçbir kimse böyle birisinin velisinin tekrar şehadet kelimesini yeniden getirmesini istemesi gerektiğini söylememişlerdir. Şehadet kelimesinin ikrar edilmesi müslümanların ittifakı ile vacib olup, onun vücubunun namazın vücubundan önce olduğunu söz birliği halinde kabul etseler dahi, o böyle bir görevi zaten buluğundan önce eda etmiş olur.
Burada fukaha'nın söz konusu ettiği bir takım meseleler vardır: Bir kimse şehadet getirmemekle birlikte namaz kılsa yahut ta bunun dışında islâmın özel bir takım fiillerini yerine getirecek olup şehadet kelimelerini diliyle söyleyemeyecek olursa bu kişi müslüman olur mu, olmaz mı? Doğrusu; böyle bir kimsenin islâmın özelliklerinden olan herhangi bir şeyi yerine getirmekle müslüman olacağıdır.
Buna göre ilk olarak islâm'a tevhid ile girilir ve dünyadan da son olarak onunla çıkılır. Nitekim Peygamber -Saiialiahu aleyhi veseilem- şöyle buyurmuştur: "Her kimin söylediği son söz la ilahe illallah olursa cennete girer."22ibnHibbân719.
O halde tevhid hem ilk görevdir, hem son görevdir.
Tevhidin Türleri ve Anlamları
Tevhid işin başı ve sonudur. Bundan kastımız ise ulûhiyyet tevhidinin gereklerinin yerine getılmesidir. Tevhid üç türü ihtiva etmektedir:
1- Sıfatlara dair açıklamalar
2- Rubûbiyyet tevhidi herşeyi yaratanın yalnızca Allah olduğunun açıklanmasın! içerir.
3- Ulûhiyyet tevhidi Yüce Allah'ın, O'na hiçbir şeyi ortak koşrnaksızın tek kendisinin ibadet olunma hakkına sahip olmasını kapsar.
Sıfatların Tevhidi
Allah'ın sıfatlarının olduğunu kabul etmeyenler, sıfatları kabul etmeyip nefyetmeyi tevhidin kapsamı içerisinde kabul ederler. Cehm b. Safvân ve onun görüşlerini benimseyenler gibi. Bunlar derler ki: Allah'ın sıfatları olduğunu kabul etmek vacib (varlığı zorunlu Allah)'in birden çok olmasını gerektirir.
Bu ise zorunlu olarak tutarsız olduğu anlaşılan bir görüştür. Çünkü hiçbir sıfata sahip olmayan, bütün sıfatlardan soyutlanmış bir varlığın kabulü dış dünyada tasavvur olunamaz. Ama zihin bazen imkânsız olan birşeyi varsayabilir ve tasarlayabilir. Böyle bir iddia tatilin (Allah'ın sıfatsız olduğunu kabul etmenin) en ileri derecesidir.
Rubûbiyyet Tevhidi
Tevhidin ihtiva ettiği ikinci husus rubûbiyyet tevhididir. Herşeyi yaratanın O olduğunu, kâinatta sıfat ve fiilleri birbirine denk iki (ve daha fazla) yaratıcı bu-lunmadığını kabul etmek, buna örnektir.
Âciemoğullarından bilinen herhangi bir kesimin, bu tevhidin aksine bir kanaate sahip olduğu bilinmemektedir. Aksine kalpler, fıtrî olarak O'nun varlığını diğer bütün varlıklardan daha ileri bir derecede ikrar ve itiraf edecek şekilde yaratılmıştır. Nitekim Yüce Allah'ın bize aktardığına göre peygamberler de böyle demişlerdir: "Peygamberleri şöyle demişti: Gökleri ve yeri yaralan... Allah hakkında mı şüphe ediyorsunuz?" (ibrahim, 14/10)
Yaratıcının inkarını izhar etmek ve O'nu bilmezlikten gelmek noktasında bilinen en ünlü kişi Firavun'dur. Halbuki o içten içe O'nun yaratıcılığına kesinlikle inanıyordu. Nitekim Musa -Aieyhisseiam- kendisine şöyle demişti: "Andolsun ki bunları birer ibret olmak üzere göklerin ve yerin Habbinden başka kimsenin indirmediğini bilmişsindir." (el-isrâ, 17/102)
Yüce Allah bir başka yerde ondan ve kavminden şöylece söz etmektedir:
"Kalpleri on/ara inandığı ha/de zulümle büyük/enmeleri sebebiyle onları (bilerek) inkâr ettiler." (en-Neml. 27/14)
Bundan dolayı Firavun bilen bir kimsenin bilmezden geldiğini ortaya koyan bir üslûp ile inkâr ve red maksadı ile: "Âlemlerin Rabbi dediğin nedir?" diye sorunca Musa -Aieyhısseiam- kendisine şu cevabı vermiş: "Göklerle yerin ve onların arasında olanların Rabbidir. Eğer gerçekten inanan kimseler iseniz...
"(Firavun) etrafında bulunanlara: İşitmiyor musunuz? dedi.
"(Musa): O sizin de Pabbinizdir, sizden önceki atalarınızın da Rabbidir, dedi.
"(Firavun) Dedi ki. Size gönderilen bu elçiniz mutlaka delidir.
"(Musa): Doğunun batının ve onların aralarında olanların Rabbidir, eğer akıl ederseniz, dedi." leş-Şüarâ, 26/24-23)
Sıfat ve fiilleri itibariyle birbirine denk. kainatın iki tane yaratıcısı vardır diye bir kanâat sahiplenmiş herhangi bir kesimin bulunduğuna dair bir şey bilinmemektedir. Mecusî'lerden (hayır ve şer ilâhlarının varlığına inanan) Seneviyye ile biri nur. diğeri karanlık olmak üzere iki esasın bulunduğunu kabul eden ve âlemin de bunlardan meydana geldiğini ileri süren Maniheist'ler dahi nurun karanlıktan hayırlı olduğunu, övülmeye değer ilâhın o olduğunu, karanlığın ise kötü ve yerilmiş olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir.
Teslıs'i (üçlü tanrıyı) kabul eden Hristiyanlara gelince; Bunlar âlemin biri
diğerinden ayrı üç rabbi olduğunu ileri sürmemektedirler. Aksine onlar âlemin yaratıcısının bir olduğunu ittifakla kabul ediyorlar ve: "Baba, oğul ve ruhu'l-ku-düs'ten ibaret olan bir tek ilâhın adı ile" derler
Onların teslis'e dair görüşleri kendi içerisinde çelişkilidir, tutarsızdır. Hulul (Allah'ın beşerin bedenine girdiğini kabul etmeye dair) görüşleri ise bundan da tutarsızdır. Bundan dolayı hem bunu anlamakta, hem de bunu yorumlayıp ifade etmekte birbirleriyle çelişkiye düşmüşlerdir. Onların hiçbirisi bunu aklın kabul edebileceği bir şekilde ifade edememektedir. Hemen hemen iki kişi dahi bu hususu aynı anlama gelen ifadelerle dile getirmezler. Çünkü onlar "zatı itibariyle birdir, uknumları itibariyle üçtür" derler. Uknûm'ları da kimi zaman özelliklerle, kimi zaman sıfatlarla, kimi zaman da şahıslarla açıklarlar.
Yüce Allah kullarını, bu görüşleri iyice anlayıp, kavradıktan sonra tutarsızlıklarına hükmedebilecekleri bir şekilde yaratmıştır. Genel olarak onlar, birbirine her bakımdan denk iki yaratıcıyı kabul etmezler.
Burada anlatmak istediğimiz şudur: Kâinatın her bakımdan birbirine denk iki ayrı yaratıcısının olduğunu kabul eden dinî hiçbir kesim yoktur. Bununla birlikte kelâm, mantık ve felsefe ile uğraşan pek çok kimse bunu isbatlamak için çokça uğraşmışlardır. Hatta aralarından akıl yoluyla bunu isbatlamaktan âciz olduklarını itiraf edenler ve bunun ancak sem' (vahiy) yoluyla algılanabileceğini iddia edenler dahi vardır.
Aklî ilimler ile uğraşanlar nezdinde meşhur olan bunun; "Temânû, Delili" ile is bati anm aşıdı ﷺ. Temanu' Delili de şudur: Şayet kainatın iki yaratıcısı bulunsa -mesela onlardan birisi bir cismi hareket ettirmek isterken diğeri durdurmak istese yahut birisi ona hayat vermek isterken öbürü öldürmek istemesi halinde olduğu gibi- biribirleriyle anlaşmazlığa düşecek olurlarsa, ya ikisinin de maksadı gerçekleşir yahut onlardan birisinin maksadı gerçekleşir ya da onlardan hiçbirisinin istediği olmaz.
Birincisi imkânsızdır, çünkü iki zıt şeyin bir arada bulunmasını gerektirir.
Üçüncüsü de imkânsızdır, çünkü o taktirde cisim hakkında hareketin de sükûnun da söz konusu olmaması gerekir, bu da imkânsızdır. Aynı şekilde her ikisinin de âciz olmasını gerektirir. Âciz bir varlık ise ilâh olamaz. Onlardan birisinin maksadı gerçekleşir, diğerininki gerçekleşmeyecek olursa o vakit maksadı gerçekleşen gücü yeten ilâh demektir, diğeri ise âcizdir ve ilâh olmaya elverişli değildir.
Bu ilkeye dair tamamlayıcı açıklamalar ilgili bahislerde ete alınmıştır.
Ulûhiyyeti Tevhidi, Rubûbiyyet Tevhidini de Kapsar
Yine aklî ilimlerle uğraşanların pek çoğunun iddiasına göre Temânû1 Delili Yüce Allah'ın; "Eğer göklerle yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı ikisinin de düzeni bozulup gitmişti" (ei-Enbıyâ, 21/22) buyruğunda ifade edilmektedir. Çünkü onların kanaatine göre açıklayıp ispatladıkları rubûbiyyet tevhidi Kur'ân-ı Kerîmin beyan ettiği, peygamberlerin de kendisine davel ettiği ulûhiyyet tevhidi ile aynı şeydir.
Oysa durum böyle değildir. Aksine peygamberlerin kendisine davet ettiği ve indirilen kitapların dile getirdiği tevhîd, rubûbiyyet tevhidini de ihtiva eden ulûhiyyet tevhididir. Bu ise ona hiçbir şeyi ortak koşmaksızın bir ve tek olarak Allah'a ibadet etmektir. Araplardan Allah'a ortak koşan müşrikler rubûbiyyet tevhidini kabul ediyorlardı. Gökleri ve yeri yaratanın bir ve tek olduğunu itiraf ediyorlardı
Nitekim Yüce Allah onlara dair bize şöylece haber vermektedir. "Andoisun onlara: Göklerle yeri kim yarattı, diye sorsan, onlar e/beîte; Allah diyeceklerdir." (Lukman, 31/25)'. 'De ki: Yer ve oradakiler kimindir, eğer biliyorsanız (söyleyin.) Onlar: Allah'ındır, diyeceklerdir. Sen de ki: O halde siz iyice düşünüp, ibret almaz mısı-
nız?' (ei-Mu'minun, 23/84-85) Kur'ân-ı Kerîm'de buna benzer buyruklar ise pek çoktur.
Onlar putların kâinatı yaratmakta Allah'a ortak olduklarına inanmıyorlardı Aksine onlar da Hint, Türk, Berber ve diğer ümmetlerin müşrikleri ile aynı durumda idiler. Kimi zaman bunların peygamber ve salihlerden iyi bir takım kimselerin heykelleri olduklarına inanırlar, onları şefaatçi kabul ederler ve Allah ile kendileri arasında aracı görürlerdi, işte Arapların şirk koşmalarının esası buna dayanır. Yüce Allah Nuh kavminin söylediklerini bize şöylece nakletmektedir: "Ve: Tanrılarınızı sakın bırakmayın. Sakın Ved, Suva, Yeğûs, Ye'ûk ve Nesr'i ter-ketmeyin, dediler."(Nuh, 71/23)
Buharî'nin Sahih'inde, tefsir kitaplarında, peygamber kıssalarında ve diğerlerinde ibn Abbas'tan ve onun dışında seleften bir takım kimselerden şöyle dedikleri nakledilmiştir: Bunlar Nuh kavmi arasında salih bir takım kimselerin isimleridir. Bunlar öldükten sonra kabirlerinin başından ayrılmadılar, sonra onların suretlerini yaptılar. Aradan uzun bir zaman geçtikten sonra onlara ibadet etmeye başladılar. Bizzat bu putlar sonunda Arap kabilelerine geçti. İbn Abbas bu kabileleri tek tek zikretmektedir.11 Buharî 4920
Müslim'in Sahih'inde, Ebu'l-Heyyâc el-Esedî'den şöyle dediği sabittir:
Ali b. Ebi Talib -Radıyallahu anlı- bana dedi ki: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi
vesellem-'ınbeni gönderdiği şartlarla, seni de göndereyim mi? O bana: "Yükseltilmiş
nekadar kabir görürsen mutlaka onu dümdüz etmemi ve ne Kadar heykel
bulursamonu silmemi emretmişti "2 Müslim 969; Ebû Dâvûd 3218; Tiımizî 1049; Mesaî IV. 68. 89; Müsneö, l, 96. 129.
Buharî ile Müslim'de, Peygamber –sav
vefatıilesonuçlanan hastalığında şöyle dediği kaydedilmektedir: "Allah
yahudilerle,hristiyanlara lanet etsin. (Çünkü) onlar peygamberlerinin kabirlerini
mescidedindiler." O bu sözleriyle yaptıklarından (ümmetini) sakındırıyordu.
Âişe-raan-te-dedi ki: Eğer bu olmasaydı, onun kabri açıkta bırakılırdı, fakat
kabrininmescid edinilmesini hoş karşılamadığından bu yapılmadı.)3Buhari 1330, 1390, 444 1; Müslim 528.Yine Buharî ile Müslim'de kaydedildiğine göre; Hz. Peygamber'e vefatı ile sonuçlanan hastalığında Habeşistan'da bulunan bir kiliseden söz edildi. O kilisenin güzelliği ve içindeki resimlerden ona bahsedildi. Şöyle buyurdu: "Onlar öyle kimselerdir ki, aralarından saiih bir kişi öldü mü kabri üzerinde bir mescit bina ederler ve o mescitte bu suretleri yaparlardı. Onlar Kıyamet gününde Allah'ın huzurunda mahlukatın en şerlileridirler.'"1Buhari 427, 434. 1341, 3873: Müslim 528.
Müslim'in Sahıh'inde deyine Peygamber sav-in vefatından beş gün önce şöyle dediği nakledilmektedir: "Sizden öncekiler peygamberlerinin ve aralarından salih olan kimselerin kabirlerini mescit edinirlerdi. Dikkat edin, sakın kabirleri mescit edinmeyiniz. Ben sizlere bunları yasaklıyorum."1 Müslim 523
Şirkin sebeblerinden birisi de yıldızlara ibadet etmek ve yıldızların tabiatlarına uygun düştüğü zan olunan özelliklere uygun olarak putlar edinmektir. İbrahim -As- kavminin şirki -denildiğine göre- bu kabilden idi, Melekleri ve cinleri Allah'a ortak koşup, onlar adına putlar yapmak ta böyledir,
Bütün bunlar yaratıcının varlığını kabul ediyorlar. Kâinatın iki yaratıcısı bulunduğunu söylemiyorlardı, fakat bu aracıları şefaatçi edinmişlerdi. Nitekim Yüce Allah şu buyruğuyla onlar hakkında böylece haber vermektedir: "Ondan başka velî (dost ve îlâh)ler edinenler- Biz bunlara ancak bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz (derler-)" (ez-zumer-. 39/3)
Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır; "Onlar Allah'tan başka kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda vermeyecek olan şeylere taparlar. Bir de: Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir, derler. De ki: Siz Allah'a göklerde ve yerde bilmeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Haşa, O ortak tutmakta oldukları herşeyden münezzeh ve yücedir." (Yunus. 10/18)
Peygamberleri yalanlayan geçmiş ümmetler arasındaki müşriklerin durumu da böyledir. Nitekim yüce Allah bize Salih -as kıssası arasında Yüce Allah adına onu ve aile halkını öldüreceklerine dair yemin eden dokuz kişiden söz etmektedir. Bu müfsit ve şirk koşanlar Yüce Allah adına peygamberlerini ve onun aile halkını öldürmeye yemin etmişlerdi. Bu da onların müşriklerin irnan ettikleri şekilde Allah'a inanan kimseler olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Böylelikle istenen tevhidin aynı zamanda rubûbiyyet tevhidini de ihtiva eden ulûhıyyet tevhidi olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Yüce Allah'ın: "Sen yüzünü hanîf olarak dine, insanların üzerine yaratıldığı, Allah'ın fıtratına doğru çevir. Allah'ın yaralısını değiştirmek söz konusu değildir. Dosdoğru din işte budur, fakat insanların çoğu bilmezler." Buyruğundan itibaren: "... Hemen ümitlerini kesiverir-ler" er-Rum. 30/30-36) buyruğuna kadar bu mahiyetiyle tevhid dile getirilmektedir.
Yüce Allah bir başka yerde de: 'Gökleri ve yeri yaratan... Allah hakkında mı şüphe ediyorsunuz?" (ibrahim, 14/10) diye buyurmaktadır.
Peygamber -sav- de şöyle buyurmaktadır: 'Her doğan (İslâm'ı) fıtrat üzere doğar ama anne babası onu yahudi, hristiyan ya da rnecusî yapar."2
Muvatta l. 241; Buhârî 1358, 1359. 1385, 4775, 6599; Müslim 2658.
Burada -bazılarının ileri sürdükleri gibi- buyrukların anlamı kişi tevhidi de sirki de bilmez bir halde yaratılır, denilemez. Çünkü kaydettiğimiz âyet-i kerîmeler ile Peygamber Sav aziz ve celil olan Rabbinden bize naklettiği (kudsî hadisteki) şu buyruğu böyle olmadığını ortaya koymaktadır: "Ben kullarımı hanifler olarak yarattım. Sonra şeytanlar onları sağa sola sürüklediler...''
Müslim 2865 no'lu uzunca hadisin bit bölümü.
Az önce kaydedilen hadis-i şerifte buna delil olacak bir husus da vardır. Çünkü: "Onu yahudi yahut hristiyan ya da mecusî yaparlar" diye buyurduğu halde onu müslüman yaparlar, diye buyurmamaktadır. Bir rivayette: 'Millet üzere (İslâm dini üzere) doğar" denilirken diğerinde de "bu millet (islâm dini) üzere doğar" den ilmektedir.Müslim. 2865
Ebû Hanife -Allah'ın rahmeti özerine olsun-den nakledildiğine göre; kelâm ile uğraşan bir takım kimseler rubûbiyyet tevhidinin kabulü ile ilgili olarak onunla bir tartışmaya girişmek islediler, Onlara dedi ki; Bu mesele hakkında sizinle konuşmadan önce bana şu hususta görüşünüzü bildiriniz; Dicle'de bir gemi var, gidiyor. Yiyecek, eşya ve buna benzer pekçok malzemeyi bizzat kendisi kendisine yüklüyor ve yine kendi kendisine dönüyor, kendi kendisine demirliyor. Kendi kendisine yükünü boşaltıyor ve aynı şekilde geri dönüyor. Bütün bunlar herhangi bir kimsenin idaresi söz konusu olmaksızın cereyan ediyor. Ne dersiniz? Onlar: Bu imkânsız bir şeydir. Kesinlikle böyle bir şey olmaz, deyince onlara: Bir gemi için bu imkânsız olduğuna göre yukarısıyla, aşağısıyla bütün bu kâinatta böyle bir şey nasıl olur.
Bu hikaye yine Ebu Hanife dışında başka kimselerin başından geçmiş olarak, da nakledilmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'in Ulûhiyyet Tevhidine Dair Açıklamaları
Kur'ân-ı Kerîm, Tevhid'in bu türünün anlatılması, açıklanması, ona dair misaller verilmesi ile dopdoludur.
Kur'ân-ı Kerîm'in rububiyyet tevhidini beyan edip, Allah'tan başka yaratıcı olmadığını açıklaması buna bağlı olarak da O'ndan başka hiçbir kimseye ibadet edilmemesi gerektiğini vurgulaması bunlar arasındadır Böylelikle o rubûbiyyet tevhid'ini ikincisine (yanı Allah'tan başkasına ibadet etmemek demek olan ulûhiy-yet tevhid'ine) delil olarak göstermektedir. Zira onlar birincisini kabul ediyor, fakat ikincisi hakkında tartışıyorlardı. Bundan dolayı şanı yüce Allah'da onlara şunu açıklıyordu: "Sizler Allah'tan başka bir yaratıcı olmadığını bildiğinize ve kullara faydalı olan şeyleri ulaştıranın, onlara zarar verecek şeyleri kendilerinden uzaklaştırıp önleyenin O olduğunu, bu hususta O'nun hiçbir ortağının bulunmadığını bildiğinize göre; ne diye O'ndan başkasına ibadet ediyor ve O'nunla birlikte başka ilâhların varlığını kabul ediyorsunuz?" Yüce Allah'ın su buyruklarında olduğu gibi:
"Allah'a hamd olsun, seçtiği kullarına da selâm olsun, de. Allah mı hayırlıdır yoksa koştukları ortaklar mı? Göklerle yeri yaratan ve sizin için gökten bir su indiren mi? Onunla göz alıcı bahçeler bitirdik. Onların ağaçlarını bitirmek sizin için mümkün olmaz. Allah i/e birlikte bir ilâh mı var? Hayır, onlar sapan bir topluluktur. " (en-Neml, 27/59-60)
Yüce Allah bu âyetlerin herbirisinin sonunda: "Allah i/e birlikte bir ilâh mı var?" diye sormaktadır. Yani bunları Allah ile birlikte yapan bir başka ilâh daha mı var? Bu inkar anlamında bir sorudur. Böyle bir şeyin olmadığını ihtiva eder. Onlar da zaten bunları Allah'tan başka yapan bir kimsenin olmadığını kabul ediyorlardı. Böylelikle bunu onlara karşı bir delil olarak göstermiş oluyordu.
Şu aklî ilimlerle uğraşanların ve onlara uygun kanaat belirten sufilerin ileri sürdükleri rubûbiyyet îevhid'i, tevhidin en ileri derecesi olarak kabul ediliyorsa şüphesiz ki bu peygamberlerin getirdiği ve indirilmiş kitaplarda yerini bulan bir tevhid'dır. Şu husus bilinmeli ki yaratıcının isbatına dair deliller ile peygamberlerin doğruluğuna dair deliller gibi bunun pek çok delilleri vardır. Bir ilme insanların ihtiyacı ne kadar çok olursa, Allah'ın kullarına rahmetinin bir tecellisi olarak onun delilleri de daha bir açıktır.
Kur'ân'ın Verdiği Örnekler, Dinin Gereklerini Ortaya Koyan Aklî Ölçüleri De Ortaya Koyar
Kur'ân-ı Kerîm insanlara her tür örneği vermiş bulunmaktadır. Bunlar ise dini maksatlar uğrunda ortaya konulmuş faydalı, aklî ölçülerdir. Şu kadar var ki Kur'ân-ı Kerîm hüküm ve delil noktasında hakkı beyan eder. Zaten hakkın ötesinde sapıklıktan başka ne olabilir ki? İttifakla kabul edilmiş, zorunlu olarak bilinen önermeleri delil olarak ortaya koymakla birlikte onlara dair istidlalde bulunmak ihtiyacını da duymaz. Açıklamalarda açık ve anlaşılır olan bir hususun ayrıca zikredilmesinin gereği yoktur. Bu da Kur'ân-ı Kerîm'in izlediği yoldur. Halbuki Kur'ân-ı Kerîm'de delillendirme yönteminin yer almadığını zanneden cahillerin iddiasının aksinedir. Bu hususta şüphe ve tartışmaların aksine olarak Kur'ân-ı Kerîm delillendirme yollarını genişçe açıklar ve maksadına dair delilleri gösterir.
Rubûbıyyeîte ortak koşmak, bütün insanlar tarafından -sıfat ve fiillerde birbirine denk iki yaratıcının varlığını kabul etmek anlamında- olabilirliğinin imkânsızlığı kesinlikle bilinen bir husustur. Ancak bir takım müşrikler alemde kıs-
men bazı şeyleri yaratan bir yaratıcının olduğu kanaatine sahip olmuştur. İki tanrı kabul eden (seneviyye)lerin karanlık hakkındaki görüşü ile, Kaderiye'nin canlıların fiilleri ile ilgili görüşü, dehrî filozofların feleklerin hareketi ile ilgili yahut nefislerin hareketleri ya da tabiî cisimlerin hareketleri ile ilgili görüşleri bu kabildendir. Bütün bunlar yüce Allah'ın yaratması dışında, bir takım işlerin yaratılmış olduğunu kabul etmektedirler.
Onlar bu bakımdan rubûbiyyete kısmen ortak koşarlar. Arap ve Arap olmayan müşriklerin pek çoğu kabul ettikleri ilâhlarının yüce Allah'ın yaratması söz konusu olmaksızın, bir takım faydaları sağlayıp yahut bir takım zararları önlediklerini zannedebilirler.
Yüce Allah'ın Ortağının Bulunmasına İmkân Yoktur
insanlar arasında Allah'a, Rubûbiyyete ortak koşmak görülen bir husus olduğundan dolayı Kur'ân-ı Kerim şu buyruklarında olduğu gibi bunun batıl olduğunu açıkça beyan etmiş bulunmaktadır: "Allah hiçbir evlat edinmedi. Onunla birlikte herhangi bir ilâh da yoktur. Eğer olsaydı bu takdirde herbir i/âh yarattığını alır, e/bette kimisi kimisine üstünlük sağlardı." (el-Mu'miûn, 23/911
Şimdi apaçık, son derece özlü bu lafızlarla ortaya konulmuş bu gözkamaştı-rıcı delil üzerinde dikkatle düşünelim. Hak olan ilâhın mutlaka yaratıcı ve fail olması gerekir. Kendisine ibadet edene fayda sağlamalı ve ona gelecek zararı önleyebil-rnelidir. Eğer şanı yüce Allah ile birlikte mülkünde ortak bir başka ilâh bulunsaydı, onun da bir takım yaratıkları ve fiilleri de olması kaçınılmazdı. O takdirde böyle bir ortaklığa da razı olmaması gerekirdi. Aksine gücü yettiği takdirde o, ortağını kahreder, başına mülke kendisi sahip olur ve tek başına ulûhıyyeti elinde tutardı. Bunu yapabilecek olsaydı, elbette yapardı. Eğer buna güç yetiremeyecek olursa kendi yarattığı ile başbaşa kalır ve bu yarattıklarını alır, bir kenara çekilir. Nitekim dünyadaki hükümdarlar da eğer biri diğerini yenik düşüremiyor ve ötekine üstünlük sağlayamıyor ise Kendi ülkesinin egemenliği ile bir kenarda tek başına durur.
O halde şu üç husustan birisinin olması kaçınılmazdır:
• Ya herbir ilâh kendi yarattığını ve egemenliğini bir başına alır ve sürdürür.
• Yahut biri diğerine üstünlük sağlar;
• Yahut ta hepsi de kendileri üzerinde dilediği gibi tasarrufia bulunan, buna karşılık kendilerinin üzerinde tasarruf imkânını bulamadıkları bir tek kişinin kahrı ve mülkü altında olurlar ve bu kişi tek basına ilâh olur, kendileri ise her bakımdan yenik düşürülen ve kendilerine rubûbiyyetini kabul ettirenin kulları olurlar.
Bütün âlemin işinin düzen içerisinde olması, işinin son derece sağlam yürütülmesi; onu çekip çevirenin, idare edenin, bir tek ilâh, bir tek mâlik ve egemen ve bir tek rab olduğunun en açık bir delilidir. Mahlukatın O'ndan başka hiçbir ilâhı yoktur, O'ndan başka onların bir Rab'leri de yoktur. Nitekim Temanû1 Delili de kainatın yaratıcısının bir olduğunu, ondan başka hiçbir rabbı bulunmadığını, dolayısıyla bu rabbin dışında bir ilâhlarının da bulunmadığını ortaya koymaktadır. İşte yaratışta ve var edişte temanû' bu olduğu gibi ibadet ve ulûhıy-yette de bu şekilde temanû' söz konusudur. Yani kainatın birbirine denk iki yaratıcı rabbinin bulunması mümteni' (imkânsız) olduğu gibi; bütün kainattaki varlıkların kendisine ibadet edilen iki ilâhının bulunması da imkânsız bir şeydir.
Kainatın birbirine denk iki yaratıcısının varlığının özü itibariyle imkânsız olduğunu bilmek, fıtratta fiilen var olan bir şeydir ve apaçık akıl tarafından batıl olduğu bilinen bir husustur. İşte iki varlığın ilâh olmasının batıl olduğu da böylelikle anlaşılmaktadır.
O halde âyet-i kerîme fıtrat'ta yer etmiş bulunan rubûbiyyetin tevhid'i gerçeğine uygundur ve onun bu uygunluğu ulûhiyyetin de tevhid'ini gerektirmekte, ispatlamakta ve ona delil teşkil etmektedir.
Bu anlamı dile getiren işaret edilen âyet-i kerîme'nin manasına yakın bir hususu da şu âyet-i kerîme dile getirmektedir: "Eğer göklerle yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, ikisinin de düzeni bozulup gitmişti." (el-Enbiyâ, 21/22)
Âyet-i kerîme göklerde ve yerde birden çok ilâhın bulunmasının imkânsız olduğunu göstermektedir. Ancak bir tek ilâhın varlığı söz konusudur. Yine âyet-i kerîme bu bir ve tek ilâhın yüce Allah'tan başkasının da olamayacağına, göklerde ve yerde düzenin bozulmasının ikisinde birden çok ilâhın bulunmasının ve bir ve tek Allah'tan başka ilâhların varlığının kaçınılmaz sonucu olduğuna delildir.
Yine âyet-i kerîme şunu göstermektedir. Göklerin ve yerin düzeni ancak her ikisinde de yüce Allah'ın bizzat kendisinin ilâh olmasına bağlıdır. Şayet kainatta kendisine ibadet olunan iki ilâh bulunacak olursa kainatın tümünün düzeni bozulur.
Çünkü kainatın düzeni ancak adalet iledir Adaletle gökler ve yer dimdik ayakta durur. Kayıtsız ve şartsız olarak en büyük zulüm şirktir, en ilen derecedeki adalet ise tevhid'dır
Ulûhiyyet Tevhidinin, Rubûbiyyet Tevhid'ini Kapsaması
Ulûhiyyet tevhidi rubûbıyyet tevhid'ini de ihtiva eder, ama aksi söz konusu değildir. Çünkü yaratmaya kadir olamayan âciz demektir, âciz varlığın ise ilâh olması uygun değildir Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Kendileri yaratılmış oldukları halde hiçbir şey yaratmaya kudreti olmayanları mı eş koşuyorlar?" (el-A'raf, 7/191) Yine yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: 'Yaratan, yaratmayan gibi olur mu hiç? Artık iyice düşünmeyecek misiniz?" (en-Nahl, 16/17)
Maksat İtibariyle Tevhid Bilgi ve
Şunu da belirtelim ki; Allah'ın peygamberlerinin kendisine davet ettikleri ve indirilen kitapların ihtiva ettiği tevhid iki türlüdür: isbat ve bilmek bakımından tevhid ile gözetilen maksat itibariyle tevhid.
Birincisi yüce Rabbin hakikatinin sıfat, fiil ve isimlerinin isbat edilip kabul edilmesidir. Bütün bu hususlarda hiçbir şey O'nun eşi ve benzen değildir. Nitekim kendisi de kendi zatı hakkında böylece haber vermiştir, Rasûlü de bize böylece bildirmiştir. Kur'ân-ı Kerîm bu türü gayet açık bir şekilde ortaya koymuştur. ei-Hadîd ve Tâhâ surelerinin baş tarafları ile el-Haşr suresinin sonlarında, es-Secde sûresinin, Al-i imran suresinin başlarında, ihlas suresinin tamamında ve diğer buyruklarda görüldüğü gibi.
ikincisi ise gözetilen maksat itibariyle tevhıd'dir. Nitekim; "De ki: Ey kâfirler..." (el-Kâfirun. 109 sûre) sûresi ile "Deki: Ey kitab ehli! Bizimle sizin aranızda adîl olan bir kelimeye geliniz..." (aı-i imran, 3/64) âyeti ile "kitabın indirilmesi..." ez-Zumer: 39) diye başlayan surenin bası ve sonları ile Yunus suresinin baş tarafları, ortaları ve sonlan el-A'raf suresinin baş tarafları ve sonları ile el-En'âm suresinin tamamının muhtevası buna örnektir
Kur'ân Surelerinin Büyük Çoğunluğu Tevhİd'i Bütün Türleriyle Dile Getirmektedir
Kur'ân surelerinin büyük çoğunluğu hatta surelerinin tamamı her iki türüyle tevhidi ihtiva etmektedir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim ya Yüce Allah'ın İsım, sıfat ve fiilleri hakkında bize haber vermektedir ki, o takdirde bu ilmî ve haberî bir tevhid'dır.
Yahut ta hiçbir şeyi O'na ortak koşmaksızın yalnızca O'na ibadete, O'nun dışında tapınılan varlıkları terketmeye bir davettir. O takdirde bu iradî ve talebî bir tevhid'dır Yahut bir emir, bir yasak ve itaatine bağlanma isteğini dile getir inektedir. Bu da tevhid'in hukuku ve tamamlayıcı unsurlarıdır.
Ya O'nun tevhid'ini kabul edenlere lütuf ve ihsanlarını haber vermekte, dünyada anlara neler yaptığını, âhirette onlara ne gibi ikramlarda bulunacağını bildirmektedir. Bu da kendisini tevhid etmenin bir mükâfatıdır.
Yahut müşriklere dair ve dünya hayatında onlara verdiği ibretli cezalar ile, âhirette karşı karşıya kalacakları cezaları bildiren haber mahiyetindedir. Bu buyruklar da tevhid'in hükmünün dışına çıkanların cezasını bildirir.
Buna göre Kur'ân-ı Kerîmin tümü tevhid, levhid'in hukuku, tevhid'in mükâfatı ile şirk, müşrikler ve onların cezaları hakkındadır.
Yüce Allah aynı şekilde bu tevhid ile kendi zatı hakkında şahitlikte bulunduğu gibi O'nun melekleri, peygamberleri ve rasûlleri de bu hususta O'na şa-hıdlik etmişlerdir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah kendisinden başka hiçbir ilâh olmadığını, adaleti ayakta tutarak açıkladı. Melekler de, ılım sahipleri de. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur Mutlak galiptir, Hakimdir. Şüphesiz Allah nezdinde din islam'dır."(aı-i imran, 3/18-19}
Bu âyet-i kerîme tevhid'in hakikatini isbatı ve bütün sapık kesimlerin kanaat-ierini reddetmeyi ihtiva etmektedir. O bakımdan bu âyet-i kerîme şahidliklerinin en üstünü, en büyüğü, en adaletlisi ve en doğrusunu, en yüce şahidler vasıtasıyla ve hakkında şahidlık edilen en yüce gerçek hakkındaki şahidliği ihtiva etmektedir,
Şehadetin Anlamı ve Mertebeleri
Selefin "şahidlik etti" ifadesinin anlamı ile ilgili açıklamaları hüküm vermek, yargıda bulunmak, bildirmek, açıklamak ve haber vermek anlamlan etrafında döner dolaşır. Bunların hepsi doğru açıklamalardır ve aralarında çelişki yoktur. Çünkü şahidlik etmek, şahidin söylediği sözü ve verdiği haberi ihtiva ettiği gibi, onun bir şeyi bildirmesini, haber verip açıklamasını da ihtiva eder.
Eğer maksat sadece şahitlikte bulunmak olsaydı, bunun muhtevasını bilmek imkânı olmaz, şahitlikten gereken fayda sağlanmaz ve şahitlik ile onlara karşı delil ortaya konulmuş olmazdı. Bundan daha ileri olmak üzere şehadet kullara açıklamayı, onlara delâlette bulunmayı ve hakkında şahidlik olunan şeyi onlara bildirmeyi de ihtiva etmiştir. Nitekim kullardan şahitlik eden bir kimsenin nezdinde şahitlik yapacağı herhangi bir husus bulunup da onu açıklamayıp, gizleyecek olursa, kimse ondan faydalanmaz ve onunla herhangi bir delil ortaya konulmuş olmaz.
Şahidlikten ancak açıklanması halinde yararlanılabildiğine göre, Yüce Allah da bu şahitliği: işitmek (sem1), görmek (basar) ve akıl'dan ibaret üç yolla
tam anlamı ile açıklamış bulunmaktadır.
İşitmek (sem') Yoluyla Açıklaması
Bu O'nun bize bildirmiş olduğu bütün kemal sıfatlan, vahdaniyet ve buna benzer diğer bütün hususları en ileri derecede açıklayıp, bize bildirmiş olduğu son derece anlaşılır ve okunan âyet-i kerîmelerle olmuştur. Bu hususta durum, Cehmiye'nin, onlara uygun kanaat belirten Mutezile'n in ve Yüce Allah'ın Kitabını nitelendirmiş olduğu beyan ile şerefli Rasûlünün açıklamasına aykırı, kişiyi hayrete düşüren bir takım ihtimalleri ileri sürerek, Allah'ın bazı sıfatlarını kabul etmeyen Muabtile'nin ileri sürdükleri gibi değildir.
Nitekim yüce Allah Kitabının ve Rasûlünün beyan edici ve açıklayıcı özelliklerini şu buyruklarıyla dile getirmektedir: "Ha. Mim. Mubîn (açıklayıcı) Kitap hakkı için..." (ez-Zuhruf, 43/1-2)] "Elif, Lam, Ra. Bunlar apaçık Kitabın âyetleridir." (Yusuf, 12/1); "Elif, Lam, Ra. Bunlar Kitabın ve açık açık anlatan Kur'ân'ın âyet/eridir. " (el-Hicr, 15/1); "Bu, insanlar için bir açıklamadır. Takva sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür" (Al-i imran, 3/138); "Bilin ki; peygamberimize düşen açıkça tebliğ 'den ibarettir." (ei-Maide. 5/92); "Apaçık belgelerle ve kitaplarla (seni gönderdik.) İnsanlara kendilerine ne indirildiğini açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler diye sana da bu Zikri (Kur'ân 'ı) indirdik." (en-Nahl, 16/44)
Aynı şekilde sünnet de, Kur'ân-ı Kerîmin delâlet ettiği hususları açıklamak ve pekiştirmek üzere varid olmuştur. Yüce Rabbimiz bizleri ne filanın görüşüne, ne filanın zevkine, ne de filanın vecde gelişine, dinimizin esasları ile ilgili olarak asla muhtaç kılmamıştır.
Bundan dolayı bizler Kitap ve Sünnete muhalefet edenlerin kendi aralarında da ayrılıklar içerisinde olduklarını, tutarsız iddialarda bulunduklarını görüyoruz. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam'ı beğenip seçtim." (ei-Maide, 5/3) O bakımdan bu dini tamamlamak için Kitap ve Sünnetin dışında herhangi bir şeye ihtiyaç bulunmamaktadır, işte hocamız Ebu Ca'fer et-Tahâvî -Allah'ın rahmeti üzerine o/sun- ileride gelecek olan şu sözlerinde bu hususa işaret etmektedir: "Bu konuda bizler ne kendi görüşlerimize dayanarak te'vil'de bulunup, ne de hevâlarımızın etkisi ile vehm'e kapılarak bu hususa dalmayız. Çünkü (bilmediğini) Aziz ve Celi! olan Allah'a ve Rasûlüne teslim edenlerin dışında, kimse dini hususunda selâmete erişemez."
Yüce Allah'ın yaratmış olduğu ve gözle görülen âyet ve belgelerine gelince: Bunlara bakıp, bunlar üzerinde durmak, düşünmek, bunları delil olarak kullanmak, O'nun kavli ve sem'î âyetlerinin delâlet ettiği hususlara delil teşkil etmektedir.
Akıl ise hem bu belgeleri, hem öbür belgeleri bir arada mütalâa eder, peygamberlerin getirdiklerinin doğruluğunu kesin olarak ortaya koyar. Böylelikle sem'in (işitmenin), görmenin, aklın ve fıtratın tanıklığı ittifakla aynı gerçeği dile getirmiş olmaktadır.
Yüce Allah'ın göndermiş olduğu bütün peygamberlerle birlikte mutlaka doğruluklarına delil teşkil edecek bir belge vardır
Yüce Allah, adaletinin, merhametinin, ihsanının, hikmetinin kemali dolayısıyla ileri sürülecek bir mazeret bırakmayı istemediği ve delili ile gerçekleri ortaya koymayı sevdiğinden ötürü; göndermiş olduğu herbir peygamberle birlikte de mutlaka haber verdiği hususların doğruluğuna delil teşkil edecek bir âyet (belge ve mucize) de göndermiştir, işte yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki Biz peygamberlerimizi apaçık de/ii/erle gönderdik. Onlarla birlikte insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye kitabı ve mizanı indirdik." (el-Hadıd, 57/25); "Biz senden önce de kendilerine vahyettiğimîz erkek/erden başkasını peygamber göndermedik. Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun. (Biz o peygamberleri) apaçık belgelerle ve kitaplarla (gönderdik.)" (en-Nahi, 16/43-44); "De ki: Size benden önce nice peygamberler apaçık delilleri ve dediğinizi getirmişlerdi..." (a-ii imran, 3/183); "Eğer onlar seni yalanlarlarsa (bil ki) senden önce apaçık delillerle, sahife/erle, aydınlatıcı kitaplarla gelmiş nice peygamberler de yalanlanmıştır."(aı-i imran, 3/184); "Allah hak ile Kitab'ı ve mizanı indirendir-." (eş-Şura, 42/17)
Peygamberlerin getirmiş olduğu âyetlerden, belgelerden ve kesin delillerden daha güzel bir âyet ve bir belge olabilir mi? Çünkü bunların hepsi Yüce Allah tarafından onların lehine yapılmış ve Yüce Allah tarafından kullarına en ileri derecede açıklanmış birer şahitliktir.
Yüce Allah'ın isimlerinden birisi de "el-Mu'min'dir. Bu ismin iki açıklamasından biri sudur: O doğru söyleyenleri (sadıkları) onların doğruluklarına dair ortaya koymuş olduğu tanıklarla, delil ve belgelerle tasdik edendir. Bundan dolayı O'nun kullarına, rasûllerinin tebliğ etmiş olduğu vahyin hak olduğunu açıkça ortaya koyacak afakî ve enfüsî âyetleri göstermesi kaçınılmaz bir şeydir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onun gerçeğin ta kendisi olduğu, kendilerine apaçık belli oluncaya kadar âyetlerimizi onlara hem afâk'ta (dış dünyalarında) hem kendi nefislerinde göstereceğiz." (Fussilet, 41/53) Burada gerçeğin ta kendisi olduğu, kendilerine gösterileceğinden sözü edilen şey "Kur'ân-ı Kerîm'dir." Çünkü daha Önceden: "De ki: Söyleyin bana eğer o Allah tarafından ise.. " (Fussilet, 41/52) dive söz edildikten sonra pelen âyet'in sonunda da: "Habbınin herşeyi gö-
rüp gözetici olması sana yetmez mi?" (fussilet, 41/53) diye buyurulmaktadır.
Böylelikle Yüce Allah, Rasû!ünün lobine bu buyruklanyla şu hususa şahitlik etmektedir: Onun getirdikleri hak'tır ve kullara buna tanıklık edecek şekilde O'nun yaratacağı ve fiili ile ortaya çıkacak âyetlerini göstereceğini vaadetmek-tedir. Daha sonra da bütün bunlardan daha büyük ve daha üstün olan bir hususu söz konusu etmektedir. Bu da Yüce Allah'ın herşeye şahit (tanık) olmasıdır. Onun isimlerinden birisi de "eş-Şehîd"dir. Yani hiçbir şey O'ndan kaybolmaz, hiçbir şey O'na gizli kalmaz. Aksine O herşeye muttalî'dir ve herşeye tanıktır. O herşeyi bütün incelikleriyle çok iyi bilir.
işte bu da O'nun isim ve sıfatları ile (Allah'ın vahdaniyetine) bir istidlaldir. Birincisi ise O'nun buyruk ve sözleriyle bir istidlal idi. Âîakî ve enfüsî âyetlerle istidlal ise O'nun fiilleriyle ve yaratıklarıyla istidlaldir.
Yüce Allah'ın İsim, Sıfat ve Fiilleriyle Vahdaniyetine Delil Göstermek
Allah'ın isim ve sıfatları (vahdaniyetine) nasıl delil gösterilir? Çünkü böyle bir yolla delil göstermek ıstılah'olarak alışılagelmiş bir yol değildir, diye sorulursa cevabımız şu olur:
Yüce Allah inkâr, ta'tıL teşbih ve temsîl ile kirlenmemiş fıtratlara şunu yerleştirmiştir: O isim ve sıfatları ile kaınil'dir. O kendi zatını vasfettiği ve Rasûllerinin kendisini nitelendirdiği sıfatlara sahiptir. Ayrıca O'nun kemaline dair yaratıklarına gizli kalan hususlar, onların bu konuda bildiklerinden çok daha büyüktür.
O'nun kutsal kemalinin bir tecellisi de herşeye tanık olması ve herbir şeye muttali olmasıdır. Öyle ki göklerde olsun, yerde olsun gizli ve açık bir zerre dahi O'nun için gayb değildir. Bu niteliğe sahip olan zata, kulların başkalarını ortak koşmaları, O'ndan başkasına ibadet etmeleri, O'nunla birlikte başka bir ilâh kabul etmeleri nasıl uygun olabilir? Kendisi hakkında en büyük yalanı uydurup, düzen kimsenin ve gerçeğe uygun olmayan şekilde haberler verenin bu haline herhangi bir şekilde tepki göstermeyerek, diğer taraftan bu yolda ona yardım edip, destek vermesi, şanını yüceltmesi, duasını kabul etmesi, düşmanını helak etmesi, O'nun vasıtası ile bütün beşerî güçleri âciz bırakacak şekilde âyetler (belge ve mucizeler) ve deliller ortaya çıkartması; bütün bunları o kimsenin Allah'a karşı yalan söyleyen, iftira düzen bir kimse olmasına rağmen gerçekleştirmesi hiç O'nun kemaline yakışır bir şey midir?
Bilinen bir husustur ki O herbir şeye tanıktır. O'nun kudreti, hikmeti, izzeti ve kemali böyle bir şeyi kabil değildir. Bunun mümkün olacağını kabul edebilen bir kimse insanlar arasında Allah'ı tanımak imkânından en uzak bir kimsedir.
Kur'ân-ı Kerîm'de bu yöntem, bu yol dopdolu d u ﷺ. Bu havas'ın izlediği bir yoldur. Onlar yüce Allah'ı, O'nun fiillerine, O'na yakışan fiillerin ve yakışmayanların neler olduğuna delil gösterirler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer bazı sözleri uydurup Bize isnad etseydi. Biz onu elbette kuvvetle yakalardık. Sonra da kalbinin damarını elbette koparırdık. O zaman da sizden hiçbir kimse bunu ona yapmamıza engel olamazdı." (ei-Hakka, 69/44-47) Bu hususa dair daha geniş açıklamalar -Yüce Allah'ın izniyle- ilerde gelecektir.
Yine Yüce Allah'ın isim ve sıfatları O'nun vahdaniyyetine ve şirkin batıl olduğuna da delil gösterilir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "O Allah'tır ki O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Melik (biricik egemen)dir. Kuddûs'dur ("noksanlık gerektiren herşeyden münezzehtir), Selâm 'dır (zat ve fiillerinde hür türlü kusurdan uzaktır), Mü'mindir (peygamberlerini mucizelerle doğrulayıp, tasdik edendir). Mü-heymın'dîr (kullarının yaptıklarını herşeyi görüp, gözetleyendir}, Azîzdîr (herşey O'nun hükmüne boyun eğer, O'nun hükmüne karşı konulamayandır), Cebbâr'dır (halleri düzelten ya da hükmüne boyun eğmeye mecbur edendir), Mütekebbirdır (büyüklük ve azamette eşsiz olandır), Allah koştukları ortaklardan münezzehtir." (ei-Haşr, 59/239) Kur'ân-ı Kerîm'de daha bunun gibi pek çok âyet-i kerîme vardır.
Bu yolu izleyenler pek azdır. Bu yolu ancak nâs olanlar bulabilirler. Çoğunluğun kullandığı delil gösterme yolu ise, görülen âyet ve belgeler iledir. Çünkü bu hem daha kolay izlenen bir yoldur, hem de daha geniş kapsamlıdır. Yüce Allah da yarattıklarından kimini kimine üstün kılandır.
Kur'ân-ı Kerîm'de bir araya gelip, toplanmış özellikler ondan başkasında bir araya gelip toplanmış değildir. O hem delildir, hem de kendisi hakkında delil gösterilendir Hem tanıktır, hem de kendisi lehine tanıklık olunandır, işte Yüce Allah, Rasûlünün doğruluğuna delil teşkil edecek bir belge isteyenlere şöyle seslenmektedir: "Kendilerine karşı okunup duran, sana indirdiğimiz bu Kitap onlara yetmedi mi? Şüphe yok ki bunda iman eden bir topluluk için bir rahmet, bir öğüt vardır." (el-Ankebut, 29/51) ve devamı.
..
Tevhid Bakımından Kemal Derecesinde Olanlar
Peygamberlerin risaletlerinde getirdikleri ve kitapların bildirdikleri tevhid'in, ulûhiyyet tevhidi olduğu -az önce işaret olunduğu üzere- bilindiğine göre; tevhid'i üç ayrı türe taksim edip, bunu avam'ın tevhid'i; hakikatlerle sabit olanı da ikinci tür ve havass'ın tevhid'i, kıdem ile kaim olup havass'ın da havass'ının tevhid'i üçüncü tür tevhid olarak kabul edenlerin; böyle bir kısımlara ayırmalarına iltifat ediimez. Hiç şüphesiz tevhid bakımından insanların en mükemmelleri nebilerdir.
Rasûller ise bu hususta onlardan da daha mükemmeldir. Rasûllerden ulu'l-azm
diye bilinenleri ise tevhid bakımından onların en mükemmelleridir. Bunlar ise Nuh, ibrahim, Musa, isa ve Muhammed (Allah'ın salât ve selamı hepsine olsun)
Tevhid bakımından bunların da en mükemmelleri iki halil Muharnmed ve ibrahim (As) dirler. Çünkü bu ikisinin ilim, marifet, hâl, insanları davet etmek ve cıhad'ları itibari ile tevhid'in gereklerini yerine getirdikleri şekilde hiçbir kimse yerine getirebilmiş değildir. O halde rasûllerin ortaya koydukları, kendisine davet ettikleri diğer ümmetlerle uğrunda cihad ettikleri tevhid'den daha mükemmel ve daha ileri îevhid söz konusu değildir. Bundan dolayı Yüce Allah peygamberine bu hususta o rasûllere uymalarını emretmiştir. Nitekim Yüce Allah, ibrahim -As- kavmi ile şirkin tutarsızlığı, buna karşılık tevhid'in doğruluğu ile ilgili tartışmasını ve onun soyundan gelen peygamberleri söz konusu ettikten sonra: İşte bunlar Allah 'in hidayet ettiği kimselerdir. O halde sen de onların hidayetine uy. " (ei-En'âm, 6/90) diye buyurmaktadır. O halde Allah'ın Rasûlüne kendilerine uymasını emrettiği kimselerin tevhidinden daha mükemmel bir tevhid söz konusu olamaz.
Peygamber -Sav- da ashab'ına sabahı ettikleri vakit şöyle dua etmelerini emrederdi; "islam fıtratı, ihlas kelimesi, Peygamberimiz Muham-med'in dini ve hanif bir müslüman olan ve asla müşriklerden olmamış atamız İbrahim'in şeriatı üzere sabahı ettik." Müsned, III, 406, 407' demelerini öğretirdi.
İbrahim'in milleti (dini, şeriatı) tevhid'dir. Muhammed'in dini de onun Allah'tan getirdiği söz, amel ve itikaddir. ihlas kelimesi ise Allah'tan başka ilâh olmadığına şahidiik etmektir, isiarn fıtratı ise Yüce Allah'ın kullarına emretmiş olduğu kendisini sevmeleri ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın O'na ibadet etmek, ubudiyyet ile zilletle boyun eğerek, emirlerine bağlı kalarak ve O'na yönelerek teslim olmak demektir.
işte havass'ın da havass'ının tevhid'i budur. Kim bundan yüz çevirecek olursa beyinsizlerin de beyinsizidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendini bilmezden başka kim ibrahim'in dininden yüz çevirebiliri Andolsun ki Biz onu dünyada beğenip, seçmişizdir. O âhirette de muhakkak salihlerdendir. Hani Rabbi ona: "Teslim ol" dediği zaman o da: A/em/erin Habbine teslim oldum, demişti. "(el-Bakara. 2/130-131)
Kelâm'cıların Yöntemlerine Gerek Yoktur
Selim bir hissi ve kendisiyle ayırt etme gücüne sahip olacağı bir aklı bulunan bir kimsenin istidlalde kelâmcıların normlarına, cedel'e, onların terimlerine ve yöntemlerine kesinlikle ihtiyaç duymaz. Hatta belki bunlar sebebiyle kendisini şaşkınlığa, sapıklığa, şüphe ve tereddüte ulaştıracak bir takım şüphe ve tereddütlere de düşebilir. Gerçek şu ki tevhid, bir kimsenin kaibi bu gibi olumsuzluklardan kurtulabüdiği takdirde ancak kişiye faydalı olur. İşte Allah'ın huzuruna ancak kendisi ile varanların kurtulabileceği kalb-ı selim de budur.
Şüphesiz havass'ın ve havass'ın da havass'ının tevhid'ı olduğu iddia edilen ikinci ve üçüncü tür tevhid, kişiyi çoğu sûfî'lerın kendisine soyundukları yok oluşa (fena'ya) götürür. Bu da genelde ittihad (halik ile mahluk'un birliği) kanaatine ulaştıran çok tehlikeli bir yoldur.
İşte Yüce Allah'ın Rasûlüne indirmiş olduğu Allah'ın kelâmı budur. Allah Rasûlünün sünneti budur. Rasûlden sonra gelen en hayırlı neslin ve ariflerin önderleri olan imamların kanaatleri, görüşleri budur. Acaba onların sözlerinde görüş ve kanaatlerinde fena bulmaktan hiç sözedılrniş midir? Acaba onlardan herhangi birisi böyle bir taksirn'e (tevhid'i kısımlara ayırmaya) kalkışmış mıdır? Bunun ortaya çıkış sebebi Haricilerin aşırıya kaçışlarını andıran dinde ileri derecede aşırıya kaçıştan başkası değildir. Hatta bu, hristiyanların dinlerindeki aşırıya gidişlerinde benzer. Yüce Allah ise dinde aşırıya gitmeyi yermiş ve bunu yasaklayarak şöyle buyurmuştur: "Ey kitap ehli! Dininizde aşırıya gitmeyin. Allah'a karşı hak olandan başkasını söylemeyin. " (en-Niss, 17i); "De ki: Ey Kitap ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Bundan önce sapıklığa düşmüş, bir çok kimseyi saptırmış ve sonra da dümdüz yoldan sapagelmiş bir kavmin hevâ ve heveslerine uymayın. " (el-Maide, 5/77)
Peygamber -Saiiaiiahu aleyhi veseiiem- de şöyle buyurmaktadır: " si zora koşmayın, Allah da aleyhinize olmak üzere işi zora koşar. Şüphesiz sizden öncekiler işi zora koştular, Allah da aleyhlerine olmak üzere işi sıkı tuttu, işte onlardan arta kalanlar manastırlarda ve kiliselerdedirler. Bir de "Bizim kendilerine farz kıl-maksızın, kendiliklerinden ortaya koydukları bir ruhbanlık. " (el-Hadid, 57/27) Hadisi Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.1 Ebû Dâvûd 4904.
Hiçbir şey O'nun benzeri Değildir.
Allah'ın Benzersiz Olmasının Anlamı
Ehl-i sünneî zatında da, sıfatlarında da, fiillerinde de hiçbir şeyin Allah'ın
benzeri ve dengi otmadiğını ittifakla kabul etmişlerdir. Fakat teşbîh (benzetme) lafzı insanların dilinde birden çok anlama gelme ihtimali olan mücmel bir lafız haline gelmiştir. Bu lafızla kimi zaman doğru manası kastedilebilrnektedır. Bu ise Kur'ân-ı Kerîmin reddettiği, aklın da delâlet ettiği Yüce Rabbin özellikleri itibariyle, yaratıklarının hiçbir sıfatı ile nttelendirilmeyeceği, hiçbir sıfatında mahlu-kat'tan hiçbir şeyin O'nun benzeri olmadığı anlamıdır: "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." (eş-Şûrâ. 42/11) Bu buyruğu ile Yüce Allah Muşebbihenin (Allah'ı herhangi bir şekilde mahlukata benzetenlerin) kanaatlerini reddetmektedir.
"O herşeyi işitendir, görendir." buyruğu da Allah'ın sıfatlarının varlığını kabul etmeyen Muattile'nin görüşlerini reddetmektedir.
Buna göre yaratıcının sıfatlarını yaratıkların sıfatları gibi kabul eden yerilmeyi hakketmiş, baîıl'ın peşinden giden Muşebbihe'ye mensup birisi demektir. Yaratıkların sıfatlarını, yaratıcının sıfatı gibi kabul eden bir kimse küfürleri itibariyle hristıyanlara benzeyen birisidir.
Teşbih'in (Allah'ın varlıklara benzetilmesinin) reddedilmesi ile Yüce Allah'ın hiçbir sıfata sahip olmadığı anlamını kastedenler de vardır. Bunlara göre O'nun kudreti vardır, ilmi vardır, hayatı vardır denilemez. Çünkü kulun da bu gibi sıfatları vardır. Bu iddianın kaçınılmaz sonucu olarak O hayy'dır, ilim sahibidir, kadir'dir de denilemez. Çünkü kula da bu isimler verilebilmektedir. O'nun kelâmı, işitmesi, görmesi, basar'ı ve benzer sıfatları da aynı durumda olur.
Bunlar (Muattıla) Allah'ın mevcud (var), herşeyi bilen (alîm), herşeye gücü yeten (kadîr), hayy (diri) olduğu hususunda ehl-i sünnet ile aynı kanaattedirler. Yaratılmış bir kimseye de mevcud, hayy, alîm ve kadîr denilebilir. Bu nefye-dilrnesi gereken bir teşbihtir denilemez. Çünkü bu Kitap ve Sünnetin ve sarih aklin delâlet ettiği bir husustur. Bu hususta aklı başında hiçbir kimse de muhalefet etmez. Çünkü Yüce Allah bir takım isimlerle kendi zatını adlandırdığı gibi, kullarının bir bölümüne de bu isimleri vermiştir. Kendi sıfatlarını da bir takım isimlerle adlandırmış ve kimi isimleri de yarattıklarının bazılarına sıfat olarak vermiştir, Ancak bu isimlere sahip olmak birbirinin aynı olmak demek değildir.
O kendi zatına hayy, âlım, kadîr. raûf, rahîm, azîz, hakîm, semî', basîr, melik, mü'mın, cebbar ve mütekebbir gibi isimler verdiği gibi; kimi kullarına da bu isimleri vermiştir. Mesela: "O ölüden diriyi (hayyı) çıkartır." (el-En'âm, 6/95); (er-Rüm. 30/19) diye buyurduğu gibi; "Ve ona alim (çok bilgili) bir oğul müjdesi verdiler." zariyet, 51/28) diye buyurmaktadır.
Başka âyetlerde de şöyle buyurmaktadır: "Biz ona halım (çok tahammülkar, kusurları affedici) bir oğul müjdesi verdik." (es-Saffat. 37/101); "Mü'minlere karşı rauf ve rahîm'dir (çok şefkatli, çok merhametlidir)" (et-Tevbe, 9/128); "Biz onu semî' ve basîr (işitici ve görücü) kıldık." (ei-insan, 76/2); "Aziz'in karısı dedi ki..." (Yusuf, 12/51); "On/arın gidecekleri yerde de bir melik (hükümdar) vardı." (et-Ketıf. 13/79); "Hiç mü 'min olan kimse..." (es-Secde, 32/18); "Allah büyüklük taslayan her zorbanın (cebbar) kalbini işte böyle mühürler." (et-Mu'min. 40/35)
Kısacası bilinen husus şu ki: Hayy olan herkes hayy olan Allah'a, alim diye adlandırılan herkes alîm olan Allah'a, azîz diye bilinen herkes azîz olan Allah'a benzemez. Diğer isimler de böyledir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O'nun ilminden kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi kavrayamazlar." (ei-Bakara, 2/255); "O'nu ilmiyle indirmiştir." (en-Ni-sa, 4/166): "O'nun ilmi dışında hiçbir dişi ne gebe kalır, ne de doğurur" (Fatır, 35/1 t); "Çünkü şüphesiz ki Allah 'tır hem rızkı veren hem de çetin kuvvet sahibi olan" (ez-zariyat, 51/58); "Kendilerini yaratan Allah'ın onlardan daha üstün güce sahip olduğunu görmezler mi?" (Fussilet, 41/15)
Câbir Ftaüıya/iahuantitier\ şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah -Saiiai-labu aleyhi veseiiem- bize Kur'ân-ı Kerîm'in bir suresini öğretircesine bütün hususlarda istihare yapmayı öğretir ve şöyle buyururdu: "Sizden herhangi bir kimse bir iş hakkında karar verirse, farzın dışında iki rek'aî namaz kılsın, sonra da şöyle dua etsin: Allah'ım Senin ilminle Senden hayırlısını diliyorum (istihare yapıyorum.] Senin kudretinle bana güç vermeni diliyorum. O pek büyük lütfundan senden dilerim. Çünkü Sen kadifen, benim gücüm yetmez. Sen bilirsin, ben bilmem. Sen gaybları en iyi bilensin. Allah'ını eğer şu işin benim için dinimde, dünya hayatımda ve akıbeti itibariyle hayırlı olduğunu biliyor isen -yahut ta: dünyamda ve âhire-timde diye buyurdu- onu benim için takdir et ve bana onu kolaylaştır. Sonra da onu benim için mübarek kıl. Eğer şu işin benim için dinimde, hayatımda ve akıbeti itibariyle -yahutta dünyamda ve âhiretimde diye buyurdu- kötü olduğunu biliyor isen onu benden uzaklaştır, beni de ondan uzak tut. Hayır nerede ise onu benini için takdir buyur, sonra da beni ona razı kıl. (Peygamber) buyurdu ki: Ve o ihtiyacının adını zikreder (ek bu duayı yapar.)" Hadisi Buharî rivayet etmiştir.1
1 Buharî 1162, 6382. 7390; Tirmizî 480; Ebû Davûd 1538; ibnMace1373.
Nesaî'nin ve başkalarının kaydettiği Ammâr b. Yasîr'in rivayet ettiği hadiste de Peygamber -saiiaiiahu aleyhi veseiiem- şu duayı yaparmış: "Allah'ım, gaybı bilen ilminle, bütün mahlukata yeten kudretinle Senden istiyorum: Hayat benim için hayırlı olduğu sürece beni yaşat. Eğer ölüm benim için hayırlıysa da canımı al. Allah'ım ben Senden, gizlilikte ve açık hallerimde Senden korkmayı dilerim. Kızgın-
Ken ve hoşnutken hak söz söylemeyi dilerim. Zenginken ve fakırken (israftan uzak) orta yollu olmayı dilerim. Senden bitip tükenmeyecek nimetler, ardı arkası kesilmeyecek göz: aydınlığı dilerim Hakkımdaki kaza ve takdirinden sonra (o hususta) beni hoşnui kılmanı dilerim. Ölümden sonra senden rahat bir yaşayış isterim. O kerim yüzüne bakmak lezzetini, sana kavuşma şevkini -hiçbir zarar gör-meksizin, saptırıcı bir fitneye de maruz kalmaksızın- dilerim. Allah'ım Sen bizi iman ziynetiyle süslendir ve hidayete ermiş, doğru yolu bulmuş kimselerden kıl."1
1 Nesâl, II!, 54-55. Müsned, IV, 264.
Allah'ın sıfatlarının bulunduğunu kabul etmek O'nun yaratıklara benzemesini ve cisim olmasını gerektirmez
Allah da, Rasûlü de Yüce Allah'ın sıfatları olan ilim, kudret ve kuvveti (mahlukata) isim olarak kullanmış bulunmaktadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sonra zayıflığın ardından kuvvet... yaratır." (er-Rûm, 30/54); "Şüphesiz o kendisine öğrettiğimiz için bir ilim sahibi idi." (Yûsuf. 12/68)
Mahlukatın ilminin Allah'ın ilmi, onların kuvvetinin Allah'ın kuvveti gibi olmadığı bilinen bir husustur. Bunun benzerleri de pek çoktur. Bu da bütün akıl sahipleri tarafından kabul edilen bir husustur. O bakımdan Yüce Allah'ın kendi zatını nitelendirmiş olduğu rıza, gazap, sevgi, buğz ve buna benzer herhangi bir sıfatın varlığını kabul etmeyen ve buna karşılık bunları kabul etmek tesbîhi ve tecsîmi gerektirir iddiasında bulunanlara şöyle denilir: Sizler aslında yaratıkların sıfatlarına benzedikleri halde yine de onun irade, kelâm, semf ve basar sahibi olduğunu kabul ediyorsunuz. Sizin kabul etmeyip, Allah ve Rasûlünün ise kabul edip ve sizin kabul ettiğiniz hususlardaki kanaatlerinize benzeyen sıfatları da kabul etmelisiniz. Çünkü aralarında herhangi bir fark yoktur.
"Biz hiçbir sıfatın varlığını kabul etmiyoruz" diyecek olurlarsa onlara şöyle denilir: Sizler O'nun hayy, alim, kadîr gıbi bir takım güzel isimlerini kabul ediyorsunuz. Kula da bazen bu isimler verilebilir. Buna karşılık Rabbe ait olduğu kabul edilen bu tür isimlerin, kuldaki bu isimlerin benzerini ifade ettiği de söylenmez. O halde Allah'ın isimleri hakkında söylediğinizin bir benzerini O'nun sıfatları hakkında kabul etmelisiniz.
Halik ile mahluk'un ortak olan (isim ve sıfatlarını reddeden bir kimse batıl
iddiada bulunan bir Muattil olur. Her ikisindeki bu sıfatların birbirinin benzeri, misli olduğunu kabul eden kimse de batıl iddiada bulunan bir Müşebbihe mensubu olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Çünkü yaratan ile yaratıcı her ne kadar aynı isrni almakta birbiriyle ittifak halinde iseler de; Yüce Allah vûcud'u (varlığı), ilmi, kudreti vesair sıfatları ile bu sıfatların özel anlamı ile rnevsuf'tur. Kulun bunlardan herhangi bir hususta O'na ortaklığı söz konusu değildir. Aynı şekilde kulun vücud, ilim ve kudret gibi sıfatları da kendine hâs'tır. Yüce Allah da kulun bu özelliklerinde ona ortak olmaktan münezzehtir,
Yaratan ile yaratıcı var olmak, ilim ve kudret sahibi olrnak, ismini taşımakta ittifak etseler dahi, böyle bir müştereklik ancak zihinlerde var oian, fakat eşyada varlığı söz konusu olmayan mutlak bir müşterekliktir. Eşyada var olan ise özel bir hüvviyete sahiptir, onda herhangi bir ortaklık söz konusu değildir.
işte bu akfî yöntem kullananların pek çoğunun tutarsızlıklara düştüğü bir konudur. Çünkü onlar bu gibi hususlarının ismen alınmasındaki uyumun neticesinde Rabbin varlığının, kulun varlığı gibi olması gerektiği vehmine kapılmışlardır.
Bu husustaki hata ve yanlışlığın aslı şudur: Onlar bu genel ve külli eşyanın taşıdıkları mutlak ve külli isimlerin aynen tesbıt edilen ve bu ismi taşıyan her varlıkta da bulunması gerektiği kanaatine kapılmışlardır, oysa dururn böyle değildir. Çünkü dış dünyada var olan bir şey, mutlak ve külli olarak var demek değildir. Aksine o ancak muayyen ve belli bir özellikte var olabilir. Yüce Allah'a bu isimler verildiği takdirde bu isimlerin müsernmâsı da artık onunla tayin edilmiş ve hususiyet kazanmış olur. Bu isimler kula verilecek olurlarsa artık bu isimleri taşıyan da o isimlerle tahsis edilmiş olur. Buna göre Allah'ın varlığında ve hayatında O'ndan başkasının O'na ortaklığı (onun gibi olması) söz konusu değildir. Hatta muayyen belli bir varlığın varlığında da başkası O'nunla ortak olmadığına göre, yaratıcının varlığında böyle bir ortaklık nasıl düşünülebilir? Mesela, işte bu odur, denildiği vakit kendisine işarette bulunulan şey aynı olmakla birlikte ona iki farklı yönüyle işarette bulunulmuştur.
işte bu ve benzen açıklamalarla Müşebbihe'nin bu noktadan hareket ettiklerini ve bu konuda hakka fazladan bir şeyler kattıkları için sapıttıklarını görmüş oluyoruz.
Muattile'nin ise bir yönüyle benzerliği kabul etmeyip, yine bu hususta sa-pıtıncaya kadar hakka birşeyler kattıklarını görmekteyiz. Yüce Allah'ın Kitabı ise sağlıklı ve doğru çalışan akılların kavrayabilecekleri katıksız hakka delâlet etmektedir. Bu ise hiçbir sapması söz konusu olmayan mutedil haktır
Sıfatları nefyedenler Yüce Allah'ı herhangi bir hususta yaratıklarına benzemekten tenzih etmekte iyi ve güzel hareket etmekle birlikte; bizatihi Yüce Allah için sabit olan hususları nefyettikleri için de uygun olmayan bir iş yapmışlardır. Müşebbihe ise sıfatlan kabul etmekle iyi bir tutum sergilemekle birlikte teşbihi ileriye götürdükleri için kötülükte bulunmuşlardır.
Benzerliğin söz konusu olmaması ortaya çıktığına göre, aradaki farkı açıklamak için yalnızca izafette bulunmak yeterli olur. Eşitliğin söz konusu olmaması ise müşterek (ortak) lafzın medlulü olan müşterek miktarıyla o hususun varlığına engel değildir. Biz bu yolla gaybî hususları kavrayabiliyoruz. Eğer bu müşterek mana bulunmamış olsaydı, bu kavrayışta hiçbir şekilde mümkün olmazdı.
"Hiçbir şey onu âciz bırakamaz."
Yüce Allah'ın Kudreti Kemal Derecesindedir. O'nun İçin Acizlik Sözkonusu Değildir
Kudretinin kemali dolayısıyla hiçbir şey O'nu âciz bırakamaz. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Allah herbir şeye güç yetirendir." (el-Bakara, 2/20;; "Allah herşeye muktedir olandır.' (el-Kehf, 18/45), "Göklerde olsun, yerde olsun hiçbir şey Allah'ı âciz bırakacak değildir. Muhakkak O en iyi bilendir, herşeye güç yetirendir." (Fâtır, 35/44); "O'nun Kürsî'si gökleri ve yeri kuşatmıştır. Onları koruması O 'na ağır gelmez. O çok yücedir, çok büyüktür." (el-Bakara, 2/255)
"O'na ağır gelmez." O'nu âciz bırakmaz, güç gelmez. O'na zor ve sıkıntılı gelmez, demektir. Böyle bir şeyin nefyedilmesi zıttının kernal derecesinde O'nun hakkında sabit olduğunu gösterir. Aynı şekilde Kitap ve Sünnette yüce Allah'ın sıfatları hakkında gelen herbir nefy ifadeside onun zıttının kemalinin onun hakkında sabit olduğunu gösterir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Rabbin hiçbir kimseye zulmetmez." (el-Kehf, 18/49) Çünkü O'nun adaleti kemal derecesindedir.
"Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey O'na gizli kalmaz." (Sebe', 34/3) Çünkü O'nun ilmi kemal derecesindedir.
"Bize bir yorgunluk da dokunmadı." (Kal, 50/38) Çünkü O'nun kudreti kemal derecesindedir.
"O'nu ne bir uyuklama alır, ne de bir uyku." (el-Bakara, 2/255) Çünkü O'nun hayatı ve kayyûmiyyeti kemal derecesindedir.
"Gözler O'nu idrak etmez." (el-En'âm, 6/103) Çünkü O'nun celâl, azamet ve kibriyâsı kemal derecesindedir.
Bunun böyle olmasının sebebi, katıksız nefyin öğünülecek bir tarafının bulunmayışından dolayıdır. Nitekim şair şöyle dernektedir:
"Küçük bir kabılecik., hiçbir kimsenin ahdini bozmazlar,
Ve insanlara hardal tanesi kadar dahi zulmetmezler."
Bu beyitten önce ve sonra sözünü ettiği şekli ile onların ahidlerini bozmayıp, zulmetmedikleri ile birlikte "küçük kabilecik" sözleriyle onları küçültmesi dolayısıyla bu sözleriyle onların acizliklerini ve zayıflıklarını kastettiği, kudretlerinin kemal derecesinde olduğunu anlatmak istemediği anlaşılmaktadır. Bir başka şair de şöyle demektedir:
"Fakat benim kavmim her ne kadar sayıca çok iseler de, Önemsiz dahi olsa hiçbir zaman kötülük yapmazlar."
Burada onların kötülük yapmadıklarını söz konusu etmekle birlikte, önceki beyitlerde onları yermeye delil teşkil edecek ifadelerin bulunması, maksadının onların acizliklerini ve zayıflıklarını dile getirmek olduğu anlaşılmaktadır.
Nefy ve İsbat Konusunda Selefin Yolu
Bundan dolayı Yüce Allah'ın Kitabında Allah'ın sıfatları isbat edilirken onlardan etraflı bir şekilde söz edilmekte, nefyedilenlerden de mücmel olarak (özlü olarak) söz edilmektedir. Bu hoş görülmeyen türden kelâm ile uğraşanların yolunun tam aksinedir.
Onlar etraflı bir şekilde nefyi söz konusu ederken, mücmel olarak ta is-battan söz ederler ve şöyle derler: O cisim değildir, şahıs değildir, beden değildir, suret değildir, et değildir, kan değildir, kişi değildir, cevher değildir, araz değildir, renkli değildir, tadı yoktur, kokusu yoktur, elle yoklanmaz, ısısı yoktur, soğukluğu yoktur, rutubeti yoktur, kuruluğu yoktur, boyu yoktur, eni yoktur, derinliği yoktur. Bir araya parçaları toplanmaz, parçaları birbirinden ayrılmaz, hareket te etmez, sakin de değildir. Kısımlara, parçalara ayrılmaz, kısım, parça, cüz organ ve azaları yoktur. Yönleri yoktur, sağı solunun varlığı, önü arkası, yukarısı altı söz konusu değildir. Hiçbir mekan O'nu kuşatmaz, O'nun üzerinden zaman geçmez. Ne O'na temas etmek düşünülebilir, ne de O'nun uzlete çekilmesi düşünülebilir. Mekânlara hulûl'u {İçlerine girmesi) yoktur, yaratıkların hadis oluşlarına delil teşkil eden hiçbir sıfat ile nitelendirilemez. Sonlu olmakla da nitelendirilemez, bir alan kapladığı, herhangi bir cihette yol aldığı da söylenemez. Mahdut değildir, kaderler O'nu kuşatamayacağı gibi perdeler de O'nu kapatamaz. Ve buna benzer Ebu'l-Hasen el-Eş'arî'nin Mutezile'den naklettiği diğer sözler.
Bu ifadeler arasında hak olanı da vardır, batıl olanı da vardır. Kitabı ve sünneti bilen bir kimse bunu açıkça anlar. Bu şekildeki mücerred, nefy ifadelerinde övücü herhangi bir söz bulunmamakla birlikte, edebin sınırlarını aşan ifadeler de vardır. Çünkü bir kimse sultana: Sen çöpçü değilsin, odun kıran değilsin, hacamat yapan değilsin, dokumacı değilsin, diyecek olursa her ne kadar bu
sözleri doğru ise de sultan böyle diyen kimseyi bu nitelendirmeleri dolayısıyla te'dıb eder. Ancak nefy ifadesinde toplu (icmali) sözlerle O'nu överek. Sen yönettiğin kimselerden hiçbir kimse gibi değilsin. Sen onlardan daha üstün, daha şerefli ve daha değerlisin, diyecek olup bu şekilde toplu bir ifadeyle olumsuzlukları nefyedecek olursa, aynı şekilde toplu bir ifade ile edebe riayet etmiş olur.
Hakkı, Şer'î Lafızlarla İfadelendirmek Ehl-i Sünnet'in Yoludur
Hakkı, nebevî ve ilâhî şer'İ lafızlarla dile getirmek, ehl-i sünnet ve'1-cema-at'ın izlediği bir yoldur Muattite ise şârfin dile getirdiği isim ve sıfatlardan yüz çevirirler. Bu sıfatların anlamları üzerinde düşünmezler. Kendilerinin bid'at olarak ortaya attıkları mana ve lafızları itikad edilip inanılması, güvenilip kabul edilmesi gereken muhkem anlam ve lafızlar olarak kabul ederler.
Hak, sünnet ve iman ehli ise Allah ve Rasûlünün söylediklerini inanılması ve kabul edilmesi gereken hakkın kendisi olarak değerlendirirler. Öbürlerinin söylediklerinden ise ya büsbütün yüz çevirirler yahut ta onun durumunu etraflı bir şekilde açıklarlar. Onun hakkında Kitab ve Sünnete göre hüküm verilir, yoksa onlardan hareketle Kitab ve Sünnet hakkında hüküm verilmez.
Anlatmak istediğimiz şudur: Onların itikadlarında ağırlıklı olarak görülen şey selbiliktir (olumsuz anlatımlardır.) O şöyle değildir, o böyle değildir, isbat {olumlu ifadeler) ise pek azdır. O alirrVdir, kadir'dir, hayy'dır gibi. Sözü edilen nefyin bir çoğu ise Kitap ve Sünnetten alınmış olmadığı gibi, onların dışında sıfatları isbat edenlerin izledikleri aklî yollardan da alınmış değildir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hiçbir şey O'nun gibi değildir. O herşeyi işitendir, herşeyi görendir (semî'dir, basîr'dir.)" (eş-Şûrâ, 42/11)
Bu buyrukta nefyin manasını da ortaya koyan bir isbat vardır. O bakımdan bu buyruktan Yüce Allah'ın kastının şu olduğu anlaşılmaktadır. Kemal sıfatlarına tek başına O sahiptir. Yüce Allah kendi zatını nitelendirdiği, resullerinin kendisini vasfettiği sıfatlara sahiptir. Sıfatlarında da, isimlerinde de, fiillerinde de O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. Ayrıca O'nun, mahlukatından hiçbir kimsenin muttali olmadığı sıfatları da vardır. Nitekim sıkıntılı haller için yaptığı duasında o doğru sözlü rasûlü saiiaiiahu aleyh: ve sellem şöyle buyurmuştur: "Allah'ım sahip olduğun ve kendi zatını kendisiyle adlandırdığın yahut Kitabında indirdiğin yahut kullarından birisine öğrettiğin yahut ta gayb ilminde kendi nezdinde kimseye bildirmeyip sakladığın her bir ismin ile Senden, Kur'ân-ı Kerîm'i kalbimin baharı, göğsümün nuru, hüznümün uzaklaştırıcısı, keder ve üzüntümün gidericisi kılmanı niyaz ederim."1
Müsned. l, 391. 452.
Yüce Allah'ın rahmetine nail olmasını dilediğimiz hocamızın (Tahâvî'nin) "Hiçbir şey O'nu âciz bırakmaz" ifadesi yerilmiş nefy türünden değildir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Göklerde olsun, yerde olsun hiçbir şey Allah'ı âciz bırakmaz. Muhakkak O en iyi bilendir, herşeye güç yetirendir. " (Fstır. 35144)
Böylelikle Yüce Allah âyet-i kerîme'nin sonunda aczinin söz konusu olmayacağına delili zikrederek ona dikkat çekmektedir. Bu ise ilim ve kudretin kemalini iiade eder. Çünkü acizlik ya bir işi yapmak isteyen kimsenin o işi yapmaya gücünün bulunmadığının ifadesidir: yahut ta o işi bilmediğinden dolayı âcizdir.
Zerre ağırlığı kadar hiçbir şey de Allah'ın ilminin dışında değildir ve O herşeye kadir olandır. Akıl ve fıtratların kabul ettikleri apaçık gerçeklerden birisi de O'nun kudret ve ilminin kemal derecesinde olduğudur. O halde acizlik O'nun hakkında söz konusu değildir. Çünkü kudret ile acizlik arasında belli bir çelişki vardır. Ayrıca âciz olan bir kimsenin ilâh olması uygun değildir. Yüce Allah bundan alabildiğine yücedir, münezzehidir.
"O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur."
Kelime-i Tevhid
işte bu, daha önce açıklandığı üzere bütün peygamberlerin kendisine davet ettiği îevhid sözüdür. Hasr'ı gerektiren (yani yalnızca Allah'ın ulûhiyyetini ifade eden) nefy ve isbat itibariyle tevhidin bu sözlerle dile getirilmesi, mücer-red bir isbat halinde, aksi olma ihtimalinin de söz konusu olacağından dolayıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Nitekim Yüce Allah: "Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır" diye buyurduktan sonra: "O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Rahman'dır, Rahîm'dir." (ei-Bakara, 2/163) diye buyurmaktadır. Çünkü herhangi bir kimsenin hatırına şeytani bir vesvese kabilinden şöyle bir düşünce gelebilir: Kabul edelim ki bizim ilâhımız bir tek ilâh olsun. Bizden başkalarının da O'ndan başka ilâhları bulunabilir. Böyle bir vehmi bertaraf etmek için yüce Allah: "O'ndan başka i/âh yoktur" diye buyurmaktadır.
"(Allah) Başlangıçsız olarak kadim, sonsuz olarak daimdir."
Kıdem ve Beka Sıfatları
Yüce Allah: "O ilktir ve Sondur."(ei-Hadid, 57/3) diye buyurmaktadır. Peygamber -sav- de şöyle buyurmuştur: "Allah'ım Sen Evvelsin, Senden önce hiçbir şey yoktur ve Sen Âhirsin, Senden sonra da hiçbir şey yoktur."1
1 Müslim 2713; Ebû Dâvûd5051; Tırmizî 3397; ibn Mâce 3873: Müsned, II, 381, 404
Hocamızın: "Başlangıçsız olarak kadim'dir, sonsuz olarak daim'dır" ifadesi yüce Allah'ın "el-Evve! ve el-Âhir" isimlerinin anlamını ifade etmektedir.
Bu iki sıfatın Allah hakkında sabit olduğunu bilmek fıtratlarda yer etmiş bir gerçektir. Çünkü bütün varlıkların -teselsülün ardını arkasını kesmek için- zatı itibariyle varlığı zorunlu olan (vacibu'l-vucud)a ulaşması kaçınılmaz bir şeydir.
Bizler canlıların, bitkilerin, madenlerin hadis (sonradan yaratılmış) olduklarını gördüğümüz gibi bulut, yağmur ve daha başka atmosfer olaylarının da sonradan meydana geldiklerini görüyoruz. Gerek bu meydana gelen olaylar, gerek te başkaları mümteni' (var olmaları imkânsız) şeyler değildir Çünkü müm-teni' olan bir varlık asla var olmaz.
Bunlar zatları itibariyle de varlıkları zorunlu (vacibu'-vucud) değillerdir. Çünkü zatı itibariyle vacibu'l-vucud, yok olmayı kabul etmez. Bu varlıklar ise bir zamanlar yoktu, sonradan var oldu. Bunların bir zaman olmayışları onların vacib olmadıklarını, var oluşları da varlıklarının imkânsız (mümteni') olmadığını ortaya koyar. Var olması da, yok olması da mümkün olan bir varlığın varlığı kendinden olmaz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yoksa onlar hiçbir şeyden mi yaratıldılar? Yoksa yaratan/ar onlar mıdır?" (et-TCr. 52/35) Yüce Allah şöyle buyur-ınakîadınBunlar kendileri var eden bir varlık olmaksızın mı var oldular yoksa kendi kendilerini var edenler kendileri mıdır?
Bilinen bir gerçektir ki sonradan var edilmiş bir varlık, kendiliğinden var olmaz. Mümkin denilen varlık, işte varlığı da, yokluğu da kendinden olmayandır. O bizzat kendi kendisini var etmez. Aksine kendisini var eden bulunursa var olur, aksi takdirde yok olur. Yokluğu yerine varlığı mümkün, varlığı yerine de yokluğu mümkün olan herbir varlığın varlığı kendinden olmadığı gibi, yokluğu da onun ayrılmaz bir vasfı değildir.
Kelâm'ciların İzledikleri Doğru Yöntemler Kur'ân'm Zikrettiğine Uygun Olanlardır
Fazilet sahibi bir kimse kelâmcı ve felsefecilerin söz konusu ettiği aklî yöntemlerin nihaî durumu üzerinde iyice düşünecek olursa, bunların doğru olanlarının esas itibariyle Kur'ân-ı Kerîm'in en açık ve en özlü bir üslûpla söz konusu ettiği aklî bir takım yöntemlerden ibaret olduğunu görür. Yine Kur'ân-ı Kerîm'in izlediği yollardaki beyanın eksiksiz ve mükemmel tahkik derecesinde olduğunu ve onların yanında benzer özellikte yaklaşımlar bulunmadığını da tesbıt eder. Nitekim yüce Allah söyle buyurmaktadır; "Onlar sana bir örnek getirdikleri her seferinde muhakkak ki sana hakkı ve daha güzel bir açıklama getirmişizdir." (el-Furkan, 35/33)
Bizler iyice tesbıt edilemeyen bir takım öncülleri (mukaddime, önerme) ve nazarî bir takım delilleri delil olarak ortaya koymanın faydasız olduğunu söylemiyoruz. Çünkü gizlilik ve açıklık nisbî bir takım meselelerdir. Kimi insanlar için açıkça ortaya çıkan bir husus, başkaları için gizli ve saklı olabilir. Aynı kimse kimi halde farkedemediği ve kendisi için gizli kalan bir hususu bir başka halde açıkça görüp tesbit de edebilir.
Yine önermeler kimisi için açıkça anlaşılamasa bile bir takım kimseler bunları kabullenebileceği gibi, bazı kimseler de bunlardan çok daha açık ve belirgin olanlar hakkında tartışabilir de.
Kişi netsî araştırma ve inceleme ile öğrendikleri sebebiyle; açık ve zahir hususlar arasından bilip öğrenebildiklerine oranla daha ileri derecede sevinebilir.
Şüphesiz ki yaratıcının isbat edilme bilgisi, O'nun varlığının vacib oluşu, zaruri ve fıtri bir husustur. Bazı insanların bu hususta nazarî bir takım yöntemlere başvurma ihtiyacını hissettirecek bir takım şüpheleri ortaya çıksa bile bu, böyledir.
Kelâm'cıların Yüce Allah'ın İsimleri Arasına "el-Kadim"i Sokmaları
Kelâm'cılar Yüce Allah'ın isimlen arasına "el-Kadîm" ismini sokmuşlardır. Halbuki bu Esmâ-i Hüsnâ'dan değildir. Çünkü Kur'ân'ın kendisiyle nazil olduğu Arap dilinde "el-Kadîm" başkasından daha önce olan hakkında kullanılır. Mesela eski olan bir şeye "bu kadim'dir" denilir. Yeni olan bir şeye de "bu hadis'dir (yenidir)" denilir ve onlar bu ismi ancak kendisinden önce mütekaddim şeyler bulunan varlıklar hakkında kullanırlar. Kendisinden önce (kendisi hakkında) yokluğun söz konusu olmadığı zat hakkında kullanmazlar Nitekim Yüce Allah (ka-dîm'i bu manada kullanarak) şöyle buyurmaktadır: "Sonunda o kuruyup incelen eski (kadîm) hurma dalı gibi olur." (Yasin, 36/39)
Eski hurma dalı fel-urcunu'1-kadîm) ise ikincisinin varlığı zamanına kadar kalabilendir, yenisi ortaya çıktı mı birincisine kadim denilir.
Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmakladır: "Onun/a hidâyet bulmadık-
tan için de: 'Bu eski (kadîm) bir uydurmadır' diyeceklerdir." (ei-Ahkaaf. 46/ı ı) Yani zaman itibariyle önceliklidir. Yine bir başka yerde yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Gördünüz mü şu sizin ve önceki (ei-akdamun) atalarınızın ibadet ettiklerini" (eş-Şu-ars. 26/75-76) Burada kullanılan "el-akdem" kelimesi "ei-kadîm"in mübalağalı kipidir.
Yüce Allah'ın isimleri arasında "el-Kadîm"i sokmaya gelince, bu kelâm'cı-ların çoğunun sözleri arasında meşhur olmuştur. Selef ve haleften pek çok kirn-se ise bunu benimsememıştir. ibn Hazm bunlardan birisidir.
Şüphesiz ki bu isim eğer bizatihi tekaddüm hakkında kullanılacak olursa elbetteki bütün hadiselerden önce var olan varlık başkalarına göre mütekaddim olmaya daha bir hak sahibidir. Şu kadar var ki Yüce Allah'ın isimleri kendileri ile övüienin özelliğine delâlet teşkil edecek en güzel isimlerdir. Sözlükte önce oluş (tekaddüm) ise mutlak'tır. Bütün hadiselerden daha önceye has bir ifade değildir. O halde bu Esmâ-i Hüsnâ'dan değildir. Şeriatte ise bu. O'nun "el-Evvel" ismi ile dile getirilmiştir ki bu da "el-kadîm" den daha güzeldir. Zira ondan sonra var olan varlıkların sebebinin ona ait olduğu ve O'na bağlı olduğu anlamını ihtiva etmektedir. "el-Kadîm" ise böyle değildir. Yüce Allah'ın isimleri el-Hüsnâ (en güzel) isimlerdir. Yalın olarak sadece "el-hasene: güzel isimler" değildir.
"Ne sonu gelir, ne de yok olur."
Bu, Yüce Allah'ın beka'sının devamlılığını ifade etmektir. Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: "Onun (yeryüzünün) üzerindeki her canlı fanidir. Celâl ve
ikram sahibi Rabbinin yüzü ise kalıcıdır." (er-rahmân, 55/26-27)
Yok olmak (fena) ve sonu gelmek (beyd) mana itibariyle birbirine yakın
kelimelerdir. Bu şekilde onların bir arada zikredilmeleri te'kid içindir, Aynı zamanda bu daha önce belirttiği: "O, sonu gelmez daimdir" sözünü de ifade etmekte ve pekiştirmektedir.
"Yalnız O'nun irade edip dilediği olur."
Bu, Kaderıyyeve Mutezile'nln kanaatini reddetmektir. Çünkü onlar Yüce Allah'ın bütün insanlardan iman etmelerini irade ettiğini, ancak kâfirin küfrü murad ettiğini iddia etmişlerdir. Halbuki onların bu sözleri kitaba, sünnete ve sahih akla aykırı düştüğünden dolayı tutarsızdır ve reddolunur. Bu meşhur "kader meselesi"dir. İleride de buna dair daha geniş açıklamalar Yüce Allah'ın izniyle gelecektir.
Kaderiyye"ye bu ismin veriliş sebebi, kaderi inkâr etmeleridir Kaderi gerekçe diye gösteren Cebriyye'ye de aynı şekilde Kaderiyye denilmekle birlikte birinci kesime bu adın verilmesi daha çok görülen bir durumdur.
İrade Etmek ve Sevmek
Ehl-ı sünnet ise şöyle derler: Yüce Allah her ne kadar kaderin bir gereği olarak masiyetieri irade etmekte ise de, o masiyetleri ne sever, ne onlardan razı olur, ne de masiyet işlenmesi emrini verir. Bilakis O, masiyetlerden nefret eder, onlara gazap eder ve onlardan hoşlanmaz, onları yasaklar. Bütün selefin görüşü budur. Onlar: Allah'ın dilediği olur, dilemediği olmaz, derler. Bundan dolayı fukahâ ittifakla şunu kabul etmişlerdir: Yemin eden bir kimse: Allah'a andolsun ki eğer Allah dilerse şu işi yapacağım, diyecek olsa ve o işi yapmayacak olursa yeminini bozmuş olmaz, islerse bu vacip ya da müstehab olsun. Eğer Allah bunu severse diyecek olursa o takdirde (gereğini yerine getirmeyecek olursa) eğer bu iş vacip ya da müstehab ise yeminini bozmuş olur.
Ehl-i sünnet'in muhakkik'leri derler ki: Allah'ın Kitabında irade iki türlüdür. Birisi kaderi, kevnîve halki" (yani yaratmaya dair) irade, diğeri ise dinî, emri ve serî iradedir.
• Sert irade: Muhabbet ve rızayı da ihtiva eder.
Kevnî irade ise, bütün olayları kapsayan ilâhî meşîettir. Bu da yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Allah kimi doğru yola iletmeyi dilerse, göğsünü Islama açar, kimi de saptırmayı dilerse onun da göğsünü -gökyüzüne tırmanıyormuş gibi- daraltır, sıkıştırır.' (el-En'âm, 6/125)
Nuh -Ateynisseiam- hakkındaki şu buyruk ta buna benzer: 'Eğer Allah sizi saptırmak isterse ben size öğüt vermek istesem bile, bu öğüdüm size fayda vermez." (Hud, 11/34); "Faka! Allah dilediğini yapar." (ei-Bakara, 2/253)
Dinî, şerT ve emrî iradeye gelince; buna da yüce Allah'ın şu buyrukları örnektir- "Allah size kolaylık diler, güçlük istemez." (ei-Bakara, 2/185) "Allah size açıkça bildirmek, sizi sizden öncekilerin sünnetlerine iletmek, tevbe/erinizi kabul etmek ister. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Allah tevbelerinizi kabul etmek ister, şehvetlerine uyanlar ise sizin büyük bir sapıklığa düşmenizi isterler. Allah sizden (yükümlülükleri) hafif/etmek ister. Zaten insan zayıf yaratılmıştır." (en-N/sâ. 4/26-28); "Allah size güçlük çıkarmak istemez ama sizi iyice temizlemeyi, üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister." (et-Maide. 5/6): "Ey ehl-i beyi, Allah
sizden ancak kiri giderip tam anlamıyla sizi temizlemek ister." (el-Ahzab, 33/33)
işte çirkin işler işleyen kimselere insanların: Allah'ın sevmediğini, o işe razı olmadığını ve emretmediğini anlatmak maksadı ile: Bu adam Allah'ın istemediği bir işi yapıyor, şeklindeki sözlerinde dile getirilen irade budur.
• Kevnî iradeye gelince bu da müslümanların: Allah'ın dilediği olur ve 0'-nun dilemediği olmaz, şeklindeki sözlerinde dile getirilen iradedir.
İrade sahibi kişinin bizzat bir işi yapmak istemesi ile başka birisinin bir işi yapmasını istemesi arasındaki fark gayet açıktır, irade sahibi kişi bizzat bir işi yapmak isterse işte burada onun fiiline taalluk eden iradenin varlığından söz edilir. Başkasından bir işi yapmasını isteyecek olursa bu da bir başkasının o işi yapmasını istemesi demektir.
insanlar için her iki türüyle de irade aklen kabul edilebilir. Emir etmek ise birincisini değil de ikinci tür iradeyi gerektirir, işte Yüce Allah kullarına bir emir verecek olursa onunla emir verdiği kimseye emrettiği hususu yerine getirmek üzere yardımcı olmayı murat edebileceği gibi, bir fiili yapmasını irâde etse dahi bu yardımı irade etmeyebilir de.
Yüce Allah'ın emri hususundaki görüş ayrılıklarını nihaî olarak ve açık bir şekilde çözecek surette yapılan tahkîk şöyle ifade edilebilir: O'nun emir vermiş olması iradesini gerektiricı midir, değil midir? Yüce Allah, resulleri vasıtası ile insanlara kendilerine faydalı olacak şeyleri emretmiş, onlara zararlı olacak şeyleri de yasaklamıştır. Fakat onlardan kimilerinin fiillerini yaratmayı murat etmiş ve bundan dolayı da Yüce Allah bizzat o fiili yaratmayı dilemiştir. Kişiyi de o işin faili kılmıştır. Kimilerinin de fiillerini yaratmayı diiememiştir. Yüce Allah'ın kullarının fiillerini ve diğer mahlukatı yaratması ile, açıklamak suretiyle ve maksadıyla kullarına emir vermesi ayrı şeylerdir. Çünkü bu şekildeki emri kulun faydasına yahut zararına olan şeyleri açıklamaktan ibarettir.
Yüce Allah Firavun'a, Ebu Leheb'e ve diğerlerine iman etmelerini emretmekle onlara yerine getirmeleri halinde kendilerine faydalı olacak ve hallerini düzeltecek şeyleri açıklamış olmaktadır. Onlara emir vermiş olması, onlara yardımcı olmasını gerektirmez. Hatta onlar için böyle bir fiili yaratması, bu hususta onlara yardımcı olması yüce Allah'ın bizzat kendi fiili olması bakımından bunda bir çeşit mefsedet dahi olabilir.
Çünkü O ne yaratırsa bir hikmet ile yaratır. Emretmiş olduğu bir fiilin, em-rolunan tarafından işlenmesi halinde kışının faydasına olması, bizzat emir vererek o işi yapmasının yahut emrettiği şahsın o işi yapmasını takdir etmesinin de maslahat olmasını gerektirmez. O halde yaratma ciheti ile emrelme ciheti arasında bir fark vardır. Nitekim kimi zaman bir kimse kendisinden başkasına nasihat etmek ve ona faydalı olacak şeyleri açıklamak maksadıyla bir takım emirler verir ve ona bir takım yasaklamalar getirebilir. O bu işte o kimseye yardım etmek istemese dahi böyle emir ve yasaklarda bulunabilir.
Çünkü benden başkasına verdiğim emirler ve nasihatler her nekadar benim maslahatıma ise de, o hususta benim ona yardımcı olmam, benim maslahatıma olmayabilir. Hatta benim maslahatım bunun zıttını irade etmek doğrultusunda da olabilir, işte bir kimsenin iyiliğini istemek suretiyle başkasına emretmek ayrı bir şeydir, o ışın bizzat kendisinin faydasına yapılması ayrı bir şeydir Yaratıklar hakkında böyle bir ayırım mümkün olduğuna göre Yüce Allah hakkında da böyle bir ayırım mümkündür.
Maksat şudur: Hikmet sahibi bir mahlukun, bir başkasına bir emir vermiş olmakla birlikte ona bu hususta yardımcı olmaması mümkündür. Hikmeti sonsuz olduğu için mutlak yaratıcı hakkında bu. öncelikli olarak mümkündür. Bir kimseye bir emir verir ve emrettiği o hususta ona yardımcı olacak olursa, o emrolunan hususu yaratması, emri meydana getirmesi, o işi yaratmakla birlikte onu sevdiğini de ortaya koyar. Yaratmak itibariyle irade ettiği bir şey olduğu gibi, emretmek itibariyle de irade edip dilediği bir şeydir.
Emrolunan işi yapmak üzere yardımcı olmadığı kimseye gelince o takdirde bu emrolunan ile Yüce Allah'ın emri taalluk etmekle birlikte, yaratması taalluk etmez. Buna sebeb ise yaratmasının da ona taalluk etmesini gerektiren hikmetin bulunmayışı: bunun yerine zıttını yaratmasını gerektiren hikmetin söz konusu oluşudur. Birbirine zıt iki şeyden birisini yaratmak, diğer zıt şeyi yaratmaya aykırıdır.
Kulun, Rabbinin huzurundaki zilletini, duasını, tevbesini, günahlarının kef-fâreti olmasını, kalbinin incelmesini gerektiren ve ondan büyüklenmeyi, azameti, haddi aşmayı gideren hastalığı yaratmak fiili; elbetteki bütün bu maslahatları beraberinde gerçekleştiremeyen sağlığı yaratmanın zıttınadır. Bundan dolayı hastalık sebebiyle meydana gelen iyiliklerin, benzeri mazlum tarafından elde edilmesine sebeb teşkil eden zalimin zulmünün yaratılması da bunca maslahatı gerçekleştirmeyen adaletini yaratması ile çelişmektedir. Her ne kadar bizzat o zalimin maslahatı adaletli davranmasına bağlı ise de bu, böyledir.
Yüce Allah'ın yaratma ve emretmesındekı hikmetlerini geniş geniş açıklayabilmek, insan akimin bilmekten âciz olduğu bir husustur. Kaderiyye ise fasit bir yöntem izleyerek bunun sebeblerini açıklamaya çalıştılar ve bu hususta Yüce Allah'ı yaratıklarına benzettiler. O'nun takdirindeki hikmeti hiç göz önünde bulundurmadılar.
"Vehimler O'na erişemez. Kavrayışlar O'nu idrâk edemez."
İnsanlar Yüce Rab'lerinİ İsim ve Sıfat'larıyla Tanıyabilirler
Yüce Allah: "Onlar ise bilgileri ile O'nu kuşatamazlar." (ta hâ. 20/110) diye buyurmaktadır.
es-Sıhâh (adlı sözlükte) el-Cevherî şöyle demektedir1 Bir şeyi vehmetmek, onu öyle zannetmek demektir. Bir şeyi fehmetmek (kavramak) ise onu bilmek demektir.
Buna göre hocamızın (Tahâvi) maksadı şudur: Hiçbir zan O'na ulaşamaz ve hiçbir bilgi O'nu kuşatamaz. Vehm'in, olacağı umulan yani şu nitelikte olduğu zannolunan şey; fehm'in ise, aklın elde ettiği ve kendisini kuşattığı şey olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın keyfiyyetini ise kendi zatından başka hiçbir kimse bilemez. Biz O'nu ancak sıfatlarıyla bilebiliriz. O Ehad'dır, Samed'dir. Do-ğurmamıştır, doğurulmamıştır. Hiçbir kimse de O'nun dengi değildir.
"Allah... O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, Kayyûm'dur. O'nu ne bir uyuklama alır ne de bir uyku. Göklerde ve yerde ne'varsa hepsi yalnız O'nundur..." (el-bakara, 2/255);
"O Allah'tır ki O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur, Meiik'tir, Kuddûs'îür, Se-lam'dır, Mü'mindir, Muheymin'dir, Aziz'dir, Cebbar'dır, Mütekebbir'dtr. Allah koştukları ortak/ardan münezzehtir. O Allah'tır ki yaratandır, yoktan var edendir. Suret verendir, en güzel isimler yalnız O'nundur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nu teşbih eder. O Aziz'dir, Hakim'dir." (ei-Haşr, 59/23-24)
"O hiçbir yaratığa benzemez."
Bu sözleriyle başkalarına benzemekten münezzeh yaratıcıyı yaratılmışa benzeten Müşebbihe'nin görüşlerini reddetmektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir." (eş-Şura, 42/11)
Bundan da kasıt bid'at ehli'nin ileri sürdükleri gibi sıfatları nefyetmek değildir. Ebu Hanife el-Fıkhu'l-Ekber adlı eserindeki ifadeler arasında şu da vardır: "O mahlukatından hiçbir şeye benzemez, yarattıklarından hiçbir şey de O'na benzemez." Bundan sonra da şunları söylemektedir1 "O'nun bütün sıfatlan yaratıkların sıfatlarından farklıdır. O bilir ama bizim bilgimiz gibi değil. O kudret sahibidir ama bizim kudretimize benzemez. O görür ama bizim görmemiz gibi değil."11 Fıkhu'l-Ekbet Şerrıi, Aliyyu'l-Kâri
Nuaym b. Hammad da şöyle der: "Kim Allah'ı yaratıklarından bir şeye benzetirse o kâfir olur. Kim de Allah'ın kendi zatını nitelendirdiği sıfatlarından birisini inkâr ederse o da kâfir olur. Allah'ın da, Rasûlünün de Allah'ın zatını vas-fettiği sıfatların hiçbirisinde teşbih yoktur."
ishak b. Rahaveyh der ki: "Kim Allah'ı sıfatlarını açıklarken O'nun sıfatlarını, Allah'ın yarattıklarından herhangi bir kimsenin sıfatlarına benzetirse o yüce Allah'a kâfir olur."
Yine o şöyle demiştir: "Cehm'in ve onun yolundan gidenlerin alameti alışageldikleri şekilde ve yalan yere ehl-i sünnet ve'l-cemaat'in müşebbihe olduklarını iddia etmektir. Bilakis onlar (yani Cehm ve Cehmiyye) Muattile'nm (Allah'ın sıfatlarını inkâr edenlerin) kendileridir."
Cehmiye'nin Alâmeti
Aynı şekilde selef imamlarının pek çoğu da şöyle demiştir: Cehmiye'n'ın alameti Ehl-i sünneti, "müşebbihe" diye nitelemektir. Çünkü Allah'ın sıfat ve isimlerini kabul etmeyen ne kadar kişi varsa mutlaka bu isim ve sıfatları kabul edenleri "müşebbihe" d\ye adlandırırlar.
Yüce Allah'ın yarattıklarından hiçbir varlığın O'na benzemediğini söylemek, O'nun yarattıklarından herhangi birisine benzemesini de reddetmeyi ihtiva eder. Bundan dolayı merhum hocamız: "O enâm'a benzemez" sözleriyle yetinmiştir. Enârn ise insanlar demektir. Bütün mahlukattır diye açıklandığı gibi ruh sahibi, herbir varlıktır, insanlar ve cinlerdir, diye de açıklanmıştır. Ancak Yüce Allah'ın: "Yere gelince onu da enam için atçalttı." (er-Rahmân, 55/10) buyruğu diğer açıklamalardan daha çok birinci açıklamanın lehine tanıklık etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"O Hayy'dır, ölmez, Kayyûm'dur, uyumaz."
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah O'dur ki O'ndan başka ilâh yoktur. Diridir, Kayyûm 'dur, O 'nü ne bir uyuklama alır ne de bir uyku. " (e/-Bakara, 2/255)
Bu buyrukta uyuklamanın ve uykunun nefyedilmesı, O'nun hayat ve kay-yumiyyetının kemaline delildir. Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Elif, Lam. Mim. Allah O'dur ki O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Diridir ve Kayyûm'dur. O sana kitabı hak ile indirdi." (Al-i imran. 3/1-3); "Yüzler Hayy ve Kayyum'a zillet ile boyun eğmiş olacaktır." (Tâ'hs, 20/111), "Asla ölmez. Hayy olana dayan ve O'nu hamd ile teşbih et." (ei-Furkan, 25/58); "O, Hayy (diri) olandır. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur." (el-Mu'mın, 40/65)
Peygamber -saitattahu aleyhi veseilem- da şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Allah uyumaz, zaten ona uyumakta gerekmez."1
Müslim 179/293; Ibn Mâce 195, 196, MıJsned, IV, 395, 401, 405.
Hocamız (Tahâvî) teşbihi nefyettikten sonra Allah ile O'nun yarattıkları arasındaki ayrılığı ortaya koyan hususlara yüce Allah'ın mahlukatından gayrı olarak ve kendine has olmak üzere sahip olduğu sıfatlara işaret etmektedir, işte bu sıfatlardan birisi O'nun ölmemek üzere hayat sahibi (Hayy) olmasıdır. Çünkü Baki (ebedi kalıcı) hayat sıfatı yalnızca Yüce Allah'a has'tır. O'nun yaratıklarının öyle bir vasıfları yoktur, çünkü onlar ölürler.
Kendine has sıfatlardan birisi de O'nun uyumamak üzere Kayyûm olmasıdır. Çünkü O, uyumamak ve uyuklamamak sıfatlarına özel olarak sahiptir. Mahlukatı böyle değildir, onlar uyurlar.
Bu ifadelerle teşbihin nefyedilmesinin sıfatları nefyetmek demek olmadığına da işaret vardır. Aksine O, zatının kemali dolayısıyla bütün kemal sıfatlarına sahiptir.
Ebedi kalıcı hayata sahip olan Hayy elbetteki geçici bir hayata sahip olan hayy'a benzemez. Bundan dolayı dünya hayatı bir meta, oyalanma ve bir oyundur: "Bu dünya hayatı bir eğlenceden ve bir oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise asıl hayat yurdu işte orasıdır." (el-Ankeöût, 29/64)
Dünya hayatı bir uyku, âhiret hayatı da uyanıklık gibidir. O bakımdan âhı-ret hayatı yaratılmışlar için olduğundan ötürü kamil bir hayattır, denilemez. Çünkü bizler el-hayy. hayat zatının ayrılmaz sıfatı olan kimsedir, diyoruz. Yaratılmışa bu (ahıretteki) daimi hayatı bağışlayan da O'dur. O hayatın devamlı olması, Allah'ın onu devam ettirmesiyle olmuştur. Yoksa devamlılık bizatihi onun ayrılmaz bir sıfatı olduğundan değildir. Yüce Rabbin hayatı ise böyle değildir. O'nun diğer sıfatları da aynı şekildedir Kısacası yaratıcının sıfatları kendisine layık olduğu şekildedir. Yaratılmışların sıfatları da kendilerine layık olan şekildedir.
Hayy ve Kayyûm İsimlerinin Diğer Esmâ-i Hüsnâ İle İlişkisi
Buna göre Yüce Allah'ın bütün güzel isimleri (Esmâ-i Hüsnâ) O'nun bu iki ismi etrafında döner, dolaşır. Bütün isimlerin anlamları bu ikisine racfdir. Çünkü hayat bütün kemal sıfatlarını da gerektirir. Kemal sıfatlarından herhangi birisinin bulunmaması ancak hayat sıfatının zayıflığından ötürüdür. Yüce Allah'ın hayatı en mükemmel ve eksiksiz şekliyle söz konusu olduğuna göre; kabul edilmemesi hayatın kemaline aykırı olan her türlü kemalin de onun hakkında kabul edilmesini gerektirmektedir.
Kayyûm'a gelince bu da O'nun kemal derecesinde hiçbir şeye muhtaç olmamasını ve kemal derecesinde kudret sahibi olmasını gerektirmektedir. O kendi zatı ile kaırn'dir. Hiçbir şekilde kendisinden başkasına muhtaç değildir. Başkasının varlığını devam ettirendir. Kendisi var etmedikçe O'ndan başka hiçbir varlık varlığını sürdüremez. Böylelikle bu iki isim bütün kemal sıfatlarını en mükemmel bir şekilde kapsamış olmaktadır.
"Muhtaç olmamak üzere yaratandır. Külfetsiz olarak rszık verendir."
Yaratma ve Rızık Verme Sıfatları
"Ben cinleri de insanları da ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım. Ben onlardan bir mık da istemiyorum, Beni yedirmelerini de istemiyorum. Çünkü şüphesiz ki Allah'tır hem rızkı veren, hem pek çetin kudret ve kuvvet sahibi olan. " (ez-zanyât, 51/56-58); "Ey insanlar! Allah'a muhtaç olan sizlersiniz. Allah ise O kimseye muhtaç o/mayandır, her hamde layık olandır." (Fâtır, 35/15), "Allah gani olandır (muhtaç değildir). Muhtaç olanlar ise sizlersiniz. " (Muhammed, 47/38); "De ki: Ben gökleri ve yeri yaratan Allah 'tan başkasını mı dost edinecek misim? Ve O yediriyor ama yedirilmiyor. " (el-En'âm. 6/14)
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de Ebu Zerr -ra- rivayet ettiği hadiste şöyle buyurmaktadır: "(Yüce Allah buyuruyor ki): Ey kullarım, eğer ilkinizle, sonunuzla, insanınızla, cinninizle aranızdan en ileri derecede takva sahibi kimsenin kalbi gibi takvâlı olsanız bu dahi, Benim mülküme hiçbir şey katmaz. Ey kullarım, ilkinizden, sonuncunuza kadar insanlarınızla, cinlerinizle aranızdan en günahkar kişinin kalbine sahip olsanız, bu dahi Benim mülkümden hiçbir şey eksiltmez. Ey kullarım ilkinizden, sonuncunuza kadar insanınızla, cinninizle hep bir düzlükte dikilseler ve Ben'den dileklerde bulunsalar, Ben de her-
bir insana dileğini verecek olsam bu bile ancak bir iğne denize daldırıldığı zaman ne kadar eksiltebiliyorsa bendekinden ancak o kadarını eksiltir..." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.1Müslim 2577; Müsned, V, 160; Tirmızî 2495; ibrı Mâce 4257.
"Korkusuzca öldürendir, meşakkatsizce diriltendir."
Ölüm felsefeciler ile onlara uygun kanaat belirtenlerin aksine bir varlık sıfatıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O hanginizin daha güzel amelde bulunacağını denemek üzere ölümü ve hayatı yaratandır." (ei-Mulk, 67/2) Yok olan bir şey ise yaratılmış olmakla nitelendirilemez. Hadis-i şerifte de şöyle bu-yurulmuştur: "Kıyamet gününde ölüm siyah-beyaz renkli bir koç halinde getirilecek, cennet ile cehennem arasında boğazlanacak "2 Müsned, III, 9; Buh§rî4730; Müslim 2849; Tirmizî 3156.
Eğer ölüm bir araz ise Yüce Allah onu tıpkı salih amel hakkında varid olmuş şu buyrukta olduğu gibi bir ayn'a (cisme) dönüştürecektir: "Salih amel kişiye güzel bir genç delikanlı suretinde gelir. Çirkin amel ise en çirkin bir surette gelir."3 Müsned, IV, 287, 295, 296.
Kur'an-ı Kerîm hakkında da şöyle b uy uru l m ustu ﷺ: " O (yani Kur'ân okuyanın kıraati) rengi solmuş bir genç suretinde gelir."4 Müsned, V, 348. 352; ibn MSce 3781
Bakara suresi ile Al-ı imran suresi hakkında onların kıyamet gününde gelecekleri ve "sahiplerini (bu sureleri okumaya devam eden kimseyi) gölgelendirecek iki bulut yahut iki gölgelik ya da saf saf dizilmiş iki kuş sürüsü halinde gelecekleri" belirtilmiştir.5Müsned, V, 348, 352; Müslim 804.
Sahih hadiste de: "Kulların amellerinin semaya yükseldiği" 6Muvatta, l, 211-212; Müsned, IV, 340; BuharT799. Ebû Dâvûd 770: Nesâî, II, 196. belirtilmektedir. Öldükten sonra diriliş ve kabirlerden çıkış ile ilgili açıklamalar da Yüce Allah'ın izniyle ileride gelecektir.
"O mahlukatı yaratmadan önce de sıfatları ile kadim idi. Onları var etmekle birlikte Önceden sahip olmadığı bir sıfata yeniden sahip olmamıştır. Sıfatlan ile ezelî olduğu gibi aynı sıfatlara sahip olarak ebedîdir."
Yüce Allah Ezel ve Ebed'de Kemal Sıfatlarına Sahiptir
Yüce Allah gerek zatî, gerek fiili sıfatları itibariyle kemal sıfatlarına sahipti Yüce Allah'ın daha önceden sahip değilken, sonradan herhangi bir sıfata sahi] olduğuna inanmak mümkün değildir. Çünkü O'nun sıfatlan kemal sıfatlandır. Bu sıfatların olmayışı bir eksikliktir. Daha önceden zıttı ile muttasıf iken, sonradan ke mali elde etmiş olması düşünülemez.
Fiili sıfatlan, ihtiyarî sıfatları ile benzeri sıfatları ileri sürerek bu görüşü: reddedilmesi mümkün değildir. Mesela yaratmak, suret vermek, hayat vermek öldürmek, daraltmak (kabz), yaymak (bast), dürmek (et-tay), istiva, gelmek, gi mek, nüzul, gazab ve rıza buna benzer gerek kendisinin, gerek Rasûlünün ken dişini vasfettiği sıfatlar (O'nun ezeli ve ebedi olarak kemal sıfatlarına sahip oldu ğu gerçeğine aykırı olarak görülemez.)
Her ne kadar bizler bunların gerçek tevilinin ne olduğunu ve bunların özünü idrak edemıyorsak ta bu böyledir. Ayrıca bu konuda ne kendi görüşlerimize dayanarak te'vile dalarız, ne de kendi devalarımıza uyarak vehimlerde bulunuruz. Ancak bunun aslî manası bizim tarafımızdan bilinmektedir.
Nitekim imam Malik -rh-'a Yüce Allah'ın: 'Sonra 'Arş'a istiva etti." (el-Araf. 7/54) buyruğu ile ilgili olarak: Nasıl istiva etti? diye sorulunca o şu cevabı vermişti: 'istivâ'nın ne demek olduğu bilinen bir husustur, keyfiyet ise meç-hul'dür.' Bu haller bir takım vakitlerde meydana geliyor, bazılarında meydana gelmiyorsa da yine böyledir. Tıpkı şefaat ile ilgili hadisteki şu ifadede olduğu gibi: 'Gerçek şu ki Rabbim bugün daha önceden benzeri görülmedik ve bundan sonra da benzeri görülmeyecek bir şekilde gazaplanrnış bulunuyor."1
Buhârı3340, 3361, 3712; Müslim 194; Uüsned, II, 336. 435; Tirmirî 2434.
Çünkü bu itibar ile böyle bir hudûs (sonradan meydana geliş) (Allah hakkında) imkânsız (mümtenı1) değildir ve bu gibi şeyier hakkında önceden bu yoktu, sonradan meydana gelmiştir, ifadeleri kullanılamaz Nitekim dün de konuşabilrne gücüne sahip olmakla birlikte bugün konuşan bir kirnse hakkında, o kimse yeni konuşmaya başladı, denilemez. Eğer küçüklük ve dilsizlik gibi bir rahatsızlık sebebiyle daha önceden konuşamıyor, sonra da konuşmaya başlamışsa o takdirde o
konuşmaya başladı, denilebilir. Herhangi bir rahatsızlık olmaksızın susup, ko-mavan bir kimse kuvvet itibariyle (potansiyel olarak) mütekellim'dır. Yani o dileri1" zaman konuşabilir. Konuşması halinde ise ona fiilen mütekellim denilir. Yazma nasında yazmayı bilenin hali de böyledir. O, o durumda fiilen kâtip'tir. Fiilen yazmadığı vakit kâtip (yazmayı bilen) bir kişi olmanın sınırı dışında değildir.
Yerilmiş kelâm ilminde söz konusu edilen hadislerin (yaratılmışların) Yü-Pabbe hulûl'ü ile ilgili açıklamalara gelince ne Kitapta, ne de sünnette buna dair nefyedici bir ifade de yoktur, isbat edici bir ifade de yoktur. Bu ifade kapsamlı ve özlü bir ifadedir. Eğer bununla Yüce Allah'ın mukaddes zatına sonradan yaratılmış mahlukatından hiçbir şeyin hulul etmeyeceği kastediliyor, yahut ta önceden sahip olmadığı yeni bir sıfata sahip olmayacağı anlatılmak isteniyorsa bu doğru bir ifadedir. Şayet bununla o istediğini yapmıyor, dilediği vakit dilediği şekilde söz söylemiyor, mahlukata benzemeksizin gazap etmiyor, hoşnut olmuyor yahutta kendi celal ve azametine yakışacak şekilde inmek, istiva etmek, gelmek gibi kendi zatını vasfeitiği vasıflar ile vasıflandırmayarak bu gibi ihtiyarî sıfatları nefyetmek maksadı ile söyleniyorsa bu da batıl bir nefiydir.
İşte muhterem hocamız (Tahâvi): "O mahlukatı yaratmadan önce bu sıfatlan ile kadîm idi.." sözleri ile Mutezile'nin, Cehmiye'nin ve onlara uygun kanaat belirten Şia'nın görüşlerinin reddoiunduğuna işaret etmektedir. Çünkü onlar şöyle demişlerdir: Yüce Allah önceden kadir değil iken sonradan o fiile veya söz söylemeye (kelâm'a) kadir olmuştur. Çünkü daha önceden imkânsız iken o fiil veya kelâm mümkün olmuştur ve zatî İmkânsızlıktan, zatî imkâna bir dönüşüm olmuştur. İbn Küllâb, el-Eş'arî ve onlara muvafakat edenler ise şöyle demişlerdir: Daha önceden bu fiili yapması onun için imkânsız iken fiil onun için mümkün olmuştur.
Onlara göre kelâm (söz söylemek) ise meşîet ve kudretin kapsamı içerisinde değildir. Aksine o başlı başına bir şeydir ve O'nun zatının ayrılmaz bir vasfıdır.
Cehmiyye'nin, Öncesi Olmayan Sonradan Olma Olayların imkânsız Olduğuna Dair İddiası
Bu sözlerin asıl sahipleri Cehmiyye'dir. Onlar şöyle derler. Sonradan olma olayların sürekliliği imkânsızdır. Hadislerin mutlaka bir başlangıcının olması azimdir. Çünkü hadislerin başlangıcının olmaması mümkün değildir. Buna göre yüce yaratıcının ezelden beri kendi meşi.'eti ile fail ya da mütekellim olmasına a imkân yoktur. Hatta buna muktedir olması dahi imkânsızdır, çünkü imkânsız olan bir şeye kadir olmanın da imkânı yoktur.
Böyle bir iddia ise tutarsızdır, çünkü bu alemin sonradan oluşunun mümkün olmadığına delildir. Halbuki o hadistir, hadis ise önceden muhdes değilken, sonradan meydana gelirse bunun mümkün olması kaçınılmazdır. O halde mümkün oluşun sınırlı bir vakti yoktur. İmkanın var olamayacağı bir vakit düşünülemez. Bir fiilin mümkün olmasının caiz olmasının ve bunun sağlıklı olarak kabul edilebilmesinin belli bir başlangıcı söz konusu değildir. O halde (Yüce Allah için) fiilin her zaman için mümkün, caiz ve sahih olması gerekmektedir. Buna bağlı olarak yüce Rabbin buna kadir olması da gerekir. O halde başlangıcı söz konusu olmamak üzere hadis olayların var olabileceği de kabul edilmelidir.
Hiç şüphesiz bütün inanç sahiplerinin büyük çoğunluğu şöyle derler: Yüce Allah'ın dışındaki herbir varlık yaratılmıştır. Önceden yokken, sonradan var edilmiştir. İşte rasûllerin sözleri de budur, onlara tabi olan müslümanların, yahu-dilerin, hristiyanların ve başkalarının da kabul ettikleri budur.
Fıtraten bilinen gerçeklerden birisi de şudur: Mef'ulün (fiilin eserinin) fail'i ile birlikte olması ve her zaman onunla birlikteliği elbetteki imkânsız ve muhal bir şeydir. Gelecekte hadislerin teselsülü Yüce Allah'ın kendisinden başka hiçbir şeyin bulunmaması vasfına engel teşkil etmediğine göre, geçmişte de hadislerin teselsülünün mümkün görülmesi de Yüce Allah'ın kendisinden önce hiçbir şey bulunmayan ilk (el-Evvel) olmasına aykırı değildir. Çünkü Yüce Allah ezelden beri ve her zaman için dilediğini yapmak ve dilediği sözü söylemek vasfına sahiptir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: İşte böyle; Allah dilediğini yapar, buyurdu. " (aı-i imran, 3/40); "Fakat Allah dilediğini yapar. " (ei-Bakara, 2/253)', "Arş'ın sahibidir, Mecid'dir, ne dilerse yapandır. " (ei-Burûc, es/ıs- 16); "Eğer yerde olan bütün ağaçlar kalem olsa ve deniz de ardından yedi deniz daha ona (mürekkep olup) katılsa yine de Allah'ın sözleri tükenmezdi." (Lokman, 31/27); Ve ki: Pabbimin sözleri için denizler mürekkep olsa, buna yardımcı olarak bir o kadar daha katsak Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenir. " (el-Kehf, 18/109)
"O "el-Halik" adını mahlukatı yarattığından itibaren kazanmadığı gibi, "el-Bâri"' ismini bütün yaratıkları meydana getirmekle de kazanmış değildir."
Hocamızın (Tahâvî) ifadelerinin zahirinden anlaşıldığına göre o, geçmişte hâ-
dis'lerın teselsülünü mümkün görmemektedir. Ancak ilerideki ifadeleri arasında gele-
cekte bunu imkânsız görmediğine delil olabilecek sözleri de vardır. O da şu sözleridir: "Cennet ve cehennem yaratılmıştır. Ebediyyen fena bulmazlar ve yok olmazlar." Cumhur'un görüşü budur. Bunun hem geçmişte, hem de gelecekte imkânsız olduğunu kabul edenlerin görüşlerinin tutarsız olduğundan şüphe yoktur. Nitekim el-Cehm ve ona tabi olanların görüşü budur. Bunlar cennet ve cehennemin -yüce Allah'ın izniyle- ilende gelecek olan deliller dolayısıyla yok olacağı görüşünü kabul etmiştir.
"O, kendisine Rab'lık edilecek hiçbir varlık yokken rubûbiyye-tin manasına sahipti. Hiçbir mahluk yokken de halik olmak manasına sahipti."
Yani Yüce Allah kendisine Rab'lık edilecek hiçbir varlık yokken de "Rab" sıfatı vardı. Hiçbir yaratık var olmadan önce de "halik" sıfatına sahipti.
Sarih ilim adamlarından kimisi şöyle demiştir: "Burada rububiyetin manası ve halik oluşun manası" ifadesini kullanmış "hâlıkıyefi kullanmamıştır. Çünkü halik bir şeyi sadece yokken varlık âlemine çıkartandır. Rab'bın ise pek çok manaları vardır. Bunlar ise mülk, hıfz, tedbir ve bir şeyi tedrici olarak kemal derecesine ulaştırmak demek olan terbiye manalarıdır. Şüphesiz ki O bütün bu hususiyetleri kapsayan bir lafız olan Rububiyet tabirini kullanmış bulunmaktadır."
Ancak bu ifadeler tartışılabilir. Çünkü "halk etmek" aynı zamanda takdir etmek manasına da kullanılır.
"O hayat verdikten sonra da ölüleri dirilten olduğu gibi onlara hayat vermeden önce de bu isme müstehaktır. Aynı şekilde bütün yaratıkları var etmeden önce de O halik ismine müstafi aktı."
Yani Yüce Allah ölüleri diriltmeden önce de ölüleri diriltmek vasfına sahiptir. Aynı şekilde yaratıkları yaratmadan önce de halik vasfına sahiptir. O bu sözleriyle Ivlutezile'yi ve onların görüşlerini kabul edenleri ilzam etmektedir.
"Çünkü O, herşeye kâdir'dir, herşey O'na muhtaçtır. Herbir iş O'nun için pek kolaydır. O'nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. "Hiçbir şey O'na benzemez. O herşeyi işitendir, herşeyi görendir." (eş-Şûrâ. 42/11)
Kudret Sıfatına İlişkin Hususlar
Bu sözleriyle mahlukatı yaratmadan önce ezelde sıfatlarının sabit olduğuna işaret etmektedir. Burada "herşey (kül)" sözü ile bunun kapsamı hakkında açıklamada bulunmamız gerekmektedir. Bu tabirin herbır konumdaki kapsamı ilgili karineler ışığında o makama uygun olarak anlaşılmalıdır. Bu da Yüce Allah'ın izniyle ileride "Kelâm Meselesi" ile ilgili açıklamalar esnasında gelecektir.
Mutezile Yüce Allah'ın: "Allah herşeye gücü yetendir". (ei-Bakara, 2/234) buyruğundan anlaşılan manayı tahrif ederek şöyle demişlerdir: O kendisi için kudreti çerçevesinde olan herşeye kadimdir. Kulların fiillerine gelince Mutezi le'ye göre onlara kadir değildir. Kendi aralarında: Bu fiillerin benzerlerine muktedir midir, değil midir? hususunda ise görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
Ancak durum onların dedikleri gibi olsaydı, o zaman o iddialarının şu sözlerine benzemesi gerekirdi: O, bildiği herşeyi bilendir. Yarattığı herşeyin yaratıcısıdır... ve buna benzer anlamsız diğer ifadeler onların da bu iddialarını andırırdı. Onlar bu sözleriyle Yüce Allah'ın herşeye kadir olması demek olan kudretinin kemal vasfını reddetmiş olmaktadırlar.
Ehl-i sünnet'e gelince, onlara göre Yüce Allah herşeye kâdir'dir. Mümkün olan bütün varlıklar bunun kapsamına girmektedir. Zatı itibariyle muhal (imkânsız) şeylere gelince bir şeyin aynı anda ve aynı durumda hem var, hem yok olması gibi böyle bir şeyin de hakikati yoktur ve bunun varlığı da düşünülemez. Akıl sahibi kimselerin ittifakı ile de buna "şey" dahi denilemez. Yüce Allah'ın kendi zatının bir benzerini yaratması, kendi zatını yoketmesı ve buna benzer imkânsız şeyler de bu kabildendir.
işte bu esas Yüce Allah'ın umumi ve eksiksiz rububiyetine iman etmektir. Bütün bunlara kadir olduğuna iman etmeyen bir kimse, Yüce Allah'ın herşeyın
Rabbi olduğuna iman etmiş olmaz. O'nun herşeye kadir olduğuna iman etmedikçe de O'nun rubûbiyyetinin eksıksızliğine ve kemaline iman edilmiş olmaz.
Mümkün ve Mevcut Olmayan Bir Şey Hariç'te (Dış Dünyada) Yok Demektir
Onlar mümkün olan ve var olmayan şeyler hususunda; o bir şey midir? değil midir? konusunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir sin gerçeği şudur: Olmayan bir şey hariçte bir şey değil demektir.
Ancak Yüce Allah olacak şeyleri olmadan önce bilir, bunu yazar ve bazen onu söz konusu eder ve olacağını haber verir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Şüphesiz Kıyametin sarsıntısı pek büyük bir şey'dir." (ei-Hacc. 22/1)
O halde bu ilim, zikredilmesi ve Kitapta yazılması itibariyle bir şey'dir. Hariçle var olan bir şey değildir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "O bir şeyi murad etti mi ona emri sadece ona: ol, demektir, o da derhal oluverir." (Yasın, 36/82) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Ben sen önceden bir şey değilken seni yarattım." /Meryem, 19/9)
Yani o Yüce Allah'ın ilminde bir şey olarak mevcut olmakla birlikte henüz hariç'te (dış dünyada) daha bir varlık olarak ortada yoktu. Bir başka yerde de söyle buyurulmaktadır: "İnsan üzerinden öyle uzun süre geçti ki o anılmaya değer bir şey değildi." (ed-Dehr, 76/1)
"O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." buyruğu Müşebbihe'dir kanaatini reddetmektedir. "O herşeyi işitendir, görendir." (eş-şura, 42/11) buyruğu da Muatti-/e'nin görüşlerini reddetmektedir.
Yüce Allah kemal sıfatlarına sahiptir. Sıfatlarında O'na benzeyen hiçbir varlık yoktur. Yaratılmışlar her ne kadar işiten ve gören olmakla nitelendirilebilir iseler de, mahlukatın işitmesiyle görmesi yüce Rabbin işitmesi ve görmesi gibi değildir. Bu sıfatlardaki benzerlik dolayısıyla teşbihi kabul etmeyi gerektiren bir taraf yoktur. Zira yaratılmışın sıfatları kendisine yakışan şekilde olduğu gibi: yaratanın sıfatları da kendisine yakışan şekildedir.
Yüce Allah'ın kendi zatını yaratıklar arasında Rabbini en iyi tanıyanın O yüce zatı, O'nun hakkında vacib ve mümteni' (imkânsız) olan şeyleri en iyi bilen, ümmetine en samimi olarak öğüt veren, ümmetin en fasih'i, maksadını açıklama gücüne en ileri derecede sahip olanın (Muhamrned Salia/iarıv aleyhi veseilem' in) Yüce Allah'ı vasfettiği sıfatları, Allah'tan nefyetmemek gerekir. Çünkü bunlardan herhangi birisini nefyeden kimse Muhammed Sailallahu aleyhi veseilem' e indirileni inkâr etmiş olur.
Şayet Yüce Allah'ı kendi zatını vasfettiği sıfatlarla nitelendirecek olursak, O'nu yaratıklarından hiçbirisine benzetmemek gerekir. Çünkü O'nun gibi hiçbir şey yoktur. O'nu yaratıklarından birisine benzeten ise O'nu inkâr eden bir kâfir
olur. Buharî'nin hocası Nuaym b. Hammad el-Huzaî der ki: Allah'ı mahlukatına benzeten kâfir olur. Allah'ın kendi zatını vasfettiği bir sıfatı inkar eden de kâfir olur. Ne Allah'ın kendi zatını, ne de O'nun fiasûlü Muhammed Saiiaiiaftu aleyhi ve sertem'in O'nu vasfettiği sıfatlarda teşbih diye bir şey yoktur.
ileride Tahâvî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun-nin: "Her kim (sıfatları) nefyetmekten ve teşbihten sakınmayacak olursa ayağı kayar ve tenzihi isabet ettirmemiş olur" ifadeleri açıklanırken bu açıklamalar da gelecektir.
Kemâl'i İhtiva Eden En Yüce Örnek (el-Meselu'l-A'lâ) Yalnız Yüce Allah'a Aittir
Yüce Allah en yüce misalin yalnız kendisinin olmakla kendi zatını nitelendirmiş ve şöyle buyurmuş: "Kötü örnek -esasen- ahirete iman etmiyen/erindir. En yüce örnek ise Allah'ındır. " (en-Nahl, 16/60); "Göklerde ve yerde en yüce örnek yalnız O'nundur. O Aziz'dir, Hakim'dir. " (er-Rûm, 30/27)
Bu buyruklanyla Yüce Allah kusurları, eksiklikleri ve kemalsizliği ihtiva eden kötü. örneği, düşmanları olan müşriklere ve putlarına nisbet ederken, bü-
tün kemal sıfatlarını ihtiva eden en yüce örneğin de yalnız kendisine ait olduğunu bildirmektedir.
Yüce Allah'ın kemal sıfatlarını kabul etmeyen bir kimse kötü örneği Allah'a izafe etmiş ve kendi zatını nitelendirmiş olduğu en yüce örneği reddetmiş olur. En yüce örnek ise mutlak kemal demektir. Bu da hem var olan hususları, hem de ne kadar çok olurlarsa daha çok mükemmel ve başkalarından daha kâmil ve daha yüce oluşunu ifade eden subutf manaları ihtiva etmektedir.
Yüce Rabbin sıfatları en çok ve en mükemmel olduğundan dolayı en yüce örnek te O'nundur ve O kendisinin dışındaki bütün varlıklardan buna daha layıktır. Daha doğrusu mutlak anlamı ile en yüce örneklikte iki kişinin ortak olması imkansız bir şeydir, çünkü her ikisi her bakımdan birbirlerine eşit olacak olurlarsa biri diğerinden daha üstün olamaz. Şayet eşit olmazlarsa, o halde bu sıfata aralarından sadece birisi sahip demektir. O halde en yüce örneğe sahip olanın bir benzerinin yahut onu andıran bir varlığın bulunması imkansız bir şeydir
"O bütün mahlukatı ilmivle yaratmıştır."
"Halkettı (ha-la-ka)" var etti, meydana getirdi, yoktan vücuda getirdi, demektir. Bu aynı zamanda takdir etti, anlamında da kullanılır. Yaratmak (el-halk) mastardır ve bu da yaratılan (mahluk) anlamındadır.
Yani Yüce Allah mahlukatını bilerek yaratmıştır. Nitekim şöyle buyurmaktadır: "Yaralan bilmez mi hiç o latiftir. Herşeyden haberdardır." (ei-Mnik, 67/14); "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır O'ndan başkası bunları kimse bilmez. Karada ve denizde ne varsa (hepsini) O bilir. Bir yaprak düşmeye görsün mutlaka onu bilir. Yeryüzünün karanlıklarında (düşen) tek bir tane (bile olsa) onu bilir. Yaş ve kuru müstesna olmamak üzere hepsi apaçık bir Kitaptadır. O geceleyin sizi öldüren, gündüzün de ne kazandığınızı bilendir." (el-En'âm, 6/59-60) Bu buyrukta Mutezile'nin görüşlerini reddetmektedir.
İmam Şafiî -ra-in arkadaşı ve onunla birlikte oturup kalkmış olan imam Abdu'l-Aziz el-Mekkî, Bişr el-Merîsî ile birlikte Me'mun'un huzurundaki tartışmasını naklettiği "el-Hayde" adlı kitabında, Bişr'ın Yüce Allah'ın ilmi ile ilgili olarak kendisi ile tartışmasını nakletmektedir. Bişr dedi ki: Ben Allah'ın bilgisiz olmadığını söylüyorum. Bunun üzerine (Abdu'l-Azız el-Mekkî) ona söyletmek maksadı ile ilimin sıfatları ile ilgili sorulan tekrarlayıp durdu. Bişr de: O bilgisiz değildir, deyip durdu. Yüce Allah'ın kendine has ilmiyle alım olduğunu itiraf etmeyince imam Abdu'l-Aziz şunları söyledi: Cahilliğin nefyedilmesi övgü sıfatı değildir. Çünkü benim: Bu sütun cahil değildir, derken onun bilgili olduğunu söylemiş olmuyorum. Yüce Allah ise peygamberleri, melekleri ve mü'minleri bilgi sahibi olmakla övmüştür, cahil olmamakla değil. Bilgi sıfatını kabul eden cahilliği nefyetmiş olur, ancak cahilliği nefyeden bir kimse ilmi tesbit etmiş olmaz. Bütün insanların Yüce Allah'ın kendi zatı için sabit kabul ettiğini sabit kabul etmeleri, kendi zatı hakkında nefyettiğini nefyetmeleri ve kendisinin söz konusu etmediği hususları, söz konusu etmemeleri görevlendir.
Yüce Allah'ın ilmine dair aklî delile gelince: Cahillikle birlikte eşyayı var etmesi de imkansızdır. Çünkü O'nun eşyayı var etmesi iradesi ile olur. irade ise isteneni tasavvur edebilmeyi gerektirir, isteneni tasavvur etmek ise, isteneni bilmektir. O halde var etmek iradeyi, irade de ilmi gerektirmektedir. Var etmek buna göre ilmi gerektiren bir husustur.
Diğer taraftan mahlukat öyle sağlam ve öyle mükemmel yaratılmıştır ki bu, bunları var edenin alim olmasını gerektirmektedir. Çünkü sapasağlam ve mükemmel olarak yapılmış bir fiilin, alim olmayan birisinden sadır olması imkansız bir şeydir.
Diğer taraftan mahlukat arasında alım olanlar da vardır ve ilim bir kemal sıfatıdır. Hâlık'tn ise alim olmaması imkansız bir şeydir. Bunun da iki volu vardır: 1- Bizler zorunlu olarak yaratıcının yaratılmıştan daha mükemmel olduğunu biliyoruz. Varlığı vacib (zorunlu) olanın mümkin olandan daha mükemmel olduğunu biliyoruz. Yine zorunlu olarak şunu bilmekteyiz: Eğer biz birisi alim, diğeri de alim olmayan ıkı şeyin varlığını kabul edersek, alim olan daha mükemmeldir. Eğer yaratıcı alim olmazsa o zaman varlığı mümkün olanın ondan daha mükemmel olması gerekirdi. Bu ise imkânsız bir şeydir.
2- Mahlukat demek olan mümkin varlıklar arasındaki herbir bilgi, O'ndan gelmiştir. Fiili kemal derecesinde olan ve bu şekilde varlıkları yoktan mükemmel olarak var edenin, kemalden uzak olmasına imkan yoktur. Hatta O. kemale en yakın olandır. En yüce örnek yalnız Allah'ındır. O ve mahlukat ne temsilî kıyaslarda, ne de kapsamlı kıyaslarda eşit olamazlar. Aksine mahluk lehine sabit olan her bir kemale yaratıcı daha bir layıktır. Herhangi bir mahlukun münezzeh olduğu herbir husustan yaratıcının tenzih edilmesi daha uygundur.
"Ve o yaratıklar için kaderler takdir etmiştir."
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır; "Herşeyi yaratıp, onu inceden inceye takdir ve tayin etmiştir." (ei-Furkan, 25/2); "Çünkü Biz, herşeyi bir kader ile yarattık." (ei-Kamer. 54/49); "Allah'ın emri mutlaka yerini bulan bir kaderdir." (33/38); "O ki yaratıp düzenleyendir, O ki takdir edip. yol gösterendir." (el-Alâ, 87/2-3)
Müslim'in, Sahihinde de Abdullah b. Amr -ra-, Peygamber -Saiiaiiahu aleyhi veseilem-dıen şöyle dediğine dair rivayet vardır: "Allah gökleri ve yeri yaratmadan ellibin yıl önce bütün mahlukatın kaderlerini takdir buyurmuştur. O vakit Arş'ı su üzerinde idi."1 Müslim 2653; lirinizi 2156; Müsned, II, 169.
"Onlar için eceller tayin etmiştir."
Yani Yüce Allah mahlukatın ecellerini takdir ve tayin etmiştir. Öyle ki onların ecelleri geldi mi ne bir an geri kalırlar, ne de bir an öne geçerler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artık ecelleri geldiği zaman bir an ne geri kalabilirler. Ne de öne geçebilirler." (Yunus, 10/49); "Allah'ın izni olmadıkça hiçbir kimse ölemez. O vâdesiyle yazılmış bir yazıdır." (Al-i imran, 3/145)
Müslim'in, Sahih'ınde de Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle dediği kaydedilmektedir: Peygamber -sav-in hanımı Ummu Habibe dedi ki: Al-
latVım eşim Rasûiullah ile, babam Ebu Sufyan ile kardeşim Muaviye ile gözümü aydın et. Bunun üzerine Peygamber -sav- şöyle buyurdu: "Sen Yüce Allah'tan tesbit edilmiş eceller, sayılı hükümler, paylaştırılmış rızıklar için dilekte bulundun. Yüce Allah hiçbir şeyi vaktinden önce acele etmez, hiçbir şeyi de vadesinden sonraya bırakmaz. Eğer sen Yüce Allah'tan seni cehennem ateşi azabından, kabir azabından korumasını dilemiş olsaydın, bu hem daha hayırlı hem de daha üstün olurdu."1 Müslim 2663: Müsned, l, 390, 413, 433, 445. 466.
Buna göre maktul kişi de eceliyle ölür. Yüce Allah birisinin hastalık sebebiyle, diğerinin öldürülme sebebiyle, bir başkasının göçük altında kalması sebebiyle, ötekinin yangın, berikinin suda boğulmak sebebiyle ve bunun dışındaki çeşitli sebeblerle öleceğini bilmiş, takdir etmiş ve hükme bağlamıştır. Yüce Allah ölümü ve hayatı da ölüm ve hayatın sebebini de yaratandır.
Şunu bil ki, dua da bazı hususlar hakkında meşru ve faydalıdır, bazılar; hakkında değildir. Bundan dolayı Yüce Allah dua'da haddi aşanları sevmez, imam Ahmed -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- kendisine uzun ömür verilmesi için dua edilmesinden hoşlanmaz ve: Bu kestirilip bitirilmiş bir iştir, dermiş.
"Yaratıkları yaratmadan önce hiçbir şey O'na gizli değildi. Onları yaratmadan önce, onların ne şekilde amel edeceklerini biliyordu."
Yüce Allah olmuşu, olacağı, olmamış olanı, eğer olacak olsa nasıl olacağını bilir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır. "Eğer geri üöndürülürlerse yine kendilerine yasaklanan şeylere geri dönerler." (ei-En'âm. s/28) Her ne kadar onların geri döndürülmeyecekler^ biliyor ise de bize eğer döndürülecek olurlarsa tekrar aynı şeylere geri döneceklerini haber vermektedir. Nitekim şöyle buyurmaktadır: "Eğer Allah onlarda bir hayır olduğunu bilseydi, elbette onlara işittirir-di. Şayet onlara işittirmiş olsaydı yine onlar muhakkak yüz çevirerek arkalarına döner, gider/erdi." (el-Enfâl, 8/23)
Bu da: O (Allah), birşeyi yaratmadan ve var etmeden önce onu bilemez, diyen Rafız! ve Kaderiyye'n\n görüşlerini reddetmektedir. Bu da kader meselelerinin, fert meselelerinden birisidir.
"Onlara kendisine itaat etmelerini emretmiş ve kendisine isyan etmelerini yasaklamıştır."
Hocamızın (Tahâvî) yaratmak ve kaderi söz konusu etmesinden sonra emir ve nehyi söz konusu etmesi mahlukatı kendisine ibadet etmek için yaratmış olduğuna işaret etsin diyedir. Yüce Allah -nitekim- şöyle buyurmaktadır: "Ben cinleri de, insanları da ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım." (ez-Zariyat, 51/56); "O, hanginizin daha güzel amelde bulunacağını denemek üzere ölümü ve hayatı yaratandır." (el-Mülk, 67/2)
"Herbir şey O'nun takdiri ve meşieti ile cereyan eder. O'nun meşieti gerçekleşir. Kulların ise kendileri için dilediğinden başka istekleri geçerli olmaz. Hulâsa onlar için O'nun dilediği şeyler olur, dilemediği hiçbir şey olmaz."
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onu Allah dilemedikçe de siz dileyemezsiniz. Çünkü Allah en iyi bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir." (el-in-san. 76/30); "Âlemlerin Rabbi olan Al/ah dilemedikçe de siz dileyemezsiniz." (et-Tekvir, sı/39); "Eğer Biz onlara gerçekten melekleri indirseydik, Ölüler kendileriyle konuşsalardı ve herşeyi karşılarına toplasaydık. Onlar yine de Allah dilemedikçe iman etmezlerdi... Eğer Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı." (el-En'âm, 6/111-112); "Eğer Ftabbin dileseydi yeryüzünde bulunanların hepsi elbette toptan iman ederlerdi." (Yunus, 10/99); "Allah kimi doğru yola iletmeyi dilerse göğsünü İslama açar, kimi de saptırmayı dilerse onun da göğsünü gökyüzüne tırmanıyormuş gibi daraltır, sıkıştırır."(el-En'âm, 6/125) Yüce Allah, Nuh -Aieyhisseiam-m, kavmine söylediği şu sözleri de bize aktarmaktadır: "Eğer Allah sizi saptırmak isterse, ben size öğüt vermek istesem bile bu öğüdüm size fayda vermez." (Hud, n/34) Yine yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Allah dilediğini saptırır, dilediğini de dosdoğru yol üzerinde tutar." (el-En'âm. 6/39)
Ve buna benzer Yüce Allah'ın dilediğinin olacağına, dilemediğinin de olmayacağına delil teşkil eden daha pek çok buyruk vardır. Hem kendisinin dilemediği bir şey, O'nun mülkünde nasıl olsun ki? Allah kâfirin iman etmesini isterken, kâfir de kâfir olmayı istemiş ve böylelikle kâfir'in isteği Allah'ın meşietini ye-
nik düşürmüş olduğunu iddia eden kimseden daha kâfir ve yolca daha sapık kim olabilir? Yüce Allah bunların söylediklerinden pek münezzehtir, üstündür.
Denilse ki: Bunun, Yüce Allah'ın: "Müşrikler: Allah dileseydi, biz de babalarımız da ortak koşmazdık. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık, diyeceklerdir." (ei-En'âm, 6/148); "Ortak koşanlar dedi/er ki- Eğer Allah dileseydi biz de, babalarımız da kendisinden başka hiçbir şeye ibadet etmezdik..." (en-Nahl. 16/35); "Ve dediler ki. Rahman dileseydi, biz onlara ibadet etmezdik. Onların bu hususta hiçbir bilgi/eri yoktur. Onlar ancak temelsiz bir zanda bulunuyorlar." (ez-Zuhruf, 43/20) buyrukları ile birlikte izah edilmesi oldukça zordur. Çünkü Yüce Allah onları Allah'ın meşieti iie şirk koşmalarını gerekçe gösterdikleri için yermektedir. Nitekim iblis de insanları saptırmayı Yüce Allah'a izafe edince onun şu buyruklarla yerilmiş olduğunu görüyoruz: "Rabbim, beni azdırdığından dolayı yemin ederim ki ben de yeryüzünde onlara (sana isyanı) süslü göstereceğim." (e!-Hıcr, 15/39)
Böyle bir soruya bir kaç türlü cevap verilmiştir. Bu cevapların en güzellerinden birisi de şudur: Yüce Allah'ın, bu tavırlarını olumsuz karşılama sebebi onların Yüce Allah'ın bu husustaki meşietini yaptıklarına razı oluşuna, onların bu işlerini sevdiğine delil göstermelerinden dolayıdır Çünkü onlar şöyle demişlerdi: Eğer o bu yaptığımızdan hoşlanmasaydı ve gazap etseydi, bunu dilernezdi. Böylelikle onlar O'nun meşietini rızasına delil gibi değerlendirdiler, işte Yüce Allah da onların bu kanaatlerini reddetmektedir.
Yahut ta Yüce Allah onların: "Allah'ın meşieti o hususu emrettiğine bir delildir" şeklindeki inanışlarını reddetmiş olmaktadır.
Ya da O, kaza ve kaderini ileri sürerek, şeriatine, rasûlleriyle göndermiş olduğu emrine, kitabındaki hükümlerine karşı çıkışlarını reddetmektedir. Çünkü onlar genel meşieti bu işe itici bir unsur olarak değerlendirmişlerdi. Onlar Allah'ın meşietini tevhid cihetiyle söz konusu etmemişler, aksine meşieti O'nun emrine karşı çıkmak, O'nun şeriatını çürütmek üzere söz konusu etmişlerdi.
Nitekim zındıkların ve cahillerin yaptıkları da budur. Onlara bir emir verildiğinde yahut bir yasak bildirildiğinde kaderi delil gösterirler. Nitekim bir hırsız Ömer -ra- karşı kaderi gerekçe göstermeye kalkışmış, o da ona: Ben de Allah'm kaza ve kaderi gereği senin elini kesiyorum, demiştir. Buna da Yüce Allah'ın şu buyruğu tanıklık etmektedir: "Onlardan öncekiler de azabımızı tadın-caya kadar işte böyle yalanlamışlardı." (et-En'âm, 6/148)
Böylelikle onların maksatlarının yalanlamak olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Çünkü onların bu iddiası bizzat fiillerinden öncedir. Allah'ın bunu takdir etmeyeceğini nereden biliyorlardı? Gayba mı muttali olmuşlardı?
Âdem ile Musa (ikisine de Selam olsun) Arasındaki Tartışma İle İlgili Hadis
Adem -As, Musa -As-a kaderi gerekçe gösterdiği şu sözleri hakkında ne dersiniz: Sen beni Yüce Allah'ın, yaratılışımdan kırk yıl öncesinden ben hakkımda yazmış olduğu bir iş dolayısıyla mı kınarsın7 Peygamber -Sav- de Adem'in, Musa -As-a karşı susturucu delili getirmiş olduğuna dair tanıklık etmiştir.11 Buhârî3409, 4736, 4738, 6614, 7515: Müslim 2652
Yani onu yenik düşürmüştür.
Buna şöyle cevap verilir: Bu hadis Rasûlullah -Sav-dan sahih olarak nakledildiği için bunu kabul eder, dinler ve itaat ederiz. Kaderi-ye'nin yaptığı gibi buna red ile ravi'sini yalanlamakla karşılık vermeyiz. Anlamsız te'villere de başvurmayız. Ancak sahih olan şudur; Adern -As- kaza ve kaderi günahına delil ve gerekçe olarak göstermemiştir. Çünkü o Rabbini de günahını da çok iyi bilen birisi idi. Aksine onun mü'mın evlatlarından bir kişi bile kaderi delil göstermez, çünkü bu batıl bırşeydır. Musa -As- da hem babasını daha iyi bilirdi, hem de kendisi dolayısıyla tevbe ettiği, Allah'ın da tevbe-sini kabul ettiği bir günahı dolayısıyla Adem'i kınamayacak kadar babasını yakından tanırdı. Hem babasını Yüce Allah seçmiş, beğenmiş ve hidayete iletmiştir. Buradaki kınama sadece Adem'in çocuklarını cennetten çıkartan musibettir. Adem -As- da işlediği hataya ve günaha değil, musibete kaderi delil göstermiştir. Çünkü musibetler halinde kader delil gösterilebilir, yoksa ayıplamak ve kusur ortaya koymak maksadıyla kader delil gösterilemez.
Hadis hakkında yapılan en güzel açıklama budur Takdir olunan musibetlere teslimiyet icab eder. Bu da Yüce Allah'ı Rab olarak bilmenin mükemmelliğinin bir göstergesidir. Günahlara gelince; kulun günah işlemek gibi bir hakkı yoktur. Günah işleyecek olursa mağfiret dilemesi ve tevbe etmesi görevidir. Kusurlardan dolayı tevbe eder: musibetlere karşı da sabreder. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır; "O halde sen sabret. Şüphesiz Allah'ın va'di hak'tır. Günahın için de mağfiret dile." (ei-Mu'mın, 40/55)-, "Şayet sabreder ve sakınırsanız, onların hilekârlıklarının sîze zararı olmaz." (aı-i imran, 3/120)
iblisin söylediği nakledilen: "Rabbim, beni azdırdığından dolayı yemin ederim W..."sözlerine gelince; bu sözleri dolayısıyla kaderi günahına delil gösterdiğinden dolayı yerilmiştir, yoksa kaderi itiraf ve kabul ettiğinden dolayı değil. Nuh -A!eyhisseiam-\n şu sözlerine dikkat edelim: "Eğer Allah sizi saptırmak isterse, ben size öğüt vermek istesem bile bu öğüdüm size fayda vermez ve nihaye: ancak O'na döndürüleceksiniz." (hud, 11/34) Şair ne güzel söylemiş:
.
"Senin dilediğin olur, ben dilemesem bile,
Ve eğer Sen dilemezsen benim dileğim olmaz."
"O'ndan bir lütuf olmak üzere dilediğine hidayet verir, dilediğini korur ve afiyet verir. Adaletinin bir tecellisi olarak da dilediğini saptırır, yardımsız bırakır ve belâlara maruz kılar."
Bu ifadeler Mutezile 'nin kulların daha çok menfaatine (aslan) olanı yapmasının vacib olduğu şeklindeki kanaatlerini reddetmektedir. Bu da hidayete iletmek ve saptırmak meselesi diye bilinir.
Mutezile der ki: Allah'tan hidayetin anlamı, doğru yolu açıklaması demektir. Saptırmanın anlamı ise kula sapık (dalI) adını vermek yahut ta Yüce Allah'ın kul hakkında kulun kendi nefsinde sapıklığı yaratması esnasında dalalet ile hüküm vermesidir. Bu açıklamanın temeli ise kulların fiilleri, onlar tarafından yaratılır, şeklindeki bozuk kanaatleridir.
Bizim söylediğimizin delili de yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Muhakkak ki sen sevdiğini hidayete erdiremezsin, fakat Allah dilediğine hidayet verir." (el-Ka-sas, 28/56) Şayet hidayet yolu açıklamaktan ibaret olsaydı, peygamberin hidayete erdirememesini söz konusu etmek doğru olmazdı. Çünkü Peygamber -Satiai-lahu aleyhi veseilem- sevene de, sevmeyene de yolu açık açık göstermiş bulunmaktadır. Bir başka yerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer Biz dileseydik her nefse elbette hidayetini verirdik." (es-Secde, 32); "İşte Allah kimi di/erse böylece saptırır, kimi de dilerse hidayete kavuşturur." (ei-Müddessir, 74/31)
Şayet hidayet her kişi hakkında genel bir mahiyette bulunan Allah'ın beyanı demek olsaydı, bunun Allah'ın meşieti kaydı ile birlikte söz konusu edilmesi doğru olmazdı. Nitekim Yüce Allah'ın şu buyrukları da böyledir: "Eğer Habbi-mın nimeti olmasaydı ben de (cehennemde) hazır edilen/erden olurdum." (es-Saffat, 37/57); "Allah dilediğini saptırır, dilediğini de dosdoğru yol üzerinde tutar."
(el-En'âm, 6/39)
"Hepsi de O'nun lütfü ve adaleti arasında meşîeti çerçevesinde gider, gelirler."
Onların hali Yüce Allah'ın şu buyruğunda dile getirdiği gibidir: "Sizi yaratan O'dur Artık kiminiz kâfir oluyor, kiminiz de mü'min oluyor" (et-Teğabun, 64/2) Yüce Allah kimi imana iletir ve hidayet verirse bu, O'nun lutfuyladır. Bundan dolayı hamd yalnız O'nadır. Kimi de saptırırsa bu da O'nun adaleti iledir. Hamd yalnız O'nundur. Yüce Allah'ın izniyle bu hususa dair daha başka açıklamalar da gelecektir. Çünkü imam Tahâvî -Aiiah ona rahmet etsin- kader'e dair açıklamalarını tek bir yerde, bir arada zikretmeyerek değişik yerlerde söz konusu etmiştir. Ben de bu konuyu onun tertibine uygun olarak ele aldım.
"O zıtları bulunmaktan ve denkleri bulunmaktan pek yücedir."
Zıt ondan farklı ve muhalif demektir. Denk (en-nidd) ise onun benzeri demektir.
Yüce Allah'a karşı çıkacak kimse olamaz. Aksine O'nun dilediği herşey olur, dilemediği hiçbir şey olmaz. O'nun hiçbir benzeri de yoktur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: 'Kimse de O'nun dengi değildir.' (ei-ihlâs, 112/4)
Tahâvî -Allah ona rahmet etsin- Yüce Allah'ın zıddının ve denginin bulunmadığını söylemekle, Mutezile'nin kul kendi fiilini yaratır şeklindeki iddialarının reddedildiğine işaret etmektedir.
"O'nun kazasını reddedecek yoktur. Kimse O'nun hükmüne karşı çıkamaz, kimse O'nun emrine karşı koyamaz."
Hiçbir şey Allah'ın kazasını gen çevıremez, O'na karşı çıkamaz; yani hiçbir kimse O'nun hükmünü erteieyemez, Kimse O'nun emrine karşı koyamaz. Aksine bir ve tek ve Kahhâr olan o Yüce Allah'tır.
"Bütün bunlara iman ettik ve bütün bunların O'ndan geldiklerine kesin olarak inandık."
İman iie ilgili açıklamalar Yüce Allah'ın izniyle biraz scara gelecektir. İkan (kesin inanış) ise suyun havuzda karar kılması anlamında istikrar bulmak, yerleşmek demektir.
Meydana gelen herbır olayın Allah'tan geldiğine inanıyoruz. Yani O'nun Kaderi, kazası, iradesi, meşiet ve (ekvini ile olur herşey. Buna dair açıklamalar da Yüce Allah'ın izni ile yerinde gelecektir.
"Ve muhakkak Muhammed O'nun seçilmiş kuludur. Seçkin peygamberidir, kendisinden razı olunmuş Rasûlüdür."
Seçiliş, seçmek ve razı oluş (istifa, ictibâ ve irtizâ)
Şunu bil ki mahluk'un kemali, Yüce Allah'a ubudiyeti (kulluğu) en ileri derecedeki ortaya koyusuna bağlıdır. Kul ubudiyetini ne kadar ileri derecede gerçekleştirirse kemali o kadar artar, derecesi o kadar yükselir. Herhangi bir şekilde kulun ubudiyetin sınırları dışına çıkabileceğini ve ubudiyetin sınırlarının dışına çıkmanın daha kamil olduğunu vehmedenler hiç şüphesiz insanların en bilgisizleri ve en sapıklarıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rahman evlat edindi, dediler. O bundan münezzehtir. Bilakis onlar mükerrem kullardır." (el-Enbi-ya. 21/26) Ve buna benzer daha pek çok âyet-i kerîme.
Yüce Allah makamların en şereflisinde peygamberinden 'abd: kul' diye söz etmektedir, isra ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: "Kulunu geceleyin... götüren (Allah) münezzehtir.' fei-isrâ, 17/1); "Şu da bir gerçek ki Allah'ın kulu O'na ibadet etmek için kalktığı zaman..." (ei-cin, 72/19), "Kuluna vahyettiğini vahyetti."
ten-Necm, 53/10); "Eğer kulumuza kısım kısım indirdiğimizden şüphe içinde îse-nız..." (ei-Bakara, 2/23) O, bunun/a dünyada da, ahirelte de insanların önüne geçin/meye hak kazanmıştır.
Bundan dolayı Mesih -Ateymsseiam- Kıyamet gününde sair peygamberlerden sonra kendilerine şefaat etmesi için talepte bulunulacağında şöyle diyecektir: " Günahının geçmişi de, geleceği de kendisine bağışlanmış bir kul olan Muhammed'e gidiniz.1'
1 Bubârî4476, 6565, 7410, 7516; Müslim 193. 322.
Böylelikle kâmil manasıyla Yüce Allah'a kulluk etmek suretiyle bu mertebeye ulaşmış olmaktadır.
"Ve muhakkak Muhammed" ifadesi önceden geçmiş bulunan "şüphesiz ki Allah bir ve tektir, O'nun ortağı yoktur" ifadesine atfedilmiştir. Yani bunlar da onun baştaki: "Allah'ı tevhid hususunda deriz ki...11 sözlerinin bir devamıdır.
Peygamberlerin Nübüvvetlerinin Delilleri
Kelam ve aklî ilimlerle uğraşanlarca izlenmesi adet olmuş yol, peygamberlerin peygamberliğini mucizelerle ispatlamaktır. Ancak onların pek çoğu peygamberlerin peygamberliğini yalnızca mucizeler yoluyla bilmektedir. Onlar bunu birbiriyle çelişen çeşitli yollarla ortaya koymaya çalışmışlar, Onların birçoğu peygamberlerin dışındaki kimselerin olağan üstü olaylar gösterebileceğini de kabul etmezler. Öyle ki bunlar velilerin kerametlerini, büyüyü ve buna benze-hususları inkar etmişlerdir.
Mucizelerin sağlıklı bir delil olduklarında şüphe yoktur. Ancak delil sadece mucizelere münhasır değildir. Çünkü peygamberlik iddiasında ya doğru sözlülerin en doğrusu yahut yalancıların en yalancısı bulunur. Cahillerin cahili olmadıkça da bu iki şahsiyeti birbirine karıştırmaya imkan yoktur. Hatta onların halleri ve durumları gerçek mahiyetlerini ortaya koyar ve bununla gerçek durumları anlaşılır. Peygamberlik iddiası dışında bile doğruyu yalancıdan ayırd etmenin bir çok yolu olduğuna göre. ya peygamberlik iddiasında bu söz konusu olmaz mı? Hassan -Ra-ın şu beyıtı ne kadar da yerindedir:
"Eğer onda herşeyi açıkça ortaya koyan belgeler bulunmamış olsaydı bile, Onun apaçık durumu sana işin gerçeğini anlatmaya yine yeterdi."
Yalancılar arasında peygamberlik iddiasında bulunmuş herkesin mutlaka cahilliği, yalancılığı, hayasızlığı, şeytanların onu etkileri altına almış oldukları, asgari seviyede ayırdetme gücü bulunan herkes tarafından mutlaka açıkça görülür ve anlaşılır. Şüphesiz ki rasûl insanlara bir takım hususları haber verir bildirir, bir takım hususları emreder. Doğruluğunu açıkça ortaya koyacak bir takım işler yapması da kaçınılmazdır.
Yalancının da vermiş olduğu emirlerde, haberlerde ve yaptığı işlerde pek
çok yönden yalan söylediği mutlaka ortaya çıkar. Hatta aynı iddiada bulunan her iki kişiden mutlaka birisi doğru, diğeri yalancı ise; şüphesiz doğru söyleyenin doğruluğunun, yalan söyleyenin de yalancılığının -bir süre sonra olsa dahi-mutlaka ortaya çıkması kaçınılmaz bir şeydir. Çünkü doğruluk, iyilikten ayrılmaz. Yalancılık ta kötülükten ayrılmaz.
Nitekim Buhar! ve Müslim'in Sahihlerinde Peygamber -Sav-ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Doğruya sımsıkı sarılınız, çünkü doğruluk iyiliğe iletir. Şüphesiz ki iyilik te cennete ulaştırır. Kişi doğru söylemeye devam ettikçe doğruluğun yollarını araştırıp, durdukça sonunda Allah nezdinde çok doğru sözlü (sıddîk) olarak yazılır. Yalandan da sakınınız, çünkü yalan günaha götürür. Günah ise cehenneme ulaştırır. Kişi yalan söyleyip, yalanı araştırmaya devanı edip durdukça sonunda Allah nezdinde de yalancı (kezzâb) diye yazılır."1
1 Buhar! 6094, (biraz daha kısa); Müslim 2607, Ebû Dâvûd 4979' Tırmizl 1971; Müsned l, 384. 393...
İşte bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Size şeytanların ki-
min üzerine indiğini haber vereyim mi? Her yalancı günahkar üzerine iner/er. Ontar (şeytanın yalanlarına) kulak verirler ve onların çoğu yalan söylerler. Şairlere de azgınları uyar Görmedin mi onlar her vadide şaşkın dolaşırlar ve gerçekten onlar yapmadıkları şeyi söylerler.' (eş-Şuarâ, 26/221-226)
Kâhin vb.leri her ne kadar bazen gaybî bir takım şeyleri haber veriyor gibi görünüyor ve bu haberleri doğru çıkıyor görünse dahi, onların yalanlan ve dolanları haber verdikleri şeyin bir melekten öğrenilmemiş olduğunu ve onların peygamber olmadıklarını açıkça ortaya koymaktadır. Bundan dolayı Peygamber -sav-, ibn Sayyad'a: "Ben sana bir şey sakladım" deyince, O: (Sakladığın) ed-duh'dur demiş. Peygamber -Sallaliahu aleyhi veseilem- de: "Yıkıl karşımdan! Sen hiçbir zaman gerçek değerinin üstüne çıkamayacaksın diye buyurmuştur.'1
Buhârî 1354, 3055, 6173, 6618, Müslim 2930,
Peygamber -Saiiatiahu aleyhi veseilem- bu sözleriyle, sen ancak bir kâhinsin
demek istemişti. Yine bu şahıs, Peygamber -Sallallahualeyhi veseiiem-e: "Bana doğru sözlü birisi ile diğeri yalancı birisi gelir"2 Buharı 6273; Müslim 2930 demişti. Yine; "ben su üstünde bir arş görüyorum", demişti.3 Müslim 2925.
Onun bu gördüğü arş şeytanın tahtı idi.
Ayrıca Yüce Allah şairlere, azgınların (el-ğâvûn) uyduklarını açıklamıştır. Gâvî (azgın) ise hevâ ve arzusunun peşine takılan kimse demektir, isterse sonunda bu kendisi için zararlı olsun.
Rasûlü, onun doğruluğunu, vefakârlığını, sözlerinin ameline uygunluğunu bilen bir kimse; kesin olarak onun şair ya da kâhin olmadığını da bilir.
insanlar çeşitli delillerle doğru olanı yalancıdan ayırt edebilirler Hatta bir takım sanat ve kanaatler ile ilgili iddialarda bulunanlar için dahi bu böyledir. Bir kimse çiftçilik, dokumacılık ve yazı yazmayı bilmek; yahut ta nahiv, tıp, fıkıh ve buna benzer ilimleri bilmek iddiasında bulunsa bile (bilip bilmediği) kolaylıkla anlaşılır.
Nübüvvet mutlaka rasûlün sahip olması gereken bir takım ilim ve amelleri ihtiva eder. İlimlerin de, amellerin de en şereflisi odur. O halde bu hususta doğru söyleyen ile yalan söyleyen birbirine nasıl karıştırılabilir? Şüphesiz ki muhakkak ilim adamları bir, iki ve üç kişinin verdiği haber ile birlikte bazen zaruri (kesin) bilgiyi hasıl edecek karineler bulunabileceğini kabul etmişlerdir. Mesela bir kimsenin bir başkasının hoşnutluğunu, sevgisini, nefretini, sevincini, kederini ve buna benzer nefsî bir takım hallerini yüzündeki ifadelerden bilmesi buna örnektir. Bunları ifadeye dökmek mümkün olmayabilir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer dilersek onları elbette sana gösteririz. Sen de onları muhakkak yüzlerinden tanırdın." (Muhammed, 47/30, Daha sonra da: "Yine de sen onları -andolsun- söyleyişlerinden de bitirsin" ti\ye buyurmaktadır. Şöyle denilmiştir: Bir kimse içinden bir şey gizledi mi mutlaka Yüce Allah onu yüzüne ve dilinden kaçırdığı sözler ile dışarıya yansıtır.
Karinelerle, Haber Verenin Doğruluğunun Bilinmesi
Haber veren kimsenin doğru ya da yalan söylediği beraberinde bulunan karinelerle binebildiğine göre bir kimsenin kendisinin Allah'ın rasûlü olduğu iddiası nasıl bilinemez? Böyle birisinin doğru mu söylediği, yalan mı söylediği nasıl anlaşılamaz? Bu hususta çeşitli delillerle doğru söyleyen yalancıdan nasıl ayırt edilemez?
Bundan dolayı Hatice Raüiyallahu ante'nın, Peygamber -satiaıiahtj aleyhi
veseiiemin vahiy kendisine geldiğinde söylediği şu sözlerinde tamamen doğru olduğunu biliyordu: "Ben, bana bir kötülük olacağından korktum. O: Asla, Allah'a yemin ederim ebediyyen Allah seni rüsvay etmez. Çünkü şüphesiz ki sen akrabalık bağlarını gözetir, doğru konuşur, bitkin kimseyi bineğin üzerinde taşır, misafire ikram eder, yoksula kazandırır, hak'kın musibetlerine karşı (başkalarına) yardımcı olursun, demişti."
1Buharı 3. 4953, 6982; Müslim 160: Müsned, VI. 153. 232
O kasti olarak yalan söylemekten korkmamıştı. O kendisinin yalan söyle-
mediğini biliyordu. Onun korkusu kendisine kötü bir şeyin arız olacağından dolayı idi. İşte bu ikinci konumu da reddedecek şeyleri Hatice Radıyaiiahu anha söz konusu etti. Bu ise onun tabiatında bulunan üstün ahlaki değerler ve güzel karakterleri idi. Yüce Allah'ın övülmeye değer ahlakî özellikleri fıtratında yerleştirdiği, yerilen ve kötü huylardan tenzih ettiği bir kimseyi asla mahcup etmeyeceğ1 de Yüce Allah'ın bilinen bir sünnetidir.
Nitekim Necaşî de, Muhammed -Saitaitahu aleyhi vesetiemin haber verdiği hususlara dair huzurunda bulunanlardan soru sorup da onlardan Kur'ân okumalarını isteyip, kendisine Kur'ân okumaları üzerine şunları söylemişti: "Şüphesiz ki bu ve Musa'nın getirdikleri elbetteki aynı aydınlığın kaynağından gelmektedir."2
Müsned. I. 201-203, V, 290-292
Peygamber -saiiaiiahu aleyhi veseiiem- Varaka b. Nevfel'e gördüklerini haber verdiğinde de böyle olmuştur. Varaka, hristiyanlığa girmişti, incil'i de Arapça olarak yazardı. Hatice -Rad/yaiiahu anh- ona dedi ki: "Amcacığım, kardeşinin oğlunun söylediklerini bir dinle. Peygamber -Saiiaiiahu aleyhi veseiiem- gördüklerini ona bildirince şunları söylemişti; işte bu Musa'ya vaktiyle gelen Namûs'un (Cebrail'in) kendisidir."3
Buhârî3, 4953, 6982; Müslim 160; Müsneü, VI, 153, 232.
Bizans Kralı Hirakl (Heraklieus) da aynı durumdadır. Peygamber -sav- kendisini İslama davet etmek üzere bir mektup yazdığında, o da o vakit oralarda bulunan Arapların getirilmesini istemişti. Ebu Sufyan da Kureyş'e mensup bir grup ile birlikte, bir ticaret kervanı ile Şam'a gelmişti. Hirakl onlara Peygamber –sav durumu ile ilgili sorular sordu. Ebu Sufyan'a sorarken, diğerlerine de yalan söyleyecek olursa onu yalanlamalarını emretti. Böylelikle onlar susmak suretiyle Ebu Sufyan'ın vermiş olduğu haberlere muvafakat ettiklerini göstermiş oldular.
Onlara sordu: Ataları arasında hükümdar var mıydı? Hayır, dediler.
Peki bundan önce bu sözü söyleyen bir kimse olmuş muydu? Diye sordu. Y,ne- Hayır dediler.
Onlara: Aranızda soylu birisi midir'' Diye sordu. Onlar, evet dediler.
Onlara: Bu sözlerini söylemeden önce onu yalancılıkla itham ediyor muydunuz? Diye sordu. Onlar: Hayır, hiç yalanını tesbit etmedik, dediler.
Onlara: insanların zayıf ve güçsüzleri mi yoksa ileri gelenleri mı ona uydu? Diye sordu. Ona zayıf kimselerin uyduğunu söylediler,
Onlara: Peki ona uyanlar artıyor mu, eksiliyor mu? Diye sorunca, arttıklarını söylediler.
Dinine girdikten sonra beğenmediğinden ötürü dininden çıkan bir kimse oluyor mu? Diye sordu. Hayır, dediler.
Onunla hiç savaştınız mı? Diye sorunca da. evet dediler.
Aralarındaki savaşın durumunu da sorduğunda şöyle dediler: Bazen biz yeniliyoruz, bazen biz ona galip gelebilıyoruz
Onlara: Hiç antlaşmasını bozuyor mu? Diye sordu. Bozmadığını söylediler.
Size neyi emrediyor? Diye sorunca da şöyle dediler: Bir ve tek olarak Allah'a ibadet etmemizi, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamamızı emretmekte, atalarımızın taptıklarından uzak durmamızı söylemekte, bize namazı, doğruluğu, iffetli olmayı, akrabalık bağlarını gözetlemeyi buyurmaktadır.
işte bunlar toplam olarak on sorudan fazladır. Daha sonra onlara sorduğu bu sorulardakı delilleri açıklayarak şunları söyledi:
Ben size; Ataları arasında bir hükümdar olup olmadığını sordum. Bana: Hayır, dediniz. Ataları arasında hükümdar bulunsaydı, ben atasının hükümdarlığının peşine düşmüş, diyecektim.
Onun bu sözlerini ondan önce aranızda başka bir kimse söyledi mi? Diye sordum size, Siz: Hayır, dediniz. Derim ki: Eğer bunu ondan başka birisi daha önceden söylemiş olsaydı, bu da kendisinden önce söylenmiş sözü tekrarlayan bir adamdır, diyecektim.
Size: Bu sözlerini söylemeden önce onu yalancılıkla itham ediyor muydunuz? Diye sordum. Siz: Hayır, dediniz. Derim ki1 İnsanlara karşı yalan söyleme-yen bir kimse kalkıp ta Allah'a karşı yalan söylemez.
Size: İnsanların güçsüzleri mi ona uyuyorlar, yoksa ileri gelenleri mi? Diye sordum. Sız: Güçsüzleri, dediniz, işte -işin başında- peygamberlere uyanlar onlar ölür
Sonra şöyle dedi: Size. Ona uyanlar artıyor mu, eksiliyor mu? Diye sordum. Siz. Hayır, artıyorlar dediniz. Tamamlanıncaya kadar imanın durumu budur.
Size: Dinine girdikten sonra beğenmeyerek dininden aralarından dönen oluyor mu? Diye sordum. Siz: Hayır, dediniz, şte iman böyledir. Onun huzuru kalplere karıştı mı kimse artık ondan nefret etmez.
işte bu, doğruluğun ve hakkın alâmetlerinin en büyüklerindendir. Yalan ve batıl'ın işin sonunda ortaya çıkması kaçınılmaz bir şeydir. O vakit, o işin arkasından gidenler dönerler ve baştan beri ona girmeyenler de ondan uzak kalırlar. Yalan ancak kısa bir süre revaç bulur, sonra ortadan kalkar.
Yine ben size: Sizinle, onun arasında savaşın durumu nedir? Diye sordum. Siz: Değişken olduğunu söylediniz. İşte peygamberler böylece sınanırlar ve sonunda akıbet onların olur.
(Devamla) dedi ki: Size antlaşmalarında durmamazhk ediyor mu? Diye sordum. Siz: Hayır, dediniz, işte peygamberler hep böyledir. Onlar antlaşmalarını bozmazlar.1
Buhârî7, 51.2681,2804. 2941. 2978.3174. 4553, 5980,6260, 7196, 754 l, Musned, l, 262. 273
Hirakl, peygamberlerin adetlerini, Allah'ın onlar hakkındaki sünnetlerin" kimi zaman Allah'ın onları zafere kavuşturup kimi zaman onları sınadığını, onların sözlerinde durmamazlık etmediklerini bildiğinden bu alametlerin rasûllerin alametleri olduğunu da bilmişti. Yüce Allah'ın peygamberler ve mü'minler hakkındaki sünnetinin bollukla ve darlıkla onları sınamak olduğunu da bilmişti. Böylelikle şükür ve sabır derecelerine ulaşmaları sağlanmaktadır.
Nitekim, Peygamber -Saiiaiiahu aleyhi vese/fem-den gelen sahih hadiste şöyle buyurulmuştur: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki Allah mü'min hakkında bir kaza takdir buyurdu mu mutlaka o, o mü'min için hayırlıdır ve bu ancak mü'min için böyledir. Ona bir bolluk isabet ederse şükreder, bu onun için bir hayır olur. Yine ona bir darlık ve sıkıntı isabet ederse sabreder, bu da onun için bir hayır olur."2muslum 2999
Yüce Allah, Uhud gününde düşmanlarına zafer verişindeki hikmeti Kur'ân-ı Kerîm'de beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "Gevşemeyin ve üzülmeyin. Siz eğer mü'minler iseniz muhakkak üstünsünüz." (Al-i İrnran, 3/139) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Elif, Lam, Mim. insanlar iman ettik demeleri ile btrakılıveri/eceklerini ve imtihan edilmeyeceklerini mi sandılar?" (ei-Ankebu!, 29/1-2) ve buna benzer Yüce Allah'ın yarattıklarındaki sünnetine ve akılları hayrete düşüren hikmetine delil teşkil edebilecek pek çok âyet ve hadis daha vardır.
(Herakliyus) devamla dedi ki: Ve ben size onun neleri emrettiğini sordum. Bana: Allah'a ibadet etmenizi, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamanızı emrettiğini, size namaz kılmanızı, zekat vermenizi, doğruluğu, iffetli olmayı, akrabalık bağlarını gözetmeyi emrettiğini ve size atalarınızın tapındıklarını yasakladığını söylediniz, işte bunlar bir peygamberin vasıflarıdır.
Ben bir peygamberin gönderileceğini biliyordum, fakat bu peygamberin aranızdan çıkacağını zannetmiyordum. Onun yanında olmayı, ona ulaşabilmeyi candan arzulardım. Eğer bir hükümdar olmasaydım, şüphesiz yanına giderdim ve eğer onun söyledikleri gerçek ise pek yakında şu ayaklarımın bastığı yerlere sahip olacaktır.
Bu sözlere muhatap Ebu Sufyan b. Harb idi. O zamanlar o Peygamber -Saüaiiahu aleyhi veseiiem-e insanlar arasında en ileri derecede düşmanlık ve kin
besleyen kâfir bir kimse idi.
Ebu Sufyan b. Harb dedi ki: Yanından çıkarken arkadaşlarıma şunları söyledim: Bu Ebu Kebşe'nin oğlunun işi artık gerçekten ilerlemiş bulunuyor. Gerçek şu ki Sarıoğullarının hükümdarı artık onu ta'zim ediyor. Ben o andan itibaren Peygamber -saiiaiiatıu aleyhi veseiiem-ir\ işinin ortaya çıkıp, üstünlük sağlayacağına inanıp durdum ve nihayet Allah, islam'ı benim hoşuma gitmiyorken bulunduğum yere kadar soktu.1
Bilinmesi gereken hususlardan birisi de şudur: Kalpte bir takım hususların toplamı ile bazı haller ortaya çıkabilir ve bunların bir bölümü ile bu hususlar birbirinden ayırt edilemez. Hatta kimi zaman insan tokluk, suya kanmışlık, şükür, sevinç ve gam gibi halleri bir takım hususların bir arada bulunması sonucu bir anda elde edebilir, diğer taraftan bunların bir bölümüne de sahip olmayabilir. Ancak onların bir bölümü bu işin bir kısmını da gerçekleştirebilir.
işte bir haber ile ilim sahibi olmak ta böyledir. Haber-i vâhid, kalpte bir tür zan hasıl eder. Arkasından bir başka haber daha gelir ve nihayet bu ilim ifade edecek noktaya kadar ulaşır, sonunda artar ve güçlenir. İşte doğruluğa ve yalana dair delillerle benzerleri de bu şekildedir.
Yine Yüce Allah peygamberlerine ve mü'minlere lütuf ve ihsanlarına delâlet edecek, diğer taraftan onları yalanlayanlara verdiği cezayı gösterecek bir takım eserleri dünyada bırakmış bulunmaktadır. Tufan'a dair mütevatir haberler ile Fir'avun'un ve askerlerinin suda boğulmasına dair haberler gibi. Şanı Yüce Allah eş-Şuarâ suresinde Musa, İbrahim, Nuh ve onlardan sonra gelen peygamberlerin kıssalarını tek tek söz konusu ettikten sonra herbir kıssanın sonunda şunları söylemektedir: "Şüphesiz ki bunda bir âyet (delil) vardır. Fakat çoğu iman etmediler Şüphe yok ki Rabbin Aziz'dir, Rahim 'dir." (eş-Şuarâ, 26/67-68)
Özetle; yeryüzünde ben Allah'ın rasûlüyüm, diyen bunlara bir takım kimselerin tabi olduğuna, bir takım kimselerin muhalefet ettiğine, Allah'ın rasûllere ve mü'minlere yardım ettiğine, güzel akıbeti onlara tahsis edip düşmanlarını cezalandırdığına dair bilgi mütevatir bilgilerin en üstünü, en açığıdır.
Bu hususlara dair haberlerin nakledilmesi, geçmiş Iran hükümdarları. Hi-pokrat. Calinos, Batlamyus, Sokrat, Eflatun, Aristo ve onlara tabı olmuş tıp ve felsefe bilginlerine dair nakledilegelmiş haberlerden daha açık: daha kat'î ve güçlü delillere dayalıdır.
Bugün bizler peygamberlerin, onlara dost ve düşman olanların durumları ile ilgili bilgileri, tevatür yolu ile bildiğimize göre kesin olarak onların da doğru söyleyen ve hak üzere kimseler olduklarını da pek çok yönden bilebilmekteyiz.
1- Onlar ümmetlere kendilerinin muzaffer olacaklarını, diğerlerinin ise ilahi yardımdan mahrum kalıp, güzel akıbetin de kendilerinin olacağını haber vermişlerdir.
2- Gerçekleşen şekil bilindiği takdirde Yüce Allah'ın onlara nasıl yardım ettiği ve düşmanlarını da nasıl helak ettiği açıkça anlaşılır. Firavun'un suda boğulması, Nuh kavminin suda boğulması ve diğer halleri bilindiği takdirde; peygamberlerin de doğru söyledikleri anlaşılır.
3- Peygamberlerin getirdikleri şeriatleri ve bu şeriatlerinin teferruatını bilen bir kimse, onların insanların en bilgilileri olduklarını açıkça anlar. Cahil ve yalancı birisinin böyle bir şeyi ortaya koyamayacağını, onların getirdikleri şeriatın rahmet, maslahat, hidayet ve hayrı ihtiva ettiğini, bunların insanlara kendilerine faydalı olacak şeyleri gösterip, zararlı olacak şeylerden de onları alıkoymak istediklerini anlar. Bütün bunlar ise ancak insanlara en ileri derecede hayır ve faydalıyı gerçekleştirmeyi gözeten, son derece merhametli ve iyi bir kimseden sadır olduğunu açıkça ortaya koyar.
Hiç şüphesiz Muhammed -Satiaitahu aleyhi vese/tem-in peygamberliğine delil teşkil eden mucizeleri ve bunları etraflı bir şekilde açıklamanın yeri burası değildir. Beyhakî ve buna benzerleri bu hususta özel ve bağımsız eserler yazmışlardır.
Muhammed -sav İn Risaletini İnkâr Etmek, Yüce Allah'a Dil Uzatmak Demektir
Hatta onun rısaleîını inkar etmek, yüce ve mübarek olan Allah'a dil uzatmaktır. Onu zulme ve mantıksızlığa nısbet etmektir. -Yüce Allah bundan pek yüce ve münezzehtir.- Hatta tamamıyla Allah'ı red ve inkâr etmektir.
Bunu şöylece açıklayabiliriz: Muhammed -sav- peygamberliğini inkar edenlere göre, doğru sözlü bir peygamber değil de zalim bir hükümdar olup Yüce Allah'a iftira etmiş, O'na karşı yalanlar uydurmuş, arkasından helal ve haram koyacak noktaya kadar işi götürmüş, farzlar koymuş, şer'î hükümler belirlemiş, önceki dinleri neshedip, boyunlar vurmuş, hak ehli oldukları halde peygamberlere tabi olanları öldürmüş, onların kadınlarını esir almış, mallarını, ülkelerini ganimet almış ve yeryüzünü fethini tamamlayıncaya kadar bunları sürdürmüş.
Bütün bunları da Yüce Allah'ın kendisine verdiği emirlere nisbet edip Rab-bi'nin kendisini sevdiğini ileri sürmüş olmakla birlikte; Yüce Rab onun hak ehline bütün bunları yaptığını; yirmiüç yıl boyunca bu iftiralarını sürdürmeye devam ettiğini gördüğü halde, onu destekler, ona yardım etti, şanını yüceltip durdu. Buna karşılık beşerin alışageldiğinin çok ötesinde harikulade şekillerle ona zaferin se-beblerinı ve imkanlarını hazırlardı. Bundan daha ileri derecede olmak üzere dualarını kabul etti. Düşmanlarını helak edip, şanını da yücelti... Evet bütün bunlar olurken onu yalanlayanlara göre o, son derece yalancı, iftiracı ve zalim bir kimse olarak görülüyorsa, hiç şüphesiz Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim hiçbir kimse olmayacağına göre; bu peygamber onlara göre sair peygamberlerin şeriatini iptal ettiğine, değiştirdiğine, Allah'ın dostlarını öldürdüğüne ve her zaman da onlara karşı zafer kazanmaya devam ettiğine göre; Yüce Allah da onun bu halini onayladığına, onu azaba çarptırmayıp, onun şah damarını koparmadığı-na göre... onun peygamberliğine itiraz edenlerin de: Kainatın hiçbir yaratıcısı, idare edicisi yoktur, demeleri gerekir. Eğer kainatın herşeye muktedir, hikmeti sonsuz bir idare edicisi olsaydı, elbetteki böyle birisini yaptıklarından alıkoymalı ve ona en ağır bir şekilde karşılık vermeliydi, onu salih olan insanların intikamını alacak şekilde ibretli bir cezaya çarptırmalıydı. Çünkü hükümdarlara bundan başkası yakışmadığına göre hükümdarların da üstünde mutlak egemen ve hakimler hakimi olanın başka türlü yapması nasıl düşünülebilir?
Şüphesiz Yüce Allah onun adını yüceltmiş, davetini muzaffer kılmıştır. Her yerde ve herkesin gözü önünde peygamberliğinin doğruluğuna şahitlik edilmiştir. Bizler bir çok yalancının ortaya çıktığını, bir güç ve kuvvet sahibi olduğunu inkar etmiyoruz, ancak böylelennin işleri kemal noktasına erişmemiş, bunların varlıkları uzun süre devam etmemiştir. Aksine Yüce Allah rasûllerini ve onlara tabı olanları böylelerine musallat kılmış, onların köklerini koparmış, onları imha etmişlerdir. Önceden beri görülegelen Allah'ın sünneti budur. Hatta kâfirler dahi bunu bilirler.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yoksa onlar. 'O btr şairdir, biz onun zamanın ızdırap veren musibetine uğramasını bekliyoruz' mu diyorlar? De ki: 'Bekleye durun, şüphesiz Ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim."(et-Tur, 52/30-31) Yüce Allah'ın kemalinin, hikmetinin ve kudretinin kendisine karşı yapılan bir takım iftiraları olduğu gibi kabul edeceğini reddettiğine dikkat etmemiz gerekir. Hatta böylelerini Yüce Allah'ın kullarına ibret kılması da kaçınılmaz bir şeydir. Kendisine karşı iftiralarda bulunanlara uygulayageldiği sünneti böylece cereyan etmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yoksa onlar 'Allah'a yalan iftira etti'mi diyorlar? Al/ah dilerse senin kalbini mühürler." (eş-Şura, 12/24)
Burada şartın cevabı sona ermektedir. Daha sonra Yüce Allah onunla alakası bulunmayan kati olarak şöyle bir haber vermekte ve bununla batılı imha edip hakkı da gerçekleştirdiğini buyurmaktadır. Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: 'Allah'ı şanına yakışacak bir şekilde takdir edemediler. Çünkü: 'Allah hiçbir insana bir şey indirmedi' dediler." (ei-En'âm. 6/91) Bununla Yüce Allah'ın rasûl gönderilmediğini, konuşmadığını ileri süren nefyeden kimselerin Allah'ı hakkı ile takdir etmemiş olduklarını haber vermektedir.
Nebî ile Rasûl Arasındaki Fark
ilim adamları nebî ile rasûl arasında bir takım farkların varlığından söz etmişlerdir. Bu husustaki açıklamaların en güzeli şudur: Yüce Allah sema'dan kendisine haber verdiği kimseye, eğer başkasına tebliğ'de bulunmasını emretmişse o kişi hem nebî, hem rasûl'dür. Şayet ona başkasına tebliğ etmesini emretmemiş ise o kimse nebî'dir, rasûl değildir. Buna göre rasûl, nebî'den daha özeldir. Her bir rasûl, bir nebî'dir. Fakat her bir nebî, rasûl değildir. Ancak risalet mahiyeti itibariyle daha genel kapsamlıdır. Nübüvvet, risaletin bir parçasıdır. Zira risaleî, nübüvveti de diğer hususları da kapsamına alır. Ancak rasûl'lerin kapsamına nebiler ve diğerleri girmez. Hatta durum tam aksinedir. Buna göre risalet özü ve mahiyeti itibariyle daha geneldir, ona mazhar olan kimseler açısından ise daha özeldir.
Rasûller göndermek Yüce Allah'ın insanlara en büyük nimetlerindendir. Özellikle Muhammed -Satiaiiahu aleyhi veseitemA göndermesi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki Allah mü'minlere içlerinde kendilerinden
âyetlerini okuyan, onları tertemiz eden, onlara Kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar gerçekten apaçık bir sapıklık içinde idi/er. " (âı-i imran. 3/164); "Biz seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik. " (el-Enbıya, 21/107;
"O, peygamberlerin sonuncusudur."
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Fakat o Allah'ın rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur, " (ei-Ahzab, 33/40) Peygamber -Sailallahu aleyhi veseilem- de şöyle buyurmaktadır: "Benim ve diğer peygamberlerin misali güzel bir şekilde inşa edilmiş ve sadece bir tek kerpiç yen boş bırakılmış bir köşke benzer. Onu seyredenler o köşkü dolaşır, güzel yapılmış olmasına hayret ederler. Ancak o kerpiç'in boş bırakılan yeri dışında hiçbir tarafını da ayıplamazlar, işte o boş kerpiç'in yerini dolduran ben oldum. Benimle bu bina sonuçlanıp, tamamlandı ve benimle bütün resuller mühürlendi." Bu hadisi Buharî ve Müslim rivayet etmiştir.1
Buharî 3535; Müslim 2286.
Yine şöyle buyurmuştur: "Benim isimlerim vardır. Ben Muhammed'im, ben Ahmed'im, ben Mahî (mahvedici)yim Allah benimle küfrü mahveder. Ben Ha-şir'im, insanlar benim ayaklarımın izi üzere hasredilirler. Ben Âkib'im, Âkib ise kendisinden sonra peygamber gelmeyendir."2
Buharı 3532, 489G; Müslim 2354
Müslim'in Sahih'inde de Sevbân'dan şu rivayet kaydedilmektedir: Rasû-lullah -Sailallahu aleyhi vesei/em- buyurdu ki: 'Gerçek şu ki; benim ümmetimden otuz tane yalancı çıkacak. Onların her birisi bir peygamber olduğunu iddia edecektir. Ben ise peygamberlerin sonuncusuyum, benden sonra peygamber yoktur.'3
Müslim 2889 (yakın ifadelerle); Ebû Davûü 4252; Müsned. V. 278
Müslim'deki bir rivayete göre de Rasûlullah -sav- şöyle buyurmuştur: "Altı hususiyet ile sair peygamberlere üstün kılındım. Bana Cevâ-miu'l-Kelim (özlü sözler) verildi. (Düşmanımın kalbine) salınan korku ile bana yardım olundu, ganimetler bana helal kılındı. Yeryüzü benim için hem (teyemmüm ile} temizlenme aracı, hem de mescit kılındı ve ben bütün insanlara peygamber olarak gönderildim ve bütün peygamberlerin sonuncusu da benim.'4Müslim 523
"Müttakîlerin önderidir."
Önder (imam) kendisine uyulan kimse demektir. Peygamber -Sallallahu
aleyhi vesellem- ancak kendisine uyulsun diye gönderilmiştir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin." (Aı-i imran, 3/31) Şüphesiz ki ona tabi olan ve ona uyan herkes, takva sahibi kimselerdendir.
"Rasûllerirı efendisidir."
Peygamber -Sallaltahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününde Âdem oğullarının efendisi benim. Kabri, üzerinden yarılacak ilk kişi benim. İlk şefaatçi ve şefaati kabul olunacak ilk kişi de ben olacağım."1
Müslim 2278; Ebû Dâvûd 4673; Müsned, II, 540.
Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. Şefaat hadisinin baş taraflarında da: "Ben kıyamet gününde insanların efendisiyim"2 Buharı 3340, 4712; Müslim 194; Tirmizî 2436 diye buyurmaktadır.
Müslim ve Tirmizîde Vasile b. el-Eska -Raüıyaiiahuanh-\ﷺ\ şöyle dediğini rivayet ederler: Rasûlullah -Saiiatiahu aleyhi vesellem- buyurdu ki: Şüphesiz ki Allah, Js-mailoğulları arasından Kinane (oğullarını) seçti. Kinane arasından da Kureyş'i seçti. Kureyş'ten, Haşimoğullarını seçti. Haşimoğuliarından da beni seçti."3Müslim 2276
Peygamberler Arasındaki Fazilet Farkı
Denilse ki: Bu açıklamaya göre Peygamber -Sailallahu aleyhi vesetiemAn şu hadisinin açıklanması zordur: "Benim Musa'dan daha faziletli olduğumu söylemeyiniz. Çünkü kıyamet gününde insanlar baygın düşecekler, kendisine gelip ayılacak ilk kişi ben olacağım. Musa'nın Arş'ın bacağını yakalamış olduğunu göreceğim. Bilemiyorum, acaba benden önce mi ayılmış olacak, yoksa Yüce Allah'ın (ilgili âyet-i kerîmede) istisna ettiği kimselerden mi olacak.'4
Buharı 2411, 3408, 6517, 6518, 7428; Müslim 2373
Bu hadisi Buharî ve Müslim de rivayet etmiştir. Peki bu husus ile onun: "Ben, Âdemoğulla-rının efendisiyim ama övünmüyorum."5Müsned, III, 2; TirmiZÎ. 3618; İbn Mâce 430S. hadisini bir arada nasıl anlayabiliriz?
Buna cevabımız şudur: Peygamber -saiiaiiahu aleyhi vesei/em-ın bu sözü söylemesinin bir sebebi vardı. Çünkü bir yahudı: Musa'yı seçip insanlara üstün kılan hakkı için, diye yemin etmiş, bunun üzerine bir müslüman ona bir tokat atmış ve şöyle demişti: Rasûlullah bizim aramızda iken sen bu sözleri nasıl söylersin? Bunun üzerine yahudi gelip, kendisine tokat vuran müslümanı şikayet etti. Peygamber -Saiiaiiahu aleyhi veseiiem-e bu sözü söyledi.
Çünkü üstün tutmak eğer hamiyet ve asabiyet cıhetiyle olursa, nefis he-vasi saikiyle yapılırsa yerilen bir şeydir. Hatta bir kimse hamiyet ve asabiyet duygusuyla bir kişi ile savaşacak dahi olursa, o tekdirde cihad bile yerilen bir şey olur. Çünkü Yüce Allah övünmeyi haram kılmıştır. Bununla birlikte şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki Biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kılmışızüır." (ei-isrs, 17/55); "işle Biz o peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık. Allah onlardan kimisiyle söyleşmiş, kimisini de bir çok derecelerle yükseltmiştir." (ei-Baka-ra, 2/253) Böylelikle yerilen hususun övünmek cihetiyie üstün tutmak, yahut ta üstünlüğü az kabul edileni eksik görmek maksadıyla üstün tutmak olduğu anlaşılmaktadır, işte -eğer sabit ise- Peygamber -sav-m: "Peygamberler arasında benim üstünlüğümü iieri sürmeyiniz."'
Buharî 2412, 3414, 4638, 6916. 6917. 7427, Müslim 2373, 2374buyruğu da buna göre açıklanır. Çünkü bu hadis bizzat Musa -Aieyhissetam- hadisinde rivayet edilmiştir. Buharî'de ve başkasında yer almaktadır.
Ancak bazı kimseler de şöyle derler: Musa, hadisinden farklı olarak bu hadiste bir illet vardır. Diğer hadis ise, hadis alimlerinin ittifakı ile sahih olup onda illet yoktur.
Bazıları da bir başka türlü cevap vermişlerdir ki o da şöyledir: Peygamber -sav-in: "Beni Musa'dan üstün tutmayınız" sözü ile: "Beni peygamberler arasında üstün tutmayınız" buyruğu özel olarak üstün tutmayı yasaklamaktadır. Yani muayyen olarak kimi rasûl, kimisinden üstün kılınmaz. Oysa, Peygamber Efendimizin: "Ben, Âdemoğullarının efendisiyim ve bundan dolayı övünmüyorum" buyruğu ise genel anlamıyla bir üstün tutmadır ve bu ona engel değildir. Bu da şuna benzer: Filan kişi belde ahalisinin en faziietlisidir, denilecek olursa tek tek onlar hakkında söz konusu edilmez. Halbuki onlardan birisi hakkında filan kişi senden daha faziletlidir, denilirse durum bundan farklıdır. Diğer taraftan ben Tahâvî'nin -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- bu şekilde "Şerhu Me-ânı'l-Asâr" adlı eserinde cevap verdiğini de gördüm.2Tahâvî, Şerhu Meâni'i-Âsâr. IV, 315-316.
Peygamber -sav-den söylediği rivayet olunan: "Benim, Yunus'tan daha faziletli olduğumu ileri sürmeyiniz." şeklindeki rivayete ve bazı ilim adamlarının: Ben, bana pek çok mal verilmedikçe, size bu hadisi açıklamayacağım demesi üzerine, ona çok miktarda malı verdikten sonra yani Yunus'un Allah'a balığın karnında iken yakınlığı benim miraç gecesinde Allah'a olan yakınlığım gibidir, diye açıklayıp taunu çok büyük bir açıklama olarak değerlendirmelerine gelince; bu, onların hern Allah'ın kelamını, hem de Rasûlünün kelamını lafız ve mana itibariyle bilmediklerini göstermektedir.
Şüphesiz ki bu hadisi bu lafzı ile güvenilen hadis kitapları sahiplerinden herhangi bir kimse rivayet etmemiştir. Sahih'teki lafzı şöyledir: "Herhangi bir kulun: Ben, Metla oğlu Yunus'tan daha hayırlıyım, demesi yaraşmaz.'1
Buhâri 3413, 3415, 3416, 3431, 4630; Müslim 2376, 2377.
Bir rivayette de şöyle denilmektedir: "Her kim: Ben Metta oğlu Yunus'tan hayırlıyım derse, yalan söylemiş olur." İşte bu lafız umuma delalet etmektedir. Yani herhangi bir kimsenin kendisini Metta oğlu Yunus'tan daha faziletli görmemesi gerekir. Burada müslümanların Muhammed -sav-i, Yunus -as-dan üstün tutmalarını yasaklayan bir husus bulunmamaktadır.
Çünkü Yüce Allah, Yunus -as- hakkında balığın onu yuttuğunu ve bu haliyle kınanmış olduğunu belirtmektedir. Yani o, kendisi dolayısıyla kınanacak bir işi yapmıştı. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Ve balık sahibini (Tunus'u da an). Hani (ayrıksıyla kavmini) gazaplandırıp gitmiş ve Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. O bakımdan karanlıklar içinde: 'Senden başka ilah yoktur, Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zulmedenlerden oldum' diye seslenmişti." (ei-Enbiya, 21/87)
Bazı kimselerin içinden kendisinin Yunus'tan daha kâmil olduğu kanaati jyanabilir ve böyle bir makama ihtiyacı olmadığını zannedebilir. Zira kendisine göre kınanmayı gerektirecek bir iş yapmamıştır. Her kim böyle bir zanna kapılır-sa, yalan söylemiş olur. Hatta Yüce Allah'ın kullarından herbirisi, Yunus -Aieyhis-se/am-ın söylediği: "Senden başka ilah yoktur, Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zulmedenlerden oldum' sözlerini tekrarlar. Peygamberlerin ilki ve sonuncusunun da bu sözleri söylediği gibi.
Peygamberlerin ilki Adem -Aieynisseiam- da şöyle demiştir: "Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Eğer bize mağfiret ve rahmet etmezsen muhakkak ki zararlara uğrayanlardan oluruz." (el-A'raf. 7/23)
Sonuncuları, en faziletlileri ve efendileri olan Muharnrned -satiattahu aleyhi /esefem-in de istiftah hadisi diye bilinen Ali b. Ebi Talib ve başkaları yoluyla gelen sahih hadiste: Veccehtu vechî: yüzümü yönelttim'den sonra şu duayı yaptığı rivayet edilmektedir: "(s.92) 'Allah'ım sen melik'sin, senden başka ilah yoktur. Sen belim Rabbimsin, ben de Sen'in kulunum. Ben kendime zulmettim, günahımı itiraf etim. Bütün günahlarımı bana bağışla, Sen'den başka günahları bağışlayan yoktur."2
Müslim 771.
İşte Musa -as- da şöyle demiştir: 'Rabbim, gerçekten ben nefsine zulmettim. Onun için bana mağfiret eyle dedi, O da ona mağfiret etti. Çünkü O, Ğafûr'dur, Rahim'dir."(ei-Kasas, 28/16) Aynı şekilde Yunus as;am- hakkında
da: "Artık Rabbinin hükmüne sabret ve o balık sahibi (Yunus) gibi olma. " (el-Kalem, es/48) denilerek Peygamber -sav-in ona benzemesi yasaklanmış, buna karşılık şu buyruğu ile Ulu'l-Azm peygamberlere benzemesi emredilmiştir. "Peygamberlerden büyük azim sahipleri gibi sen de sabret. ' (el-Ahkaf, 46/35)
O bakımdan, bir kimse: Ben ondan hayırlıyım dese, daha faziletli olanın ise kendisinden daha aşağı mertebede olana karşı övünme hakkı yoksa, kendisi daha faziletli değilse nasıl övünebilir? Şüphesiz ki Yüce Allah böbürlenen ve övünen hiçbir kimseyi sevmez.
Müslim'in Sahih'ınde Peygamber -sav-in şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Bana alçak gönüllülük gösteriniz, diye vahyolundu; ta ki kimse kimseye karşı böbürlenip, övünmesin. Kimse kimseye karşı azgınlık etmesin.1"1
Müslim 2865
Buna göre Yüce Allah genel olarak bütün mü'minlere karşı övünülmesin! yasakladığına göre; şerefli bir peygambere karşı övünme hakkında ne denilir? işte o bakımdan şöyle buyurmuştur: "Bir kulun ben Metta oğlu Yunus'tan hayırlıyım demesi yakışmaz," işte bu herkese Yunus as-dan üstün olduğunu iddia etmesini ve ona karşı övünmesini yasaklayan genel bir nehiydir.
Peygamber -sav-in Âdernoğullarının efendisi olduğunu haber vermesine gelince, bizler bunu ancak onun haber vermesi sonucu bilebiliriz, zira ondan sonra onun Allah nezdindeki büyük kadrini bize haber verecek hiçbir peygamber gelmeyecektir. Nitekim kendisinden önceki peygamberlerin faziletlerini de bize bildiren odur. Hepsine Allah'ın salat ve selamları olsun, işte bundan dolayı bu sözlerinin hemen akabinde bir rivayette geldiği üzere: "Bununla birlikte övünmüyorum" demiştir. Acaba Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kimse: Isrâ (ve miraç) ile, Rabbinin huzuruna götürülen ve kendisi mukarreb. muazzam ve mükerrern bir peygamber olanın makamı, kınanmış olduğu halde, balığın karnına bırakılanın makamı gibidir; diyebilir mi? Tazım olunan ve yakınlaştırıla-nın makamı, mihnete düşürülen ve te'dıb edilenin makamı ile kıyas edilir mı?
Bir peygamber yakınlaştırmanın en ileri derecesinde iken diğeri te'dıb ile karşı karşıyadır. Şimdi Allah Rasûlünün söylemediği bir lafza dönüştürüp, tahrif edecek şekilde bu manayı delil diye gösterenin yaptığına bir bakınız...
"Âlemlerin Rabbİ'nin sevgilisidir."
Peygamber -Sallallahu aleyhi• vesellcm-ln Halİl'lİğİ
• Muhabbetin en yüksek mertebesi olan halîi'lik mertebesine Peygamber -Saitaiiahu aleyhi veseiiem-in ulaştığı sabittir. Nitekim gelen sahih rivayette onun şöyle dediği kaydedilmiştir: "Şüphesiz ki Allah ibrahim'i halıl edindiği gibi, beni de ha-lil edinmiştir."1; Müslim 532 "Eğer ben yeryüzü ahalisinden bir halil edinecek olsaydım, şüphesiz Ebu Bekir'i halil edinirdim; fakat sizin bu arkadaşınız (mübarek zatını kastediyor} rahman (olan Allah)ın halil'idir."2Müslim 2383; Tirmizî 3656
Her iki hadis de sahih'tir. Bu iki hadis "halîl'lik ibrahim'e, muhabbet de Muhammed -Saiiaitahu aleyhi vese/tem-e ait bir makamdır. Buna göre; ibrahim hali-lullah, Muhammed de O'nun habibidir" diyenlerin görüşlerini çürütmektedir. Yine sahih hadiste: "Ben herbir halil'in, halil'liğinden uzak olduğumu bildiririm."3
Taberânî, el-Mu'cema'1-Kebir, 1686 diye buyurduğu kaydedilmektedir.
Muhabbet ise ondan başkası hakkında sabittir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır. "Allah ihsan edicileri sever." (aı-i imran, 3/134); "Şüphesiz Allah takva sahiplerini sever." (Ai-t imran. 3/76), "Muhakkak Allah çokça tevhe edenleri ve çokça arınıp temizlenenleri sever." (ei-Bakara. 2/222)
Böylelikle hainliğin ibrahim'e, muhabbetin Muhammed -Saüaiiahu aleyhi veseiiem-e hâs olduğunu söyleyenlerin sözlerinin tutarsız olduğu ortaya çıkmaktadır. Aksine hainlik her ikisine hâs'tır, muhabbet ise umumidir. "İbrahim, Allah'ın halil'idir. Şunu bilin ki ben ise Allah'ın habib'iyirn ve övünmüyorum."4
Tirmızî 3620. Senedinde Zayıf iki râvi bulunduğundan dolayı, Tirmizî de bu hadis hakkında: "Bu
garip bir hadistir" demiştir.ifadelerinin de yer aldığı Tırmızî'nin rivayet edip, ibn Abbas -ra-dan geldiği belirtilen hadis-t şerif ise sabit değildir.
Şunu bil ki Yüce Allah'ın muhabbet ve halil'lik ile vasıflandırması Allah'ın celal ve azametine yakışacak şekilde söz konusudur. O'nun diğer sıfatları da böyledir. Yüce Allah bu gibi vasıflardan sevgi, muhabbet ve hullet ile nass'larda varid olduğu şekliyle sadece vasıflandırılır.
"Ondan sonraki herbir nübüvvet iddiası aşırı derecede bir sapıklıktır, nevaya tabi oluştur."
Çünkü onun peygamberlerin sonuncusu olduğu sabit olmuştur. Buna göre ondan sonra peygamberlik iddiasında bulunan herkesin yalancı olduğu da bilinmiş olur
Eğer peygamberlik iddiasında bulunan bir kimse harikulade mucizeler ve doğru delil ve belgeler ortaya atacak olursa, onun yalancı olduğu nasıl söylenilebilir? denilemez. Çünkü biz buna karşı şöyle cevap veririz: Böyle bir şeyin var olması tasavvur dahi edilemez. Çünkü bu, imkansızı var saymak kabilindendir. Yüce Allah, onun peygamberlerin sonuncusu olduğunu haber verdiğine göre; peygamberlik iddiasında bulunan bir kimsenin bu iddiasında, yalancı olduğuna dair emare ve delillerin ortaya çıkmaması imkansız bir şeydir.
Sapıklık (el-ğayy); doğru yolda oluşun aksidir. Hevâ ise nefsin arzu ettiği şeyden ibarettir Yani böyle bir iddiada bulunmak delile dayalı olarak değil de nefsin nevasına tabi oluş sebebiyle ortaya atılır. O bakımdan böyle bir dava da batıl olur.
"Bütün cinlere ve bütün insanlara hak ile, hidayet ile, nur ve aydınlık ile genel olarak gönderilmiş bir peygamberdir."
Onun genel olarak bütün cinlere gönderilmiş olduğunu ele alacak olursak, Yüce Allah bizlere cinlerin su sözleri söylediklerini nakletmektedir: "Ey kavmimizi Allah'ın davetçisinin çağrısını kabul edin." (ei-Ahkaf, 46/31) Aynı şekilde el-Cin suresi de onun cinlere de peygamber olarak gönderilmiş olduğuna delil teşkil etmektedir.
Bütün insanlara gönderilmiş bir peygamber oluşuna gelince; Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz, seni ancak bütün insanlar için müjdeleyici ve korkutucu (bir peygamber) olarak gönderdik. " (Sebe\ 34/23); "Deki: Ey insanlar! Şüphesiz ben göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan, kendisinden başka hiçbir Hah olmayan, hem dirilten, hem öldüren Allah'ın size, hepinize gönderdiği peygamberiyim." (ei-Araf, 7/158); "Şu Kur'an bana onunla sizi ve her kime ulaşırsa onları korkutup, uyarmam için vahyolundu. " (ei-En'âm, 6/1 9) Yani bu Kur'an kime ulaşırsa onu da uyarmam bana emredilmiştir. Yine bir başka yerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Seni insanlara bir peygamber olarak gönderdik. Şahid olarak Allah yeter." (en-Nısa, 4/79); "İçlerinden bir adama: insanları uyar, iman edenlere Rableri katında kendi/eri için muhakkak bir kadem-i sıdk olduğunu müjdele diye!' vahiy göndermemiz, insanlar için şaşılacak bir şey mi ki?" (Yunus, 10/2); "Hak ile batıl'/ ayıranı (furkan'ı) âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna indiren (Allah) ne yüce, ne mübarektir!" (ei-Furkan, 25/1); "Kendilerine kitap verilenlerle, ümmîlere de ki: Siz de İslama girdiniz mi? Eğer İslama girerlerse, muhakkak hidayet bulmuş olur/ar. Şayet yüz çevirirlerse artık sana düşen ancak tebliğ'dir." (aı-i imran, 3/20)
Peygamber -sav- de şöyle buyurmuştur1 "Benden önce hiçbir peygambere verilmemiş, beş husus bana verildi: Bir aylık mesafeden (düşmanımın kalbine salınan) korku ile bana yardım edildi. Yeryüzü benim için hem bir mescit, hem bir temizlenme aracı (tahûr) kılındı. Ümmetimden herhangi-' bir kimse namaz vaktine erişti mi hemen namazını kılsın. Ganimetler bana helal kılındı, benden önce de kimseye helal kılınmadı. Bana şefaat ta verildi. Benden önceki peygamberlerin herbiri özel olarak kendi kavmine gönderilirken, ben genel olarak bütün insanlara peygamber olarak gönderildim." Bu hadisi Buhar! ve Müslim, Sahih'lerinde rivayet etmişlerdir.1Buharı 335, 438, 3112; Müslim 521
Yine Peygamber -saiiaiiahu aleyhi veseilem- şöyle buyurmuştur: "Bu ümmetten yahudı olsun, hristiyan olsun herhangi bir kimse benim peygamberliğimi işitir de bana iman etmeyecek olursa mutlaka cehennem ateşini boylar." Bunu da Müslim rivayet etmiştir.2Müslim 153.
Onun bütün insanlara bir peygamber olarak gönderiimiş olduğu islâm dininde zaruri (kesin) olarak bilinen gerçeklerdendir.
Bazı hrıstiyaniarın: O sadece Araplara gönderilmiş bir peygamberdir, şeklindeki sözlerinin batıl olduğu da açıkça ortadadır. Çünkü onlar eğer risaletinin doğruluğunu kabul ediyorlarsa haber verdiği bütün hususlarda onu tasdik etmeleri icab eder. O da genel olarak bütün insanlara Allah'ın bir Rasûlü olarak gönderilmiş olduğunu söylemiştir. Rasûl ise asla yalan söylemez. O halde onun kesin olarak tasdik edilmesi kaçınılmazdır. Çünkü o, ayrıca elçilerini dört bir yana göndermiş ve yine onlarla birlikte her tarafa mektuplarını da göndermiştir. Kisrâ'ya, Kayser'e, Ne-caşî'ye. Mukavkıs'a vs. yerlerdeki hükümdarları bu yolla İslama davet etmiştir.
"Hak ile hidayet ile nur ve aydınlık ile (gönderilmiştir)'1 şeklindeki ifadelerine gelince, bunlar Kur'ân'dan vs. deliller yoluyla apaçık göz kamaştırıcı delillerle desteklenmiş, getirmiş olduğu din ve şeriatin nıteliklerindendirler. Işık (ziya) nur'dan daha mükemmeldir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Güneşi ışık saçıcı (z/ya), ay'/ nurlu yaratan O'dur." (Yunus, 10/15)
Kur'ân Allah'ın Kelamıdır, Yaratılmış Değildir
"Şüphesiz ki Kur'ân, Allah'ın kelâmıdır. Ondan keyfiyetsiz bir şekilde ve sözlü olarak sadır olmuştur. Allah onu rasûlüne vahiy olarak indirmiştir. Mü'minler de bu şekilde onu hak bilerek tasdik etmişlerdir. Onun hakikaten Allah'ın kelamı olduğuna kesinlikle inanmışlardır. O yaratılmışların sözü gibi mahluk değildir. Her kim Kur'ân'ı işitir de onun insan kelamı olduğunu iddia ederse kâfir olur. Allah böylesini kınamış, ayıplamış ve onu Sekar (cehennem) ile tehdit etmiştir. Yüce Allah söyle buyurmaktadır: "Ben onu Sekar'a sokacağım." (ei-Müddesir. 74/25} Yüce Allah; "Bu insan sözünden başka bir şey değildir." (e:-Müdde-sır, 74/25) diyen kimseleri Sekar ile tehdit ettiğine göre; kesin olarak şunu bilmiş ve inanmış oluyoruz ki: O insanları yaratanın sözüdür ve insanların sözüne hiçbir şekilde benzemez."
Bu oldukça önemli bir kaide, dinin esaslarından büyük bir esastır. İnsanlar arasından bir çok taife bu hususta sapıtmışlardır. Tahâvî -Allah'ın rahmeti üzerine o/sun-nin bu ifadeleri Kitap ve Sünnet üzerinde iyice düşünen kimselerin de göreceği gibi, açıkça delâlet ettikleri hakk'ın kendisidir. Şüphe ve tereddütlerle, batıl görüşlerle değişmemiş, selim fıtratların da tanıklık edip kabul ettikleri kanaat te budur.
Allah'ın kelâmını konu eden bu meselede insanlar dokuz farklı görüş ortaya atmışlardır:
1- Yüce Allah'ın kelâmı feyz yolu ile nefislere ulaşan manalardır. Bu ya -bazılarına göre- akl-ı fa'al'dan gelir, yahut başkasındandır. Bu Sabiilerle, felsefecilerin görüşüdür.
2- Allah'ın, onu kendisinden ayrı olarak yaratmış olduğu bir mahluktur. Bu da Mutezile'nin görüşüdür.
3- Kelam, Allah'ın zatı ile kaim başlı başına bir manadır. Bu da emir, ne-hiy, haber, bir takım istekler ve taleplerdir. Eğer bu Arapça olarak ifade edilirse Kur'ân. İbranice ifade edilirse Tevrat'tır. Bu ise İbn Kültâb ile ona muvafakat eden Eş'arîve diğerlerinin görüşüdür.
4- Kelam ezelde bir araya gelip toplanmış, ezeli harf ve seslerdir. Bu da kelam'cılarla, hadis'çilerden bir kesimin görüşüdür.
5- Kelam bir takım harf ve sesler olup Yüce Allah'ın önceleri mütekellım değil iken daha sonradan söylediği sözlerdir. Bu da Kerramiye'nin ve diğerlerinin görüşüdür.
6- Yüce Allah'ın kelamı, Onun ihdas ettiği ve zatı ile kaim ilim ve iradesidir. Bu da "el-Mu'teber" isimli eserin müellifinin1 görüşüdür. er-Razî de "el-Metali-bu'l-Âhye" adlı eserinde buna meyleder.
7- Yüce Allah'ın kelamı kendi zatı ile kaim bir manayı ifade eder. Bu da onun başkasında halkettiğidir. Bu da Ebu Mansur el-Maturidî'nin görüşüdür.
8- Kelam, kadim ve ilahi zat ile kaim bir mana ile Onun başkasında hal-kettiğı sesler hakkında ortak olarak kullanılan bir tabirdir. Bu da Ebu'l-Mealî ve ona tabi olanların görüşüdür.
9- Yüce Allah ezelden beri dilediği takdirde ne zaman ve ne şekilde isterse mütekellirn'dir. O işitilebilecek bir sesle bu vasfı ile konuşur. Nevî olarak kelâm kadim'dir, muayyen olan ses kadim olmasa dahi. Hadis ve sünnet imamlarından nakledilen görüş te budur.
Tahâvî -Allah ona rahmet efs/n-'nın: "Şüphesiz ki Kur'ân Allah'ın kelamıdır", şeklindeki sözleri daha önce söylediği: "Muhakkak Allah birdir, O'nun hiçbir ortağı yoktur" sözleri ile bilahare belirttiği: "Muhakkak Muhammed, Allah'ın seçtiği kuludur" şeklindeki sözlerine atfedilmiştir ve bütün bunlar: "Allah'ın tevhidi hakkında şunu söylüyoruz..."sözleriyle ilgilidir.
"Allah'ın kelamı ondan sözlü olarak ve keyfiyetsiz bir şeki/de sadır olmuştur" sözleri Mutezile'nin ve diğerlerinin kanaatlerini reddetmektedir. Çünkü Mutezile, az önce görüşlerine işaret edildiği gibi, Kur'ân-ı Kerîm'in Yüce Allah'tan sadır olmadığını iddia eder ve şöyle derler1 Kelam'ın Allah'a izafe edilmesi iza-fet-i teşriftir. Beytullah, nâkatullah demek gibidir. Onlar bu sözleriyle kelimeleri yerlerinden oynatıp tahrif ediyorlar ve bu iddiaları batıldır.
Yüce Allah'a izafe edilenler ya bir takım manalardır yahut ta aynî hususlardır. Aynî şeylerin Yüce Allah'a izafe edilmesi, teşrif içindir ve bunlar O'nun yaratıklarıdır. Beytullah ve nakatuilah gibi. Halbuki mana ifade eden hususların O'na izafe edilmesi böyle değildir. Allah'ın izni, kudret'i, izzeti, celal'i, kibriyâ'sı, kelâm'ı, hayatı, yüceliği, kahr-u galebe'si gibi bütün bunlar O'nun sıfatlarından-dır Bunlardan herhangi birisinin mahluk olmasına imkân yoktur.
Kelâm Sıfatıyla İlgili EhUi Sünnet ve'l-Cemaat'in Görüşü
Kelam ile vasfedilmek, kemal sıfatlarındandır. Bunun zıttı ise eksiklik sıfatları arasında yer alır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Musa'nın kavmi onun ardından ziynet eşyalarından böğüren bir buzağı heykelini (ilah) edindiler. Onun kendileriyle konuşamadığını, onlara bir yol da gösteremediğini görmediler mi onlar." (el-A'raf, 7/148)
Buzağıya tapanlar, kâfirliklerine rağmen bu hususta Mutezile'd e n daha ileri derecede Allah'ı bilen kimseler imiş. Çünkü onlar Musa'ya: Senin de Rab-bın konuşmuyor, demediler. Yine Yüce Allah o buzağı hakkında şöyle buyurmuştur: "Onun hiçbir sözlerine karşılık veremediğini, onlara bir zararının dokunmadığını, bir fayda da sağlayamadığını görmezler mi?" (Tahâ, 20/39) Böylelikle buzağının söz söyleyemediğini, konuşamadığını ortaya koymanın onun ilah olamayacağına delil teşkil eden bir nakisa (eksiklik) olduğu anlaşılmaktadır.
Onların bu husustaki şüphelerinin en ileri derecesi şöyle söylemeleridir: Allah'ın konuştuğunu söylemek, Onu benzetmeye ve bir cisim sahibi olduğunu (teşbih ve tecsim) ileri sürmeye kaçınılmaz olarak götürür, O zaman onlara şöyle denilir: Bizler, Yüce Allah kendi celaline yakışan bir şekilde konuşur, dersek, onların şüphelen de ortadan kalkmış olur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bugün Biz ağızlarına mühür vururuz ve neler kazandıklarını elleri bize söyler ve ayakları şahidlik eder." (Ya'sin, 36/65)
Biz bunların konuşacaklarına iman ederiz, ancak nasıl konuşacaklarını da bilemeyiz. Nitekim Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir: "Derilerine: 'Niçin aleyhimize sahicilik ettin?' diyecekler. Onlar da diyecekler ki: 'Herşeyi konuşturan Allah bizi de konuşturdu.'" (Fussilet, 41/21) Çakılların ve yemeklerin konuşması,1 Buharı 3579: Tirmizî 3633; Müsned, l, 460.
taşın selam vermesi,2Müslim 2277; Tirmizî 3634; Müsned, V, 89, 95, 105.
hep bunlar ciğerden yükselen ve ağızdan çıkan ses olmaksızın, harflerin mahreçlerine dayalı olmadan meydana gelmiş şeylerdir.
işte Tahâvi: "Keyfiyetsiz ve sözlü olarak ondan sadır olmuştur" sözleri ile buna işaret etmiştir. Yani bu söz Ondan çıkmıştır. Ancak Onun bu sözü nasıl söylediği ve bunun keyfiyeti bilinememektedir. Bu hususu: "Sözlü olarak" diyerek te!kid etmiş ve hakikati belirten bu ifadeyi bilhassa zikretmiştir. Nitekim Yüce Allah da mecaz'ı nefyeden ve hakikati ispatlayan mastarı zikrederek, Musa ile konuştuğunu te'kidli olarak şöylece ifade etmiştir: 'Ve Allah Musa ile özel bir surette ve kati olarak konuştu." (en-nisa, 4/164) Şimdi söyler misiniz, hakkın ötesinde sapıklıktan başka ne vardır?
Bazıları yedi kıraat imamlarından birisi olan Ebu Amr b. el-Alâ'ya şöyle demiş: Ben senin bu buyruktaki "Allah" lafzını nasb ile (Musa, Allah ile konuştu anlamına gelecek şekilde) okumanı istiyorum. Böylelikle konuşanın Allah değil, Musa olduğu anlaşılmış olacaktır. Bunun üzerine Ebu Amr ona şu cevabı verdi: Diyelim ki ben bu âyet-i kerîme'yi senin dediğin şekilde okudum ya Yüce Allah'ın: "Musa tayin ettiğimiz vakitte gelip de Rabbi de onun/a konuşunca...' (ei-Maf, 7/143) hakkında ne diyeceksin? Mutezilî ne diyeceğini şaşırdı.
Yüce Allah'ın Cennetliklerle ve Başkalarıyla Konuşması
Yüce Allah'ın cennetliklerle ve başkaları ile konuşacağına dair Kitap ve sünnetteki deliller ne kadar da çoktur! Mesela Yüce Allah: "Çok merhametli Rab 'Serinden: 'Selam' denir (onlara)" (Yasin, 36/58)
Bununla birlikte Rab'bin kelamının tamamının tek bir mana olarak düşünülmesi nasıl doğru olabilir? Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz Allah'a olan ahid'lerini ve yeminlerini az bir pahaya değiştirenler, işte onlar için ahireîte hiçbir nasip yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz, onlara bakmaz..." (aı-i imran. 3/77) Yüce Allah onlarla konuşmayı terketmekle onları tahkir etmiş olacaktır. Yani O, onlarla onları şereflendirecek şekilde konuşmayacaktır. Çünkü Yüce Allah bir başka âyet-i kerîme'de cehennemde kendilerine: "Yıkılın içerisine, Bana da söz söylemeyin" (ei-Mu'minun, 23/107) diye buyuracaktır. Eğer Yüce Allah mü'min kullarıyla konuşmayacak olsaydı, bu durumda onlar ve düşmanları eşit olacaklardı ve düşmanları ile konuşmayacağına dair özelliklerini dile getirmesinin de hiçbir faydası olmazdı.
Buharî, Sahih'inde şöyle demektedir: "Yüce ve Mübarek olan Rabbin cennetliklerle konuşmasına dair bir bab"1.
1 Buharî'nin son bölümünü teşkil eden "Kıtabu't-Tevhtcfin 38. babıdır..
Daha sonra burada pek çok hadisleri zikretmektedir. Cennetliklerin en üstün ve değerli nimeti şanı yüce ve mübarek olan Allah'ın yüzünü görmeleri, onlarla konuşması olacaktır. Bunu red ve inkar etmek, cennet nimetlerinin özü. en yücesi, en faziletlisi ve kendisi olmasaydı cennetliklere cennetin hoş gelmeyeceği böyle bir nimeti inkar etmektir.
Kelam Allah'ın Bir Sıfatıdır ve Mahluk Değildir
Yüce Allah'ın: "Allah herşeyi yaratandır" (er-Rad, 13/16) buyruğunu delil göstererek Kur'ânda bir şeydir. O halde o da "herşey" genel ifadesinin kapsamına girmektedir. Buna göre o da mahluktur, diye bir delil ileri sürmek, en hayret edilecek işlerden birisidir. Çünkü Mutezile'ye göre kulların bütün fiilleri Allah tarafından
yaratılmamıştır. Aksine bütün fiilleri yaratanlar kullardır, onları Allah yaratmaz. Peki onlar kulların fiillerini buradaki "herşey" genel ifadesinin dışına çıkartırken Allah'ın sıfatlarından bir sıfat olmakla ve bu sıfat ile eşyanın yaratılmışlar arasına girmesi söz konusu olmakla birlikte, Allah'ın kelamını bu "herşey" ifadesinin genel kapsamına soktular. Çünkü bütün yaratıklar Allah'ın emriyle yaratılırlar. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Güneş, ay ve yıldızlar O'nun emriyle musahhar kılınmıştır, iyi bilin ki yaratma da, emretme de yalnız O'nundur." (et-A'raf, 7/54)
Görüldüğü gibi burada Yüce Allah, yaratmak ve emretmek arasında bir fark gözetmektedir. Eğer emr de yaratılmış olsaydı, onun da bir başka emr ile yaratılmış olması diğerinin de sonsuza kadar bir başka emr ile yaratılmış olması gerekirdi. O takdirde teselsülü kabul etmemiz gerekirdi ki, teselsül batıl'dır. Onların iddialarını sürdürmeleri halinde sonuç olarak ilim, kudret ve buna benzer bütün sıfatlarının da yaratılmış olması gerekir. Bu ise apaçık bir küfürdür. Çünkü O'nun ilmi de bir şeydir, kudreti de bir şeydir, hayatı da bir şeydir. Böylelikle bunlar da "herşey" ifadesinin genel çerçevesine girer ve önceden yokken sonradan yaratılmışlar arasında sayılırlar. Şanı Yüce Allah onların söylediklerinden alabildiğine yüce ve münezzehtir.
Hem Yüce Allah'ın başkası ile kaim (var olabilen) bir kelam ile mütekellim olması nasıl doğru kabul edilebilir? Bunu doğru kabul edecek olursak, p takdirde cansız varlıklarda yaratmış olduğu kelamın da O'nun kelamı olması gerekirdi Aynı şekilde canlılarda yarattığı kelamın da böyle olması icab ederdi ve bu takdirde ise konuşan ile konuşturan arasında farkın da olmaması gerekirdi. Halbuki derilerin: "Bizi Allah konuşturdu." (Fussllet. 41/21) diyeceği bildirilmektedir. Allah konuştu demeyeceklerdir. Hatta bu iddiaya göre Yüce Allah'ın başkalarında yaratmış olduğu bütün kelamlar söyleyen mütekellim olması gerekirdi. Bu söz ister yalan, ister uydurma, ister küfür, ister hezeyan olsun farketmez. Yüce Allah bundan münezzehtir. Nitekim vahdet-i vücuî'çular bu kanaatin peşine takılıp, gitmişlerdir. O bakımdan İbn Arabî şöyle demiştir:
"Varlıktaki herbir kelâm O'nun kelâmıdır.
Farketmez bizim için onun nesir ya da nazım olması."1
Futûhât-ıMekkiyye, IV, 141.
"Küll: her" kelimesinin umumi ifadesi, kullanıldığı yere göre değişir. Bu ise karinelerle bilinecek bir husustur. Nitekim Yüce Allah'ın: 'O rüzgar Rabbinirt emri ile herşeyi helak eder. Onların meskenlerinden başka birşey görülmez oluverdi." (el-Ahkaf. 46/25) buyruğundan bunu anlayabiliriz. Onların meskenleri bir şey olmakla birlikte rüzgarın tahrip ettiği "herşey" umum ifadesinin kapsamına girmemiştir. Çünkü maksat adeten rüzgarın tahrip etmesi kabil olan ve helak edilip. tahrip edilmeyi hakketmiş olan herbir şeyi tahrip ettiğini anlatmaktır.
Yüce Allah'ın bize Belkts'ın söylediğini naklettiği: "Kendisine herşeyden ve-
rilmiş." (en-Neml, 27/23) buyruğu da bu şekildedir. Buradaki Tıerşey'den kasıt hükümdarların gerek duyacakları herşeydir. Böyle bir kayıt ise ifadenin karinelerinden anlaşılmaktadır. Zira hüdhüd'ün maksadı onun hükümdarlık işlerinde eksiksiz bir kraliçe olduğunu ve onun hükümdarlığını tamamlamak için ayrıca başka bir şeye gereğinin bulunmadığını anlatmaktır. Buna benzer ifadeler pek çoktur.
"Allah Her Şey'in Yaratıcısıdır" Buyruğunun Anlamı
Buna göre Yüce Allah'ın: "O herşeyı yaratandır." (er-Rad, 13/16) buyruğundan kasıt, yaratılmış olan herbir şeydir. Yüce Allah'ın dışındaki bütün varlıklar ise yaratılmış varlıklardır. Buna göre bu genel ifadenin kapsamına kesinlikle kulların fiilleri de girmekle birlikte; ancak bu genel ifadenin kapsamına Yüce Yaratıcının girmesi mümkün değildir. Çünkü bütün kemal sıfatlarına sahip olan O Yüce Zat'tır. Onun sıfatlarının da, O'nun mukaddes zatından ayrılmaları kabil değildir. Sıfatlarının, O'ndan ayrı kalması düşünülemez. Nitekim daha önce: "O, mah-lukatı yaratmadan, öncesinden kadim olarak sahip olduğu sıfatlara halen sahip-tir" sözleri açıklanırken de buna işaret edilmişti.
Kur'ân'ın Yaratıldığını İddia Edenlerin Delillerinin Tutarsızlığı
Kur'ân'ın yaratıldığını ileri sürenlerin: "Muhakkak
Biz onu... Arapça bir Kur'ân kıldık." (ez-zuhruf, 43/3) buyruğunu delil getirmeleri ne kadar çürük ve tutarsız bir delildir! Çünkü Arapçada ("kılmak" anlamını verdiğimiz) bu fiil (ce-a-le), eğer ''yaratmak" anlamında kullanılırsa tek bir mef'uie geçiş yapar:
: "Karanlıkları ve aydınlığı var eden .." (ei-En'âm, 6/1); "
11 Ve canlı herşeyi sudan yarattık. Hala imana gelmezler mi? Ve yer onları çalkalamasın diye onda sağlamlaştırıcı kazıklar yarattık." (ei-Enbiya, 21/30-31) buyruklarında görüldüğü gibi- (Bu anlamıyla bu fiil, hep tek bir mef'uie geçiş yapmıştır.)
Eğer bu fiil iki mef'ul'e geçiş yapacak olursa o takdirde "yaratmak" anlamına kullanılmaz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır1
: Yeminleri pekiştirdikten sonra bozmayın hem Allah 'ı üzerinize kefil kılmışken (nasıl bozarsınız?.)" (en-Nahi, 16/91);
: Allah'ı yeminlerinize engel kılmayın." (ei-Ba-kara, 2/224);
: Onlar ki Kur'ân'ı parçalara ayırmışlardı." (ei-Hicr,
15/91);
^:Elini boynuna bağlanmış kılma!"
Allah ile beraber başka bir ilah edinme. " (el-isra,
17/39);
, - ' a.- -, • • - ° - ~ .
-.Onlar Allah'ın kulları olan melekleri de dişiler kabul ettiler. " (ez-Zuhruf, 43/19) Ve bunun benzeri daha bir çok âyet-i kerîme İşte Yüce Allah'ın:
"Muhakkak biz onu Arapça bir Kur'ân kıldık. " (ez-Zuhruf, 43/3} buyruğu da bu şekildedir.
Onların Yüce Allah'ın: "O mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısından, o ağaçtan ona şöyle seslenildi." (e/-Kasas, 28/30) buyruğunu Yüce Allah'ın kelâmı ağaçta yaratması üzerine, Musa'nın sesi o ağaçtan işitmiş olduğuna dair delil göstermeleri de ne kadar tutarsızdır! Çünkü onlar bu kelimeden önceki ve sonraki sözleri göremeyecek kadar basiretsizlik sergilemişlerdir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Musa oraya varınca, o mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısından... seslenildi. "diye buyurulmuştur. Nida (seslenmek) ise uzaktan söz söy-femek demektir. Musa -Aleyhisselam- seslenişi vadinin kıyısından işitti. Sonra da şöyle buyurulmaktadır: "O mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısından, o ağaçtan..." yani nida o mübarek yerde ağacın yakınından olmuştu. Nitekim bizler1 Ben evden Zeyd'in sözünü duydum, deyince, buradaki "evden" sesin çıkış nokasını (ibtidau'l-ğaye'yi) ifade eder. Yoksa evin konuştuğunu ifade etmez. Eğer kelam ağaçta yaratılmış olsaydı: "Ey Musa, muhakkak Ben alemlerin Rabbi olan Allah'ım." (e!-Kasas, 28/30) sözlerini söyleyenin de ağaç olması gerekecekti. Aca-ba alemlerin Rabbi dışında bir kimse: "Muhakkak Ben alemlerin Rabbi olan Al-'ah'ım" demiş olabilir mi? Eğer bu ifadeler Allah'tan başkasından çıkmış ise o akdirde Firavun'un: "En yüce rabbiniz benim " (en-Nâzıât, 79/24) sözünün doğru Dlması gerekirdi. Çünkü onlara göre her iki söz de mahluktur ve Allah'tan basması tarafından söylenmiştir. Onlar esasen bozuk olan temel kaidelerine dayanarak iki söz arasında fark gözeterek şöyle söylemişlerdir: O, Yüce Allah'ın ağaçta yarattığı bir kelamdır, diğeri ise Firavun'da yarattığı bir kelamdır. Böylelikle onlar tahrif ettiler, tebdil ettiler ve Allah'tan başka bir yaratıcının varlığına inanmış oldular. Kulların fiilleri (efalü'l-ibad) meselesinde de Yüce Allah'ın izniyle buna dair açıklamalar gelecektir.
Denilse ki: Yüce Allah: "Şüphe yok ki o çok şerefli bir elçinin sözüdür." (ei-Hakka. 69/40); (et-Tekvir, 81/19) diye buyurmuştur. Bu da, bu Kur'ân'ı rasûlün ihdas ettiğine delildir. Bu rasûl ister Cebrail, islerse de Muhammed -Satiallahu aleyhi t/ese/tem-Olsun.
Buna şöyle cevap verilir: Rasûlün söz konusu edilmesi, onun kendisini rasûl olarak gönderen adına tebliğ'de bulunduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü burada: O bir meleğin yahut bir peygamberin sözü denilmemektedir. Böylelikle, onun bu sözleri kendisini bu Kitap ile gönderen adına tebliğ ettiğini anlıyoruz, yoksa kendiliğinden bu sözü meydana getirmiş olduğu anlamına gelmez.
Aynı şekilde rasûl bu iki âyetten birisinde Cebrail'dir, diğerinde Muham-med'dir. Her ikisinde de Kur'ân'ın onlara izafe edilmesi, bu izafetin tebliğ için olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Zira onlardan birisi bu Kur'ân'ı ihdas etmiş olsaydı, diğerinin ihdas etmesine imkân olmazdı.
Aynı şekilde "güvenilir bir rasûl" diye buyurulmuş olması, onun tebliğ etmek için kendisiyle gönderilen söze hiçbir ilave yapmamış, ondan hiçbir şey eksiltmemiş olduğunun da delilidir. Aksine o kendisi ile gönderilenden yana güvenilir bir kimsedir. O kendisini rasûl olarak gönderen adına tebliğde bulunur.
Diğer taraftan şanı Yüce Allah, Kur'ân'ı bir beşer sözü kabul edenlerin kâfir olduklarını beyan etmiştir. Muhammed de bir beşerdir. Kendisinin ortaya koymuş olduğu anlamı ile Kur'ân'ı Muharnmed'in sözü olarak kabul eden bir kimse kâfir olur. Kurân-ı Kerîm bir beşer sözüdür, demek ile onun cinlerden yahut meleklerden birisinin sözüdür, demek arasında da fark yoktur. Çünkü söz ilk olarak kime ait ise onun sözü kabul edilir. Tebliğ etmek maksadıyla onu söyleyenin sözü kabul edilmez. Mesela bir kinişe birisinin: "Durun, sevgiliyi hatırla-
maktan ve onun evine yakınlaşmaktan dolayı ağlayalım" dediğini işitirse; bu im-riu'l-Kays'ın şiiridir, der. Yine bir kimse birisinin:
"Ameller ancak niyetler iledir ve herkes için ancak niyet ettiği neyse o vardır."1 1 Buharı 1, 54, 2529. 3898. 5070, 6689. 6973, Müslim 1907.
sözünü söylediğini duyarsa, bu Allah Rasûlünün sözüdür, der. Eğer o kimsenin: "Elhamdulillahi Rabbi'l-Alemiyn. er-Rahmani'ﷺ- rahiym. Maliki Yev-mi'd-Din iyyake Na'budu ve lyyake /Vesfa/yn"dediğini işitecek olursa eğer bunu bilen birisi ise, bu Allah'ın kelamıdır, diyecektir. Aksi takdirde: Ben bunun kimin kelamı olduğunu bilmiyorum, diyecektir. Bir kimse: Hayır biliyorsun diyecek olursa, onu yalanlayacaktır.
işte bundan dolayı bir kimse bir diğerinden nazım yada nesir olarak bir söz işitecek olursa: Bu kimin sözüdür? Bu senin sözün müdür, yoksa bir başkasının sözü müdür? diye sorar.
Allah'ın Kelamının Mahluk Olmadığı Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat Tarafından İttifakla Kabul Edilmiştir
Özetle dört mezhebe mensup olsun, selef ve halef arasından olup diğerlerine mensup olsun, -bütün ehl-i sünnet, Kur'ân-ı Kerîm'in Allah'ın yaratılmamış kelamı olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir. Ancak bu noktadan itibaren müteah-hir'ler: Yüce Allah'ın kelamı acaba zatı ile kaim tek bir mana mıdır? Yoksa O, Yüce Allah'ın daha önceden mütekellim değilken sonradan Allah'ın kelam ederek (konuşarak) meydana gelen harfler ve sesler midir? Yoksa o ezelden beri dilediği takdirde ne zaman ve ne şekilde isterse konuşabilen bir mütekellim midir? Kelam nevî olarak mı kadimdir? Hususlarında farklı görüşleri vardır.
Şayet insanlar selim fıtratları ve dosdoğru akılları ile başbaşa bırakılmış olsalardı, aralarında herhangi bir anlaşmazlık ortaya çıkmazdı. Fakat şeytan bazı insanlara mugalatalarından bir mugalata telkin etmiş ve bununla onları biribir-ierine düşürmüş, aralarında ayrılıklar çıkarmıştır: "Muhakkak ki Kitap hakkında anlaşmazlığa düşenler, elbette uzak bir ayrılık içindedir/er." (ei-Bakara, 2/176)
Tahâvî -Allah'ın rahmeti üzerine oisun-ri\ﷺ\ sözlerinin delalet ettiği husus ise şudur: Yüce Allah ezelden beri ne zaman isterse ve dilediği şekilde mütekellimdir ve O'-nun tür olarak kelamı, kadîm'dir. Ebu Hanife -Radıyaiiahuanh-ﷺ\\n el-Fıkhu't-Ekber'dekı sözlerinin zahirinden anlaşılan da budur. Çünkü o şöyle demektedir: "Kur'ân-ı Kerîm Allah'ın kelamıdır, mushaf'larda yazılıdır, kalplerde hıfzedilip ezberlenmiştir, dillerle okunur, Peygamber -sav-e indirilmiştir. Bizim Kur'ân'ı telaffuz edişimiz ise mahluktur, önü yazmamız mahluktur, onu kıraat edişimiz mahluktur.
Kur'ân'ın kendisi ise mahluk değildir. Yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'de Musa ve diğer peygamberlerden (hepsine salat ve selam olsun) nakletmiş olduğu sözler ile Firavun ve İblis'ten bize naklettiklerinin hepsi de Allah'ın kelamı olup onlar ile ilgili bize verdiği haberlerdir. Allah'ın kelamı da mahluk değildir. Musa'nın ve diğer mahlukların kelamı ise mahluktur. Kur'ân-ı Kerîm ise Allah'ın kelamıdır, onların kelamı değildir. Musa -Aleyhisselam-Yüce Allah'ın kelamını işitmıştir. O, Musa -Aleyhisse-lam- ile konuşunca, ezelden beri sıfatlarından bir sıfat olan kelamı ile konuşmuştur. O'nun bütün sıfatları ise mahlukatın sıfatlarından farklıdır. O bilir ama bizim bilgimiz gibi değil, O kudret sahibidir fakat bizim kudretimiz gibi değil, O görür bizim görmemiz gibi değil, O konuşur ama bizim sözümüz gibi değil."
imam'ın: "Musa ile konuştuğunda sıfatlarından bir sıfat olan kelamı ile konuşmuştur" sözlerinden şu anlaşılmaktadır: Yüce Allah, Musa gelince onunla konuştu, yoksa o ezelden ebede kadar sürekli olarak "ey Musa" deyip durmaz. Nitekim bu husus Yüce Allah'ın şu buyruğundan açıkça anlaşılmaktadır: "Musa tayin ettiğimiz vakitte gelip, Rabbi de onunla konuşunca..." (ei-A'raf, 7/143)
Böylelikle bu ifadelerden, onun (Ebu Hanife'nın} mezhebine mensup olup şöyle diyenlerin görüşlerinin reddedildiği anlaşılmaktadır: Kelam nefs ile kaim ve işitilmesi düşünülmeyen bir tek manadır. Yüce Allah sesi havada yaratır. Ebu Mansur, el-Maturidî ve başkaları böyie demiştir
imam'ın: "O. Yüce Allah'ın ezelden beri sıfatlarından bir sıfatı olan kelâmı..." ifadesi de: Yüce Allah daha önceden mütekellim değil iken, sonradan kelam vasfına sahip olmuştur, diyenlerin görüşlerini reddetmektedir.
Özetle söyleyecek olursak Mutezile'nin, kelarn'ın Allah'ın rneşiet ve kudreti ile alakalı olduğuna ve dilediği vakit konuştuğuna, onun peyderpey söz söylediğine dair getirdikleri bütün deliller haktır, kabul edilmesi gerekir.
Kelam Allah'ın zatı ile kaim'dir. O, O'nun bir sıfatıdır Sıfat da ancak mev-suf ile var olabilir, diyenlerin sözleri de bir hak'tır, kabul edilmesi gerekir ve böyle söylemek icab eder.
Buna göre her ıkı kesimin görüşlerinde doğru olanın alınıp kabul edilmesi gerekir. Onların her birisinin kabul ettiği görüşlerden olup da, şeriat ve aklın reddettiği şeylerden de uzak durmak gerekir.
Bize: Bu, hadislerin (sonradan meydana gelmiş olayların) onunla kaim olmasını gerektirir diyecek olurlarsa, biz de şöyle cevap veririz: Bu mücmel (açıklanması gereken) bir ifadedir. Sizden önce bu anlamı ile hadislerin varlığını ileri gelen imamlardan inkar eden kimlerdir? Diğer taraftan Kur'ân ve sünnetin nass'ları bunu ihtiva ettiği gibi aynı şekilde imamlardan gelen açık ifadeler de aklın apaçık gerçekleri ile birlikte bunu dile getirmektedir.
Şüphesiz insanları muhatap alan ve onlara Yüce Allah'ın söz söylediğini, seslendiğini, özel olarak konuştuğunu ve buyruklar verdiğini haber veren rasûl-ler, onlara bunların Yüce Allah'tan ayrı bir takım mahluklar olduklarını da anlatmaya karışmamışlardır. Aksine onlara anlatmak istedikleri şey şu olmuştur. Bizzat konuşan Yüce Allah'ın kendisidir ve konuşmak (kelam) başkasıyla değil, onunla kaimdir. O sözü söyleyen ve buyuran O'dur. Nitekim Âişe -ra - İfk (iftiraya maruz kalışını anlatan) hadisinde şunları söylemiştir: "Şüphesiz kendi nazarımda ben. Yüce Allah'ın benim hakkımda Kur'ân-ı Kerîm'de okunacak bir vahiy suretinde kelam söylemeye değmeyecek kadar önemsiz idim."1
1 Buhârî2661, 4141. 4750: Müslim 2770.
Şayet bütün bunlardan, mefhumlarından anlaşılandan farklı şeyler kastedilmiş olsaydı, elbetteki bunların da açıklanması icab ederdi. Zira gerek duyulan vakitten sonraya açıklamanın ertelenmesi caiz değildir.
Söz söyleyip, kelam ile konuşmakla birlikte sözün ve kelam'ın kendisi ile kaim olmayıp aksine o kelam'ın başkası ile kaim olduğu, söz söyleyen ve mütekellim bir kimsenin varlığını, ne akıl bilir, ne de dilde böyle bir şey vardır. Eğer onlar bu iddiaları ile teşbihten çekinip kaçındıklarını ileri sürecek olurlarsa, o takdirde başka sıfatları da kabul etmesinler. Çünkü onlar: O bilir ama bizim bilgimiz gibi değil, diyecek olurlarsa biz de: O da konuşur ama bizim konuşmamız gibi değildir der ve diğer bütün sıfatlarının da böyle olduğunu söyleriz.
Acaba kendisiyle kudretin kaim olmadığı bir kadir, kendisi ile hayatın kaim olmadığı bir hayy'ın varlığı akıl kabul edebilir mı?
Nitekim Peygamber -sav- de: "iyinin de, kötünün de asla kendilerinden öteye gidemediği Allah'ın eksiksiz kelimeleri ile (Allah'a) sığınırım."2
2 Müsned, III, 419.
diye buyurmuştur. Aklı başında bir kimsenin o mahluk olan bir şey ile sığınmıştır, demesi mümkün olabilir mi? Aksine Hz. Peygamberin şu buyrukları da böyledir: "Gazabından rızana, cezalandırmadan afiyetine sığınırım."3;Müslim 486
"Hissettiğim ve kendisinden çekindiğim şeylerin kötülüklerinden Allah'ın izzetine ve kudretine sığınırım."4; Müslim 2202.
"Altımızdan yerin dibine geçirilmekten, Senin azametine sığınırım."5
Ebu Dâvûd 5074; Nesat.VIII, 282
İşte bütün bunlar Yüce Allah'ın sıfatlarıdır. Bu hususlar ilgili yerlerinde genişçe açıklanmıştır. Ben burada sadece bir işarette bulunmak istedim.
Hanefi'lerin müteahhir olanlarının pek çoğu (kelam'ın) bir tek mana olduğunu, birden çok oluşun, çokluğun, parçalanmanın ve kısımlara ayrılmanın, medlul'de değil de delâletlerde hasıl olduğunu kabul etmişlerdir. Bu ibareler işte mahlukturlar ve Allah'ın kelamına delalet edip, Allah'ın kelamı da bunlarla ifade edildiğinden dolayı bunlara da "kelamullah" adı verilmiştir. Eğer bu Arapça ifade edilirse o Kur'ân-ı Kerîm'dir. ibranice ifade edilirse Tevrat'tır. Farklılık arzeden ibarelerdir, kelam değildir. Onlar: işte bu ibarelere mecazen Allah'ın kelamı denilir, derler.
Ancak bu tutarsız bir görüştür. Zira Yüce Allah'ın: "Zinayayaklaşmayınız." (ei-isra, 17/32) buyruğunun anlamının; "Namazı dosdoğru kılınız." (ei-Bakara, 2/43) buyruğunun anlamı ile aynı olmasını gerektirir. Diğer taraftan Ayete'l-Kürsî'nin ihtiva ettiği mananın deyn (borçlanma âyeti) ile aynı anlama, ihlas suresinin anlamının "Tebbet" suresi ile aynı anlama gelmesini gerektirmektedir. Fakat kişi bu görüşü düşündükçe tutarsızlığını daha yakından kavrar ve bunun selefin konu ile ilgili sözlerine muhalif olduğunu anlar.
Gerçek şu ki Tevrat, incil, Zebur ve Kur'ân hakikat manasıyla Allah'ın kela-mındandır Yüce Allah'ın kelamının ise sonu yoktur. O dilediği vakit ve dilediği şekilde, dilediği şeyleri söylemek vasfına sahip ezelden beri mütekellimdir. Ebediy-yen de böyledir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Rabbimin sözleri için denizler mürekkep olsa, buna yardımcı olarak bir o kadar daha katsak, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenir." (ei-Kehf, 18/109); "Eğer yerde olan bütün ağaçlar kalem olsa ve deniz de ardından yedi den/z daha ona katılsa, yine de Allah'ın söz/eri tükenmezdir. Muhakkak Allah Aziz'dir, Hakim'dir." (Lokman, 31/27)
Yüce Allah'ın Kelâm'ı
Allah'ın keiarn'ı kalplerde ezberlenip, bellenmiş, dillerle okunmakta, mus-haf'larda yazıiı bulunmaktadır. Nitekim Ebu Hanife -Allah'ın rahmet: üzerine olsun- el-Fıkhu'l-Ekber'inde de böyle demiştir. Yüce Allah'ın bütün bu yerlerdeki kelamı hakikat manasıyladır. Eğer: Mushaf'larda yazılı olan Allah'ın kelam'ıdır, denilecek olursa bundan doğru ve gerçek bir mana anlaşılır. Eğer onun hakkında; bu filanın hattı ve yazısıdır, denilecek olursa yine bundan doğru ve gerçek bir mana anlaşılır Eğer: Bunda kendisi ile yazıldığı bir mürekkep vardır, denilecek olursa yine bundan da doğru ve gerçek bir mana anlaşılır. Eğer mushaf'larda mürekkep vardır, denilecek olursa, eibetteki buradaki "zarf" anlamı ile "onda gökler ve yer vardır, onda Muhammed ve isa vardır" ve buna benzer sözlerinden anlaşılacak zarf manasından farklı olacaktır. Bu iki mana da bir kimsenin: Onda filan hattat'ın hattı vardır, sözündeki manadan farklıdır. Bu üç mana da bir kimsenin: Orada Allah'ın kelamı vardır, sözünün ihtiva ettiği manadan farklıdır. Bu manalar arasındaki farklara dikkat etmeyen bir kimse sapıtır ve doğruyu bulamaz.
Aynı şekilde okuyanın fiili olan kıraat ile yüce yaratıcının sözü olan oku-
nan sözler arasındaki fark da böyledir. Bu farkı tesbit edemeyen bir kimse de aynı şekilde sapıtmış olur. Şayet bir kimse bir kağıtta: "Şunu bil ki Allah'ın dışındaki herşey batıl'dır." mısrasının bilinen bir hattat'ın yazısı ile yazılmış olduğunu görecek olsa, eibetteki o kimse: Bu gerçek manasıyla Lebid'ın sözlerindendir. Bu gerçekten ulan kimsenin hattıdır derse; buradaki herbır şeye dair ifadesi bir hakikattir. Bu da gerçekten bir mürekkeptir, der ve buradaki gerçekler birbirlerine karışmazlar.
"Kur'âri1 kelimesi aslında mastar'dır. Bazen bu kelime zikredilerek onunla okumak kastedilir Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Sabah Kur'ân'ını da (yani namazda Kur'ân okumayı da) Çünkü sabah Kur'ân'ı (namazı) tanık olunan (bir namaz)dtr." (ei-isra, 7/78)
Peygamber -Saltanatın aleyhi veseilem- de şöyle buyurmuştur: "Kur'ân'ı seslerinizle süsleyiniz."1
Ebû Dâvûd 1468; Nesaı, II, 179-180; Müsned, IV, 283, 285, 296, 304; İbn Mâce 1342
Bazen de "Kur'ân" lafzı ile "makrû1 (okunan şey)" kastedilmektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kur'ân'ı okuyacağın zaman, o koğuimuş şey-tan'dan Allah'a sığın." (sn-Nafrt. ıe/98); "Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki merhamet olunasınız." (ei-A'rai, 7/204) Peygamber -Saltaiiahu aleyhi veseitem- de şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki bu Kur'ân yedi harf üzere indirilmiştir."2
Muvatta, l. 201; Buharî 2419, 4992, 5041,6936, 7550; Müslim 818Buna benzer sözü edilen her iki anlama da delalet eden daha pek çok âyet-i kerîme ve hadis-i şerif vardır. Buna göre hakikatlerin aynî, zihnî, lafzî ve resmî (şekilsel) varlıkları vardır. Fakat ayn'lar önce bilinir, sonra onlar zihinde hatırlanır, sonra yazılır, işte bunların (Kur'ân lafızlarının) mushaf'ta yazılması dördüncü mertebedir.
Kelam'a gelince; Kendisi ile mushaf arasında herhangi bir vasıta yoktur. Bilakis zihni ya da dil ile alakalı herhangi bir araç olmaksızın yazılandır. Onun "öncekilerin kitaplarında bulunması" ile "yayılmış bir sahıfede" veya "meknun bir kitapta bulunması" arasındaki fark gayet açıktır.
Kur'ân-ı Kerîm hakkında: "Şüphesiz ki o daha öncekilerin kitaplarında da vardır." (eş-Şuarâ. 26/196) buyruğundan kasıt onun şanının, niteliklerinin önceki kitaplarda söz konusu edildiği ve indirileceğinin haber verildiğidir. Nitekim Muhammed -Sailatiahu aleyhi veseliem- de onların nezdinde bulunan kitaplarda yazılı idi. Zira Kur'ân-ı Kerîmi Yüce Allah, Muhammed'e indirmiştir. Onun dışında hiçbir kimseye asla indirmiş değildir. İşte bundan dolayı Yüce Allah burada '''kitaplarda (ez-zubur)" diye buyurmuş "sahifelerde" de, "er-rak" da da dememiştir.
Çünkü "zubur" kelimesi "zebur" kelimesinin çoğuludur. "ez-Zebr" ise yazmak ve toplayıp bir araya gelirmek demektir. Buna göre Yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki o daha öncekilerin kitaplarında (zubur) da vardır." buyruğu öncekilerde yazılıdır, anlamındadır. Zaten bizzat lafzın kendisinde ve lafzın türeyişinde kastedilen manayı açıklayan ifadeler de vardır. Bunlar Kur'ân-ı Kerîm'in beyanının mükemmelliğini, karışıklıktan uzak ve arınmışlığını da açıklamaktadırlar. Bu da Yüce Allah'ın: "Onlar ki onu yanlarındaki Tevrat'ta ve incil'de yazılı bulurlar."(ei-A'raf, 7/757.) buyruğunu andırmaktadır. Bundan maksat ise onun kitaplarında anılmış olduğunu göreceklerdir, demektir.
Burada Yüce Allah'ın: "Yayılmış sahifeler içinde (râk)" (et-Tur, 52/3) yahut: "O levh-i mahfuz'dadtr." (ei-Buruc, 85/22) yahut: "Korunan bir kitaptadır." (ei-Vakıa, 56/78) buyrukları ise bundan farklıdır. Çünkü burada zarfta amel eden ya kevn, istikrar, husul ve buna benzer umumi fiillerden bir fiildir yahut ta o bir kitapta yazılıdır, yahut ta bir rak'ta (sahifelerde) yazılıdır şeklinde bir takdiri ifade söz konusudur.
Kitap lafzı kimi zaman yazım yeri anlamında kullanılır, kimi zaman da yazılı söz anlamında kullanılır. Söylenen sözün kitapta yazılması ile dışarıda var olan ayn'ların kitapta yazılışı arasında bir ayırıma gitmek gerekir. Çünkü bu ayn'tarın ancak isimleri orada yazılır. Kişi bu husus üzerinde düşündükçe aradaki farkı da açıkça anlar.
Yüce Allah'ın kelâmının harici hakikatine gelince; bu O'ndan yahut ta O'-nun adına tebliğ edenden işitilendir. Kişi bunu işitecek olursa onu bilir ve beller. Buna göre Yüce Allah'ın kelamı o kimse tarafından işitilir, bilinir ve bellenmiş olur. Onu işiten kişi söyleyecek olursa o takdirde o kimse, o sözü okumuş ve tilavet etmiş olur. O sözü yazacak olursa, o takdirde bu söz onun tarafından yazılmış ve resmedilmiş olur. Bütün bu yönleriyle o söz bir hakikattir ve sözün nef-yedilmesi sahih olamaz ama mecazi ifadenin nefyi sahih'tir. Buna göre: Mushaf'ta Allah'ın kelamı yoktur demek, caiz olmadığı gibi Kur'ân okuyan bir kimsenin okuduğu Allah'ın kelamı değildir de denilemez. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer müşriklerden biri senden eman dilerse ona eman ver. Takı Allah'ın kelamını dinlesin." (et-Tevbe. 9/6) Halbuki bu kimse Allah'ın kelamını Allah'tan işitmiş olmayacaktır. O ancak Allah adına onu tebliğ eden kimseden işitecektir. Ayei-i kerîme: işitilen şey Allah'ın kelamının tabiridir. Yüce Allah'ın kelamının kendisi değildir, diyenlerin sözlerinin tutarsız olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü Yüce Allah burada: "Takı Allah'ın kelamını dinlesin"diye buyurmuş. Bunun yerine: Taki o Allah'ın kelamını anlatan ifadeleri dinlesin, diye bu-
yurmamıştır. Sözlerde de aslolan hakikattir. Bir kimse' Mushaf'larda yazılı olan Allah'ın kelamının anlatımıdır yahut Allah'ın kelamının nakledilrnesidir. Mushaf'larda Allah'ın kelamı yoktur; diyecek olursa şüphesiz Kitab'a, Sünnet'e ve ümmetin selefine muhalefet etmiş olur ki. sapıklık olarak bu kadarı yeter.
Tahâvî -Allah'ın rahmeti üzerine olsunun sözleri; O kendisinden işitilmesi tasavvur olunamayan tek bir manadır, işitilen, indirilen, okunan ve yazılan ise Allah'ın kelamı değildir. Sadece onun anlatımıdır, diyenlerin sözlerini reddetmektedir. Çünkü Tahâvî -Allah'ın ı-s/ımeti üzerine olsun- şöyle demektedir: "Allah'ın kelamı Ondan gelmiştir." Seleften başkaları da böyle söylemiştir. Onlar. O, O'ndan gelmiştir, O'na dönecektir derler. "O'ndan gelmiştir" demelerinin sebebi Mutezileye mensub Cehmiye ile diğerlerinin: O kelam'ı belli bir yerde halketti ve kelam o yerden ortaya çıkmıştır, demeleridir. O bakımdan selef' "Kelam O'ndan geiir" demişlerdir. Yani, Kur'ân-ı Kerîm'i kelam sıfatı ile söyleyen O'dur. O bakımdan, O'ndan gelmiştir. Bir takım mahlukattan baş göstermiş değildir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kitabın indirilmesi mutlak galip, her işi hikmet dolu Allah iarafındandır." (az-Zümer, 39/1); "Fakat benden sadır olan... sözü hak olmuştur. " (es-Seccfe, 32/13); "De ki: Onu Ruhu'l-Kudüs... Rabbinden hak olarak indirmiştir." (en-Nahl, 16/102)
Selefin: O'na dönecektir, sözlerinin anlamına gelince, Kur'ân kalplerden ve mushaf'lardan kaldırılacak, geriye ne kalplerde, ne mushaflarda ondan tek bir âyet kalmayacaktır. Nitekim bu husus bir çok rivayette dile getirilmiştir.
Akıl Yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'i Nasıl Söylediğini İdrâk Etmekten Âcizdir
"Keyfiyyetsız olarak" ifadesi O'nun kelam sıfatı ile Kur'ân'! nasıl söylediğinin bilinemeyeceği anlamındadır ve O'nun bu kelamının mecaz olmadığını ifade eder
"Rasûlüne vahiy yoluyla indirmiştir" ifadesi şu demektir: O. Kur'ân'ı Rasü-lüne, meleğin dili ile indirmiştir. Melek Cebrail Kur'ân'ı Yüce Allah'tan işitmiş, onun Rasûlü Muhammed -Saiiaiiahu aleyhi veseiiem- melekten işitmiş ve insanlara okumuştur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz onu insanlara ağır ağır okuyasın diye bölüm bölüm ayırdığımız bir Kur'ân olarak (indirdik). Biz onu kısım kısım indirdik." (et-isra. 16/106); "Onukalbinin üzerine uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça lisan ile Ruhu'i-Emin indirdi." (eş-Şuara, 26/193-195)
Buna karsı; "O zaman Kur'ân'ın indirilmesi, yağmurun indirilmesi, demirin indirilmesi, davarlardan sekiz çiftin indirilmesi gibi bir şeydir" diye itiraz edilmiştir.
Buna cevabımız şudur: Kur'ân-ı Kerîm'in indirilişi ile ilgili olarak onun Allah'tan indirildiği zikredilmiştir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi; "Ha. Mîm. Kitabın indirilmesi, hükmünde galip en iyi bilen Allah'tandır." (ei-Mumın, 40/1-2); "Kitabın indirilmesi mutlak galip, her işi hikmet dolu Allah taraftndandtr." (ez-za-mer, 39/i)'. "(Bu kitap) "Rahman, Rahim olan Allah tarafından indirilmiştir." (Fussîiet, 4j/2); "O hikmeti sonsuz, her hamde layık olan tarafından indirilmiştir' (Fussüe:, 41/42); "Şüphesiz Biz onu mübarek bir gecede indirdik. Muhakkak Biz, korkutup uyaranlarız. O gecede hikmetli her bir iş taralımızdan bir emir ile ayrılır. Muhakkak Biz, gönderenleriz." (ed-Duhan, 44/3-5); "Eğer sız doğru söyleyenler iseniz, o halde Allah katından ikisinden daha doğru yol gösterici bir kitap getirin ki ben de ona uyayım." (ei-Kasas. 28/49); "Kendilerine kitap verdiklerimiz bunun muhakkak Rabbın tarafından hak ile indirildiğini bilir/er." (el-En'âm, e/111); "Onu Ruhu'i-Kudüs, Rabbinden hak olarak indirmiştir." (en-Naht. 16/102)
Yağmurun indirilmesi ise "semadan indirilmiş olmak" ile kayıtlandırılmıştır. Yüce Allah: "O gökten bir su indirmiştir." (er-rad, 13/17j diye buyurmaktadır. Gök (sema) yükseklik demektir. Bir başka yerde yağmurun bulutlardan indirildiği, bir diğer yerde sıkıcı bulutlardan indirildiği zikredilmektedir Demirin ve davarların indirilmesi ise mutlak olarak geçmektedir. Peki bu indirme ile diğer indirme birbirine nasıl benzer ve böyle bir indirme ötekine nasıl benzetilebilir?
Demir, hiç şüphesiz dağlarda bulunan maden yataklarından çıkartılır ve dağlar yerden yüksektedir. Denildiğine göre demir madeni ne kadar yüksekten çıkıyorsa, o kadar kalitelidir.
Davarlar ise doğmak suretiyle yaratılırlar, bu ise erkeklerin sülblerinde bulunan suyun, dişilerin rahimlerine indirilmesini gerektirir, işte bundan dolayı "indirdi (enzele)" diye buyurulmuş, "nezzele (peyderpey indirdi)" diye buyurul-mamıştır. Daha sonra da ceninler annelerin karınlarından yerin üzerine inerler. Bilindiği gibi davarların erkekleri çiftleşme esnasında dişilerinin üzerine çıkarlar. Erkeğin suyu da yukardan dişilerin rahmine akar. Dişi yavrusunu doğurduğunda da yukardan aşağı doğru bırakır. İşte buna göre Yüce Allah'ın: Ve sizin için davarlardan sekiz çift indirdi." (ez~Zûmer, 39/6) buyruğunun iki anlama gelme ihtimali vardır: Birisine göre buradaki "min:...dan" cinsin beyanı içindir, ikincisine göre bu gayenin başlangıç noktasını bildirmek içindir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda da bu iki açıklamanın kabul edilme ihtimali vardır: "Size kendi nefislerinizden eşler ve davarlardan da çiftler yaratmıştır." (eş-Şura, 42/11;
Tahâvî'nin. "Mü'minler de bu şekilde onun hak olduğunu bilip tasdik etmişlerdir" sözlerinde, sözü edilen şekliyle Kur'ân'ın Allah'ın kelamı olduğu ve Allah
tarafından indirildiğine dair açıklamalarına işaret etmektedir. Yani Ashab-ı Ki-ram'ın ve onlara bir surette tabi olanların görüşü budur. İşte selef-i salih denilenler de bunlardır. Elbetteki bu, doğru ve gerçektir.
Kelam-ı Nefsi
Tahâvl-Allah ona rahmet etsin-'nin: "Onun gerçek anlamıyla Yüce Allah'ın kelamı olduğuna, mahlukatın kelamı gibi yaratılmış olmadığına kesinlikle inanmışlardır' sözleri, Mutezile'nin ve bu görüşü kabul eden diğerlerinin kanaatlerini reddettiği noktasında açık bir ifadedir. Onun "gerçek manasıyla" ifadesi, "kelam, Yüce Allah'ın zatı ile kaim ve ondan kimse tarafından işitilmemiş, o ancak ke!am-ı nefsî olarak vardır" anlamındaki görüşlerini reddettiğini görüyoruz. Çünkü kendisi ile nefsî kelarn'ın kairn olup da o kelamiyle konuşmamış kimsenin kelamı hakkında; bu hakikat anlamı ile bir kelam'dır, denilemez. Aksi takdirde dilsizin de konuşabilen bir kimse olması gerekir ve mutlak olarak söz konusu edilmesi halinde mus-haf'ta bulunan sözlerin de Kur'ân ya da Allah'ın kelam'ı olmaması, aksine Allah'ın kelarn'ı olmayıp O'nun tabiri, ifadesi olması gerekirdi. Nitekim dilsiz bir kimse bir kişiye işaretle bir şeyler anlatmaya kalkışsa, o kişi de onun maksadının ne olduğunu anlayarak bu şahıs o dilsizin kendisine işaret ettiği manayı ifadelendirecek şekilde yazacak olur ise yazılan bu ifadeler, yazan şahsın dilsizin anlatmak istediği manayı ifadelendiren bir tabir olur. Bu örnek onların söylediklerine son derece uygundur. Her ne kadar hiçbir kimse Yüce Allah'a -haşa- "dilsiz" demiyorsa bile onlara göre melek Yüce Allah'tan nefsi ile kairn olan bir manayı kavramış, ancak ondan herhangi bir harf ya da bir ses işitmemiş, aksine mücerred olarak manayı kavramış, sonra onu ifadelendirmiştir. Buna göre Kur'ân nazmını ve Arap diliyle bunun te'lifini ortaya koyan melek'tir. Yahut ta Yüce Allah, melek'ten ayrı hava gibi bazı cisimlerde bu ibareyi halketrniş olmaktadır.
Kelam tek bir manadır, diyen kimselere şöyle denilir: Musa -Aieyhisseiam-bu mananın tamamını mı işitmiştir? Yoksa bir bölümünü mü?
Eğer bu kimseler tamamını işitmiştir, diyecek olurlarsa onun Allah'ın kelamının tamamını işittiğini iddia etmiş olacaklardır. Bunun tutarsızlığı ise açıkça ortadadır. Şayet bir bölümünü işitmiştir, diyecek olurlarsa o takdirde bunlar Allah'ın kelam'ının kısımlara ayrıldığını kabul etmiş olacaklardır. Yüce Allah'ın kendisi ile konuştuğu yahut ta ona kelamından bir şeyler indirmiş bulunduğu herkes hakkında da bu söz konusudur.
Yüce Allah meleklere: "Şüphesiz ki Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' (eı-Bakara, 2/30) diye buyurduğunda yine onlara: "Âdem'e secde edin" (eı-Bakara, 2/34) diye emrettiğinde ve buna benzer buyrukları ile ilgili olarak; acaba bu Allah'ın kelamının tamamı mıdır? Yoksa bir bölümü müdür? diye sorulacak olur da bunlar: Bu Allah'ın kelam'inin tamamıdır, diyecek olurlarsa; hiç şüphesiz ki bu hakka karşı bile bile bir büyüklenme ve inatlaşmadır. Eğer bir bölümüdür, diyecek olurlarsa o takdirde Allah'ın kelam'ının taaddüdünü de itiraf etmiş olacaklardır.
Yüce Allah'ın kelam'ı nefsî ile kaim bir manadır, diyenlerin görüşlerini Peygamber -Sallaiiahu aleyhi vesellem-in şu buyrukları reddetmektedir; 'Şüphesiz ki bizim bu kıldığımız namazda insanların kelamından olan bir şeylerin söylenmesi uygun değildir,"1;Müslim S37; Ebû Dâvûd 930; Nesâl, III, 14-18: Müsned, V, 448-449
Muhakkak Allah emrinden dilediği şeyi ihdas eder. İhdas ettiklerinden birisi de; namazda konuşmayınız, buyruğudur."3
Ebû Dâvûd 924; Mesaî, III, 19; Müsned, l, 376. 377, 409.
ilim adamları namaz kılan bir kimsenin namazın maslahatı için olmayarak ve kasten namazda iken konuştuğu takdirde namazının batıl olacağını ittifakla kabul etmişlerdir. Yine hepsinin ittifakına göre kalpten geçen düşünceler halinde bir takım dünyevî hususların tasdik ve talep edilmesi namazı iptal etmez. Namazı sadece bunları sözlü olarak söylemek iptal eder. Böylelikle müslüman-ların ittifakı ile kalpten geçen bu ifadelerin bir kelam (söz söyleme) olmadığı an- • laşılmış olmaktadır
Aynı şekilde Buharî ile Müslim'de Peygamber -saiiatiatnı aleyhi veseiiem-ln -şöyle buyurduğu kaydedilmektedir; 'Şüphesiz ki Yüce Allah ümmetime nefisle- ; rinden (içlerinden) geçirdikleri düşünceleri -onları sözlü olarak ifade etmedikçe ; yahut gereğince amel etmedikçe- bağışlamış bulunmaktadır."3
Buharî 2528, 2529, 6664: Müslim 127.
Bu buyruğuyla sözlü olarak söylemediği sürece kişinin içinde geçireceği düşünceleri Yüce Allah'ın affedeceğini haber vermektedir. Böylelikle kişinin içinden geçirdikleri ile sözlü olarak konuşması arasında fark bulunduğunu ve Yüce Allah'ın konuşulmadıkça kişiyi içinden geçireceklerinden dolayı sorumlu tutmayacağını haber vermektedir. Maksat ilim adamlarının ittifakıyla; dil ile bunları söylemedikçe kişinin sorumlu tutulmayacağını anlatmaktır. Bundan anlaşılıyor ki dilde 'kelam' budur Çünkü sari' de bizlere ancak Arap diliyle hitap etmiş bulunmaktadır.
Aynı şekilde Sünen'de kaydedildiğine göre Muaz -Radıyallahu anh-; Ey Allah'ın Rasûlü bizler gerçekten konuştuğumuz şeylerden dolayı sorumlu tutulacak mıyız? diye sormuş. Peygamber -sav- şöyle buyurmuştur:
•insanları cehennem ateşine başaşağı dillerinin "tırpan!arıyla" biçtiklerinden başka bir şeyin yıktığını mı zannedersin?"1
Tirrnizî2616, itan Mâce 3973; Ahmed, V. 231
Böylelikle kelam'ın ancak dil ile söylenen sözler olduğunu açıklamış olmaktadır. Buna göre "kavi (söz)" ile "kelam {söz söylemek, konuşmak)' lafızları ile bunlardan türeyen ister mazi, ister müzari, ister emir olsun, ister isrn-i fail olsun Kur'ân'da. sünnette ve diğer Arapça ifadelerde kullanılacak olursa lafız ve mana ile birlikte bulunmaları halini ifade eder. Sahabe ve onlara güzel bir şekilde tabi olanlar arasında 'kelam"ın neye ad olduğu hususunda herhangi bir görüş ayrılığı ve tartışma olmamıştır. Bu hususta tartışma ancak bid'at ehli alimlerinden müteahhirler arasında ortaya çıkmış, sonra da yayılmıştır.
"Şüphesiz ki: Allah'ın kelamı O'nun yüce zatı ile kaim bir tek manadır. Okunan, ezberlenmiş bulunan, mushaf'larda yazılı olan ve Kur'ân okuyandan dinlenilen sözler ise Yüce Allah'ın kelamının nakledilmesi (hikayesi)dir ve o
mahluk'tur" diyen kimseler elbetteki mana itibariyle Kur'ân-ı Kerîm'in yaratılmış olduğunu -farkında olmadan- söylemiş olurlar.
Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: 'De ki: 'Andolsun bu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya top/ansa/ar, birbirine yardımcı olsalar dahi yine benzerini getiremezler." (ei-isra, 17/88)
Acaba Yüce Allah bu buyruğunda nefsinde bulunan kelama mı işaret etmektedir, yoksa okunan ve okunduğu zaman duyulan kelamına mı işaret etmektedir? Şüphesiz ki burada işaret şu okunup, işitilen, duyulan kelamadır. Zira Yüce Allah'ın zatında bulunana işaret söz konusu değildir, o indirilmiş de değildir, okunan bir söz de değildir, dinlenen bir söz de değildir.
Yüce Allah'ın: 'Benzerini getiremezler" buyruğu ile acaba: Onlar hiç işitmedikleri, bilip tanımadıkları, benim nefsimde bulunan kelamın benzerini getiremezler mi demektir? Halbuki yüce yaratıcının nefsinde bulunana ulaşmaya, O'nun nefsinde neler olduğunu bilip vakıf olmaya, asla imkan yoktur.
Eğer: O, bu sözleriyle neisinde bulunan kelamın nakledilenine (hikaye edilenine) ve onun kelamının ifade ve tabirine -ki bu da okunan, yazılan ve dinlenen kelam'dır- işaret etmiştir. Zatındaki kelam'a işareti ise söz konusu değildir, diye cevap verirlerse; şunu belirtelim ki; böyle bir görüş Kur'ân'ın açıkça mahluk olduğunu iddia etmek demektir. Çünkü bir şeyin nakledilmesi, onun gibisidir veya ona benzerdir. Bu ise Yüce Allah'ın sıfatlarının hikaye edilen, nakledilen şeyler olduklarını açıkça ifade etmek demektir. Eğer okuduğumuz bu Kur'ân-ı Kerim bir nakil ve hikaye olsaydı, şüphesiz ki insanlar Allah'ın kelamının bir benzerini de ortaya koymuş olacaklardı. O vakit onların benzerini ortaya koymaktan aciz kalmalarından nasıl söz edilebilirdi?
Buna bağlı olarak onların iddiasına göre Kur'ân gerçekte ses ve harf olmayan bir kelam'ın ses ve harf ile nakledilmiş olması anlamına gelir. Kur'ân-ı Kerîm ise, ancak belli bir takım sureler, satıra geçilmiş âyetler ve tertemiz sahi-felerde kaydedilmiş bir kitaptır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Haydi onun gibi uydurulmuş on sure meydana getirin." (hud. 11/13); "Aksine o kendilerine ilim verilmiş olanların kalplerinde (hıfzedilmiş) apaçık âyetlerdir. Ayetlerimizi ancak zalim olanlar bi/e bile inkar eder." (ei-Ankebut, 29/49); "O, çok şerefli, son derece yüksek ve tertemiz sahnelerdedir." (Abese. 80/13-14) Kur'ân-ı Kerîm okuyana, okuduğu herbir harf karşılığında on hasene yazılır. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmaktadır: " Ama ben sizlere "Elif, Lam, Mim'tek bir harftir, demiyorum. Aksine 'elif bir harftir, 'lam' bir harftir ve "mim" bir harftir."1
Tırmizi 2910
Kur'ân-ı Kerîm hafızların kalplerinde korunmuş, okuyanların dillerinden dinlenilen kelamdır. Hafızu'd-Din en-Nesefî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- "el-Menâr" adlı eserinde şunları söylemektedir: 'Şüphesiz ki Kur'ân-ı Kerîm hem nazmın (belli sözler dizisinin), hem de manalarının adıdır.1 Onun dışında başka usul alimleri de böyle söylemişlerdir.
Ebu Hanife -Allah'ın rahmeti üzerine olsun-ye nisbet edilen "namazda iken fars-ça {Kur'ân meali) okumak yeterlidir" şeklindeki görüşüne gelince o bu görüşünden vazgeçmiş ve şöyle demiştir: Arapça okuma gücü varken, Arapça dışında okumak caiz değildir.
Ilım adamları şöyle demişlerdir: Eğer Arapça dışında bir dille okuyacak olursa bu kimse ya tedavi edilmesi gereken bir delidir, yahut ta öldürülmesi gereken bir zındık'tır. Çünkü Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'i bu dil ile indirilmiştir ve ı'-caz da Kur'ân-ı Kerîm'in hem nazmı hem de manası ile ortaya çıkar.
Kur'an'ın Allah'ın Kelamı Olduğunu İnkar Etmenin Hükmü
Tahavinin: "Kim Kur'ân'ı dinler de şüphesiz ki bu bir insan sözüdür diyecek olursa elbetteki o kâfir olur" sözlerine gelince, Kur'ân'ı Kerîm'in Allah'ın kelamı olduğunu inkar edip, o Muhammed'ın ya da ister melek, ister bir beser olsun onun dışındaki yaratıklardan birisin sözüdür, diyenlerin kâfir olacağında hiçbir şüphe yoktur.
Ama Kur'an'ın Allah'ın kelamı olduğunu ikrar ve itiraf etmekle birlikte, ar-
Kasından te'villerde bulunup, tahriflere sapacak olursa o takdirde bu bazı yönleri ile küfre götüren ifadeler söylemiş ve bu arada: "Su insan sözünden başka bir şey değildir." (ei-Mudessir. 74/25) diye ifadeler de kullanmış bulunanların kanaatine uygun sözler söylemiş olur. Böyleleri şeytan'ın ayaklarını kaydırdığı kimselerdir. İleride Tahâvî'nin: "Bizler kıble ehline mensup herhangi bir kimseyi bir günah dolayısıyla -onu helal kabul etmedikçe- tekfir etmeyiz" sözlerine dair açıklamalarda bulunurken -yüce Allah'ın izniyle- buna dair açıklamalar gelecektir.
Kur'ân Hem Lafzı Hem de Manası İtibariyle Mucizedir
Tahâvî'nin: "(Kur'ân) insan sözüne hiçbir şekilde benzemez" ifadesi şu demektir: Kur'ân-! Kerîm elbetteki en şerefli, en fasih ve en doğru sözdür. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'tan daha doğru sözlü kimdir?" (en-Ni-sa, 4/87); "De ki: 'Andolsun bu Kur'an'ın bir benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya top/ansa/ar, birbirine yardımcı olsalar dahi yine benzerini getiremezler." (ei-isra. 17/88); "De ki: 'Öyleyse haydi siz de onun gibi uydurma on sure getirin.'" (Hud, 1t/13); 'De ki: 'Öyleyse eğer doğru söyleyenler iseniz, siz de onun benzeri bir sure getirin.'" (Yunus, 10/33)
En ileri derecedeki düşmanlıklarıyla birlikte Arapların en fasihleri de bu sözlere muhatap olanlar olup, onun bir suresinin benzerini dahi meydana getirmekten acze düşmüş olduklarına göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in bu Kur'ân Allah'tan getirdiği iddiasında doğruluğuda ve Kur'ânı Kerîm'in hem nazmı (söz ve ifade dizilişi) hem de manası itibariyle -sadece bunlardan birisiyle değil- mucize olduğu da ortaya çıkmış olmaktadır
Diğer taraftan O, Arapça bir Kur'ândır. Onda hiçbir eğrilik yoktur ve apaçık bir Arapça'dır. Buna göre onun benzerinin söz konusu olmayacağının belir-tılrnest sadece kelime ve harfler bakımından değil, aynı zamanda hem onun gibisini söylemek hem de nazım ve mana itibariyle onun benzerini ortaya koymak da nefyedilmektedir. işte surelerin başlarında bulunan mukatta' harfler de buna işaret etmektedir. Yani, Kur'ân-ı Kerîm onların kullandıkları söz ve konuşma üslu-buyladır. Kendilerinin karşılıklı alarak birbirleriyle hitap ettikleri dil ile gelmiştir.
Nitekim mukatta' harflerden sonra özellikle Kur'ân-ı Kerîm'in söz konusu edildiğine de dikkat etmemiz gerekir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Etif, Lam, Mim. İşte bu kitap(dır ki) onda hiçbir şüphe yoktur." (el-Bakara. 2/1-2i; "Elif, Lam, Mim. Allah (O'dur ki) O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. Hayy'dır, Kayyum'dur. Sana hak ile kitabı kısım kısım indirmiştir." (Ai'i-imran, 3/1-3); "Elif, Lam, Mim, Sad (Bu) sana indirilmiş bir kitaptır.' (ei-A'raf, 7/ı-2); 'Elif, Lam, Ha. işte bunlar hikmet dolu kitabın âyetleridir." (Yunus, 10/1-2)
Bu şekilde başlayan diğer sureler de böyledir. Bunlarla Yüce Alfah şuna dikkatlerini çekmekteydi: Bu şerefli rasûl size, sizin bilmediğiniz, tanımadığınız bir şey getirmiş değildir. Aksine o, size dilinizle hitap etmektedir.
Ancak yanlış görüşlere sahip olanlar, böyle bir yaklaşımı şanı Yüce Allah'ın Kur'ân'ı, kelâm'ı olarak söylemiş olduğunu, Cebrail'in de bunu işitmiş olduğunu nefyetmek ve reddetmek için bir yol olarak kullanmaktadırlar. Nitekim onlar Yüce Allah'ın: "Hiçbir şey O'nun gibi değildir." (eş-Şûrâ. 42/11) buyruğunu da O'nun sıfatlarını nefyetmek için bir yol olarak kullanırlar. Halbuki âyet-i kerîme'de onların bu iddialarını reddedecek ifadeler de vardır. Çünkü Yüce Allah hemen1 "O, herşeyi işitendir, görendir" (eş-şurâ. 42/ıi) diye buyurmaktadır. Nitekim Yüce Allah: "Onun gibi bir sure gelirin." (Yunus, 10/38) buyruğunda da harfleri reddedenlerin görüşleri reddedilmektedir. Çünkü Yüce Allah: "Onun gibi bir sure gelirin" diye buyurmuş, onun gibi bir harf yahut bir kelime getirin, dememiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de en kısa sure ise üç âyet-i kerîme'den ibarettir. Bundan dolayı Ebu Yusuf ve Muhammed -Allah'ın rahmeti üzerlerine otsun- şöyle demişlerdir: Yeterli kıraatin asgari miktarı üç âyet kadar bir uzun bir âyet okumaktır. Çünkü bundan daha aşağısı ile i'caz tahakkuk etmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Yüce Allah'ı insanlara ait hususiyetlerden birisi ile vasfeden bir kimse kâfir olur. Artık kim basiretiyle bunları anlarsa gerekli şekilde ibret almış olur ve kâfirlerin sözlerine benzer söz söylemekten uzak kalır. Yüce Allah'ın sıfatlarının insanların sıfatlarına benzemediğini de Kat'î olarak bilmiş olur."
Yüce Allah'ın Sıfatları, İnsanların Sıfatlarına Benzemez
Daha önceden Kur'ân-ı Kerîm'ın hakikat manası ile Allah'ın kelâmı olduğunu, O'ndan geldiğini belirttikten sonra burada Yüce Allah'ın sıfatlarının, insanların sıfatları gibi olmadığına dikkat çekerek ısbatın akabinde teşbîhi nefyetmiş olmaktadır.
Yani Yüce Allah her ne kadar mütekellim olmakla nitelendirilse bile, insanın kendileri vasıtasıyla mütekellim sayılabileceği hususlardan herhangi birisiyle vas-
fedilemez. Çünkü Yüce Allah hiçbir şeye benzemez, O herşeyi işitendir, görendir. Tesbih'e ve ta'til'e yönelmeksizin Allah'ın sıfatlarını kabul edenler ile ilgili olarak verilen şu misal ne kadar da güzeldir! Katıksız ve içenlerin rahatlıkla boğazlarından geçen bir süt ta'til'in pislikleri arasından ve teşbih'in kanı arasından çıkar. Muattıl, olmayan bir şeye ibadet ederken; müşebbihe'ye mensup kişi bir puta ibadet eder. İleride Tahâvî -Allah ona rahmet etsin-'riin: 'Her kim sıfatlan nefyetmekten ve teşbih'ten sakınmayacak olursa ayağı kayar ve tenzihi isabet ettiremez" sözlerinde ve yine: "(Doğru yol) teşbih ile ta'til arasıdır" sözleri de gelecektir. Yani, islam dini bu ikisi arasında izlenen bîr yoldur. Şüphesiz ki ta'til -ileride Yüce Allah'ın izniyle belirteceğimiz sebebler dolayısıyla- teşbih'ten de kötüdür. Yüce Allah'ın kendi zatını ve rasûlünün de Yüce Rabbini vasfetmiş olduğu ifadelerde asla teşbih söz konusu değildir. Aksine yaratanın sıfatları kendisine yakışan şekildedir. Yaratılmışın sıfatları da kendisine yakışan şekildedir.
"Kim basiretle buları anlarsa ibret alır" sözleri şu demektir: Sıfatlan kabul edip, teşbihi nefyeden ve teşbih'e sapanlara yönelik tehditleri basiret gözüyle inceleyen bir kimse ibret alır ve kâfirlerin sözlerine benzer söz söylemekten uzak kalır.
"Cennet ehlinin ru'yeti (Allah'ı görmesi) -ihata ve keyfiyetin idraki söz konusu olmaksızın- Yüce Allah'ın Kitabının dile getirdiği şekliyle bir gerçektir: "O günde yüzler var ki apaydınlıktır. Rab'lerine bakıcıdırlar." (ei-Kıyame, 75/22-23) Bunun açıklanması ise Yüce Allah'ın muradı ve bildiği şekildedir. Bu hususta bize kadar gelmiş Rasûlullah -saiiaiianu aieyn/ve se/iem-den rivayet edilmiş, bütün sahih hadisler de onun dediği gibidir ve bunların manası murad ettiği şekildedir. Bizler bu konuda görüşlerimizle te'villerde bulunarak, devalarımıza göre vehimlere kapılarak açıklamalar yapmaya kalkışmayız. Çünkü (bu gibi hususları) Yüce Allah'a ve Rasûlüne teslim edip de kendisi için müteşabih olanların bilgisini bilenlere havale edenler dışında hiçbir kimse dininde selâmete ulaşamaz."
Cennetliklerin Rab'lerini Görmeleri
"Cennetteki" ru'yetuliah hususunda muhalefet edenler Cehmiye, Mutezile ve onlara tabı olan Haricilerle, İmamiye'dır. Bunların görüşleri Kitap ve sünnet gereğince merdut'tur Sahabe-i kiram, tabiîn ve dinde önderlikleri bilinip kabul edilmiş islam'ın imamları, hadis ehli ve sünnet ve cemaate mensup kelâmcılar-dan diğer taifeler hep ru'yeti kabul edegelmışlerdir.
Bu mesele usulu'd-din meselelerinin en şereflilerinden ve üstünlerinden-dir. Doğruyu araştırmaya soyunanları ve yarışanlar bunu amaç edinmişlerdir. Ancak Rab'lerinden perdelenmiş, kapısından kovulmuş olanlar ise bu gayeye ulaşmaktan mahrum kalmışlardır.
Tahâvî -Aiiah ona rahmet etsin-, bu husustaki deliller arasında Yüce Allah'ın: 'O günde yüzler var ki apaydınlıktır, Rab Verine bakıcıdırlar." tei-Kıyame, 75/22-23) buyruğunu zikretmiştir, Bu konu ile ilgili delillerin en açık olanı budur. Kendisine te'vil adı vererek tahriften başka bir yolu kabul etmeyenlere gelince; bunlar şunu bilmeli, ki öldükten sonra diriliş, cennet, cehennem ve hesap ile ilgili nass'ların te'vi-li, te'vil erbabına bu âyet-i kerîme'yi te'vil etmekten daha kolay gelir. Çünkü bu gibi nass'ları te'vil etmeye kalkışan ve onları gerçek yerlerinden ve manalarından tahrif ederek uzaklaştıran, manalarını iptal edici bir kimse; istediği taktirde elbet-teki bu nass'ları te'vil edenlerin bulduğu kadar bunlara da yol bulabilir.
Fasit Te'villerin Zararları
işte dünyayı da, dini de fesada boğan böyle bir te'vildir. Yahudiler ve hristi-yanlar'da Tevrat ve incil'in nass'larını böylece tahrif ettiler. Yüce Allah da onların yaptıklarının bir benzerini yapmaktan bizleri sakındırmıştır. Ancak batılın peşinden koşanlar onların yolunu izlemekten başka bir şey kabul etmek istemediler.
Fasit te'vilin dine ve dindarlara zararı ne kadar da büyüktür! Osman -Kadı-ya/iahu anh- böyle bir fasit te'vilden başka bir gerekçe gösterilerek mi şehit edildi? Cemel ve Şiftin günlerinde cereyan eden olaylar, Hüseyin -Radıyaiiabu anh-ın şehit edilmesi ve Harre günü meydana gelen olaylar da böyle değil midir? Harici'le-rin ayaklanmaları, Mutezile'nin kenara çekilmesi, Rafızi'lerin redleri ve ümmetin yetmişüç fırkaya ayrılması fasit te'vilden başkasıyla mı olmuştur?
Ayet-i kerîme'de görmenin yeri olan (gözlerin bulunduğu yer olan) veçhe (yüze) izafe edilmesi, gözle görmek için açık bir ifade olarak kullanılan bu fiilin "ila: e, a" edatı ile geçişinin yapılması, ifadede hakikatinin hilafına ve bu fiilin gerçek manasından başka bir manaya kullanıldığına delalet teşkil edecek bir kari-ne'nin bulunmaması, Yüce Allah'ın bu ifade ile yüzde bulunan göz ile aziz ve celil olan Rabbe bakılacağını kastetmiş olduğu hususunda açık delil teşkil etmektedir.
Nazar (Bakma)nın, Kullanımına Göre Değişik Anlamlara Gelmesi
"Nazar" kelimesinin sıla'ları ile (onunla birlikte kullanılan lafızlarla) ve kendisi ile teaddi etmesi (geçiş yapmasıjne göre çeşitli kullanımları vardır. Eğer bu ful bizzat geçişli olarak kullanılırsa o takdirde durmak ve beklemek (tevakkuf ve
intizar) anlamlarına gelir. Yüce Allah'ın: : Bizi bekleyin de nurunuzdan aydınlanalım" (ei-Hadid, 57/13) buyruğunda olduğu gibi.
Eğer "fi" edatı ile geçiş yapacak olursa o takdirde tefekkür ve ibret almak
fi ^ ' J ' î f ** t f * a -* *
anlamlarına gelir Yüce Allah'ın: Onlar göklerin ve yerin hükümdarlığına... bakmazlar mı?" (ei-A'raf, 7/185) buyruğu gibi.
Eğer "ilâ: e, a" edatı ile geçiş yaparsa o takdirde gözlerle görmek anlamı-
, , «. , , - , II
na gelir. Yüce Allah'ın:' O halde meyvesine, meyve verdiği zaman bir bakıverin.' (ei-En'âm. 6/99) O halde eğer görmenin rnahalli'nin bulunduğu yüze izafe edilirse anlamı ne olabilir ki?
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Orada onlara diledikleri herşey var. Yanımızda fazlası da var." (Kat, 50/35) Tabert dedi ki: Ali b. Ebi Talib ve Enes b. Malik -Radiyallahu anh-; burda kasıt aziz ve celil olan Allah'ın vechine bakmaktır, demişlerdir.
Yine Yüce Allah bir başka yerde: "ihsanda bulunanlara da ei-hüsna ve daha da fazlası vardır" (Yunus, 10/26) diye buyurmaktadır. Buradaki "el-husnâ"dan kasıt cennettir. Ziyade (daha fazlasıjndan kasıt ise, Yüce Allah'ın kerim vechine bakmaktır.
Rasûlullah -Saiiaiiahu aleyhi veseilem- ve ondan sonra sahabe-i kiram bunu böylece açıklamışlardır. Nitekim Müslim, Sahihinde yer alan rivayete göre Suhayb şöyle demiştir: Rasûlullah -Saiiaiiahu aleyhi veseilem- Yüce Allah'ın: "İhsanda bulunanlara el-hüsnâ ı/e daha da fazlası vardır" buyruğunu okudu ve şöyle dedi: "Cennet ehli cennete, cehennemlikler de cehenneme gireceklerinde bir rnünadi şöyle seslenecektir: Ey cennetlikler, şüphesiz ki sizin Allah'ın nezdinde verilmiş bir sözünüz vardır. O size vermiş olduğu sözünü yerine getirmek ister. Cennetlikler: O da nedir? derler. Bizim terazilerimizi ağır bastırmadı mı? Yüzlerimizi ağartmadı mı ve bizi cennete sokmadı mı? Cehennem ateşinden kurtarmadı mı? Bunun üzerine Yüce Allah hıcab'ı kaldırır ve O'na bakarlar. Kendi zatına bakmalarından daha çok sevecekleri bir şeyi onlara vermiş olmayacaktır.1
Müslim l8î;Tirmizî2555, 3104, ibn Mâce 187;Müsned. IV, 332, 333.
işte ziyade de budur."
Bunu Müslim'den başkası da çeşitli senedlerle ve farklı lafızlarla rivayet etmişlerdir ki bunların hepsinin ihtiva ettiği mana şudur: Ziyade'den, fazlalık'tan kasıt aziz ve celil olan Allah'ın yüzüne bakmaktır.
Sahabe -radıyallahu anhuma- da bunu böylece açıklamışlardır, ibn Cerir, aralarında Ebu Bekir es-Sıddiyk, Huzeyfe. Ebu Musa el-Eş'ar! ve ibn Abbas -radıyai-lahu anhuma-ın da bulunduğu bir topluluğun bunu böylece açıkladıklarını rivayet etmektedir.
Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Hayır, muhakkak ki onlar o günde Rab'lerinden elbette perdelenmiş olacaklardır." (el-Mutaffifin, 83/15) Şafiî ve onun dışında bir takım imamlar bu âyet-i kerîme'yi cennetliklerin ru'yetine delil göstermişlerdir. Bunu Taberî ve başkaları el-Müzenî'den o da eş-Şafiî'den nakletmektedir. Hakim dedi ki: Bize ei-Asam anlattı, bize er-Rabî' b. Süleyman anlattı, dedi ki: Ben Muhammed b. idris eş-Şafiî -Allah'ın rahmeti üzerine o/sun-nin huzurunda bulundum. Ona es-Said denilen bölgeden bir kağıt gelmişti. Orada şu ifadeler yer alıyordu: Aziz ve celil olan Allah'ın: "Hayır, muhakkak ki onlar o günde Rab'lehnden e/bette perdelenmiş olacaklardır." (ei-Mutaffıfîn, 83/tS) buyruğu hakkında ne dersin? Şafiî dedi ki: Bunlar gazaba uğrayarak perdelenmiş olacaklarına göre bu buyrukta O'nun gerçek dostlarının Allah'ın rızasına nail olacakları halde O'nu göreceklerine delil teşkil etmektedir.
1
Ru'yetullah'ı Reddeden Mutezile'nin Kanaatlerinin Çürütülmesi
Mutezile'nin Yüce Allah'ın: "(Allah) buyurdu ki: Beni asla göremezsin." (ei-A'raf, 7/143) buyruğu ile. "Gözler ona erişemez." (ei-En'âm, 6/103) buyruğunu delil göstermelerine gelince, aslında bu iki âyet-i kerîme de onların aleyhlerine delil teşkil etmektedir.
Delil diye ileri sürdükleri ilk âyet-i kerîme'den çeşitli açılardan ru'yeti is-batlayan bir takım istidlallerde bulunmak mümkündür. Şöyle ki:
1- Kendi döneminde insanlar arasında Rabbıni en iyi tanıyan, Allah'ın kelimi ve şerefli Rasûlünün mümkün olmayan ve kendisi için caiz de olmayan bir dilekte bulunması düşünülemez. Aksine bu onlara göre de imkansız işlerin en büyüklerinden birisidir.
2- Yüce Allah onun böyle bir istekte bulunmasını reddetmemektedir. Nuh -Aieyhısseiam- ise Rabbinden oğlunu kurtarmasını dileyince, onun böyle bir dilekte bulunmasını reddederek: "Ben cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum. "(Hud. 11/46)diye cevap vermiştir.
3- Yüce Allah: "Beniasla göremezsin"diye buyurmuş ama: "Ben görülmem, benim görülmem imkansızdır yahut ben görülen bir varlık değilim" diye buyurma-mıştır. Her iki cevap arasındaki fark ise açıkça ortadadır. Nitekim bir kimsenin elbisesi altında bir taş varsa bir başkası onun yiyecek bir şey olduğunu sansa ve: Onu bana ver de yiyeyim dese, buna verilecek doğru cevap: Bu yenilecek bir şey değildir, şeklindedir. Eğer bu şey yenecek bir şeyse o takdirde. Sen onu asla yiyemezsin demek o zaman doğru olur. İşte bu da şanı Yüce Allah'ın görülen bir varlık olduğunu göstermektedir. Ancak Musa -Aleyhisseiam-\ﷺ\ bu dünya yurdunda Yüce Allah'ı görmeye gücü tahammül edemezdi. Çünkü dünya hayatında insanlar Yüce Allah'ı görebilecek güce sahip değildir Bunu da şöylece açıklayabiliriz:
4- Yüce Allah: "Beni asla göremezsin fakat şu dağa bak. Eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni görebileceksin." (ei-A'raf, 7/143) buyruğuyla Allah, kuvvet ve salabetine rağmen dağın dahi bu dünyada Allah'ın ona tecellisi (görünmesi) karşısında sebat gösteremeyeceğini bildirmiş olmaktadır. Peki zayıflık hali içerisinde yaratılmış olan insan buna nasıl tahammül edebilir?
5- Şanı Yüce Allah dağı karar kılabilecek, yerinde durabilecek hale getirmeye kadirdir ve bu mümkündür. Yüce Allah, kendisinin görülmesini buna bağlamıştır. Eğer bu imkansız bir şey olsaydı, bu: Eğer dağ yerinde durursa, ben de yemek yiyeceğim, içeceğim ve uyuyacağım demeye benzerdi. Çünkü onlara (ru'yeti inkâr edenlere) göre bunların hepsi aynı şeylerdir.
6- Yüce Allah'ın: "Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti" (ei-
Araf, 7/143) buyruğunda belirtildiği üzere; mükafatı da, cezası da söz konusu olmayan bir cansız varlık olan dağa tecellisi caiz olduğuna göre, rasûllerine ve gerçek dostlarına lütuf ve ihsan yurdu olan cennette tecelli etmesi nasıl imkansız görülebilir? Ama şanı Yüce Allah, Musa -Aieytusseiam-a dağ bu dünya yurdunda Allah'ın ru'yeti karşısında sebat edemeyeceğine göre; insanların daha zayıf olduğunu öğretmiş olmaktadır.
7- Yüce Allah Musa ile konuşmuş, ona seslenmiş, onunla münacatta bulunmuştur. Konuşma ve konuşturması caiz görülen muhatabına vasıtasız olarak kelamını işittirmesi mümkün olan bir varlığın görülmesinin de mümkün olması öncelikle söz konusudur, işte bundan dolayı Allah'ın kelamı inkar olunmadıkça ru'yetinin de inkar edilmesine imkan yoktur, işte bunlar her iki inkarı bir arada işlemişlerdir.
Onların görülmemeyi ifade eden buyruğun "len: asla" ile ebediyet anlamı ifade ettiği ve bunun âhirette de Allah'ın ru'yetinin nefyedildiğine delâlet ettiği iddialarına gelince, böyle bir iddia tutarsızdır. Çünkü eğer bu gorülmeyiş, ebedilik ifade eden bir kayıt ile zikredilmiş olsa bile bu, nefyin âhirette de devam edeceğine delalet etmez. Hele bu mutlak olarak kullanılırsa, nasıl böyle bir anlam çıkartı-labilir ki? Mesela Yüce Allah: "Fakat... hiçbir zaman onu temenni etmezler." (ei-Ba-kara, 2/95,) buyruğu ile birlikte: "Ey malik, Rabbin hakkımızda (ölümle) hüküm versin diye seslenecekler." (ez-Zuhrut, 43/77) buyruğu ile birlikte düşünelim. Eğer burada bu edat mutlak olarak ebedilik ifade etmek anlamında olsaydı, ondan sonra gelen fiilin tahdit edilmesi de mümkün olmazdı, Oysa burada böyle bir sınırlandırma söz konusudur. Mesela Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Arlık ya babam izin verinceye kadar... katiyyen bu yerden ayrılmam." (Yusuf, 12/80) Böylelikle "(1): Asla" edatının ebedi nefy anlamını ifade etmediği ortaya çıkmaktadır.
eş-Şeyh Cemalu'd-Din b. Malik -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- de şöyle demiştir: "Her kirn "len" ile nefyin müebbet olduğu görüşüne sahip olursa, Onun o görüşünü reddet ve diğer görüşü destekle."
ikinci âyete gelince (ki o: "Gözler ona erişemez" (ei-En'âm, 6/103) âyetidir): Bu âyet-i kerîme de gayet güzel ve incelikli bir surette Allah'ın görüleceğine delildir. Şöyle ki: Yüce Allah bu âyet-i kerîme'yi zatını övmek siyakında zikretmiştir. Bilindiği gibi övmek ancak subutî sıfatlarla söz konusu olur. Katıksız yokluk ise bir kemal değildir, onunla kimse övülmez. Yüce Rabbimiz sıfatın nefyi ile, ancak bu nefy varlıkla ilgili bir hususu ihtiva ederse övülebilir.
Mesela, O'nun uyuklamasının ve uyumasının nefyedilmesi suretle övülmesi buna örnektir. Bu Yüce Allah'ın kayyûmiyetinin kemalini de ihtiva eder. Hayatın kemalini ihtiva eden ölümü nefyetmek, kudret kemalini ihtiva eden yorgunluk ve bitkinliği nefyetmek, ububiyetinin. ruluhiyet ve kahrının kemalini ihtiva eden ortağının, zevcesinin, oğlunun ve yardımcısının olduğunu nefyetmek, O'nun samed oluşunu belirtip muhtaç olmayışının kemalini ihtiva eden yemenin ve içmenin nefyedilmesi, vahdaniyetinin, mahlukatına muhtaç olmayışının kemalini ihtiva eden, izin vermedikçe şefaatin gerçekleşmeyeceğinin belirtilmesi, adalet, ilim ve muhtaç olmayışının kemalini ihtiva eden zulmün nefyediimesi, ilim ve kuşatıcılığının kemalini ihtiva eden unutmanın, herhangi bir şeyin ilmi dışında kalışının nefyedilmesi, zat ve sıfatlarının kemalini ihtiva eden O'na benzer varlığın bulunduğunun nefyedilmesi hep bunlara örnektir.
işte bundan dolayı subutî bir hususiyet ihtiva etmeyen katıksız bir yokluk ile övülmek söz konusu değildir. Çünkü yok olan her bir varlık, bu yok kabul edilen hususta yoklukla nitelenen ile ortaktır. Kamil olan bir zat ise kendisi ile olmayan bir varlık arasında ortak bulunan bir özellikle vasfedilemez. O halde buyruğun anlamı şöyledir: O görülür ama idrak edilmez ve kuşatılamaz.
Buna göre Yüce Allah'ın: "Gözler O'na erişemez." (ei-En'âm, 6/103} buyruğu O'nun azametinin kemaline, herşeyden büyük olduğuna delil teşkil etmektedir. Azametinin kemali dolayısı ile kuşatılacak bir surette O'nun idrak edilmesi söz konusu değildir. Çünkü "idrâk" bir şeyi kuşatmak, ihata etmek demektir ve bu nj'yeîten (görmekten) daha ileri bir şeydir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: İki topluluk birbirini görünce Musa'nın arkadaşları: İşte şimdi idrak edildik (kıstırıldık)' dediler. (Musa): Asla, dedi." (eş-şuara. 26/62} Burada Musa -Aieyhisseiam- görüldüklerini reddetmedi. Onun reddettiği idrak edilmek (yetişilmek) idi. Buna göre ru'yet ve idrak'in her-birisi diğeriyle de bulunabilir, onsuz da olabilir. Şanı Yüce Allah görülür fakat idrak edileme?. Nitekim bilinmekle birlikte bilgiyle kuşatılamaz.
işte âyet-i kerîme'den ashab-ı kirarn'ın ve imamların anladıkları budur. Nitekim ilgili âyetin tefsirinde onların görüşleri böylece zikredilmiştir. Hatta şu gördüğünüz güneşi bile gerçek mahiyetiyle görenin idrak etmesi mümkün değildir.
Ru'yetullah İle İlgili Hadisler Tevatür Derecesine Ulaşmıştır
Peygamber -Saitatiahu aleyhi vesetiem-öen gelen ve ru'yetullah'a delâlet eden hadisi şerifler ile ashabının bu husustaki sözleri mütevatirdir. Bu hadisleri sahih, müsned ve sünen te'lif eden hadis alimleri eserlerinde rivayet etmişlerdir.
Bu hadislerden birisi şudur: Ebu Hureyre -radıyallahu anh- dedi ki: "Bazıları: Ey Allah'ın Rasûlü! Kıyamet gününde Rabbimizi görecek miyiz? diye sordular. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: Ondördünde ay'ı görmekte herhangi bir zorluk, bir sıkıntı çeker misiniz? Hayır, ey Allah'ın Rasûlü dediler. Bu sefer: Önünde herhangi bir bulut yokken güneşi görmekte bir sıkıntı çeker misiniz? Onlar yine: Hayır, dediler. Peygamber -saitattahu aleyhi vesei/em- şöyle buyurdu: işte siz O'nu böylece göreceksiniz.'1
Buharî 7437; Muslini 182, Ebû Dâvîd 4730; Tiımizî 6560
Hadisi uzun uzadıya Buharî ve Müslim rivayet etmişlerdir.
Yine Ebû Said el-Hudrî yoluyla gelen ve Buharî İle Müslim'de yer alan hadis te buna benzemektedir.2Buharî 7439; Müslim 183
Cerir b. Abdullah el-Becelî'nin rivayet ettiği hadise gelince o şöyle demektedir: Peygamber -Saiiaiiahu aleyhi veseilem- ile birlikte oturuyorduk. O ondör-dündeki ay'a baktı ve şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki sizler bunu gördüğünüz ve onu görürken herhangi bir şekilde birbirinizi sıkıştırmaya ihtiyaç görmediğiniz gibi, Rabbinizi de ayan beyan göreceksinizdir.'3
Buhâtî554, 573, 4851,7434,7435, 7436; Müslim 633
Hadisi-Buharî ve Müslim, Sahihlerinde rivayet etmişlerdir.
Daha önceden geçen Suhayb'ın hadisini de Müslim ve başkaları rivayet etmişlerdir.
Ebu Musa -Radıyaiiahu an/j-nın rivayet ettiği hadise gelince: Peygamber -Sai-laiiahu aleyhi veseilem- buyurdu ki: "Gümüşten iki cennet vardır. Bunların kapları da içindekileri de gümüştendir. Altından da iki cennet vardır. Bunların da kaplan ve içindekileri altındandır. Adn cennetinde bulunanların şanı yüce ve mübarek Rab'lerini görmeleri arasındaki tek engel, yüzü üzerindeki Kibriya Rida'sıdır." Bu hadisi Buharî ve Müslim rivayet etmişlerdir.4Buharî 4878. 4880. 7444; Müslim 180
Ru'yet ile ilgili hadisleri yaklaşık otuz şahabı rivayet etmiş bulunmaktadır.
Kim bu hadisleri gereği gibi bilecek olursa kesinlikte bunları söyleyenin Allah Rasûlü olduğuna inanır. Eğer ben bu eserde kısa anlatım yolunu seçme-.miş olsaydım, konu ile ilgili bütün hadisleri kaydederdim.
Bu hadisleri bilmek isteyenlerin Nebevî hadisleri dinlemeye gayret göstermeleri gerekir. Çünkü bu hadislerde Yüce Allah'ın görüleceği tesbit edilmekle birlikte, dilediği takdirde, dilediği kimselerle de konuşacağı, Kıyamet gününde
aralarında hükmetmek üzere yaratıkların bulunduğu yere geleceği, O'nun bütün mahlukatın fevkinde olacağı, kullarına tecelli edeceği, O'nun güleceği ve buna benzer Cehmiye tarafından dinlenilmeleri adeta yıldırım çarpmışa döndürecek türden daha başka sıfatlar da yer almaktadır.
Usulu'd-Din (İtikad Meseleleri) Ancak Allah'ın Kitabı ve Rasû-lünün Sünnetinden Öğrenilebilir:
Allah'ın Kitabı ve Rasûlünün sünneti olmadan islam dininin esasları nasıl öğrenilebilir? Yüce Allah'ın Kitabı, Allah Rasûlünün ve dilleriyle Kur'ân'ın nazil olduğu ashabının tefsir ettiği şekilden başka türlü tefsiri nasıl söz konusu olabilir?
Yüce Allah'ın görülmesinin, güneşin ve ay'ın görülmesine benzetilmesi Allah'ın benzetilmesi değildir. Bu görmenin görmeye benzetilmeğidir. Yoksa görülenin, görülene benzetilmesi değildir.
Dinin esaslarını Kitaptan ve sünnetten değil de şunun bunun sözlerinden öğrenmiş bir kimse dinin esasları hakkında nasıl konuşabilir? Eğer böyle bir kimse bunları Allah'ın Kitabından aldığını iddia etmekle birlikte; Allah'ın Kitabına dair açıklamaları Rasûlü'nün hadislerinden almayan, onlara bakmayan, ashab-ı kiram'ın ve onlara güzel bir şekilde tabi olanların, hadis tenkitçilerinin seçip güvendikleri güvenilir nakılcılerden bizlere ulaştırılmış sözlerine bakmadan Allah'ın Kitabını tefsire kalkıştıklarını söyleyenler şunu bilmelidirler ki; onlar bize yalnızca Kur'ân-ı Kerîm'in nazmını nakletmekle kalmadılar, onun hem nazmını hem de manasını bizlere naklettiler. Onlar, Kur'ân'ı çocukların öğrendiği gibi öğrenmiyorlardı. Onlar Kur'ân'ı ihtiva ettiği manalarıyla birlikte öğreniyorlardı. Onların yolunu izlemeyen bir kimse ancak kendi görüşüne dayanarak söz söyler. Kendi görüşüne dayanarak ve Allah'ın dini olduğu zannı ile söz söyleyip bunları Kitap ve sünnetten öğrenmeyen kimseler hiç şüphesiz isabet etseler dahi günahkârdırlar. Kitap ve sünnetten alarak söz söyleyen bir kimse hata etse bile ecir kazanır. Ancak isabet ettiği takdirde onun alacağı ecir kat kat fazladır.
Tahâvî'nın -Allah ona rahmet eis'm-: 'Ru'yet cennetlikler için haktır' sözlerine gelince, özellikle cennet ehlini söz konusu etmesinden, başkalarının onu görmeyeceği anlaşılmaktadır. Cennet ehlinin cennetle, Rab'lerini göreceklerinde hiçbir şüphe yoktur. Aynı şekilde cennete girmeden önce Mahşer'de de onu göreceklerdir. Nitekim bu, Buharî ve Müslim'in Sahihlerinde Rasûlullah -sav-den gelen rivayetlerde de sabit olmuştur. Ayrıca Yüce Allah'ın: 'Ona kavuşacakları gün onlara sağlık dileği selam'dır.' (ei-Ahzab>, 33/44} buyruğu da buna delil teşkil etmektedir.
Mahşerdekilerin Yüce Allah'ı görmesi hususunda üç farklı görüş vardır:
1- Onu ancak rnü'minler görecektir.
2- Orada duranların hepsi, mü'minleriyle kâfirleriyle O'nu görecekler. Sonra kâfirler ile arasına hicap girecek ve bundan sonra kâfirler onu bir daha görmeyeceklerdir.
3- Mü'minlerle birlikte -diğer kâfirler müstesna olmak üzere- münafıklar da Allah'ı görecektir. Mahşerde duranlar ile konuşması hususundaki görüş ayrılıkları da böyledir.
Yüce Allah'ın Dünyada Gözle Görülemeyeceği Hususunda İttifak Vardır
Ümmet, Yüce Allah'ın dünyada, gözleriyle hiçbir kimse tarafından görülmeyeceğini ittifakla kabul etmişler ve bu konuda sadece Peygamberimiz -Saiiai-lahu aleyhi vese/tem-in onu görmesi hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
Onlardan kimisi Allah Rasûlünün Yüce Allah'ı gözüyle gördüğünü kabul etmez, kimisi de gördüğünü kabul etmektedir. Kadı lyad "eş-Şifa" adlı eserinde Ashab-ı Kiram'ın ve onlardan sonra gelenlerin Peygamber -Sailaiiahu aleyhi veseiiem-ın Rabbini görüşü ile ilgili görüş ayrılıklarını nakletmiş bulunmaktadır: Âi-şe -Raötyatiahu anha-\ﷺ\ Allah Rasûlünün baş gözüyle Rabbini gördüğünü kabul etmediği ve bunu kendisine: (vluhammed Rabbini gördü mü? diye soran, Mes-Irûk'un sorusuna olumsuz cevap vererek dile getirdiğini görüyoruz. O şöyle demiştir: Bu söylediklerinden tüylerim diken diken oldu. Sonra da sözlerine şöyle devam etti. Kim sana Muhammed Rabbini görmüştür diye anlatırsa, şunu bil ki yalan söylemiş olur.1Buhar! 4855, 7380; Müslim 177.
Daha sonra Kadı lyad şunları söylemektedir: Kimisi Aişe -Radıyaliahu anh-\n görüşünü kabul etmiştir. İbn Mes'ud'dan nakledilen meşhur görüşüde budur. Ebu Hureyre'den bu hususta farklı rivayetler gelmiştir.
Bunu kabul etmeyip, Yüce Allah'ın dünyada görülmesinin imkansız olduğunu hadis, fıkıh ve kelam alimlerinden bir topluluk da ifade etmişlerdir.
İbn Abbas -Radıyaliahu an/ı-dan da şöyle dediği nakledilmiştir: O, Rabbini gözleriyle görmüştür2 Buhârî4716
Ata da yine İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet eder: O, Rabbini kalbiyle görmüştür.3Müslim 176
Daha sonra (Kadı lyad) çeşitli görüşler ve faydalı bilgiler zikretmekte ve şunları söylemektedir: Peygamber -saiiaiiafıu aieytıi veseHem-in Allah'ı gözüyle gördüğünün kati olduğunu ileri sürmek ve gözleriyle O'nu gördüğünü kabul etmeye gelince, bu konuda kat'î bir delil ve nass bulunmamaktadır. Bu hususta dayanak en-Necm süresindeki âyet-i kerîme'dir. O âyet-i kerîme ile ilgili görüş ayrılıkları ise nakledilegelmiştir, görüldüğü anlamına gelme ihtimali de mümkündür.
Kadı lyad'ın -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- bu söylediği hakkın kendisidir. Allah'ın dünyada görülmesi mümkündür, çünkü mümkün olmasaydı Musa -Aieyhissetam- böyle bir talepte bulunmazdı. Ama Peygamber -Saiiaiiaftu aleyhi veseiiemJn Rabbini baş gözüyle gördüğüne dair bir nass varid olmuş değildir, Aksine Rabbini görmediğine dair deliller varid olmuştur. Bu da Müslim'in Sa-hih'inde kaydettiği şu rivayettir:
Ebu Zerr -Raöıyatiat-ltJ anfi-dan dedi ki: Rasûluilah -Sailaiiahu aleyhi vesellem-e: Rabbini gördün mü? diye sordum. O: "Bir nur'dur. O'nu nasıl görebilirdim."1
Müslim 178demiştir. Bir başka rivayette de: "Bir nur gördüm' dediği kaydedilmektedir.
Yine Müslim'in Ebu Musa el-Eş'arî -flacf/yaferıu anadan rivayetine göre o şöyle buyurmuştur: Rasûluilah -Saliaiiahu aleyhi veseilem- bize ayağa dikilerek irad ettiği hutbesinde beş hususu dile getirip şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah uyumaz, O'nun uyuması da gerekmez. O adalet terazisini kaldırır ve indirir. Gecenin ameli O'na gündüzün amelinden önce yükseltilir. Gündüzün ameli de gecenin amelinden önce. O'nun hicabı nur -bir rivayette de: nar-dir. Eğer onu açacak olursa, O'nun yüzünün parıltıları mahlukatından basar'ının ulaştığı herbir şeyi mutlaka yakardı."2
Müslim 179
Buna göre Ebu Zerr -Raaıyatiahu anh-ın rivayetinde yer alan- "Ben bir nur gördüm" sözünün anlamı -Allah'u a'lem- onun bu hicabı gördüğü demek olur. "O bir nur'dur. O'nu nasıl görebilirim?" sözleri ise şu demektir: Hıcab'ın kendisi olan o nur O'nun görülmesine engeldir. Ben, O'nu nasıl görebilirdim? Yani nur benimle O'nun arasında, O'nu görmemi engelleyecek bir hicab iken nasıl onu görebilirdim? İşte bu hadis Yüce Allah'ın dünyada Peygamber -Sailaiiahu aleyhi veseilem- tarafından baş gözüyle görülmediğini açıkça ifade etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sahih ve Fasit Te'vil
Merhum Tahâvî'nin: "ihata edilmesi ve keyfiyet söz konusu olmaksızın' sözlerine gelince, O'nun bu şartlarda görülmesi azametinin ve yüceliğinin kemalinden dolayıdır. Çünkü gözler O'nu idrâk edemez, O'nu kuşatamaz. Nitekim varlığı bilinmekle birlikte bilgiyle onun kuşaklamayacağı gibi. Yüce Allah: "Gözler O'na erişemez." (e/-En'âm. 6/103) diye buyurduğu gibi: "Bilgileriyle Onu kuşatamaz-lar." (Tâhâ, 20/1 0) diye buyurmaktadır.
"Bunun açıklaması da O'nun murad edip bildiği şekilde olur' ...biz bu hususta ne görüşlerimize dayanarak te'vilde bulunarak ne de (levalarımızla vehmederek girişmeyiz." sözleriyle Mutezile'nin ru'yet ile ilgili Kitap ve sünnetin nass'iarında yaptığını yapmayız, demek istemiştir. Çünkü bu hem Yüce Allah'ın hern de O'nun Rasûlünün kelamını yerinden oynatarak tahrif etmektir.
Sahih olan tevil sünnetin getirdiklerine uygun olan tevildir. Bozuk (fasit) te'vil de ona muhalif olandır, ifadelerin akışının delil teşkil etmediği ve beraberinde onu gerektiren bir karinenin de bulunmadığı bir manaya çekilerek yapılan her bir te'vili hiç şüphesiz beyan edici ve hidayete iletenin, kelâmı ile kastetmediği bir te'vildir.
Çünkü onu kastetmiş olsaydı, hiç şüphesiz zahirine muhalif olan manaya delil teşkil eden karineler, söylenen sözün etrafını kuşatmış olurdu ki; böylelikle o sözü dinleyen yanılmaya düşmesin, işi karıştırmasın. Çünkü Yüce Allah, ke-lam'ını apaçık bir beyan ve bir hidayet olarak indirmiştir. Eğer söylediği sözüyle zahirinin hilafını murad etmiş ise ve herkesin hatırına gelen ilk manadan başkasına delil teşkil edecek karineler bulunmayacak olursa, o takdirde bu söz beyan da olmaz, hidayet te olmaz. Çünkü te'vil söz söyleyenin muradını haber vermekten ibarettir. Yeni bir söz söylemek değildir.
işte bu konuda insanların bir çoğu hataya düşmektedirler. Şüphesiz ki maksat söz söyleyenin sözü ile ne kastettiğini kavramaktır. Şayet; lafzın manası şu, şudur denilecek olursa bu ifadelerle söz söyleyenin kastettiğini haber vermiş oluruz Eğer verilen haber söz söyleyenin maksadına mutabık olmazsa o takdirde bu, söz söyleyen kimse hakkında bir yalan olur.
Bir yolu da şudur: Söz söyleyen kimse sözlükte açık manası bulunan bir lafzı kullanır, bununla birlikte bu manayı kastetmediğini ortaya koyacak şekilde o sözleriyle birlikte herhangi bir karine ile bir beyanda bulunmaz. (Yani sözün açık anlaşılan mana için kullanıldığı ortada olur.) Ya sözleri ile birlikte onun, o sözlerin hakikat manasını ve sözlükteki anlamlarını kastettiğini ve böylece kullandığını ortaya koyacak deliller de bulunursa (o zaman ne söylenebilir)!
Yüce Allah'ın: 'Allah Musa ile de konuştu." (en-Nısâ, 4/164} buyruğu ile Hz Peygamber'in: "Sizler öğle vaktinde, sizinle güneş arasında bulut olmadığı halde güneşi gördüğünüz gibi Rabbinizi de ayan beyan göreceksinizdir."1Buharî 4581; Müslim 183 - yakın ifadelerle-sözleri buna benzer.
işte bu gibi buyrukları işiten bir kimse bu sözleri söyleyenin maksadını kati olarak anlar.
O ayrıca te'kid edici karinelerle birlikte bu lafzın kullanıldığı hakikat manası ile kullanıldığına delil teşkil edecek şekilde maksadını haber verecek olursa, onun verdiği bu haber doğru demektir. Eğer sözü delalet etmediği bir manaya ve o manaya delalet ettiğini ortaya koyacak bir karine de bulunmadığı halde yorumlayacak olursa, böyle bir kimsenin o sözü söyleyenin maksadının bu olduğuna dair vereceği haber; söz söyleyene bir yalandır ve bu mücerred görüşe dayalı bir tevildir, heva'ya dayanan bir vehimdir.
işin hakikati şudur: Bir kimsenin; biz bunu böyle yorumlarız yahut bunu böylece te'vil ederiz demesi, aslında lafzın delalet ettiği ve sözlükteki manasından başka bir manaya yorumlanması demektir. Çünkü bu kimse ile tartışan kişi, bu sözleri delil olarak getirince kendisi de bu buyruğun varid olduğunu reddetme imkanına sahip olamadığından, bu sefer o sözün manasını kabul etmeme yoluna gider ve: Ben bunu zahirinin hilafına göre yorumlar ve öylece kabul ederim, der.
Eğer: Yorumlamanın sizin sözünü etmediğiniz bir başka manası vardır. O da şudur; Lafızın hakikati ve zahirinin kastedilmiş olması imkansız olduğundan ve bu lafzın geçersizliğine hüküm vermek de mümkün olmadığından, biz de o lafzın varid oluşunu, zahirinin de kastedilmemiş olmasını, onun mecazı manasının kastedilmiş olduğuna delil kabul ettiğimizden, baştan bu manaya geldiğini söylemeyerek, delaleten onu bu manaya yorumladık; denilirse;
Buna şöyle cevap veririz: işte bu mana, söz söyleyen kimsenin o manayı kastettiğini haber vermektir. Böyle bir haber ya doğrudur, ya da yalandır. Hem hakikat ve zahir anlamının hilafını kastedecek, hem de o sözü işitene kastettiği manayı açıklamayacak şekilde söz söylemek ise imkansızdır. Aksine; söz söyleyen, mutlaka gerçek maksadını pekiştirecek şekilde karineleri de sözüyle birlikte açıklar.
Bizler söz söyleyen kimsenin bazen söylediği sözleriyle -uygun düşen yerlerde- dinleyen için sözünü muammaya dönüştürme maksadını güttüğü takdirde, sözlerinin zahirinden anlaşılanın aksini kastedebileceğin! imkansız görmüyoruz. Ancak burada kabul etmediğimiz husus şudur: Eğer sözleriyle beyanı açıklamayı ve maksadını kavratmayı rnurad etmiş ise, söyledikleri ile sözlerinin hakikatinin ve zahirinin aksini kastetmiş olmasını kabul edemiyoruz. Peki, ya söz söyleyen kimse sözleriyle mecazı nefyettiğini belirten ifadelerle de te'kid etmiş ve birden çok da tekrarlamış, buna dair misaller de vermiş ise, buna ne denilir?
Sahih Nakil İle Aklın Kabul Ettiği Apaçık Gerçekler Arasında Çelişki Yoktur
Tahâvî -Allah ona rahmet etsin-nm: "Çünkü Allah'a ve Rasûlüne teslimiyet gösterip kendisi için müteşabih olanın bilgisini onu bilene havale eden kimseler dışında kimse dininde esenliğe kavuşamaz." ifadelerinden kasıt, Kitap ve sünnetin nass'larına teslim olmak ve şüphe, tereddüt ve fasit te'viller ile yahut ta: "Akıl, naklin delalet ettiğinin aksine tanıklık etmektedir, yahut akıl naklin esasıdır. Onunla çelişir ise biz akla öncelik tanırız" diyerek nass'lara itiraz etmeyenler ancak dinlerinde esenliğe kavuşabilirler.
Esasen akıl ile nakil arasında çatışma asla olmaz, fakat böyle bir yanlış kanaat uyanacak olursa eğer nakil sahih ise ma'kul (aklî) olduğu iddia edilen o şey, o takdirde meçhul (doğruluğu bilinmeyen) bir şey demektir. Böyle bir iddiada bulunan kimse eğer gerçek anlamıyla düşünecek olursa, bunu açıkça anlar.
Şayet nakil sahih değilse, o takdirde aklen kabul edilen gerçeklere karşı koymaya elverişli değil demektir. Çünkü hiçbir zaman aklın apaçık kabul ettiği gerçekler ile sahih bir naklin birbirleriyle çelişmeleri düşünülemez
Diğer taraftan çatışma halinde akla öncelik tanıyan kimselerin iddialarına
karşılık olarak şöyle denilebilir: Akıl ile nakil çatışacak olursa bu durumda naklin öncelenmesi gerekir. Çünkü iki şeyin medlulünü bir arada bulundurmak, çelişik iki şeyi bir arada kabul etmek demektir. Onların ortadan kaldırılması ise çelişik iki şeyi ortadan kaldırmak olur.
Akla öncelik tanımak imkansızdır, çünkü akıl sem'in doğruluğuna delil teşkil etmekte ve ayrıca rasûlün haber verdiğinin kabul edilmesinin vacip olduğunu ortaya koymaktadır.
Eğer bizler nakli iptal edecek olursak, bu takdirde aklın delalet ettiğini iptal etmiş oluruz. Aklın delaletini iptal edecek olursak, o takdirde aklın nakle muarız olmaya elverişli olmadığı da ortaya çıkar. Çünkü delil olamayan bir şey, herhangi bir şeyle çatışabilmeye elverişli de değildir. O halde akla öncelik tanımak, bu gibi hallerde aklın öncelenmemesini gerektirir. Buna göre aklın öncelenmesi de caiz değildir, bu da çok açık ve belirgin bir gerçektir. Çünkü sem'î delillerin doğruluğuna ve sıhhatine delil teşkil eden sem'in verdiği haberin haber verene mutabık olduğunu ortaya koyan yine aklın kendisidir.
Eğer delaletin batıl olması -nakil batıl olduğu için- mümkün ise bu durumda aklın da sağlıklı bir deli! olmaması gerekir. Akıl, sağlıklı bir delil olmazsa öncelenmesi şöyle dursun herhangi bir şekilde ona tabi olmak da caiz olmaz. O halde aklın, nakle takdim edilerek öncelik tanınması bizzat akla karşı değerini küçültücü bir tenkittir.
Rasûl'e Tam Anlamıyla Teslimiyetin Gereği
O halde yapılması gereken Allah Rasûlü'ne tam anlamıyla teslimiyet göstermek, emrine bağlanmak ve ondan gelen haberleri kabul ve tasdik ile karşılamaktır. Akiî'dir, adını verdiği batıl hayallerle ona karşı çıkmamak yahut herhangi bir şüphe ve tereddüt ile onu karşılamamak ya da başka insanların görüşlerini, zihinlerinin çöplerini onun önüne geçirmemektir. Onu Peygamber olarak gönderene ibadet, zilletle itaat, yönelmek ve tevekkül ile tevhıd ettiği gibi Allah Rasû-lü'nün de yalnızca onun hükmüne başvurmak, ona teslimiyet göstermek, ona bağlanıp itaat etmek suretiyle tevhıd etmelidir. (Bu konuda Allah Rasûlüne başkasını ortak etmemelidir.)
İşte bu ikisini yani peygamber olarak gönderenin tevhidi ile, rasûle tabi olmanın tevhidi şeklindeki iki tevhid bir arada olmadıkça, kulun Allah'ın azabından kurtulması mümkün değildir. O rasûle tabi olmalı, ondan başkasının hükmüne başvurmamalıdır. Onun dışındakilerin hükmüne razı olmamalı ve Allah Rasûlünün emrini uygulayıp haberini; şeyhinin sözüne, imamının yahut ta mezhebine mensup olanların, kendisine bağlı olduğu taifenin, yahut ta'zim ettiği kimselerin kanaatlerine arzetme şartına bağlı olarak tasdike kalkışmamalıdır, işte bu durumda onlar kendisine izin verecek olurlarsa, Allah Rasûlünün buyruğunu uygular, haberini kabul eder.
Aksi takdirde rahatını bozmak istemeyen birisi olursa bu işi onlara havale eder ve kendisi Allah Rasûlünün emrinden ve haberinden yüz çevirir ya da o sözü gerçek manalarından uzaklaştırarak tahrif eder. Bu tahrifini de te'vil ve yorumlamak diye adlandırır, biz bunu te'vil eder ve böyle yorumlarız, der
Şüphesiz ki Allah'a şirk koşmak dışında, kulun Rabbinin huzuruna her türlü günahla çıkması böyle bir durumda ölüp O'nun huzuruna çıkmasından daha hayırlıdır.
Hatta böyle bir kimseye sahih hadis ulaşınca, bizzat kendisi Allah Rasîı-lünden onu işitmiş kabul etmelidir. Böyle bir durumda filanın görüşüne, filanın sözüne ve mezhebine sununcaya kadar onu kabul ve gereğince amel etmeyi ertelemesi hiç uygun düşer mi? Aksine başka hiçbir şeye iltifat etmeksizin böy-
ie bir emrin gereğini yerine getirmekte elini çabuk tutması farz olur.
Filanın görüşüne muhaliftir diye, onun buyruğunu içinden çıkılamayacak bir buyruk olarak görmemelidir. Aksine onun buyruğu dolayısıyla başkalarının görüşleri izah edilemeyecek sözler olarak görülmelidir. Onun nass'ına herhangi bir kıyas ile karşı çıkılamaz. Aksine onun nass'ı dolayısıyla bütün kıyaslar bir kenara atılır.
Görüş sahiplerinin aklî adını verdikleri hayalî gerçekler dolayısıyla onun söylediği sözleri hakikatinden uzaklaştırıp tahrif etmemek gerekir. Çünkü böyle aklî denilen bir şey aslında bilinmeyen bir meçhul'dur, doğru olmaktan uzaktır. Onun söylediği sözü kabul etmeyi, kim olursa olsun filan ve filanın sözlerine uygun düşmesi şartına bağlamak doğru olamaz.
İmam Ahmed dedi ki: Bize Enes b. lyad anlattı. Bize Ebu Hazim, Amr b. Şuayb'dan anlattı. O babasından, o dedesinden naklen dedi ki: Ben ve kardeşim öyle bir mecliste bulunduk ki onu kırmızı tüylü develere değişmem. Kardeşimle birlikte gittik, bir de baktık ki Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-\ﷺ] ashabından yaşlı bir topluluk onun kapılarından birisinin önünde oturuyorlar. Onları birbirlerinden ayırmak istemediğimizden biraz kenarda bir yerde oturduk. Bu sırada Kur'ân-ı Kerîm'den bir âyet-i kerîme'yi söz konusu ettiler, hakkında görüş alışverişinde bulundular ve sonunda yüksek sesle tartışmaya koyuldular. Rasûlullah kızgın bir şekilde dışarı çıktı, yüzü kıpkırmızı kesilmişti, üzerlerine toprak saçıyor ve şöyle buyuruyordu: "Yavaş olun ey kavmim, sizden önceki ümmetler bununla helak oldular. Peygamberlerine muhalefet etmeleri ve Kitapları birbiriyle çarpıştırmaları sebebiyle (helak oldular.) Şüphesiz ki Kur'ân-ı Kerîm'in bir bölümü, diğer bir bölümünü yalanlayacak şekilde nazil olmamıştır. O biri diğerini tasdik edecek şekilde nazil olmuştur. Ondan bildiğiniz kadarıyla amel ediniz ve bilmediğiniz bölümlerini de bilenlerine havale ediniz."1
Şüphesiz ki Yüce Allah, zatı hakkında bilgisizce söz söylemeyi haram kılmış bulunmaktadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "De ki: 'Rabbim ancak hayasızlıkları, onların açık olanını gizli olanını, bununla beraber günahı, haksız isyanı, Allah'a -hakkında as/a bir delil indirmediği- herhangi bir şeyi ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır". (ei-A'râf, 7/33); "Bilmediğin bir şeyin ardına düşme." (ei-isra, 17/36)
Buna göre kula düşen Allah'ın peygamberleriyle gönderdiği ve kitaplarında indirdiği hususları, tabi olunması gereken bir hak olarak bilip kabul etmektir. Bunların hak ve doğru olduklarını tasdik etmektir, bunların dışında kalan diğer insanların diğer sözleri ise buna arzedilir. Eğer ona uygun düşerse, o da haktır, muhalif olursa batıl'dır.
Şâyet -ifadelerde kapalılık ve sahibinin maksadı bilinmediği için yahut ta maksadı bilinmekle birlikte acaba Allah Rasûlünün getirdikleri bunu tasdik mi ediyor, yoksa yalanlamakta mıdır? Bilemediğinden dolayı Allah Rasûlünün getirdikleri buna muhalif midir, yoksa muvafık mıdır? Bilemeyecek olursa o takdirde
1 Müsned. II. 181, 195, 196, ibn Mâce85.
onun hakkında karar vermez ve bilmedikçe söz söylemez. Çünkü bilgi (ilim) hakkında delil bulunan şeydir, ilmin faydalı olanı da Allah Rasûlünün getirdiğidir. Bazen Allah Rasûlünden başkasından da ilim gelebilir. Ancak bu tıp, hesap, çiftçilik gibi dünyevi işlerle alakalıdır. Uluhiyyete dair meselelerle dini bilgilere gelince bunlara dair ilgi sadece Allah Rasûlünden gelendir, başkasından değil.
"İslâm'ın ayağı ancak tesiim oluşun ve teslimiyet gösterişin üzerinde sapasağlam durabilir."
Teslimiyet
Tahâvî -Allah onarahmet etsin- nin kullandığı bu ifade bir çeşit istiaredir. Çünkü bildiğimiz maddi ayak ancak bir şeyin üzerinde sağlamca durabilir. Yani gerek Kur'ân, gerek sünnet şeklindeki iki türlü vahyin nass'larına teslim olup onlara sıkı sıkıya bağlanan, onlara itiraz etmeyen kendi görüşü, aklı ve kıyas'ını ileri sürerek bunlara itiraz etmeyen kimselerin dışında kalanların islamı sağlam bir şekilde yer etmez.
Buharî imam Muhammed b. Şihab ez-Zührî'den -Allah'ın rahmeti üzerine şöyle dediğini rivayet etmektedir: Risalet Allah'tan, tebliğ rasûlünün görevi, bize düşen ise teslimiyet göstermektir şte bu ifade gerçekten kapsamlı ve anlamlıdır.
Aklın, Naklin Önüne Geçirilmesi Gereği İddiası
Akıl ile birlikte nakle verilen şu misal ne kadar güzeldir: Akıi ile birlikte na-
kilin durumu, alim ve müçtehid bir kimse ile avamdan olan mukallit' in durumuna benzer. Hatta bundan çok daha da aşağılardadır Çünkü avamdan olan bir kimsenin alim olma imkanı vardır. Fakat alim olan bir kimsenin rasûl ve peygamber olma imkanı yoktur.
Avamdan mukallit bir kimse bir alimi tanıyıp, avam'dan başka bir kişiye de o alimi gösterirse, daha sonra fetva veren o alimin görüşü ile o alime gitmesini başkasına söyleyen kimse arasında görüş ayrılığı ortaya çıkarsa, bu durumda fetva soran kimsenin kendisine o fetvayı veren kişinin görüşünü kabul etmesi gerekir. Ona o ilim adamına gitmesini söyleyenin görüşünü değil.
Eğer kendisini o alim şahsa gönderen kişi: Doğru benim dediğimdir, müftünün dediği değil, çünkü onun müftü olduğuna dair bilginin kaynağı benim. Şâyeî sen o fetva verenin görüşünü benim görüşümün önüne geçirecek olursan onun fetva verecek durumda olduğunu bilmeni sağlayan asıl kaynağı çürütmüş olursun. Bu ise o aslın fer'î durumunda olanı da çürütmeyi gerektirir.
Bu durumda fetva soran kişi ona şöyle der: Sen onun fetva verecek durumda olduğuna şahitlik edip bu hususta delalet etmekie birlikte seni değil de yalnızca onu taklit etmenin gereğine de tanıklık etmiş oluyordun. Bu belli bilgi noktasında benim sana muvafakat edişim her meselede senin kanaatini kabul etmemi gerektirmez. Senden daha bilgili olan fetva veren o şahsa muhalefet ederken hataya düşmen, senin onun fetva verecek durumda olduğuna dair bilgide de yanılmanı gerektirmez. Bununla birlikte müftı'nin de bazen hata edebileceğini de bilmesi gerekir.
Akıl da Allah Rasûlünün Yüce Allah'tan haber verdiği hususlarda masum (hatadan korunmuş) olduğunu, onun bu hususla hata etmesinin caiz olmadığını, bundan dolayı ona teslimiyet gösterip emrine bağlanmanın zorunlu olduğunu bilir.
Bizler de islam dininden zorunlu (kesin) olarak şunu öğrenmiş bulunuyoruz: Eğer bir kimse Allah Rasûlüne: Senin bize öğrettiğin bu Kur'ân-ı Kerîm, bize getirdiğin bu hikmeiin her birisi bizim akıllarımız vasıtasıyla bilip öğrendiğimiz pek çok husus ile çeiişkiyi de ihtiva etmektedir. Bizler ise senin doğru söylediğini ancak akıllarımızla kavramış bulunuyoruz. Şayet akıllarımızla çelişmekle birlikte söylediğin bütün hususları kabul edecek olursak, o takdirde bu bizim kendisi vasıtasıyla senin doğru söylediğini bildiğimiz akla bir tenkid olur Bundan dolayı bizler senin söylediğin sözlerden ortaya çıkan çelişkilerin ve kendisine itiraz ettiğimiz sözlerinden ne bir hidayet alabiliriz, ne de bir ilim öğrenebiliriz; diye itiraz eden herhangi bir kimse elbettekı Allah Rasûlünün getirdiklerine iman etmiş olmaz. Rasûl de böyle bir kimsenin bu tutumunu beğenip kabul etmez.
Çünkü akıllar birbirlerinden farklıdır, şüpheler pek çoktur, şeytanlar ise kesintisiz olarak nefislere vesveseler telkin edip dururlar. O bakımdan herkesin, Allah Rasûlünün haber verip emir verdiği bütün hususlar hakkında buna benzer bir itiraz ileri sürmesi mümkündür. Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır: "Rasûle düşen tebliğden başkası değildir." (en-Nur, 24/54); "Peygamberler üzerinde apaçık tebliğden baş-ka bir görev var mı?" (en-Nahi, 18/35); "Biz gönderdiğimiz her bir peygamberi -kendilerine apaçık anlatsın diye- ancak kendi kavminin diliyle gönderdik, artık Allah kimi dilerse saplırır, kimi dilerse de doğru yola iletir." (ibrahim, 14/4); "Size muhakkak ki Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir." (ei-Maide, 5/15); "Ha, Mim. Herşeyı apaçık bildiren kitaba yemin olsun ki..." (ez-Zuhruf, 43/1-2 ve ed-Duhan, 44/1-2); "Bunlar apaçık kitabın âyetleridir." (Yusuf, 12/1); "O uydurulan bir söz değildir; fakat kendisinden önce olanları doğrulayıcı, insanlara gerekti herşeyin açıklayıcısı, iman edecek bir topluluk için de hidayet ve rahmettir." (Yusuf, 12/111); "Ve biz sana bu kitabı herşeyi açıklayan bir hidayet, bir rahmet ve müslümanlara bir müjde olmak üzere kısım kısım indirdik."
(en-Nafıi, 16/89) Kur'ân-ı Kerîm'de buna benzer buyruklar da pek çoktur.
O halde Allah'a ve âhiret gününe iman hususunda ya Allah Rasûlü hakkında kendisine delâlet edeceği bir şekilde söz söylemiştir yahut söylememiştir. İkincisinin kabulü mümkün değildir, çünkü batıldır. Eğer o, hakka dair çeşitli anlamlara gelme ihtimali bulunan bir takım sözler kullanarak konuşmuş ise o takdirde bu apaçık, bir tebliğde bulunmamış anlamına gelir. Halbuki nesillerin en hayırlıları onun tam anlamıyla tebliğ ettiğine dair tanıklıkta bulunduğu gibi, o en büyük konumda da Yüce Allah'ı da tanık tutmuştur. Her kim Allah Rasûlünün dinin esasları ile ilgili olarak tam tebliğde bulunmadığını ileri sürecek olursa şüphesiz ki ona iftira etmiş olur.
"Her kim kendisine öğrenilmesi imkanı verilmemiş şeyi öğrenmeye talip olur da, kavrayışı teslimiyet ile huzurlu bir kanaate sahip olmazsa, onun bu talebi kendisinin katıksız tevhid'i, safî marifeti ve sağlıklı imanı elde etmesine engel teşkil eder."
Dini Hususlarda Bilgisizce Söz Söylemek Yasaklanmıştır
Bu da önceki sözleri vurgulamakta ve dini esaslar hakkında, hatta başka hususlarda bile bilgiye dayalı olmaksızın söz söylemekten daha bir sakındırmaktadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bilmediğin bir şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalbin herbıri ondan sorumludur." (ei-isra, 17/36); "İnsanlardan bazısı Allah hakkında bilgisizce tartışır ve azgın her şeytana uyar. Onun hakkında şu yazılmıştır: 'O kendisini dost edinen herkesi mutlaka saptırır ve onu alevli ateş azabına götürür. '" (el-Hacc, 22/3-4); "Allah 'tan bir hidayet olmaksızın hevasına uyandan daha sapık kim olabilir ki?" (ei-Kasss, 28/50); "Onlar ancak zanna ve nefislerin hevasına uyarlar. Halbuki andolsun ki Rab'lerinden kendilerine hidayet gelmiştir. " (en-Necm, 53/23) ve buna benzer bu hususu dile getiren daha pek çok âyet-i kerîme vardır.
Ebu Umame el-Bahilî -Radıyailahu ann-üan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûiullah -Satiaiiahu aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Bir kavim eğer üzerinde bulunduğu hidayetten saparsa, mutlaka ona tartışma (cedel) verilir." Daha sonra da Yüce Allah'ın: "Onlar bunu sana ancak tartışmak üzere örnek gösterdiler." (ez-Zuh-ruf, 43/58) buyruğunu okudu. Bu hadisi Tirmizî rivayet etmiş ve: Hasen bir hadistir, demiştir.11 Timizi 3250.
Âişe -Radıyallahu anh-dan da şöyle dediği nakledilmiştir: Rasûlullah -Satiat-
lahu aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Şüphesiz ki Allah'ın en nefret ettiği kişi düşmanca ve inat ederek haksızca tartışan kimsedir." Bu hadisi Buharî ve Müslim, Sahihlerinde rivayet etmişlerdir.1 Buhâri 2457, 4523.
Tevhid'i Eksik Olan Teslim Olmaz
Şüphesiz ki Allah Rasûlüne gereği gibi teslimiyet göstermeyen bir kimsenin tevhidinde eksiklik vardır. Bu kimse Allah'tan herhangi bir hidayete sahip olmaksızın ya kendi görüş ve nevasına göre söz söyler yahut ta aynı türden görüş sahibi birilerini taklit eder. Allah Rasûlünün getirdiklerinin çerçevesinin dışına çıktığı oranda tevhidi de eksik olur. Çünkü bu kişi, bu tavrıyla Allah'tan başkasını ilah edinmiş demektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendi hevâ-stnı ilah edinmiş kimseyi gürdün mü?" (ei-Câsiye, 45/23)
Yani nefsinin arzuladığı şeylere ibadet edineni gördün mü? demektir. Esasen dünyaya fesat, Abdullah b. el-Mubarek:in de -Allah'ın rahmeti üzerine oisun-söylediği gibi şu üç kesimden girmiştir:
"Günahların kalpleri öldürdüğünü gördüm.
Hatta bunlar üzerinde ısrar etmek kişiyi zelil bile kılabilir.
Günahları terketmek kalplere hayat verir.
Nefsine baş kaldırmak senin için hayırlı olandır.
Söyle bana hükümdarlardan, kötü "ahbâr" ile kötü "rahipler"den
Başkası mıdır dini ifsat eden?"
Çünkü "zalim hükümdarlar", zalimce politikaları ile şeriata itiraz eder, ona karşı çıkar ve kendi zalimce politikaların; Allah'ın ve Rasûlünün hükmünün önüne geçirirler.
Kötü ilim adamlarına (ahbâr'a) gelince, bunlar da görüşleriyle bozuk kıyasları ile şeriatın dışına çıkan alimlerdir. Onların bu görüşleri Allah ve Rasûlünün haram kıldığını helal, mubah kıldığını haram kılmayı, onun geçersiz kıldığını muteber, muteber kıldığını geçersiz kılmayı, kayıtlı olarak kabul ettiğini mutlak olarak kabulü, mutlak olarak kabul ettiğini de kayıtlı kabulü ve buna benzer yanlış tutumları ihtiva eder.
Burada "rahiplerden kasıt ise cahil mutasavvıflardır. Bunlar zevk, vecd, hayal, batıl ve şeytani keşifleri ile imanın ve şeriatın hakikatlerine itiraz edenlerdir. Halbuki onların bu halleri Allah'ın, hakkında izin vermediği bir dini teşri' etme ma-
nasındadır. Peygamberi vasıtası ile teşri' buyurduğu dini iptal etmek, imanın hakikatlerinin yerine şeytanın aldatmalarını ve nefislerin hazlarını geçirmek demektir.
f
Kötü yöneticiler derler ki: Siyaset ile şeriat çatışırsa biz siyaseti öne geçiririz. Diğerleri derler ki: Akıl ile nakil çatışırsa akla öncelik veririz. Zevk ve vecd sahipleri derler ki: Zevk ve keşif şeriatın zahiri ile çatışacak olursa biz de zevke ve keşfe öncelik veririz.
İmam Gazzalî'nin Cedel ve Kelâm İlmi İle İlgili Görüşleri
Ebu Hamid el-Gazzalinin -Yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun-"ihyâu Ulumi'd-Din" adını verdiği eserinde şunları söylemektedir: "Denilse ki: Cedel (diyalektik, tartışma) ile kelam ilimleri, nücum {yıldız} ilmi gibi yerilmiş midir, mubah mıdır, yoksa teşvik edilmiş midir? "Şunu bil ki bu hususta insanların değişik konularda aşırılıkları ve ileri gitmeleri söz konusudur. Kimisi o bir bid'attir ve haram'dır, kulun şirkin dışında her ne günahla olursa olsun Allah'ın huzuruna gitmesi, O'nun huzuruna kelam öğrenmiş olarak çıkmasından daha hayırlıdır, der. "Kimisi de o ya kifaye yoluyla farzdır, yahut ta farz-ı ayn'dır der, amellerin en faziletlisidir, Allah'a yakınlaştırıcı en üstün bir iştir, çünkü o tevhid ilmini tahkîk eder, Allah'ın dinine karşı onunla mücadele verilir. Şafiî, Malik, Ahmed b. Hanbel, Süfyan ve seleften bütün hadis imamları haram olduğu görüşünü kabul etmişlerdir" dedikten sonra bu imamlara ait çeşitli sözleri de nakleder ve sözlerini şöyle sürdürür:
"Hadis alimlerinden, selef bu görüş üzerinde ittifak etmişlerdir. Bu hususta işi sıkı tuttuklarına dair onlardan gelen rivayetler sayılamayacak kadar çoktur. Onlar şöyle derler: Hakikatleri en iyi bilenler ve başkalarına göre lafızların dizilişi noktasında en fasih olanlar kendileri olmalarına rağmen ashab'ın o hususta söz söylemeyişleri sadece ondan ortaya çıkacak kötülüklerden dolayıdır. Bundan dolayı da Peygamber -Saiiaiiahu aleyhi veset/em-: "Mütenattı'lar helak olmuşlardır" 1
Müslim 2670; Ebû Dâvûd 4608; Müsned, l, 386 diye buyurmuştur. Yanı işi derinlemesine araştırmaya kalkışan ve gereksiz yere sonuna kadar tetkike koyulanlar helak olurlar, demektir. Yine bu görüşlerine şunu delil gösterirler: Eğer bu (kelam iimi) dinden olsaydı, hiç şüphesiz Rasûlullah -satiatiahu aleyhi rese//em-in emrettiği en önemli hususlardan birisi olurdu. Kelam ilminin yolunu öğretir ve onunla uğraşanlardan da övgüyle söz ederdi"
Daha sonra onların diğer delillerini de zikreder, arkasından öbür kesimin delillerini de belirtir ve sonra;
"Peki senin tercih ettiğin görüş nedir? Diye sorarsan" sorusunu ortaya atar ve buna etraflı olarak cevap vererek der ki: Kelam ilminde bir fayda da vardır, onun bir zararı da vardır. Kelam ilminden yararlanma halinde yararlı olması göz önünde bulundurularak helal yahut mendub ya da vacib olabilir. Bu da durumun gereğine göre değişir. Ondan zarar görülmesi ve zararlı olma hali söz Konusu olursa, zararlı olusunu göz önünde bulundurarak haram olur.
"Zararına gelince; şüpheleri ortaya çıkarması, akideleri karıştırması, onları kesin ve kaî'î kanaatler olmaktan çıkarmasıdır. Bu ise başta hasıl olan bir iştir ve sonunda bu şüpheler, hakkında şüphe bulunan deliller ile geri dönerler. "Bu durumda kişiler arasında da farklılıklar vardır. İşte hakka itikad hususundaki zararı budur." Ayrıca bid'at'çilerin itikadını pekiştirmek, onların kalplerinde bulunan kanaatleri sağlamlaştırmak bakımından da bir zararı vardır. Çünkü böylelikle onların iddiaları da ortaya çıkar ve bu iddialar üzerinde ısrarları daha bir artar. Ancak kelam'ın zararı tartışma dolayısıyla ortaya çıkan îaassub vasıtası ile olur.
"Faydasına gelince, bazen onun hakikatleri gerçek manası ile bilip, ortaya çıkarmak gibi bir faydası olduğu zannedilebilir ama ne yazık ki kelam bu yüce maksadı gerçekleştirmeye yeterli değildir. Hatta ondaki karıştırıcılık ve saptırma özelliği, gerçeği açığa çıkarıp tanıtma özelliğinden daha ileri derecededir..."
Devamla der ki: "Sen bu sözleri hadisle uğraşan yahut Haşeviyye'ye mensup bir kimseden işitmiş olsaydın, diyebilirdim ki: insanlar bilmediklerinin düşmanıdırlar ama sen bu sözleri kelam'dan gerçekten haberdar olan bir kimseden işitiyorsun. Sonra bunu gerçek şekliyle öğrendikten ve kelam'cılann ulaştığı derecenin en ileri noktasına varacak kadar bu ilimde derinleşip bu noktadan daha da ileri giderek kelam ilmine uygun diğer ilimlerde de derinleşen birisinin sözleridir bunlar. Bu sözlerin sahibi kesin olarak anladı ki; bu yolla hakikatleri öğrenmeye giden yol kapalıdır. Yemin olsun ki kelam ilmi her ne kadar bazı hususları açıklıyabiliyor ve bazı noktaları tanıtabiliyorsa da bu oldukça nadir görülen bir durumdur."'
Ihyâu Ulûmi'd-Din, l. 94-97.
Gazzali -Allah'ın rahmeti üzerine o/sun-den naklettiğim bölümler burada sona ermektedir.
Bu hususta onun gibi bir kimsenin söylediği söz elbetteki katî bir delildir. Selefin ondan hoşlanmayışlarının sebebi, onun sadece sağlıklı anlamlan yeni bir takım terimlerle ifade etmesinden dolayı değildir. Mesela doğru bilgileri anlatmak için bir takım terimleri kabul edişleri gibi. Yine onlar kelamdan, hakka delaletinden ve batıl ehline karşı delil getirmelerinden dolayı hoşlanmamış değildirler.
Onların kelam'dan hoşlanmamalarının sebebi hakka aykırı ve yalan bir takım iddialar ihtiva etmesidir. Bunların Kitaba, sünnete ve sağlıklı ilim ihtiva eden hususlara aykırı düşmeleri de bu sebeblerden birisidir. Diğer taraftan kelam'cılar bu doğru bilgilere ulaşan yolu izlenemez hale getirmişlerdir. Bu konuda faydalarının az olmalarına rağmen bu gerçekleri ispatlamak için de uzun uzadıya söz söylemiş durmuşlardır. Bunların bu yaptıkları ulaşılması çok zor bir dağın tepesinde bulunan son derece cılız bir deve etini andırır. Tepeye giden yol rahat değil ki ulaşılabilsin, bu deve eti de semiz değildir ki oradan buraya taşımaya değsin.
Onların sahip oldukları bilgilerin en güzeli Kur'ân-ı Kerîm'de daha doğru bir şekilde açıklanmış ve daha güzel bir şekilde ifade edilmiştir. Onların bütün sahib oldukları işi zorlamak, uzatmak ve içinden çıkılamaz bir hale sokmaktan ibarettir. Nitekim şöyle denilmiştir:
"Eğer dünyalık uğrunda yarış olmasaydı, Münazara kitapları da el-Muğni de, el-Amed de' yazılmazdı, Onlar kanaatlerince bir takım düğümleri çözüyorlarmış, Fakat ortaya attıkları sebebiyle düğümler daha bir artmıştır."
Onlar ortaya koydukları bilgi ile şüphe ve tereddütleri bertaraf ettiklerini iddia ederler. Halbuki fazilet ve zeka sahibi bir kimse bilir ki bu yolla şüphe ve tereddütler daha bir artmıştır.
Lafızların Anlamlarını Sınırlandırmakta Allah'ın ve Rasûlünün Buyrukları Esastır
Allah'ın Kitabından ve Rasûlünün sözünden şifanın, hidayetin, ilim ve ya-kîn'in hasıl olmaması, buna karşılık şaşkın bu gibi kimselerin sözlerinden bunların hasıl olması imkansız bir şeydir.
Aksine yapılması gereken şudur: Allah ve Rasûlünün sözleri asıl alınmalı, bu sözlerin manası üzerinde düşünülmeli, akledilmelidir. Bunların delili ve belge yönü bilinmelidir. Aklî mi yoksa semî ve haberi bir delil mi olduğu, buna ya da ötekine delâlet ettiği bilinmelidir, insanların bu hususta ona muvafakat ya da muhalefet eden sözleri ise, mücmel ve müieşabih olarak ele alınmalı ve bu sözlerin sahiplerine şöyle denilmelidir: Bu lafızların şu şu anlama gelme ihtimali olabilir. Eğer onlar bununla Allah Rasûlünün verdiği habere uygun olanı kastettiklerini söylerlerse kabul edilir. Şayet onlara muhalefet eden şeyleri kastettiklerini açıklarlarsa bu görüşleri de reddedilir.
Mesela mürekkeb, cisim, mütehayyiz, cevher, cihet, hayyiz, araz ve buna benzer lafızlar bu kabildendir. Bu lafızlar bu terimleri kullananların kastettikleri anlamlarıyla ne Kitapta, ne Sünnette kullanılmıştır, hatta dilde bile onların terim-leştirdikleri anlamda kullanılmış değildir. Hatta onlar kendilerinden başkalarının ifade etmedikleri anlamda bu kavramları kullanıp ifade etmek gibi bir özelliğe dahi sahiptirler. Böylelikle onlar bu terimleri başka bir takım tabirlerle açıklarlar. Kur'ân-ı Kerîm'in ortaya koymuş olduğu aklî ve semî delillere bakılır. Bu hususta gerekli ve etraflı açıklamalar buradan alınacak olursa neyin hak, neyin batıl olduğu açıkça ortaya çıkar.
Sapıklığın Sebebi, Allah ve Rasûlünün Sözünden Yüz Çevirmektir
Sapıklığın sebebi Allah'ın ve Rasûlünün sözleri üzerinde düşünmekten yüz çevirmek, Yunan menşe'li sözlerle ve çeşitli görüşlerle uğraşmaktır.
Bunlara kelamcılar denilmesinin sebebi onların daha önceden bilinmeyen bir ilmi dile getirmiş olmaları değildir. Onların getirdikieri, bazen faydalı olamayacak fazladan söz söylemiş olmalarıdır. Bu ise onların duyu organlarıyla bilinen hususları izah etmek için yaptıkları kıyaslamalardır. Her ne kadar onların bu kıyasları ve benzeri hususlar, duyularla algılanan şeyleri kabul etmeyenlere ve başka hususlarda faydalı olmakla birlikte bu, böyledir.
Nass'ın varlığına rağmen yahut ta aklen bildikleri şeyler olduğu iddiasıyla nass'a karşı çıkmakla birlikte; kendi görüşünü yahut zevkini ya da politikasını ortaya koyup söz söyleyen herkes, Rabbinin emrine teslimiyet göstermeyen iblis'e benze-miş olur. O teslimiyet gösterecek yerde şöyle demişti: "Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu da çamurdan yarattın." (ei-Araf, 7/12); "Peygambere itaat eden gerçekte Allah'a itaat etmiş o/ur. Kim de yüz çevirirse zaten Biz seni onların üzerine bir gözetleyici göndermedik." (en-Nisa, 4/80); "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağış/asın. Allah Gafur'dur, Ra-him'dir." (aı-ı iman, 3/31>-, "Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni- hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." (en-Nisa, 4/65)
Görüldüğü gibi Yüce Allah peygamberinin hükmüne başvurmadıkça hükmüne razı olarak kabul etmedikçe ve tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmeyeceklerine dair kendi zatına yemin etmektedir.
"(Böyle bir kimse) vesveselere kapılmış, şaşkın, şüphe ve tereddüt içerisinde, yolunu şaşırmış bir halde; küfür ile iman, tasdik ile yalanlama, ikrar ile inkâr arasında gider, gelir. Ne tasdik eden bir mü'min, ne de yalanlayan ve inkâr eden bir kimsedir."
!•_
Kelam ilmi, bizzat bu ilmin ileri gelenlerinin itirafına göre şaşkınlığa sebebtir
"Gider gelir (yetezebzebu)." Tereddüt ve çalkantı içerisinde gider gelir demektir.
Yüce Allah'ın rahmetinin üzerine olmasını dilediğimiz Tahâvî, Kitap ve sünneti bırakarak yerilmiş olan kelam ilmine yönelen yahut ta kelam ilmi ile Kitap ve sünneti bir arada telif etmeye çalışan, çatışmaları halinde nass'ı te'vil edip görüşe yahut ta farklı görüşlere havale eden ve böylelikle sonunda hayret, sapıklık ve şüpheye varan her bir kimsenin halini nitelendirmektedir.
Nitekim el-Hafid ibn Ruşd -Ki insanlar arasında filozofların ekollerini ve görüşlerini en iyi bilen bir kimsedir- "Tehâfutu't-Tehâfut" adlı eserinde şunları söylemektedir: "Ulûhiyyete dair meselelerde önemsenebilecek bir söz söyleyebilen kim vardır?"
el-Âmidî de aynı şekilde çağdaşlarının arasında en faziletli ve pek büyük meselelere oldukça vakıf bir kimse olmakla birlikte şaşırmış kalmıştır. el-Gazzalî de -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- sonunda kelamî meselelerde duraklamaya ve şaşkınlığa ulaşmıştır. Daha sonra bütün bu yollardan yüz çevirmiş, Allah Rasûlünün hadislerine yönelmiştir. Buharî göğsü üzerinde bulunur olduğu halde vefat etmiştir. Abdullah Muhammed b. Ömer er-Razî de böyledir. O "lezzetlerin kısımları" hakkında te'lif ettiği kitabında şunları söylemektedir:
"Akılların öne gitmesinin sonunda varacakları yer ayak bağı olmaktır.
Alemlerin çabasının nihaî noktası da sapıklıktır.
Ruhlarımız, cisimlerimizden uzak ve yalnız kalmıştır.
Dünyamızdan elde ettiğimiz, eziyet ve vebalden ibarettir.
Ömrümüz boyunca yaptığımız araştırmalardan hiçbir fayda sağlayamadık.
Ömür boyunca toplayıp durduğumuz kîl-u kâl'den başka."
Ben kelamî yolları ve felsefî yöntemleri iyice tetkik ettim. Onların hasta olan kimseye şifa sunamadıklarını, susuz kimsenin susuzluğunu gideremediklerini gördüm. En uygun yol olarak Kur'ân'ın yöntemini gördüm. Allah'ın subutî sıfatları hakkında, mesela: "Rahman olan Allah 'Arş'a istiva etmiştir." (Tâhâ. 20/5); "Güzel söz yalnız O'na yükselir." (Fatır, 35/10) buyruklarını okuyabilirsiniz. Nefyedi-ci (selbî) sıfatlar hususunda da: "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." (eş-Şura, 42/11); "Onlar ise bilgileri ile O'nu kuşatamazlar." (Tâ'hâ, 20/110) buyruklarını okuyabilirsiniz. Sonra da şunları söylemektedir: Her kim benim geçtiğim deneylerin benzerlerinden geçecek olursa, benim bildiklerimin benzerine ulaşır.
Aynı şekilde Ebu Abdullah Ivluhammed b. Abdu'l-Kerim eş-Şehristanî de; Kelamcılarla, felsefecilerde şaşkınlık ve pişmanlıktan başka bir şey bulamadığını şu beyitleriyle dile getirmektedir:
"Andoisun bütün ilim yuvalarını gezip dolaştım, Ve ben bu belli başlı yerler arasında (hakikati) arayıp durdum. Gördüğüm sadece şaşkın bir kimsenin avucunu koyması Sakalının üzerine yahut ta pişmanlıkla dişlerini gıcırdatmağıydı."
Ebu'l Mealî el-Cüveynî -Allah'ın rahmeti Özerine oteun-de böyle demiştir: Arkadaşlarım, kelamla uğraşmayınız Eğer ben kelam'ın beni şu ulaştığım noktaya ulaştıracağını bilmiş olsaydım, onunla hiç uğraşmazdım.
Vefatı esnasında da şunları söylemiştir: "Ben o çok dalgalı denize daldım. Müslümanları ve ilimlerini bir kenara bıraktım. Onların bana yasakladıkları şeye girdim. Şimdi eğer Rabbim rahmetiyle beni yetişmeyecek olursa, İbnu'l-Cüvey-rfî'nin vay haline! işte ben annemin akidesi üzerine ölüyorum, ya da: Nisabur acuzelerinin akidesi üzere ölüyorum" demiştir.
Fahru'd-Din er-Razî'nin en gözde talebelerinden birisi olan Şemsu'd-Din el-Husrev Şahî de bir gün yanına gelmiş fazilet sahibi birisine: Neye inanıyorsun? Diye sormuş. O: Müslümanların inandıklarına, demişti. Şemsu'd-Din ona: Bunu son derece huzurlu bir kalp ve kesin bir inanca sahip olarak mı kabul ediyorsun? Deyince o: Evet cevabını vermiş, bunun üzerine ona: Bu nimet dolayısıyla Allah'a şükretmelisin. Bana gelince Allah'a yemin ederim neye inandığımı bilemiyorum, neye inandığımı bilemiyorum, neye inandığımı bilemiyorum; demiş ve sakalı ıslanıncaya kadar ağlamıştı.
İrak'ta meşhur faziletli İbn Ebi'l-Hadid de şöyle demektedir: "Düşüncenin çözülmez bilmecesi sende, Ne yapacağımı şaşırdım ve ömrümü tükettim. Akıllar senin uğrunda yolculuk yaptı fakat, Yolculuğun eziyetinden başka bir kâr sağlayamadı. Allah'a yemin ederim, yalan yere iddia ettiler.
Senin düşünme ve nazar ile bilineceğini. Yalan söylüyorlar, çünkü sözünü ettikleri, Beşer takatinin dışında bir şeydir."
el-Hunecî ölümü esnasında şunları söylemiştir: Bütün bildiklerim mümkün (varlığı ve yokluğu eşit) olan varlığın onu (varlığını) tercih edene ihtiyacı vardır'dan ibarettir. Arkasından şunları söylemektedir: Muhtaç oluş ise olumsuz bir sıfat'tır. işte ben hiçbir şey bilmemiş olarak ölüp gidiyorum.
Bir diğeri de şöyle demiştir: Yatağıma uzanıyorum, yorganı başıma çekiyorum ve tan yeri ağarıncaya kadar bir bunların, bir ötekilerin delillerini karşılaştırıyorum ve sonunda onların hiçbirisini tercih edemiyorum.
Bu hale ulaşan bir kimsenin haline Allah merhamet edip acımayacak olursa, zındıklaşır gider. Nitekim Ebu Yusuf -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- böyle demiştir: Kim dini kelam ile öğrenmeye kalkışırsa zındıklaşır, kim de kimya yoluyla mal sahibi olmaya çalışırsa iflas eder. Garibu'l-Hadis'i öğrenmeye kalkışan da yalan söyler.
Şafiî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- de şöyle demektedir: Kelam'cılar hakkındaki hükmüm şudur: Onlar sopalanırlar, ayakkabılarla vurulurlar, kabile ve aşiretler arasında dolaştırılarak: Kitap ve sünneti terkedip kelam'a yönelenlerin cezası budur, diye teşhir edilirler.
Yine o şöyle demiştir: Ben kelam ilmiyle uğraşanlar arasından öyle bir takım sözler söylediklerini tesbit ettim ki, bir müslümanın o sözleri söyleyeceğini zannetmiyorum. Yüce Allah'a şirk koşma dışında kulun Allah'ın yasakladığı her-şeye müptelâ olması, hiç şüphesiz kelam'a müptelâ olmasından daha hayırlıdır.
Bunlardan herhangi birisinin ölüm esnasında koca karıların inançta izledikleri yola dönerek, onların ikrar ettiklerini ikrar ve kabul ettiğini, daha önce kat'î olarak kabul edip bellediği ve bu inanç şekline muhalif o inceliklerden yüz çevirdiklerini görüyoruz. Çünkü artık bunların bozukluklarını açıkça görmüş yahut ta doğru ve sağlıklı görüşler olduklarını açıkça görememiştir. Sonunda bunlar -eğer azaptan kurtulabilecek olurlarsa- küçük çocuk, kadın ve (öğrenim görmemiş) bedevî'lerden olup, ilim ehline tabi olanlar seviyesine düştüklerini görüyoruz.
Böyle bir hastalığın faydalı ilacı ise kalplerin gerçek doktorunun -Allah'ın sa-tat ve selamlan üzerine olsun- gece namazına kalktığında, namazının başında yaptığı nakledilen şu duadır:"
"Cibril'in, Mikaıl'in ve İsrafil'in Rabbi. gökleri ve yeri yoktan var eden, gizliyi ve açığı bilen Allah'ım! Sen kullarının arasında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm verecek olansın, Hakkında anlaşmazlığa düştükleri gerçekler ile ilgili olarak izninle sen beni doğru yola ilet. Çünkü şüphesiz ki sen dilediğini dosdoğru yola iletensin."1 Müslim 770.
Böylelikle o, Rabbıne Cebrail, Mikail ve İsrafil'in Rabbi oluşunu belirterek dua etmiş ve hak ile İlgili olarak hakkında ihtilaf edilen hususlarda izniyle kendisini doğru yola iletmesini dilemiştir.
Çünkü kalplerin hayatı hidayet iledir. Yüce Allah da bu üç meleği hayat ile ilgili olarak görevlendirmiştir. Cebrail kalplerin hayat bulmasına sebeb teşkil eden vahiy ile görevli melektir. Mikail ise bedenlerin ve diğer canlıların hayaı bulmasına sebeb teşkil eden yağmur ile görevli olan melektir. İsrafil ise alemin hayat bulmasına, ruhların tekrar bedenlerine dönmesine sebeb teşkil eden Sûr'a üfürmekle görevli olan melektir. Hayat ile görevli bu pek yüce ruhlara ru-bubiyyet ettiğini dile getirerek dua etmesinin arzu edilen şeyin elde edilmesinde pek büyük bir tesiri vardır. Yardım Allah'tandır.
"Cennette Allah'ın görülmesini herhangi bir vehim ile kabul eden yahut belli bir anlayışa göre te'vıl edenlerin ru'yetullaha imanları sahih olamaz. Zira ru'yetullah'ın da, rububiyete izafe edilen herbır hususun da, asıl te'vili, te'vili terketmek, teslim yoluna bağlanmaktır. Müslümanların dini de bu yol üzeredir.."
Tahâvî -Allah ona rahmet etsin- bu sözleriyle Muteztle'nin ve ru'yelullah'ı reddeden görüşlerini kabul edenlerin, aynı şekilde Yüce Allah'ı yarattıklarından birisine benzetenlerin (Müşebbihe'nin) görüşlerinin merdud olduğuna işaret etmektedir.
Nitekim Peygamber -Saiiaiiahu aleyhi veseiiem- şöyle buyurmaktadır; "Sizler ondördündeki ay'ı gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksinizdir."2Buhârî 7437; Müslim 182
Burada görül-
düğü gibi benzetme görülene değildir. Benzetme görme ile ilgilidir. Bu da ru'ye-tin gerçekleşmesinin kastedildiği ve bunun tahakkuk edeceği hususunda konu ile ilgili ihtimalleri bertaraf etmek noktasında gayet açık bir ifadedir. Bundan daha ileri bir ifade ve açıklama olabilir mi?
Eğer böyle bir nass'ın te'viline kalkışılacak olursa, nass'ın delil olarak kullanılması nasıl mümkün olabilir? Bu nass'ın: Sizler ayın ondördünde ay'ı bildiğiniz gibi Rabbinizi de bileceksiniz, anlamına gelme ihtimali olabilir mi?
Bu yanlış tevile de Yüce Allah'ın: "Rabbinin Fil sahiplerine ne ettiğini görmedin mi?" (ei-Fii. los/n âyeti ile buna benzer "kalbi (manevi) fiiller" diye bilinen ve "görmek." fiilinin kullanıldığı diğer fiiller delil gösterilerek; böylece açıklanamaz mı? Şüphesiz ki "görmek" bazen basar (göz) ile bazen de kalp ile olur. Kimi zaman da rüyada görmek ve buna benzer şekillerle gerçekleşir. Ancak kullanılan ifadelerde bir manayı diğerlerinden ayırarak öne çıkartan bir takım karineler de mutlaka bulunur. Aksi takdirde konuşan kimsenin sözlerinde anlamlardan herhangi birisini ön plana çıkartacak bir karine bulunmayacak olursa, o vakit o ifade mücmel ve bilmece halini alır. Beyan edici ve açıklayıcı olmaz. Hz. Peygamberin: "Önünde bulut bulunmayan öğle vaktindeki güneşi gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz"1 Buharı 7439; Müslim 183.
ıfadesindeki karine ve beyandan daha ilerisi olabilir mi? Acaba bu gibi ifadelerdeki görmek, gözle görmekle mi alakalıdır, yoksa kalp ile görmekle mi alakalıdır? Böyle bir husus Yüce Allah'ın, kalbine körlük verdiği kimseler dışındakilere hiç gizli, saklı kalır mı?
Bizi bu te'vile mecbur kılan aklın Yüce Allah'ın görülmesinin imkansız olduğunu kabul etmesi, O'nun görülmesinin düşünülemeyeceği şeklindeki hükmü dür, denilecek olurlarsa cevabımız şudur:
Bu sizin iddianızdır. Akıl sahibi kimselerin çoğunluğu bu hususta size muhalefet etmektedirler. Aklen bunu imkansız kabul etmeyi gerektiren hiçbir husus yoktur. Hatta akla bizatihi var olan fakat görülmesi imkansız olduğu söylenen bir varlıktan söz edilecek olsa, akıl böyle bir şeyin imkansız olduğuna hüküm verecektir.
"Cennette Allah'ın görülmesini herhangi bir vehim olarak kabul eden.,." yani Yüce Allah'ın şu sıfatta görüleceği vehmine kapılarak bir çeşit teşbihi hatırlatan kanaate sahip olan, demektir. Bu vehimden sonra eğer vehim sonucu sahip olduğu bu vasfı kabul edecek olursa, şüphesiz bu kişi Müşebbihe'den olur, Eğer bu vehmi dolayısıyla görüleceğini kökten inkar ederse, o takdirde bu ta'til edici bir inkarcı olur.
O bakımdan yapılması gereken yalnızca bu vehmi (yanlış kanaati) bertaraf etmektir. Bu nefyi hak ve batıl olan herşeyi kuşatacak şekilde umumileştir-rnemektir. O bakımdan batıl olan bir şeyi reddetmek maksadıyla hakkı da, batıl'ı da reddetmeye kalkışmamalıdır. Aksine yapılması gereken batıl'ı reddedip hakkı kabul etmek olmalıdır.
İşte: "Her kim nefiyden ve teşbihten kendisini korumayacak olursa ayağı kayar ve tenzihi isabet ettiremez" sözleriyle Tahâvî. bu hususa işaret etmiş bulunmaktadır.
İşte Mutezile'ye mensup bu kimseler bunu (ru'yeti) nefyetmek ile Allah'ı tenzih ettiklerini iddia ediyorlar.
Hiç kemal sıfatlarının nefyedilmesiyle tenzih olur mu? Şüphesiz ki ru'yetin nefyedilmesi bir kemal sıfatı değildir. Çünkü olmayan bir şey görülmez. Kemal ancak ru'yetin isbat edilmesi (kabulü) iledir ve gören kimsenin bu görme idrakinin kuşatıcı bir idrak olduğunu iddia etmektir. Tıpkı ilimde olduğu gibi. Onun bilinmesinin nefyedilmesi kemal değildir. Aksine kemal, ilmin isbatı ve ilimle O'nun kuşatılmasının nefyi ile söz konusu olur. Yani Yüce Allah bilgi ile kuşaklamayacağı gibi görmekle de kuşatılamaz.
Te'vil'in Müteahhirîn'e Göre Anlamı
Tahâvî'nin -Allah ona rahmet etsin-; "Yahut belli bir anlayışa göre fe'vil edenlerin..." ifadesi şu demektir: Yani bu kimse nass'ın zahirine ve herbir Arab'ın ru'yetin manasından anladığına muhalif bir te'vılde bulunup böyle bir anlayışa sahip olduğunu iddia edecek olursa... demektir.
Sonraki alimlerin ıstılahına göre "te'vil" lafzın zahirinden başka bir manaya yorumlanması anlamında kullanılmıştır. Böylelikle tahrif ediciler nass'lara musallat olmuşlar ve: Bizler görüşümüze muhalif olan nass'ları te'vil ederiz, demişler ve tahrife onu süslemek, kabul edilmesini sağlamak amacıyla da allı pullu göstermek maksadıyla tevil adını vermişlerdir. Yüce Allah ise batılı allayıp pullayan-ları yermiş ve şöyle buyurmuştur: "Biz her peygambere ins ve cin şeytanlarını böylece düşman kıldık. Onlardan kimi kimine aldatmak için yaldızlı bir takım sözler fısıldarlar." (el-En'am. 6/112)
Asıl muteber olan anlamlardır, lafızlar değildir. Nitekim hakkın deliline kar-şı kendisiyle çıkılmış nice allanıp pullanmış ve delil diye ileri sürülmüş pek çok Katıl vardır.
Tahâvî'nin -AHah ona rahmet etsin- buradaki ifadeleri daha önce geçen: "Bu
hususa görüşlerimize dayanarak te'vilde bulunup nevalarımıza dayanarak vehimlerle girişmeyiz11 sözlerini andırmaktadır.
Daha sonra bu hususu: "Çünkü ru'yetin te'vili ile rububiyetin anlamına izafe olunan herbir hususun te'vili, te'vili terk etmek, teslime sarılmaktır. Müslümanların dini de bu yol üzeredir" sözleriyle pekiştirmektedir.
Maksadı ise gerçekte tahrif olan ve te'vil adını verdikleri türden te'vili ter-ketmektir. Ama Tahâvî Yüce Allah'ın: buyruğunda emretmiş olduğu gibi edepli bir yol tutup, en güzel yol ile mücadelesini sürdürmüştür. Ve on/arla en güzel yol hangisi ise onunla mücadele et." (en-Nahi, ı e/ı25)
Yoksa onun maksadı kendisine te'vil denilen herbir şeyi terketmek olmadığı gibi, Kitap ve sünnetteki tercihi gerektiren bir delil dolayısıyla bir takım kimselerin hatırı için zahir olarak anlaşılan gerçeklerden herhangi birisini terketmek te değildir. Kitap ve sünnetin yanlışlığına delil teşkil ettiği selefin mezhebine aykırı bid'at olarak ortaya çıkmış fasit tevilleri ve Yüce Allah hakkında bilgiye dayanmaksızın söz söylemeyi terki kastetmektedir.
İşte fasit tevillerden birisi de ru'yetullah'ın delillerini, Allah'ın yüceliğinin
delillerini te'vil etmektir. Onun Musa -Saiiaiianu aleyhi vesellem- ile özel bir şekilde konuşmadığını İbrahim'i halil edinmediğini ileri sürmektir.
Daha sonra "te'vil" lafzı asıl manası dışında kullanılır olmuştur.
Kitap ve Sünnet'te Te'vil'in Anlamı
Allah'ın Kitabı ve Rasûlünün sünnetinde te'vil, sözün sonuçta ulaştığı hakikat demektir. Buna göre haberin te'vili, haber olarak verilen şeyin kendisi dernektir, sin te'vili de emrolunan fiilin kendisi demektir. Nitekim Âışe -ra-şöy\e demiştir: Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- rukûunda şöyle derdi:
"Allah'ım, Rabbimiz Seni teşbih eder ve Sana hamdederiz. Allah'ım bana mağfiret buyur." O bu sözleriyle Kur'ân'ı te'vil ediyordu.1Buhârî 794,817,4293, 4297,4968
Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Onlar zamanı gelince bildirdiklerinin gerçek/eşmesinden {te'vilinden) başkasını mı bekliyorlar? Onun bildirdiklerinin çıkacağı (îe'viiinin gerçek/eşeceği) günde evvelce onu unutanlar: Gerçekten de Rabbimizin peygamberleri bize hakkı getirmişlerdi... derler." (ei-A'raf, 7/53)
Rüyanın te'vil edilmesi (yorumlanması), amelin te'vil edilmesi de buradan gelmektedir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Babacığım, işte bu ön-çeleri gördüğüm rüyanın te'vilidtr (gerçekleşmesidir.)" (Yusuf. 12/100); "Bu hem daha hayırlı, hem de te'vil (sonuç) itibariyle daha güzeldir." (e-n-Nısa, 4/59); "Dayana-mad/ğın şeylerin te'vilîni sana haber vereyim" buyruğundan itibaren; "işte senin dayanamadığın şeylerin te'vili(içyüzü) budur."(e!-Kehi, 18/78.82)
Böyle bir te'vilin söz konusu olduğunu ve bunun ile alakalı emir ve nehiy-ierin bilindiğini kim inkar edebilir?
Allah ve ahiret günü hakkında haber vermek gibi haber türünden olan hususlara gelince; bunun hakikati demek olan tevili bilınemeyebilir. Çünkü bunlar mücerred haber vermekle bilinmeyen şeylerdir. Zira haber veren kimse eğer haber verilen hususu tasavvur edememişse yahut bundan önce bunu bilmiyor ise hakikati demek olan tevilini mücerred haber vermekie bilemez, işte Yüce Allah'tan başka kimsenin bilmediği te'vil budur. Ancak böyle bir te'vilin söz konusu olamayacağını söylemek muhataba kavratma kastı güdülen mananın da bilinemeyeceğini söylemeyi gerektirmez.
Kur'ân-ı Kerîrn'de üzerinde iyiden iyiye düşünülmesini Allah'ın emretrne-miş olduğu hiçbir âyet yoktur. Kendisiyle neyin kastedildiğini bilinmesini sevmediği hiçbir âyet indirmemiştir. Her ne kadar onun tevilinin bir bölümü ancak Yüce Allah tarafından bilinebiliyor ise de bu böyledir, işte Kitap, sünnet ve selefin sözlerinde te'vilin anlamı budur. Bu te'vil ister zahire uygun olsun, ister olmasın farketmez.
Müfessirlere Göre Te'vil Allah'ın Kelâmının Açıklanması ve Anlamının Beyan Edilmesidir:
ibn Cerir ve benzeri bir çok müfessire göre te'vil'den kasıt, sözün açıklanması ve beyan edilmesi demektir. Bu ister ifadenin zahirine uygun olsun, ister olmasın farketmez. Bu da bilinen bir terimdir. Bu te'vil de tefsir gibidir. Doğru olanı övülmeye değer, batıl olanı da reddedilmelidir.
Yüce Allah'ın: "Halbuki onun te'vilini Allah'tan başkası bilmez, ilimde derinleşmiş olanlar ise..." (aı-i Imran, 3/7) âyetinde iki kıraat şekli vardır. Bir kıraate göre; : "Allah'tan başka" lafzı üzerinde vakıf (durak) yapılır. Bir diğer kıraate göre ise burada vakıf yapılmaz. Her iki kıraat te doğrudur.
Birinci kıraat şekline göre Yüce Allah'ın te'vilinin ilmini yalnız kendisine tahsis ettiği ve özü itibariyle müteşâbih olanlar kastedilir, ikincisi ise ilimde de-
rinleşmiş olanların tefsirini bildikleri izafî (göreceli) müteşâbih kastedilir. Buradaki tefsir'den kasıt da te'vil ı!e aynı şeydir.
"Allah" lafzı üzerinde durak yapanların maksadı te'vilin, manayı açıklamak şeklindeki tefsir anlamını kastetmezler. Çünkü bu takdirde Yüce Allah'ın, Rasûlü üzerine bütün ümmetin de, rasûlün de manasını bilemediği bir söz indirmiş olması anlamına gelir. O takdirde ilimde derinleşmiş olanların da; "Biz ona inandık, hepsi Rabbımiz nezdindendır" (aı-ı Imran, 3/7) demenin ötesinde anlamı ile ilgili herhangi bir pay sahibi olmaları söz konusu olmaz. Bu kadarcık bir sözü ise ilimde derinleşmiş olmayan mü'minler de söyler, ilimde derinleşmiş olanların bu hususta diğer mü'minlerin avamından ayrıcalıklarının olması gerekir.
Nitekim ibn Abbas -Radıyaliahu anh- şöyle demiştir: Ben te'vilini bilen ilimde derinleşmiş olanlardan birisiyim. Gerçekten de doğru söylemiştir. Çünkü Peygamber -Saiiaiiahu aleyhi veseilem-onun için şöyle dua etmiştir: "Allah'ım, onu dinde fakih kıl ve ona te'vili öğret."1 Müsned, l, 266, 314, 328, 335
Bunu Buharî ve başkaları rivayet etmişlerdir. Peygamber -sallallahu aieyhî vesellem-ın duası ise asla reddolunmaz.2Müslim 2889, 2890
Mücahid dedi ki: Mushaf'ı basından sonuna kadar ibn Abbas'a arzettim. Her âyette onu durduruyor ve onun hakkında ona soru soruyordum.3
Taberi, 90; ibn Sa'd, Tabakaat, V, 466; ez-Zehebî, Tezkiretu'l-Huftâz, l, 92; ibn Hacer, Tebzi-bu'tjebzîb, X, 43
Kur'ân-ı Kerîmin tamamının manaları ile ilgili açıklamalarda bulunup, söz söylediğine dair ondan gelen nakiller mütevatir derecesine ulaşmıştır. O herhangi bir âyet hakkında: Bu, Yüce Allah'tan başka hiçbir kimsenin te'vilini bilemediği müteşâbih türündendir. dememiştir.
Usul'de mezhep alimlerimizin: Müteşâbih surelerin baş taraflarında bulunan mukatîa' harflerdir, şeklindeki sözlerine gelince -bu görüş ibn Abbas'tan da rivayet edilmektedir- bu harflerin anlamı hakkında çoğu kimseler söz söylemiş bulunmaktadır. Eğer bunların manaları bilmiyor ise o takdirde müteşabih'in manası bilinmiş demektir. Eğer bilinmiyor ise işte müteşâbih denilen buyruklar bunlardır, bunların dışında kalanlar ise manası bilinen buyruklardır, anlatılmak istenen işte budur.
Aynı şekilde Yüce Allah'ın: "Ondan bir kısım âyetler ınuhkem'dir. Bunlar Kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı da müteşabihtir." (Ai-ı imısn, 3/7) diye buyurmaktadır.
Buradaki harfler ise mushaf'ın âyetlerini sayanların çoğunluğuna göre âyet değildirler.
ukahâ ve mütekellim'in müteahhir olanlarının açıklamalarına göre te'vil ise gerektirici herhangi bir delâlet dolayısı ile tercihe değer olan bir ihtimali bırakıp, ikinci derecede tercih edilebilecek bir ihtimale göre iafzı yorumlamak demektir.
İşte gerek haber kipi ile gerek talep üslubu ile varid olmuş bir çok ifade hakkında insanların anlaşmazlığa düştükleri te'vil şekli budur. Bu tür tevillerin sahih olanları ise Kitap ve sünnetin nass'larının delalet ettiğidir. Bunlara aykırı olan te'vil fasit tevildir.
Bu tür açıklamalar, ilgili yerlerinde genişçe yapılmıştır. et-Tabsira adlı eserde belirtildiğine göre Nusayr b. Yahya el-Belhî, Ömer b. ismail b. Hammad b. Ebi Hanife'den, o Muhammed b. el-Hasen'den -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- rivayet ettiğine göre; kendisine Yüce Allah'ın sıfatlarını söz konusu edip te zahiri itibariyle teşbihe götüren âyet ve haberler hakkında soru sorulmuş, o da şöyle cevap vermiştir: Biz bunları geldiği şekilde alırız, onlara iman ederiz ve bu nasıl, bu da nasıl olur demeyiz.
Ayrıca şunun da bilinmesi gerekir: Küfrü gerektiren fasit mana ne nass'ın zahirinden anlaşılandır, ne de nass'ın muktezasıdır. Nass'tan bunu anlayan kimsenin bu anlayışına sebeb ise kavrayışındaki bir kusur ve bilgisinin eksikliğidir.
insanların bazılarının söyledikleri sözlerin anlaşılıp, aktarılmasıyla ilgili olarak: "Nice doğru sözü ayıplayan kimse vardır ki bunun asıl sebebi hastalıklı anlayıp kavramadır" denildiğine göre; sözlerin en doğrusu ve en güzeli olan Yüce Allah'ın buyruklarının (yanlış anlaşılması) hakkında ne denilebilir? Çünkü 0'-nun bu Kitabı: "Bu, âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra da Hâkim ve Habir olan Allah tarafından geniş geniş açıklanmış bir kitaptır" (Hud, 11/1) Bu gibi yanlış te'vil-lerde bulunanların sözlerinin gerçek manası şudur: "Kur'an ve hadisin zahirî ifadeleri küfür ve sapıklıktır. Onda inanılmaya elverişli yeterli bir açıklama yoktur. Tevhıd ve tenzih onlarda gereği kadar açıklanmamıştır." işte yanlış tevillerde bulunanların ifadelerinin gerçek anlamı budur.
Hakikat su ki: Kur'ân'ın delalet ettiği herbir şey, hakkın kendisidir. Batıl olan bir şeye Kur'ân'ın delalet etmesi mümkün değildir. Bu hususta tartışanlar ise mutlaka başka türlü yorumlanması gereken batıl'a delalet ettiğini iddia etmektedirler.
Yanlış Te'vil'in Sakıncaları
Bunlara şöyle denilir: Sizin açtığınız bu kapı ile ve bu yolla eğer size gerçek anlamıyla ve pek az alanlarda mü'min kardeşlerinize karşı zafer kazanaca-
ğınız iddiasında iseniz şunu biliniz ki; çeşitli müşrik ve bici'atçiler önünde de asla kapatamayacağınız ve aleyhinize sonuç verecek bir kapı açmış oluyorsunuz.
Çünkü sizler seri herhangi bir delil olmaksızın Kur'ân-ı Kerîm'in ifadelerinden anlaşılan delâleti başka cihetine yönlendirmeyi ve başka türlü anlamayı uygun bir yol olarak seçerseniz, peki hangi nass'ın te'vil edilmesinin uygun olacağı, hangisinin uygun olmayacağı hususunu tesbitte kullanılacak ölçü ne olacaktır?
Şayet: Aklî delilin kat'î bir şekilde imkansız olduğuna delalet ettiği şeyi te'vil ederiz. Aksi takdirde kabul ederiz; diyecek olursanız size şöyle denilir: Aklî bakımdan kat'î olanı hangi akıl ile tartacağız? Şüphesiz ki Karmatî ve Batınî olan bir kimse kati delillerin şeriatın zahirinden anlaşılan hükümlerin batıl olduğuna delalet ettiğini iddia eder.
Filozof kendisine göre kat'î delillerin, cesetlerin öldükten sonra diriltilme-sinin batıl olduğuna delalet ettiğini iddia etmektedir.
Mutezile'ye mensup bir kimse kat'î delillerin Yüce Allah'ın görülmesinin imkansız olduğunu ortaya koyduğunu iddia ederken aynı zamanda Yüce Allah'ın zatı ile ilim, kelam ya da rahmetin kaim olmasının imkansız olduğunu da ileri sürmektedir...
Kısacası sahipleri tarafından aklî delillerin gerektirdiği te'viller olarak ileri sürdükleri te'vil çeşitleri burada sayılamayacak kadar pek çoktur.
O vakit iki büyük sakınca da kaçınılmaz olur:
1- Böyle bir şeyin aklen mümkün olup olmadığı hususunda enine boyuna oldukça uzun ve etraflı araştırmalar yapmadan önce Kitap ve Sünnetin anlamlarından hiçbir şeyi kabul etmeyeceğiz. Kitap hakkında anlaşmazlığa düşmüş herbir kesim de aklın kabul ettiği kanaatlere delâlet ettiğini iddia etmekte ve sonunda iş şaşkınlığa varmaktadır.
2- Artık kalpler Rasûlün verdiği haberlerinde hiçbir şeyi katiyetle kabul etmez bir hal alır. Çünkü maksadın zahir'den anlaşılan olduğuna güvenilmez. Te'viller ise birbiriyle çatışıp durmaktadır. O bakımdan Kitap ve Sünnetin Allah'ın kullarına haber verdiği hususlara delalet ve irşad etme özelliğinden uzaklaştırılması gerekir. Halbuki peygamberin özelliği ise haber vermektir. Kur'an ise en büyük haberdir (en-Nebeu'l-Aziym'dir.) Bundan dolayı te'vilcilerin Kitap ve Sünnetin nass'larını dayanak almak için değil, görüşlerini desteklemek için zikrettiklerini görüyoruz. Şayet aklın kendisine delâlet ettiğini iddia ettikleri hususa uygun düşerse bu nassları kabul ederler, eğer muhalif olursa ona göre te'vil ederler. Bu ise zındıklık ve ahkamdan sıyrılıp kurtulmanın kapısını açmaktır. Yüce Allah'tan esenlik dileriz.
"(Sıfatlan)n Nefy etmekten ve teşbihten sakınmayan bir kimsenin ayağı kayar ve tenzihi isabet ettiremez."
Nefy ve Teşbih Kalp Hastalıklarındandır
Nefy ve teşbih kalp hastalıklarındandır. Çünkü kalbî hastalıklar iki türdür. Şüphe hastalığı ve şehvet (arzu) hastalığı. Her ikisi de Kur'ân-ı Kerîm'de söz konusu edilmiştir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: 'Edalı ve yumuşak söylemeyin. O takdirde kalbinde hastalık bulunan kimse umutlanır" (ei-Ahzab, 33/32) Bu şehvet hastalığıdır.
Bir başka yerde Yüce Allah: "Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını arttırdı." (ei-Bakara, 2/10) diye buyurmaktadır. Bir başka yerde de: "Kalplerinde hastalık bulunanlara gelince, onların murdarlıklarına murdarlık katıp arttırdı. ' (-Tevbe, 9/125) Bu da şüphe hastalığıdır ve şehvet hastalığından daha aşağı-latıcıdır, Çünkü şehvet hastalığının şehvetinin gereğini yerine getirmekle şifa bulacağı umulabilir. Şüphe hastalığının ise -eğer Yüce Allah o kimseye rahmetiyle yetişmeyecek olursa-şifası yoktur.
Sıfatlar ile ilgili meseledeki şüphe hastalığı ise sıfatların nefyedilmesi ve teşbihidir. Nefy şüphesi de teşbih şüphesinden daha aşağlılık bir şüphedir. Çünkü nefy şüphesi hem Rasûlun getirdiklerini yalanlamak, hem de reddetmektir. Teşbih şüphesi ise Allah Rasûlünün getirdiklerinde aşırıya gidip, haddi aşmaktır. Yüce Allah'ın yaratıklarına benzetilmesi ise bir küfürdür, çünkü O: "O'nun gibi hiçbir şey yoktur" (eş-şûrâ, 42/11) diye buyurmaktadır. Sıfatların nefyedilmesi de küfürdür, zira Yüce Allah: "O herşeyi işitendir, herşeyi görendir" (eş-şura, 42/11) diye buyurmaktadır.
Teşbih'in İki Çeşidi
Bu teşbih'in iki çeşidinden birisidir, çünkü teşbih iki türlüdür. Birisi yaratıcıyı yaratılmışa benzetmektir, işte kelam'cılann reddetmek ve iptal etmek (çürütmek) için çalışıp durdukları teşbih budur, insanlar arasında bu teşbih'e yönelenler ikinci tür teşbihle bulunanlara göre daha azdır.
ikincileri ise yaratılmışı yaratana benzetirler. Mesih'e ibadet edenler, Uzeyr'e, güneşe, ay'a, putlara, meleklere, ateşe, suya, buzağıya, kabirlere, cinlere ve buna benzer sair varlıklara ibadet edenler, hep bu kabildendir. İşte peygamberlerin kendilerine gönderildiği ve kendilerini Allah'a hiçbir şey ortak koş-
maksızın bir ve tek olarak ibadet etmeye davet ettikleri kimseler bunlardır.
"Şüphesiz ki Yüce ve Celil olan Rabbimiz vahdaniyet sıfatları ile mevsuftur. Bir ve tek olmak vasıflarına sahiptir. Yaratıklar arasında O'nun (sıfatlarındaki manaya sahip) gibi hiçbir kimse yoktur."
Yüce Allah'ın Tenzih/i
Tahâvî -Allah ona rahmet etsin-, Yüce Rabbin tenzih'inin kendi zatını olumlu ya da olumsuz olarak vasfettiği şekilde bilmekle gerçekleşeceğine işaret etmektedir. Onun buradaki ifadeleri İhlas suresinin manasından alınmıştır.
'Vahdaniyet sıfatları ile mevsuftur" sözleri Yüce Allah'ın: "De kî: Û Allah'tır, bir ve tek'tir" buyruğundan alınmıştır.
"Bir ve tek olmanın vasıflarına sahiptir" sözleri ise Yüce Allah'ın: "Allah Sa-med'dir, doğurmamıştır, doğurulmamıştır" buyruğundan; "mahlukat arasından hiçbir kimse O'nun gibi değildir" sözleri de Yüce Allah'ın: "Ve hiç kimse O'nun benzen ve dengi değildir' buyruğundan alınmıştır. Aynı zamanda bu ifadeler daha önce geçen sıfatların isbatı ve leşbih'in nefyedilmesi ile ilgili ifadeleri de pekiştirmektedir.
Vasıf ve nât ise eş anlamlı iki kelimedir. (Tercümeden de anlaşıldığı gibi.) Anlamlarının birbirlerine yakın olduğu da söylenmiştir. Buna göre vasıf zat hakkında kullanılır, nât ise fiil hakkında kullanılır.
Vahdaniyet ile ferdaniyet de (bir ve tek olmak) böyledir. Aralarında fark olduğu da söylenmiştir. Buna göre vahdaniyet zat içindir, ferdanıyet de sıfatlar içindir.
O halde Yüce Allah zatında bir ve tek, sıfatlarında da eşsizdir. Bu mana ise gerçektir, bu konuda hiçbir kimsenin tartışması yoktur. Fakat kullanılan ifadelerde bir çeşit tekrar vardır. Tahâvî'nin -Allah ona rahmet etsin- akidesinde buna benzer bir kaç yerde tekrarı vardır.
Yüce Allah'ın: 'Hiçbir şey O'nun gibi değildir." (eş-Şura, 42/11) buyruğu Yüce Allah'ın tenzihini ifade etmek bakımından, O'nun: "Yaratıklar arasında O'na benzer hiç bir kimse yoktur" ifadelerinden daha mükemmeldir.
"O. sınırlardan ve nihaî noktalardan yüce ve münezzehtir. Erkân, organ ve araçlardan münezzehtir. Alîı cihet -sonradan yaratılmış diğer mahlukat gibi- O'nu ihata etmez."
Tahâvî'nin -Aiiah ona rahmet etsin- bu ifadelerini açıklamaya geçmeden önce bir mukaddimede bulunmak istiyorum. O da şudur: Bu gibi lafızların kullanılması hususunda insanların üç farklı görüşü vardır:
Bir kesim bunları kabul etmez Bir başka kesim kabul eder, bir diğeri ise konu ile ilgili etraflı açıklamalarda bulunur. Bunlar ise selefe tabi olanlardır. O bakımdan bu lafızları kullanan bunlarla neyi kastettiğini açıklamadan benimsemediklerini, onlarla neyi nefyettiğini belirtmeden nefyetmediklerini görüyoruz.
Çünkü müteahhirûn nezdinde bu lafızların terim manalarında bir çeşit kapalılık ve müphemlik ortaya çıkmıştır. Diğer terimsel lafızlarda olduğu gibi. Çünkü onların hepsi bu gibi terimleri lafzi manalarında kullanmamaktadırlar.
Bu lafızları kabul etmeyenler bunlarla hakkı da batılı da nefyedebilmekte ve bunları kabul edenlerden benimsemedikleri görüşleri böylelikle nakletmektedirler.
Bu lafızları kabul edenlerin bazılarının kastettiği anlam çerçevesinde ise selefin görüşüne muhalif Kitabın ve mizan'ın (sağlıklı ölçülerin) delil teşkil ettiği hususlara muhalif batıl bir anlama sokabilmededirler. Halbuki bu hususta ne Kitapta, ne de sünnet'te bunların nefyedilmelerine de, isbat (kabul) edilmelerine dair de bir şey varid olmamıştır.
Bizim Aliahu Teâla'yı, kendisinin ve Rasûlünün nitelendirmediği vasıflar ile nefy ya da isbat (olumlu ya da olumsuz olarak vasfetme) hakkımız yoktur. Çünkü bizler ancak tabî kimseleriz, bıd'atçi kimseler değiliz.
O halde bu hususta yani sıfatlar meselesinde konunun iyice tetkik edilmesi gerekir. Allah ve Rasûlünün sabit olarak belirttiklerini biz de kabul ederiz. Allah ve Rasûlünün nefyettiklerini biz de nefyederiz. Nefy ve isbat hususunda nass ile varid olmuş lafızlara bağlı kalarak, Allah ve Rasûlünün isbat ettiği lafız ve manaları biz de kabul ederiz, onların nass'larının reddettikleri lafız ve manaları da reddederiz.
Nass'larda Varid Olmuş Lafızları Kullanmak
Nefyleri de, isbatlan da varid olmamış lafızlara gelince, bu lafızları kullananla-
rın
rın maksadı incelenmeden mutlak olarak kullanılmazlar, Eğer maksat doğru ise kabul edilir. Şu kadar var ki, bu maksatları nasslarda varid olmuş lafızlarla ifadelendirmek ve gerek olmadıkça mücmel (kapalı) lafızlar kullanma yoluna gitmemek gerekir.
Bu lafızlar kullanılacak olursa, onlarla beraber maksadın ve gereğin ne olduğunu açıklayan karinelerle birlikte kullanılmalıdır Mesela eğer bu hitaplar kullanılmayacak olursa, maksadın tam anlamıyla ifade edilememesi gibi bir durum söz konusu ise. bu gibi lafızları kullanma yoluna gidilebilir.
Tahâvî -Allah ona rahmet etsin-buradaki ifadeleriyle Müşebbihe'nin görüşlerini reddetmek istemiştir. Şüphesiz ki Allah bir cisimdir, O'nun cüssesi ve organları vardır ve buna benzer kanaatler ileri süren Davud el-Cevaribî ve benzerlerinin görüşlerini reddetmektedir. Yüce Allah böylelerinin söylediklerinden alabildiğine yücedir.
Burada Tahâvî'nin nefy'den kastettiği mana, doğrudur. Ancak ondan sonra gelen bir takım kimseler bu nefylerinin genel çerçevesine hak ve batıl olan şeyleri de sokmuşlardır. Bundan dolayı bu hususun açıklanmaya ihtiyacı vardır. Şöyle ki: Selef, insanların Yüce Allah'ın haddini (sınırını, tanımını) bilemeyeceklerini ve O'nun sıfatlarından hiçbirisini aynı şekilde sınırlandırmayacaklarını ittifakla kabul etmişlerdir.
Ebu Davud et-Tayalisl der ki; Süfyan, Şu'be, Hammad b. Zeyd, Hammad b. Seleme, Şerik ve Ebu Avane ne bir had'den söz ederler, ne benzetirler, ne temsil ederlerdi. Onlar hadisi rivayet ederler ve: Nasıl? demezlerdi. Onlara soru sorulacak olursa, bu hususta bildikleri sağlam rivayetlerle cevap verirlerdi. Nitekim ileride Tahavî'nin: "O mahlukatını kendisini kuşatabilmekten yana aciz bırakmıştır" ifadeleri açıklanırken bu husus bir daha ele alınacaktır.
Böylelikle onun maksadının şu olduğu anlaşılmaktadır: Yüce Allah herhangi bir kimse tarafından sınırlarıyla kuşatılmaktan yüce ve münezzehtir. Yoksa bu; O, mahlukatından ayrı değildir, onlardan ayrı bir varlık ve onlardan farklı değildir, manasına kullanılmamıştır.
Rükünler, azalar ve araçlar gibi lafızlara gelince, bunları kabul etmeyenler kafî delillerle sabit bir takım sıfatları da reddetmeye yol edinmektedirler, el ve yüz gibi. Ebu Hanife -Radıyaiiahu anh. 'el-Fıkhu'l-Ekber' adlı eserinde şunları söylemektedir: "Onun eli, yüzü ve nefsi vardır. Nitekim Yüce Allah Kur'ân-ı Ke-rîm'de el'den, yüz ve nefis'ten söz etmektedir. O halde bunlar O'nun keyfiyetleri bilinmez olarak sıfatıdır. O'nun eli, kudreti ve nimeti demektir denilmez. Çünkü o takdirde sıfat iptal edilmiş olur."
imam (Ebu Hanife -Radıyaliahu an/ı-)ın bu söyledikleri kafî delillerle sabittir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendi ellerim/e yarattığıma secdeden seni ne alıkoydu?" (sad, 38/75); "Halbuki kıyamet gününde arz bütünü ile O'nun kabzasındadır. Gökler ise O'nun sağ eli ile durulmuş olacaktır." (ez-ZOmer, 39/67); "O'nun yüzünden başka herşey helak olacaktır." (ei-Kasas, 28/88); "Celal ve ikram sahibi Rabbinin vechi (yüzü) ise kalıcıdır." (er-rahman, 55/27)
Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sen nefsimde olanı bilirsin ama Ben senin nefsinde olanı bilemem." (ei-Maide, 5/116); "Rabbiniz kendi nefsi üzerine rahmeti yazdı." (ei-En'âm, e/54); "Ve seni kendi nefsim için seçtim." (Tâha, 20/41); "Allah size kendisinden sakınmanızı emrediyor." (Al-i imran, 3/28)
Şefaat hadisi diye bilinen hadiste de Peygamber -saiiaiiahu aleyhi veseiiem-insanların Âdem'in yanına gideceklerini ve ona şunları söyleyeceklerini bildirmektedir: "Ve Allah seni eliyle yarattı, meleklerine sana secde ettirdi ve sana herşeyin isimlerini öğretti."1Buhârî4476
El'den kasıt kudrettir, diyenlerin te'villeri doğru değildir. Çünkü Yüce Allah'ın: "Ellerimle yarattığım"(sad, 38/75) buyruğunun kudretimle yarattığım anlamına gelmesi doğru olamaz. Bu doğru kabul edilecek olursa o takdirde İblis'in de: Beni de aynı şekilde kudretinle yarattın. Bundan dolayı onun bana bir üstünlüğü söz konusu değildir, diye cevap vermesi söz konusu olurdu. O bakımdan İblis, kâfir olmasına rağmen Rabbini Cehmiye fırkasından daha iyi tanıyordu.
Onların: "Görmezler mi ki Biz onların faydasına kendi ellerimizle var ettiğimiz davarlar yarattık, işte kendileri bunlara sahiptirler." (Yasin, 36/71) buyruğunda lehlerine delil olacak bir taraf yoktur, Çünkü Yüce Ailah burada "ellen" çoğul zamirine izafe ettiğinden dolayı, çoğul olarak zikretmiştir k! lafzî olan iki çoğul kelime arasında bir uyum olsun ve böylelikle bu mülkiyete ve azamete delalet etsin. Burada tekil zamire izafe edilerek "iki elimle" diye buyurulmadığı gibi, çoğul zamire eli izafe ederek "iki elimizle" şeklinde de iki lafız da kullanılmamıştır. Buna göre Yüce Allah'ın: "Ellerimizle var ettiğimiz" ifadesi Yüce Allah'ın: "İki elimle yarattım" buyruğunun bir benzeridir.
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de aziz ve celil olan Rabbi hakkında şöyle buyurmuştur: "O'nun hicabı nurdur. Eğer O'nu açacak olursa, yüzünün parıltıları man lu katı n d an gözünün ulaştığı herbır şeyi mutlaka yakardı."2
Müslim 179
Bununla birlikte bu sıfatlar hakkında "bunlar organlar, azalar, araçlar yahut rükünlerdir," denilmez. Çünkü rükün mahiyetin bir parçasıdır. Yüce Allah ise
bir ve tek'tir, samecl'dir. Asla parçalara ayrılmaz, O bundan yüce ve münezzehtir. Organlarda ise ayırma ve parçalara bölme anlamı vardır, Yüce Allah bundan münezzehtir. Nitekim Yüce Allah'ın: "Onlar Kur'ân'ı azalara (parçalara) ayırdılar." (ei-Hicr, 15/91) buyruğu da bu kabildendir.
Azalarda, onlar vasıtasıyla kazanmak ve faydalanmak manası vardır. Araçlar da bu şekildedir, bir takım menfaatleri sağlamak ve bir kısım zararları önlemek için onlardan yararlanılır. Bütün bu hususlar ise Yüce Allah'tan uzaktır. Bundan dolayı Yüce Allah'ın sıfatları arasında bunlardan hiç söz edilmez.
O halde şer" lafızların manaları da doğrudur yanlış ihtimallerden uzaktır. Bundan dolayı Allah hakkında nefy ya da isbat kastıyla kullanılacak şer'î lafızlardan uzaklaşmamak lazımdır. Böylelikle fasit herhangi bir mana tesbit edilmesin, doğru herhangi bir mana da nefyedilmesın. Bütün bu mücmel (açık ve net olmayan) lafızlar ise haklı olan tarafından da batıl peşinde olan tarafından da kullanılabilecek durumdadır.
"Cihet" Lafzı
Cihet lafzı ile bazen var olan şey kastedilebilir, bazen de olmayan bir şey kastedilebilir. Bilindiği gibi varlık sadece yaratan ve yaratılandan ibarettir. Eğer "cihet" lafzı ile Yüce Allah'tan başka bir varlık kastediliyor ise o takdirde bu bir mahluktur. Yüce Allah'ı ise hiçbir şey kuşatarnaz, yaratıklarından hiçbir şey O'nu kuşatamaz. O bundan yücedir.
Eğer "cihet" ile olmayan bir şey kastediliyor ve bu da alemin üstünde olarak kabul ediliyor ise şunu belirtelim ki alemin dışında var olan sadece Yüce Allah'tır. Eğer: O bu itibarla bir cihettedir, denilecek olursa bu maksat doğru olabilir. Yanı O, alemin fevkındedir. O bütün mahlukatın nihayetinde, bütün rnahluka-tın üstünde ve onlardan yücedir.
Allah'ın yücelerde oluşunu nefyetmek kastı ile cihet lafzını kabul etmeyenler, delilleri arasında şunları zikrederler. Bütün cihetler (yönler) yaratılmıştır, O ise yaratılmış olan bu yönlerden önce vardır. O'nun bir cihette olduğunu söyleyen kimsenin o takdirde alemin bir parçasının kadim olduğunu kabul etmesi de gerekir, yahut ta Yüce Allah'ın önceleri cihetten müstağni iken, sonradan bir cihette bulunduğunu kabul etmesi gerekir.
Bu ve benzeri lafızlar ancak şunu ifade eder: O mahlukatından hiçbir şeyin içinde değildir. Ona ister cihet adını verelim, ister vermeyelim, elbetteki bu doğru bir kanaattir Ancak cihet var olan bir şey değildir, aksine itibari bir şeydir ve şüphesiz ki cihetlerin sonu yoktur. Sonsuz olan bir şeyde var olmayan bir şey ise yok demektir.
Tahâvî'nin; "Altı cihet O'nu kuşatamaz" sözünden maksat:
Tahâvî'nın -Allah ona rahme! etsin-: "Diğer rnahlukat gibi altı yön (cihet) O'nu kuşatamaz" sözü mahlukatından hiçbir şey O'nu kuşatamaz demektir ve anlamı itibariyle doğrudur, gerçektir. Aksine O, herşeyi kuşatandır ve herşeyin üstünde olandır, işte Tahâvî'nin kastettiği mana budur, çünkü ileride o şöyle diyecektir: "O Yüce Allah herşeyi kuşatandır ve herşeyin üstündedir." İşte; "Diğer yaratıklar gibi altı yön O'nu kuşatamaz" sözleri ile "O herşeyi kuşatandır ve üstündedir" sözlerini bir arada ele alacak olursak, onun maksadının Yüce Allah'ı hiçbir şeyin ihtiva edemediğini, hiçbir şeyin onu kuşatamadığını, O'nun dışındaki yaratıklara benzemediğini, Yüce Allah'ın herşeyi kuşatan ve herşeyin üstünde olduğunu kastettiği anlaşılır.
"Mi'rac haktır. Peygamber -satiaitahu aleyhi vesellem- isra ile (geceleyin) yürütülmüştür. Uyanıkken bedeni ile mi'rac'la semavata yükseltilmiştir. Daha sonra da yüce Allah'ın dilediği Yüceliklere çıkartılmıştır. Allah, ona dilediği ikramlarda bulunmuş ve vahyettiği şeyleri vahyetmiştir. "Kalp gördüğünü yalanlamadı" (en-Necm, 53/11), dünyada da, âhirette de Yüce Allah'ın salât ve selâmı olsun ona."
Mi'rac (yukarı doğru yükselmek) anlamındaki "el-uruc"dan gelen ve kendisi ile yukarı doğru çıkılan alet anlamındadır. Bu da merdiven ayarında bir şeydir, ancak onun nasıl olduğunu bilemeyiz. Bu da diğer gayb-ı hususlar hükmündedir. Ona iman eder, keyfiyetini bilmek için ayrıca uğraşmayız.
İsra ve Mi'rac
Tahâvî -Allan ona rahmet etsin-: "Uyanıkken bedeniyle Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- isra ile (geceleyin) yürütülmüştür." diyerek Isra'ya işaret etmektedir.
İsra ile ilgili hadislerden anlaşılan sahih kanaate göre isra uyanıkken ve beden ile gerçekleşmiştir. Mescid-i Haram'dan, Mescid-i Aksa'ya kadar Cebrail -Aleyhissetam-\ﷺ\ arkadaşlığı ile birlikte ve Burak'ın üzerinde binerek gerçekleşmiştir. Mescid-i Aksa'da inmiş ve peygamberlere imam olarak namaz kıldırmış, Bu-
rak'ı mescidin kapısının halkasına bağlamıştır. Onun Beytu Lahm'de inip, orada namaz kıldığı söylenmiş ise de hiçbir şekilde ondan böyle bir rivayet sahih olarak gelmemiştir.
Daha sonra Beytu'l-Makdis'ten aynı gece dünya semasına yükseltilmiştir. Cebrail ona kapının açılmasını istemiş ve ona kapı açılmıştır. Orada insanların ilk atası Adem'i görmüş, ona selam vermiştir. Adem -Aieyhisseiam- ona; hoşgeldin demiş, ve selamını almış ve peygamberliğini ifade etmiştir.
Daha sonra ikinci semaya çıkartılmış, yine ona kapının açılması istenmiştir. Orada da Zekeriya oğlu Yahya'yı ve Meryem oğlu İsa'yı görmüş, onlarla karşılaşmış, onlara selam vermiş, onlar da onun selamını alarak güzel bir şekilde onu karşılamış, peygamberliğini ifade etmişlerdir.
Daha sonra üçüncü semaya çıkartılmış, orada da Yusuf -Ateyhisseiam-\ görmüştür. Ona selam vermiş, o da selamını almış, güzel bir şekilde karşılamış, peygamberliğini ifade etmiştir.
Daha sonra dördüncü semaya yükseltilmiştir. Orada idris -Aieybi$seiam-\ görmüş, ona selam vermiş ve onu güzel bir şekilde karşılayıp peygamberliğini dile getirmiştir.
Arkasından beşinci semaya çıkartılmıştır. Orada da imran oğlu Harun'u görmüştür. Ona selam vermiştir. O da onu güzel bir şekilde karşılayarak, peygamberliğini ifade etmiştir.
Daha sonra altıncı semaya yükseltilmiştir. Orada da Musa -Aieyhisseiam- ile karşılaşmıştır, ona selam vermiş, o da onu güzel bir şekilde karşılayarak, peygamberliğini dile getirmiştir. Onun yanından ayrılıp gidince Musa -Aieyhisseiam-ağlamıştır, ona ne diye ağladın diye sorulunca bu sefer: Benden sonra pey-gamber olarak gönderilen bir kimsenin ümmetinden cennete gireceklerin sayısı, benim ümmetimden oraya gireceklerin sayısından daha fazladır diye ağlıyorum, diye cevap vermişfir.
Daha sonra yedinci semaya çıkartılmıştır. Orada da ibrahim -Ateyhisseiam-ile karşılaşmış ve ona selam vermiştir. O da onu güzel bir şekilde karşılayarak, peygamberliğini dile getirmiştir.
Sonra Sıdretu'l-Müntehâ'ya çıkartılmıştır. Daha sonra da el-Beytu'l-Ma'-mur ona yükseltilmiştir. Sonra da yüce ve isimleri mukaddes, cebbar olan Allah'ın huzuruna çıkartılmıştır. O'nun huzuruna bir yayın kirişlerinin bağlandığı noktalar kadar yahut daha da yakın olacak şekilde yakınlaşmıştır.
Orada kuluna vahyettiklerini vahyetîi. Ona elli vakit namazı farz kıldı, geri döndü, Musa'nın yanına vardığında, ona: Sana ne emrolundu? dedi. Peygamber -sallallahu aleyhi vesellem-: Elli namaz, deyince o: Senin ümmetin bunun altından kalkamaz. Rabbınin huzuruna dön ve O'ndan ümmetinin yükünü hafifletmesini dile, dedi. Bu hususta Cebrail -Aleyhîsselam-m fikrini almak istercesine Cebrail'e dönüp baktığında, dilersen böyle yap 'diye işarette bulundu.
Bunun üzerine Cebrail, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-i yüce ve mübarek olan Allah'ın huzuruna -O yerinde iken- çıkarttı. -Buhari'nin Sahih'indekı ve bazı rivayet yollarındaki lafız bu şekildedir- Bunun üzerine Yüce Allah üzerinden on vakti kaldırdı. Tekrar indi ve Musa'nın yanından geçti, durumu ona haber verdi. Yine ona: Rabbine geri dön, O'ndan yükünü hafifletmesini dile, dedi.
Bu şekilde Musa -as- ile yüce ve mübarek olan Allah arasında gidip geldi ve sonunda bu elli vakit beş vakte indi. Musa ona tekrar Rabbine geri dönüp yükünün hafifletilmesini dilemesini istediği halde, o: Artık Rabbimden haya etmeye başladım. Bunun yerine razı oluyor ve teslim oluyorum, dedi.
Bu sefer bir münadi'nin şöyle seslendiği işitildi: Ben farzımı aynen emret-tim ve kullarımın yükünü de hafiflettim.
Peygamber -Sallallartu aleyhi vesellem- aziz ve celil olan Rabbini baş gözü ile görüp görmediği hususunda ashab'ın farklı görüşlerinden, doğru olanın onu kalbiyle gördüğü, baş gözü ile görmediği olduğuna dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır.
Yüce Allah'ın: "Gözüyle gördüğünü kalp yalanlamadı." -Necm, 53/11); "Andolsun ki onu diğer bîr inişle de görmüştü.' (en-Necm, 53/13} buyruklarına gelince, Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-in sahih olarak gelen rivayete göre; burada görüldüğünden söz edilen kişinin Cebrail olduğu bildirilmektedir. Onu iki sefer yaratılmış olduğu aslî suretinde görmüş bulunmaktadır
isra'nın uyanıklık halinde ve beden ile birlikte olduğunun delillerinden birisi de Yüce Allah'ın: 'Kulunu geceleyin Mescid-i Haram'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren (Allah) münezzehtir." (ei-isra, 17/1) buyruğudur. Nasıl ki insan beden ve ruhun toplamını ifade ediyorsa, kul da beden ve ruh'un toplamından ibarettir İfadenin mutlak olarak kullanılması halinde bilinen anlamı budur. Doğrusu da budur, o halde isra da bu şekilde gerçekleşmiştir ve aklen bu imkansız bir şey değildir.
Önce Beytu'l-Makdis'e, İsra'nın hikmeti nedir? diye sorulacak olursa, cevabı şudur: -Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- Bu, Rasûlullah -Saltatiahu aleyhi veseiiem-\ﷺ\ mı'rac'a yükseldiği iddiasının doğruluğunun ortaya çıkması için olmuştur. Kureyş ona (iddiasının doğruluğunu isbatlamak için) Beytu'l-Makdis'in sıfatlarının neler olduğunu sormuştu. O da onlara sıfatlarını, niteliklerini anlatmış1Buhârt 3886. 4710; Müslim 170; Mıisned, 1,309 ve yolda gelmekte olan kervanlarının halini dahi onlara haber vermişti.2Müsned, 1. 374; İbn Kesir, III, 15
Eğer onun semaya yükselişi doğrudan Mekke'den olsaydı, bu husus gerçekleşmezdi. Zira onlara sema ile ilgili haber vermiş olsaydı, buna muttalî olmalarına da imkan olmazdı. Halbuki onlar Beytu'l-Makdis'i tanıyorlardı. Onlara da bunun niteliklerini haber vermişti.
Mi'rac hadisinde konu üzerinde iyice düşünen kimsenin açıkça anlayacağı gibi değişik akımlardan Yüce Allah'ın uluvv (yücelik) sıfatının sabit olduğuna delil bulunmaktadır. Başarı Allah'tandır.
"Yüce Allah'ın ona ikram ve ümmetine de bir yardım olmak üzere lütfedeceği Havz da haktır."
Havz ve Nitelikleri
Havz'dan söz eden hadisler tevatür derecesine ulaşır. Bu hadisleri otuz küsur sahabi -radıyatiatıu anhuma- rivayet etmiştir. Hocamız İmadu'd-Din İbn Kesir -Allan onu rahmetine gark etsin- "el-Bidaye ve'n-Nihâye" adını taşıyan1 tarihe dair büyük eserinin son taraftarında bu rivayetlerin bütün yollarını tesbit eîmiş bulunmaktadır.
Bu hadislerden birisini Buharî -yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun- rivayet etmektedir. Enes b. Malik -ra rivayete göre Rasülullah -sav-şöyle buyurmuştur; "Benim Havz'ımın ölçüleri Eyle ile Yemen'deki San'a arası kadardır. Onda bulunan ibriklerin sayısı ise semadaki yıldızların sayısı kadardır.'2
Buharı 6580; Müslim 2303
Yine ondan gelen rivayete göre Peygamber -Sallallahu aleyhi veseliem- şöyle buyurmuştur: "Ashab'ımdan bir takım insanlar Havz'ın etrafında yanıma geleceklerdir. Ben onları tanıyacağım ama benden uzaklaştırılmış olacaklardır. Bu sefer ben: Arkadaşlarım? diyeceğim, bana şöyle diyecek(ler): Senden sonra ne gibi bid'at'ler ortaya çıkardıklarını bilmezsin."3 Bulıârî 6582; Müslim 2304
Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. imam Ahmed'in rivayetine göre de Enes b. Malik -Hadıyaiianu ann- şöyle demiştir. Rasülullah -Saiiaiiahu aleyhi vese/lem- bir uykuya daldı, tebessüm ederek başını kaldırdı. Ya o kendilerine söyledi, yahut onlar ona: Ne diye güldün? diye sormaları üzerine Rasülullah şöyle buyurdu; 'Az önce bana bir sure indirildi." Sonra da: "Bismillahirrahmanirrahiym. Muhakkak Biz sana Kevser'i verdik" suresini sonuna kadar okudu ve sonra şöyle buyurdu: "el-Kevser'in ne olduğunu bilir misiniz?" Onlar; Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dediler. Şöyle buyurdu: "O aziz ve celil olan Rabbimin bana cennette vermiş olduğu bir nehirdir. Onun üzerinde pek çok hayırlar vardır. Kıyamet gününde ümmetim o nehre geleceklerdir. Onun üzerindeki kaplar yıldızların sayısı kadardır. Onlardan bir kul (ona yaklaşmaktan) alıkonulunca, ben şöyie diyeceğim: Rabbim, o benim ümmetimdendir. Şöyle denilecek: Senden sonra ne bid'atler çıkardıklarını bilemezsin."4
Müslim 400; Müsned. II. 102
Bu hadisi Müslim de rivayet etmiş ve ondaki lafız şöyledir: "O Rabbimin bana vaadeltiği bir nehirdir. Üzerinde pekçok hayır vardır. O kıyamet gününde ümmetimin kendisine gelecekleri bir havuzdur" geri kalan bölümleri ise az önceki rivayet gibidir.
Bunun anlamı şudur: Bu Kevser'den Havz'a doğru iki kanal bol bol su akıtmaktadır. Havz ise Sırat'tan önce Arasat'tadır. Çünkü ondan ayrılmaktadır ve
topukları arkasına gerisin geri dönmüş bir takım kimseler ona yaklaştırılmaya-caktır. Bu gibi kimseler ise Sırat'ı da geçemeyeceklerdir.
Buharî ve Müslim, Cündeb b. Abdullah el-Becelî -ra-dan böyle dediğini rivayet etmektedirler: Ben Rasülullah -Sav-i şöyle buyururken dinledim: "Ben sizden önce Havz'a ulaşmış olacağım."1
Buharî 6589, Müslim 2289
Buharî'deki rivayete göre Sehl b. Sa'd el-Ensarî -ra- dedi ki: Rasülullah -sav- şöyle buyurdu: "Şüphesiz sizden önce Havz'a varmış olacağım, benim yanıma gelen (ondan) içer. içen ise ebediyyen bir daha susamaz. Benim yanıma hiç şüphesiz kendilerini tanıdığım, kendilerinin de beni tanıdıkları bir takım kimseler de gelecektir. Sonra benimle onların arasına engel konulacaktır." Ebu Hazim dedi ki: Ben onlara bu hadisi anlatırken, en-Nu'-man b. Ebi Ayyaş benim sözlerimi işitince dedi ki: Sen bunu Sehl'den böylece mi dinledin, ben: Evet, dedim. O da dedi ki: Ben de şahitlik ederim ki Ebu Said el-Hudrî'den bunu dinledim ve o fazladan şunları da söylüyordu: "Bunun üzerine ben şöyle diyeceğim: Onlar benim ümmetimdendirler. Bana; Senden sonra neleri (bid'at olarak) ihdas ettiklerini bilmezsin denilecek, bu sefer ben: Benden sonra değişiklikler yapanlar, benden uzak olsunlar, benden uzak olsunlar."2
Buhâri 7050; Müslim 2290. 2291Hadislere Göre Havz'ın Nitelikleri
Havz'ın niteliklerine dair varid olan hadislerden çıkan sonuç şudur: O Havz, pek büyüktür. Orası çok şerefli bir su kaynağıdır. Bunun suyu sütten daha beyaz, kardan daha soğuk, baldan daha tatlı, kokusu miskten daha güzel olan Kevser ırmağından gelir. Bu Havz son derece geniştir, eni ve boyu aynıdır. Her bir köşesi arasındaki mesafe bir aylıktır. Bazı hadislerde de: "Ondan içildikçe o daha da artar ve genişler. O misk'ten olan yumuşak toprak ve çakıllar arasından çıkar. Mücevherat rengi bitirir."
Hiçbir şeyin acze düşürmediği yaratıcının şanı ne yücedir!
Bazı hadislerde de varid olduğuna göre: "Herbir peygamberin bir Havzı vardır. Peygamberimizin Havzı ise bunların en büyüğü, en değerlisi ve gelip su içeceklerinin sayısı en fazla olanlarıdır." Lütuf ve keremiyle Yüce Allah bizi onlardan kılsın.
"Haberlerde de rivayet edildiği üzere onun, onlara (ümmetine) sakladığı şefaati de haktır."
Şefaat ve Çeşitleri
Şefaat çeşitlidir. Bunların kimisi ümmet tarafından ittifakla kabul edilmiştir. Kimisinde de Mutezile ve onlara benzer bid'at ehli olanlar muhalefet etmişlerdir.
• Birinci Türden Şefaat: Bu ilk şefaat olan büyük şefaattir. Peygamber ve rasûllerden sair kardeşleri arasından bizim peygamberimize mahsustur. Allah'ın salatve selamı hepsine olsun.
Buharî ve Müslim'in Sahihlerinde ve başka eserlerde, çok sayıda saha-bi'den -Allah hepsinden razı olsun- şefaate dair hadisler gelmiş bulunmaktadır.
Bunlardan birisi Ebu Hureyre -ra dan rivayet edilmektedir. Dedi ki: Rasûluliah -sav-e bir et getirildi. Bu etten ona kol kısmı verildi. O, kolu severdi, ondan bir lokma koparıp aldı. Sonra şöyle buyurdu: Kıyamet gününde ben insanların efendisiyim. Bunun niye böyle olduğunu biliyor musunuz? Allah öncekileri ve sonrakileri bir düzlükte toplayıp bir araya getirecek. Davetçi onların seslerini işitir, göz onlara nüfuz eder. Güneş oldukça yaklaşır, insanlar güç yetiremeyecekleri ve kaldıramayacakları kadar gam, keder ve sıkıntı duyarlar, insanlardan kimisi diğerine şöyle der: içinde bulunduğunuz durumu görmez misiniz? Neyle karşı karşıya olduğunuza bakmaz mısınız? Rabbi-nizin yanında size şefaatçi olacak bir kimseyi ne diye arayıp bulmuyorsunuz?
insanların kimi diğerine: Babanız Âdem(e gidiniz), diyecek. Bunun üzerine Adem'in yanına giderler. Ey Adem derler, sen insanlığın atasısın. Allah seni eliyle yarattı, sana ruhundan üfledi. Meleklere emir verdi, sana secde ettiler. Haydi Rab-binın huzurunda bize şefaat et. İçinde bulunduğumuz durumu görmez misin? Nelerle karşı karşıya olduğumuza bakmaz mısın?
Adem der ki: Rabbim bugün bundan önce benzeri görülmedik ve bundan sonra da asla benzeri görülmeyecek bir şekilde gazaplanmış bulunuyor. O bana ağaca yaklaşmayı yasaklamıştı, bense emrine karşı geldim. Nefsim, nefsim(ı), nefsim(i kurtarayım bana yeter.) Benden başkasına gidiniz, Nuh'a gidiniz. Bunun üzerine Nuh'a giderler ve: Ey Nuh derler. Sen Allah'ın yeryüzü insanlarına gönderdiği ilk rasûlsün. Allah seni şükreden bir kul diye adlandırdı. Rabbinin huzurunda bizim için şefaat et, içinde bulunduğumuz bu durumu görmez misin? Ne hale geldiğimize bakmaz mısın?
Bunun üzerine Nuh -As- şöyle diyecek: Bugün Rabbim öyle bir gazaplanmış ki, ne bundan önce böyle gazaplanmıştır, ne de bundan sonra böyle gazaplanacaktır. Benim kabul edilecek bir duam vardı, onu da kavmime
karşı beddua ederek kullandım. Şimdi nefsim, nefsim, nefsim (kurtulsun yeter, diyorum ) Benden başkasına gidiniz, ibrahim'e gidiniz.
Bunun üzerine İbrahim'e giderler ve şöyle derler: Ey ibrahim, sen Allah'ın nebisi ve yeryüzü insanları arasından Halilisın. İçinde bulunduğumuz bu durumu görmez misin? Sıkıntılarımızın ulaştığı bu dereceye bakmaz mısın? Şöyle der: Bugün Rabbim öyle bir gazaplanmış ki ne bundan Önce böyle gazaplan-mıştır, ne de bundan sonra böyle gazaplanacaktır. Sonra ibrahim -Ateybısseiam-söylediği yalanları zikreder.'
Buharî'de Eyyub'dan, o Muhamrned b. Sîrin'den, o Ebu Hureyre -ra-dan rivayete göre Ebu Hureyre şöyle demiştir: ibrahim -Ateytııssetam- sadece üç defa yalan söylemiştir Bunlardan ikisi yüce Allah'ın zatı uğrundadır. "Ben hastayım" sözü ile. "Hayır, onu bu büyükleri yapmıştır" sözleridir. (Devamla] dedi ki. Bir gün Sara ile birlikte zorbalardan bir zorbanın bulunduğu bir yere geldi. O zorbaya şöyle denildi; Burada beraberinde insanların en güzellerinden bir kadın
bulunan bir adam vardı'.
Bunun üzerine bu zorba kişi ona bir adam göndererek Sara hakkında soru sordurdu: Bu kimdir? dedi. O da. Kızkardeşımdir. dedikten sonra Satâ'ya varıp şunları söyledi: Ey Sara. yeryüzünde benden ve senden başka iman eden bir kimse yoktur. Bu kişi bana senin kim olduğuna dair soru sordu, senin kızkardeşim olduğunu söyledim. Beni yalancı çıkarma.
Zorba Sarâ'ya elçi gönderdi. Sara. onun yanına girince, eliyle onu yakalamak istedi takat ona engel olundu. Bu seter: Sen Allah'a dua el ve ben sana hiç zarar vermeyeceğim, dedi. Allah'a
dua etti ve eski haline kavuştu.
İkinci bir deta onu yakalamak isteyince, önceki gibi hatta dana da şiddetli bir şekilde alıkonul-
du. Yine: Benim için Allah'a dua el, ben sana zarar vermeyeceğim dedi. Tekrar Allah'a dua etti
ve serbest bırakıldı.
Perdedarlarından birisini çağırarak şöyle dedi: Sizler bana bir insan getirmediniz, sizler olsa olsa bana bir şeytan getifmiş bulunuyorsunuz. Bunun üzerine ona Hacer'ı hizmetçi olarak verdi. Sara, İbrahim -Aieyttısseiam- ayakla durmuş namaz kılıyorken yanına geldi ve eliyle. Ne oldu? diye sordu, o: Allah o kâfirin -ya da (acırın- tuzağını başına geçirdi ve Hacer'i hizmetçi olarak verdi. Ebu Hureyre dedi ki: Ey semanın suyunun oğulları, işte anneniz budur, (Bh. Fethu't-Bârî, VI, 391-394]
Nefsimi, nefsimi, nefsimi (kurtarayım bana yeter) Haydi Musa'ya gidiniz. Musa'ya giderler ve Ey Musa derler: Sen Allah'ın Rasûlüsün, Allah seni ri-saletleriyle ve seninle konuşmasıyla diğer insanların üstüne seçip çıkarmıştır. Rabbinin huzurunda bize şefaat eyle. içinde bulunduğumuz bu hali görmez misin? Sıkıntılarımızın ne dereceye ulaştığına bakmaz mısın?
Musa onlara şöyle der: Bugün Rabbim öyle bir gazaplanmıştır ki ne bundan önce böyle gazaplanmıştır, ne de bundan sonra böyle gazaplanacaktır. Ben ise öldürmekle emrolunmadığım bir canı öldürdüm. Nefsimi, nefsimi, nefsimi (kurtarayım yeter) Benden başkasına gidiniz, İsa'ya gidiniz.
Bunun üzerine isa'ya giderler. Ey İsa, derler: Sen Allah'ın Rasûlü, Meryem'e ilka ettiği kelımesisin ve O'nun emrinden bir ruh'sun. Dedi ki: O böyledir. Beşikte iken insanlar ile konuştun, Rabbinin huzurunda bize şefaat eyle. İçinde bulunduğumuz durumu görmez misin? Sıkıntılarımızın ne derece olduğuna bakmaz mısın?
Bunun üzerine isa onlara şöyle der: Şüphesiz Rabbim bugün öyle bir ga-zaplanmıştır ki ne bundan önce böyle gazaplanmıştır. ne de bundan sonra böyle gazap l anacaktı ﷺ. -Ve herhangi bir günahından söz eimeyerek-: Benden başkasına gidiniz, Muhammed -sav-e gidiniz, der.
Bunun üzerine bana gelirler ve: Ey Muhammed, derler. Sen Allah'ın Ra-sûlüsün, peygamberlerin sonuncususun, Allah geçmiş ve gelecek günahlarını sana bağışlamıştır. Rabbinin huzurunda bize şefaat eyle, içinde bulunduğumuz hali görmez misin? Sıkıntılarımızın ne dereceye ulaştığına bakmaz mısın?
Bunun üzerine kalkar, Arşın altına gelirim. Aziz ve Celil Rabbimin huzuruna secdeye kapanırım. Sonra Yüce Allah, bana lutufta bulunur ve benden önce hiçbir kimseye ilham etmediği türden O'na güzel övgüler ve hamd-u senalarda bulunmayı ilham eder. Bunun üzerine Ya Muhammed denilir, başını kaldır, iste, o sana verilecek, şefaatta bulun şefaatin kabul olunacak. Bunun üzerine: Rabbim, ümmetimi, ümmetimi isterim. Rabbim, ümmetimi ümmetimi isterim. Rabbim, ümmetimi ümmetimi isterim, diyeceğim. Şöyle denilecek: Ümmetinden aleyhine hesap bulunmayan kimseleri cennet kapılarından sağ kapıdan girdir, ayrıca diğer kapılarda da onlar insanlarla ortak gireceklerdir.
Peygamber -sav- sonra şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki cennet kapılarım her iki kanadı arasında Mekke ile Hecer yahut ta Mekke ile Busra arası kadardır."
Bu hadisi bu manada Buharî ve Müslim rivayet etmiştir. Lafız imam Ah-med'indir.1 Müsned, II, 435-436; ayrıca Buharı 4712; Müslim 194
Çokça hayret edilecek bir husus var ki, o da şudur: Hadis imamları bir çok rivayet yollarıyla bu hadisi kaydetmekle beraber -bu husus Sur hadisinde varid olduğu gibi-2 Yüce Allah'ın insanlar arasında hüküm vermek üzere gelmesi için yapılan ilk şefaati söz konusu etmezler. Çünkü burada maksat budur ve hadisin başının nakledilmesi bunu gerektirir, insanlar Adem ve ondan sonraki diğer peygamberlerin şefaatlerini, insanlar arasında hükmedilmesı ve bulundukları sıkıntılardan rahatlamaları için isteyeceklerdir. Nitekim hadisin diğer rivayet yollarından açıkça anlaşılan da budur. İşte onlar bu noktaya vardıktan sonra, ümmetin isyankarlarına şefaati ve cehennem ateşinden çıkartılmalarını söz konusu ederler.
Selefin hadisin sadece bu bölümünü nakletmekle yetinmekten maksatları sanki cehenneme girdikten sonra herhangi bir kimsenin oradan çıkartılacağı-
nı inkar eden Hariciler ile Mutezile'den onlara tabı olan kimselerin görüşlerini reddetmek gibi görünmektedir. Bu sebebten dolayı onların görüşlerini açıkça reddeden ifadeler taşıyan hadisin bu kadarlık bölümünü zikretmekle yetinirler, böylelikle hadislere aykırı olan ve bid'at olarak benimsedikleri görüşlerini de nass ile reddetmiş oluyorlar.
• İkinci ve üçüncü tür şefaat Peygamber -sav-in, hasenatı ve seyyiâtı birbirine eşit kimseler hakkındaki şefaatidir. Bunların cennete girmeleri için şefaat edecektir. Ayrıca cehenneme götürülmeleri ernrolunrnuş bir takım kimseler hakkında da cehenneme girmemeleri için şefaat edecektir.
• Dördüncü tür şefaat Peygamber - sav- cennete giren kimselerin amellerinin mükâfatının gerektirdiği derecelerden daha yukarıya çıkartılması hususundaki şefaatidir. Mutezile sadece bu şefaati kabul etmekle (selefe) muvafakat etmiş, bunun dışındaki diğer konumlar hakkında -bu hususlardaki hadislerin mütevatir olmasına rağmen- muhalefet etmişlerdir.
» Beşinci tür şefaal ise bir takım kimselerin hesapsız olarak cennete girmeleri için yapılacaktır. Bu tür şefaate Ükkaşe b, Mihsan'ın hadisinin delil gösterilmesi uygundur. Çünkü Rasûlullah -saiiaiiahu aleyhi veseiiem- cennete hesapsız olarak girecek yetmişbin kişi arasına kendisinin de girmesi için Rasûlullah'ın duasını istemişti. Hadis Buharî ile Müslim'de rivayet edilmiştir.1Buharî 5811,6442; Müslim 216, 217
• Altıncı tür şefaat azabı hakeden kimselerin azabının hafifletilmesi için olacaktır. Amcası Ebu Talib'in azabının hafifletilmesi için şefaat etmesi gibi.2Buharî 3883. 6208, Müslim 209
Bu tür şefaati söz konusu ettikten sonra Kurtubî, et-Tezkire adlı eserinde şunları söylemektedir: Şayet Yüce Allah: "Şefaatçilerin şefaatleri onlara fayda vermez." (et-Muddessir, 74/48) diye buyurmuştur, denilecek olursa şöyle cevap verilir: Cehennemden çıkartılıp cennete giren günahkâr muvahhidlere sağladığı fayda gibi, böylesine cehennem ateşinden çıkmak şeklinde bir faydası dokunmayacaktır denilir.
• Yedinci tür şefaat, önceden de geçtiği üzere bütün mü'minlere cennete girme izninin verilmesi için yapacağı şefaattir. Müslim'in Sahihinde, Enes -ra-dan rivayete göre Rasûlullah -sav- şöyle buyurmuştur: "Ben cennetteki ilk şefaatçiyim."3Müsrıed, 111,213.
• Sekizinci tür şefaati ümmeti arasından cehenneme girmiş bulunan, büyük günah işlemiş kimselere yapacağı şefaattir. Bu şefaati sebebiyle onlar, cehennem ateşinden çıkartılacaklardır. Bu tür şefaat ile ilgili hadisler mütevatir olarak gelmiştir. Hariciler ile Mutezile ise bunu bilememişlerdir. O bakımdan hadislerin sıhhatini bilmediklerinden ve bunu bilenlerinin de inat edip, bid'atlerini sürdürmelerinden ötürü bu hususa muhalefet etmişlerdir.
Melekler, peygamberler ve mü'rninler de onun gibi bu şekilde şefaat edeceklerdir.
Peygamber -Saiiaiiahu aleyhi veseilem- bu şefaati dört defa yapacaktır.
Bu türden rivayet edilmiş hadislerden birisi Enes b. Malik -Raüıyailahu anh-yoluyla gelen hadis-i şeriftir. O dedi ki: Rasûlullah -Satialiahu aleyhi vesetlem- şöyle buyurmuştur; "Şefaatim ümmetim arasından büyük günah işlemiş kimselere olacaktır." 1 Müsned. 111.213.
1 Bu hadisi imam Ahmed rivayet etmiştir.
Buharî de -Allah'ın rahmeti üzerine otsun- kitabının "et-Tevhid" adlı bölümünde şu rivayeti kaydetmektedir: Bize Süleyman b. Harb anlattı, bize Haınmad b. Zeyd anlattı. Bize Ma'bed b. Hilal el-Anezî anlattı, dedi ki: Basra halkından bir kaç kişi bir araya geldik ve hep birlikte Enes b. Malik'in yanına gittik. Bizim için şefaat hadisini sorsun diye beraberimizde Sabit el-Bünanî'yi de alıp gittik. Onu evinde bulduk, kuşluk namazını kıldığını gördük. Yanma girmek üzere izin istedik, o da bize izin verdi, döşeği üzerinde oturuyordu.
Biz Sabıt'e: Şefaat hadisinden önce ona hiçbir şey sorma, dedik. Dedi ki: Hamza'nın babası, bunlar senin Basra ahalisinden kardeşlerindir. Sana şefaat hadisini sormaya geldiler. Dedi ki: Bize Muhammed -saiiaitahu aleyhi veseilem- anlattı dedi ki: "Kıyamet gününde insanlar dalgalar gibi birbirlerinin arasına karışacaklardır. Adem'in yanına varacaklar ve Rabbinin huzurunda bizim için şefaat et, diyecekler. O: Ben bu işin ehli değilim, diyecek ama size İbrahim'i tavsiye ederim. Çünkü o Rahman'ın halil'idir.
Bunun üzerine İbrahim'e gidecekler, o da: Ben bu İşın ehli değilim diyecek ama ben size Musa'yı tavsiye ederim, çünkü o kelimullahtır.
Bunun üzerine Musa'ya gidecekler, o da: Ben bu işin ehli değilim diyecek ama size isa'yı tavsiye ederim, çünkü o Allah'ın ruhu ve kelimesidir. Bu sefer isa'ya gidecekler, o da ben bu işin ehli değilim diyecek arna size Muham-med'i tavsiye ederim.
Bunun üzerine yanıma gelecekler ben de: işte bu işin ehli benim diyeceğim. Rabbimin huzuruna varmak üzere izin isteyeceğim, bana izin verilecek. Şu
anda hatırlayamadığım övücü sözlerle O'na hamdetmek üzere bana ilham verecektir. Ben de bu övücü sözlerle O'na hamdedeceğim ve huzurunda secdeye kapanacağım. Ey Muhammed, başını kaldır denilecek. Söyle sözün dinlenecek, şefaat et şefaatin kabul edilecek, dile dilediğin sana verilecek. Ben de şöyle diyeceğim: Rabbim ümmetimi (isterim) ümmetimi. Bunun üzerine şöyle denilecek: Git, kalbinde arpa ağırlığı kadar iman namına bir şey bulunan herkesi çıkart. Ben de gidip denileni yapacağım, sonra dönecek ve o övücü sözlerle O'na hamdedeceğim, tekrar O'nun için secdeye kapanacağım. Ey Muhammed, başını kaldır, denilecek, söyle sözün dinlenecek, şefaat et şefaatin kabul olunacak, dile islediğin verilecek. Ben, Rabbim ümmetimi (isterim) ümmetimi diyeceğim.
Bu sefer: Git, kalbinde zerre yahut ta bir hardal tanesi ağırlığınca imandan eser bulunan herkesi çıkartı denilecek. Ben de gidip denileni yapacağım, sonra tekrar geri dönüp Yüce Allah'a o övücü sözlerle hamd-u sena'da bulunacağım. Sonra tekrar O'nun için secdeye kapanacağım. Ey Muhammed, başını kaldır denilecek, söyle sözün dinlenecek, dile isteğin verilecek, şefaat et şefaatin kabul olunacak. Ben: Rabbim ümmetimi (dilerim) ümmetimi diyeceğim. Bu sefer bana şöyle diyecek: Git kalbinde iman namına hardal tanesi ağırlığından daha, daha, daha küçük eser bulunan kimseleri bul ve onları ateşten çıkart. Ben de gidip denileni yapacağım."
(Ma'bed devamla) dedi ki1 Enes'in yanından çıkıp gidince, bir de el-Ha-sen'e uğrasak dedim O, o sırada Ebu Halife'nin evinde saklı bulunuyordu, gücü kuvveti yerindeydi, işte ona gitsek de bize Enes b. Malik'in naklettiği hadisi ona da nakletsek (dedim), onun yanına gittik. Ona selam verdik. Yanına girmek üzere bize izin verdi. Ona Ey Ebu Said dedik, yanına kardeşim Enes b. Malik'in yanından geldik. Biz şefaat hususunda bize naklettiği hadisin bir benzerini görmedik. (Hasan-ı Basrî) Dedi ki: O neymiş deyince, biz de ona hadisi naklettik ve buraya kadar geldik, ondan sonra: Devam edin, dedi. Biz: Bize bundan fazlasını söylemedi, dedi ki: O gücü kuvveti yerindeyken bu hadisi yirmi sene öncesinden önce bana nakletti. Bilemiyorum size neden nakletmedi? Unuttuğundan mıdır? Yoksa sizin buna bel bağlayacağınızdan çekindiğinden midir?
Biz de: Ey Ebu Said o zaman sen bize anlat, dedik. Bunun üzerine güldü ve: İnsan çok aceleci yaratılmıştır dedi. Bunu size hatırlatmamın sebebi size bunu nakletmek isteyişimden başkası değildir. Size naklettiği şekilde hadisi bana da nakletti (sonra) dedi ki: "(Peygamber) buyurdu ki: Sonra dördüncü defa geri dönerim, o öğücü sözlerle yine O'na hamd-u sena'larda bulunurum. Sonra O'nun huzurunda secdeye varırım. Ey Muhammed, başını kaldır denilecek, söyle sözün dinlenecek, dile isteğin verilecek, şefaat et şefaatin kabul edilecek.
Bunun üzerine şöyle diyeceğim: Rabbim la ilahe illallah diyen kimseleri çıkartmam için bana izin ver. Şöyle buyuracak: İzzetim, celalim, kibriyam ve azametim hakkı için ben oradan la ilahe illalah diyeni mutlaka çıkartacağım."1 Buharı 7510; Müslim 193. Bu hadisi Müslim böylece rivayet etmiştir.
Sahihfi Müslim) de de Ebu Said el-Hudri -Radıyaliahu anh- Peygamber -Saitat-iahu aleyhi veseiiem-dien şunu rivayet etmektedir: "Yüce Allah buyuracak: Melekler, peygamberler, mü'minler hep şefaat eîti. Geriye merhametlilerin en merhamelli-sı(mn şefaati) kaldı. Bunun üzerine ateşten bir avuç alır ve oradan hayır namına hiçbir şey işlememiş bir topluluğu çıkartır."2 Müslim 183;Müsned.lll,94
Şefaat hususunda insanların üç görüşü vardır:
Müşrikler, hristiyanlar ve şeyhler ve başkaları hususunda aşırıya kaçmış olan bid'at'çiler ta'zim ettikleri kimselerin Allah nezdindeki şefaatini dünyada bilinen şefaat gibi değerlendirirler.
Mutezile ve Harici'ler ise peygamberimizin ve başkalarının büyük günah işlemiş kimseler hakkındaki şefaatini kabul etmezler.
Ehl-i sünnet ise Peygamberimiz -sav-in büyük günah işlemiş kimseler hakkındaki şefaatini de, başkalarının şefaatini de kabul ederler. Fakat hiçbir kimse Allah kendisine izin vermedikçe ve onun için belil bir sınırı tesbit etmedikçe şefaat edemeyecektir. Nitekim Sahih'te yer alan şefaat hadisinde de böyle denilmektedir: "Onlar Adem'e, daha sonra Nuh'a, sonra ibrahim'e, sonra Musa'ya, sonra İsa'ya giderler, isa -as- da onlara şöyle diyecek: Muhammed'e gidiniz, çünkü o Allah'ın günahlarının geçmişini de, geleceğini de kendisine bağışladığı bir kuldur. Bunun üzerine bana gelecekler, ben de yola koyulup gideceğim. Rabbimi gördüğümde O'nun huzurunda secdeye kapanacağım. O vakit şu anda güzelce ifade edemeyeceğim, bana ilham edeceği övücü sözlerle Rabbime hamd edeceğim. Ey Muhammed başını kaldır diyecek, söyle sözün dinlenecek, şefaat et şefaatin kabul olunacak. Bunun üzerine, Rabbim ümmetimi (isterim) diyeceğim Bana bir sınır çizilecek onları cennete girdireceğim. Sonra tekrar gidip secdeye kapanacağım, yine bana bir sınır tesbit edilecek..."3 Buhar! 4476, 7516; Müslim 193; İbn Mâce 4312 Bunu üç defa zikretmektedir.
Dünyada Peygamber'den ve Başkalarından Şefaat İstemenin Hükmü
Dua esnasında dünyada Peygamber -sav-ı ve başkalarını şefaatçi kılmaya ve bu yolla dilekte bulunmaya gelince; bunun etraflı bir şe-
kilde ele alınması gerekir. Çünkü dua eden kimse bazen 'peygamberinin hakkı" yahut "filanın hakkı için" diyerek Allah'ın mahlukatından herhangi bir kimseyi zikredip. Allah'a and vermektedir. Bu, iki açıdan sakıncalıdır:
1- Evvela bu Allah'tan başkasının adı ile yemin etmektir,
2- ikinci olarak herhangi bir kimsenin Allah'ın üzerinde hakkı bulunduğuna inanmaktadır.
Allah'tan başkası adına yernin caiz değildir. Allah'ın kendisi üzerinde bir hak olarak tesbit etmiş olması hali dışında, kimsenin de Allah üzerinde hiçbir
hakkı yoktur. Yüce Allah'ın $u buyruğunda olduğu gibi: "Mü'min/ere yardım etmek ise zaten üzerimize bir haktır." (er-Rûm, 30/47)
Yine Buharî ve Müslim'de sabit olduğu üzere Peygamber -sav, Muaz -Radıyaiiafıu anh-a -terkisinde bulunuyor iken- şöyle dediği sabit olmuştur: "Ey Muaz! Allah'ın kullan üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor musun? Ben Allah ve Rasûlü daha iyi bilir dedim. Şöyle buyurdu: Onun kullan üzerindeki hakkı O'na ibadet etmeleri, O'na hiçbir şeyi ortak koşmam alan di ﷺ. Peki onlar bunu yaptıkları takdirde, kulların Allah'ın üzerindeki haklarının ne olduğunu biliyor musun? Ben, Allah ve Rasûlü daha iyi bilir dedim. Şöyle buyurdu: O'nun üzerindeki hakları onlara (O'na hiçbirşeyi ortak koşmayanlara) azab etmemektir,'1 Buhar! 2846, 5967, 6500, 7373; Müslim 30.
Bunlar Yüce Allah'ın eksiksiz kelimeleriyle ve sadık olan vadi ile yerine getirmesi vacip olmuş haklardır. Yoksa kulun bizzat kendisinin Allah üzerinde -mahlukun mahluk üzerinde olduğu şekilde- hiçbir hakkı yoktur. Çünkü Yüce Allah, her türlü hayrı kullarına nimet olarak ihsan edendir. Onlara va'di dolayısıyla kendilerine verilmesi gereken hakları ise, onlara azab etmemektir ve azablandırmamaktır. Bu ise kendisi adına yemin edilmeye elverişli olmayan bir husustur. Bundan dolayı da (bu hakkı ileri sürerek) O'ndan bir istekte bulunulmaz, bu vesile edilemez. Çünkü ancak Yüce Allah'ın sebep olarak tayin ettiği şey sebep olabilir.
Müsned'de yer alan Ebu said -ra Peygamber -sav-den rivayet ettiği hadise gelince. Orada namaza yürüyerek giden kimsenin: "Senden bu yürüyüşümün hakkı adına ve dilekte bulunanların senin üzerindeki hakkı adına dilekte bulunuyorum."2 Müsned, 11,21; İbn Mâce 778 şeklinde söylediği sözlerine gelince, bu Allah'ın kendi zatına vacip kılmış olduğu ve kendisine dua eden kimselerin kendi üzerindeki hakkını dile getirmektedir. Dua eden ve istekte bulunanlara dualarını kabul etme hakkını veren O'dur. ibadet edenlere mükafat elde etme hakkını veren O'dur. Şu beyitlerin sahibi ne güzel söylemiş:
. "Kulların O'nun üzerinde vacib (yerine getirilmesi gereken) bir hakları yoktur,
Asla; ama hiçbir çaba da O'nun nezdinde boşa gitmez.
Onlara azab edilirse, adaleti iledir yahut nimet verilirse, lütfü iledir.
O Kerim'dır, lütfü bol olandır."
Şayet dua eden kimsenin: "Dua edenlerin üzerindeki hakkı için senden istiyorum.' sözü ile "Peygamberinin hakkı" ya da buna benzer ifadeler arasındaki fark nedir? diye sorulacak olursa cevap şudur:
Dua eden kimsenin: "Dua edenlerin senin üzerindeki hakkı için..." sözünün manası şudur: Sen dua edenlerin, duasını kabul edeceğini vaadetmiş bulunuyorsun. İşte ben de dua edenler arasındayım, benim duamı kabul buyur. Halbuki "filanın hakkı için" denildiği vakit, o filan kişinin her ne kadar Allah'ın sadık va'di gereğince Allah üzerinde bir hakkı var ise de; bunun ile o dilekte bulunan kimsenin duasının kabul edilmesi arasında herhangi bir ilişki yoktur. Şöyle denilmiş gibidir: Filan kişi senin şalin kullarından olduğu için benim de duamı kabul et. Bu iki şey arasındaki ilişki nedir? Ve bunların birinin diğerini gerektirmesi neye dayanarak söylenebilir? Bu hiç şüphesiz duada haddi aşmak (üründendir. Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır: "Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Gerçek şu ki O, haddi aşanları sevmez." (e/-A'raf, 7/55)
Bu ve benzeri dualar bid'aî olarak ortaya çıkan dua şekilleridir. Peygamber -Saiialiaftu aleyhi vesetfem-den olsun, ashab-ı kiram'dan olsun, tabiîn'den olsun, imamlardan herhangi birisinden olsun -Allah hepsinden razı olsun- böyle bir dua şekli nakledilmiş değildir. Bu gibi ifadeler cahillerin ve bir takım tarikatçıların yazdıkları muska ve hamayıllarda bulunur.
Dua ise en faziletli ibadetlerdendir, ibadetlerin esası ise sünnet ve peygambere tabi olmaktır, neva ve bid'atler değildir.
Allah'tan Başkası Adına Yemin Caiz Değildir
Şayet kastı "falancanın hakkı" diye Allah'a and vermek ise bu da sakıncalıdır. Çünkü mahluk'un adı ile mahluk'a and vermek caiz değilken Halik'a karşı bu nasıl caiz olabilir? Peygamber -sav- de: "Her kim Allah'tan başkasının adıyla yemin ederse (Allah'a) ortak koşmuş olur.'1 Müsned, II. 69, 87. !25: Ebü Dâvûd 3251 diye buyurmaktadır.
Bundan dolayı Ebu Hanife ve arkadaşları (Ebu Yusuf ile Muhammed} - şöyle demişlerdir: Dua eden bir kimsenin, filanın hakkı ile Sen'den istiyorum, yahut peygamberlerinin ve rasûllerinın hakkı ile yahut Beyt-i Haram'ın, Meş'ar-T Haram'ın hakkı ile istiyorum ve buna benzer ifadeleri duada kullanması mekruhtur. Hatta Ebu Hanife ve Muhammed (Allah ikisinden de razı olsun) bir kimsenin: Allah'ım ben Sen'den Arş'ının izzet makamı hakkı için dilekte bulunuyorum, demesini dahi mekruh görmüşlerdir. Ebu Yusuf ise bu hususta kendisine ulaşan rivayet sebebiyle bunu mekruh görmemiştir.
Bazen de; "filanın Sen'in nezdindeki makamı hürmeti için" yahut ta: "Peygamberlerin, rasûllerin ve velilerinin yüzü suyu hürmeti için" diye bir ifade kullanılır. Bundan kasıt ise filan kişinin Sen'in yanında değeri, şerefi ve mevkiî vardır. Bundan ötürü de Sen bizim duamızı kabul buyur, demektir. Ancak bu da sakıncalıdır. Çünkü eğer Peygamber -Satiaitahu aleyhi vesettem-\ﷺ\ hayatta olduğu sırada Ashab-ı Kiram'ın tevessülü bu şekilde olsaydı, elbetteki ölümünden sonra da bunu yaparlardı. Ancak onlar peygamber hayatta iken, onun duası ile tevessül ediyorlardı.1 Tirmizî 3578 Ondan kendilerine dua etmesini istiyorlardı, kendileri de onun duasına amin diyorlardı.
Nitekim istiska (yağmur duası) ve diğerlerinde bunu görüyoruz. Peygamber -SafeHafıu aleyhi veseitem- vefatından sonra Ömer -Radtyallahu anfr yağmur duasına çıktıkları sırada da şöylece dua etmişti: "Allah'ım bizler kuraklıkla karşı karşıya kaldığımızda Peygamberimiz ile sana tevessül ediyor, Sen de bize yağmur yağdırıyordun. Şimdi de peygamberimizin amcası vasıtası ile sana tevessül ediyoruz."2 Buhârt 1010, 3710
Bu ise biz onun duasıyla, onun şefaatiyle ve onun dilemesi ile sana tevessül ediyoruz demektir. Yoksa onunla sana and veriyoruz yahut onun Sen'in nezdindeki mevkiî dolayısıyla Sen'den diliyoruz, demek değildir. Çünkü maksat bu olsaydı, elbetteki Peygamber -saitatiahu aleyhi vese'fem-in mevkiî, Abbas -Radıyai-iahuanh-\ﷺ\ mevkiinden çok çok daha büyüktür.
Bazen dua edenler: Benim Rasûlüne tabi oluşum, ona olan sevgim ve imanım için diğer peygamberlerinin, resullerinin hakkı için ve onları tasdik etliğim için... gibi ifadeler de kullanılabilir. Bunlar dua sırasında, tevessül ve şefaat istemek üzere kullanılan ifadelerin en uygun olanlarıdır.
Çünkü bir şahıs ile tevessül ve onun aracılığı ile yönelmek mücmel bir tutumdur. Bundan ötürü anlamını bilemiyenler hata etmişlerdir. Şayet bu sözlerle dua eden; şefaati umulan bir kimse olduğu için onu sebeb kılmak maksadını güder ve bunu o hayatla iken yapar yahut dua eden kimse onu seven, emrine itaat eden, ona uyan bir kimse olmakla birlikte; bu kişi de sevilmeye, itaat edilmeye ve uyulmaya layık ise, o takdirde onun vesile kılınması ve şefaatinin kabul edilmesi için dua ederken tevessülde bulunulursa yahut ta dua edenin o şahsı sevmesi ve ona tabi olması ile tevessül olunursa; bu şekildeki dua ve tevesüiler meşrû'dur. Eğer bu sözlerden kasıt kimsenin adı ile and vermek ve bizzat onun şahsıyla tevessülde bulunmak olursa, işte seief'in mekruh gördüğü ve yapılmamasını istediği tevessül budur.
Aynı şekilde bir şey vasıtasıyla dilekte bulunmakla da bazen onu -istenenin elde edilmesinde sebeb olusu dolayısıyla- sebeb olması kastı güdülebilir. Bazen de onun ile and verilmek istenebilir.
Oua'da birinci türden vesile edilmeye örnek, mağaraya sığınan üç kişi ile ilgili hadıs-i şerifte görülebilir. Bu, Buharî ve Müslim'de ve başka eserlerde yer almış meşhur bir hadistir. Büyükçe bir kaya parçası gelip, onların sığındıkları mağaranın kapısını kapatmıştı. Onlar ihlas'ia yapmış oldukları şalin amellerini söz konusu ederek Yüce Allah'a tevessül ettiler ve onların her birisi şöylece dua etti: Eğer ben bu işi senin rızan için yaptı isem içinde bulunduğumuz sıkıntıdan bizi kurtar. Bunun üzerine o kaya parçası mağaranın kapısından çekidi, onlar da yürüyerek oradan çıkıp gittiler.1Buhari 2215,Muslum 2743
İşte onlar salih amelleri ile dua ettiler. Çünkü salih ameller kulun kendileriyle Yüce Allah'a tevessül edip yöneldiği ve onlar vasıtası ile dileklerde bulunduğu en büyük islerdendir. Zira Yüce Allah iman edip, salih amel işleyenlerin duasını kabul edeceğini ve iütfundan onlara daha fazlasını vereceğini vaadel-
miş bulunmaktadır.
Allah Nezdinde Şefaat, İnsanlar Nezdrndeki Şefaatten Farklıdır
Velhasıl Allah nezdinde şefaat, insanlar nezdındekı şefaat gibi değildir. Çünkü insanlar nezdinde şefaatçilik eden bir kimse, isteği olan ile birlikte isteğinde ona katılmış olur. Yani o daha önce bu hususta yalnızken onunla birlikte şef (çift) konuma gelir. Aynı şekilde nezdinde şefaat olunan ile birlikte de şef (çift) olmuş olur. Yani o şefaati ile istenen işin bir faili olur ve hem istekte bulunan, hem kendisinden dilekte bulunan ile şef (çift) olmuş olur.
Yüce Allah ise bir ve tek'tir (vitr'dir) Kimse onunla beraber şef (çift) oluşturmaz. O'nun izni olmaksızın da kimse O'nun nezdinde şefaat edemez, emir bütünüyle O'nundur. Hiçbir bakımdan O'nun ortağı yoktur.
Kıyamet gününde şefaatçilerin efendisi, Yüce Allah'ın huzurunda secdeye kapanıp hamd-u sena'da bulunacağında, Yüce Allah ona şöyle diyecektir: 'Başını kaldır, söyle sözün kabul edilecek, dile isteğin verilecek, şefaat et şefaatin kabul edilecektir," Bunun üzerine ona bir miktar tesbıt edilecek ve onları cennete girdirecektir.
Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi emir bütünüyle yalnız Allah'ındır: "De ki- Emir bütünüyle yalnız Allah'ındır." (Ai-i imran. 3/154); 'Emirden sana ait hiçbir şey yoktur." (e/-A'raf, 7/54)
Sahih(i Buharî)deki rivayete göre Peygamber -Saitatiahu aleyhi veseiiem- şöyle buyurmuştur: "Ey Abdi Menaf oğulları! Benim, Allah'a rağmen size yapabilecek hiçbir şeyim yoktur. Ey Allah Rasûlünün halası Safiye, benim Allah'a rağmen sana yapabilecek hiçbir şeyim yoktur. Ey Allah Rasûlünün amcası Abbas, benim Allah'a rağmen sana yapabilecek bir şeyim yoktur."1 Buharî 2753, 3527, 4771; Müslim 203
Yine Sahih'de şöyle denilmektedir: Kıyamet gününde sizden herhangi birinizi boynuna böğüren bir deve yahut meleyen bir koyun yahut dalgalanan bir kumaş parçası ile gelip de: Beni kurtar, beni kurtar dediğini, buna karşılık benim de kendisine: Ben sana tebliğ ettim, Allah'a rağmen benim sana yapabilecek bir şeyim yoktur, diyeceğim bir halde geldiğini sakın görmeyeyim."2 Buharî 3073; Müslim 1831
Eğer bütün insanların efendisi, şefaatçilerin en faziletlisi, kendisine en yakın insanlara: "Allah'a rağmen benim size yapabilecek bir şeyim yoktur" diyorsa, ya başkası hakkında ne düşünülebilir?
Yüce Allah'a dua edildiği, O'nun nezdınde şefaatte bulunulduğu takdirde şüphesiz ki O duaları işitir, şefaati kabul eder.
Ancak bu konuda dua ve şefaatin etkisi, hiçbir zaman bunların mah-luk'un mahluka olan etkisi gibi değildir. Zira dua edenin, dua etmesini sağlayan, şefaatçinin şefaatini hazırlayan, takdir eden O'dur. Kulların fiillerini O yaratır. Kulu tevbeye muvaffak kılan, sonra da O'nu kabul eden O'dur. Kulu amelde bulunmaya muvaffak kılan, sonra da O'na mükâfat veren O'dur. Kula dua etmek, başarısını ihsan edip sonra da duayı kabul eden yine O'dur.
İşte bu, kadere ve herşeyi yaratanın Allah olduğuna iman eden ehl-i sünnetin kabul etmiş olduğu temel itikad esasları ile uyum arzeden bir inanıştır.
"Yüce Allah'ın Âdem'den ve onun zürriyetinden almış olduğu mîsak haktır."
Yüce Allah'ın Adem ve Zürrıyetinden Aldığı Mîsak söz: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hani, Kıyamet günü: 'Bizim bundan haberimiz yoktu' demeyesiniz diye Rabbin, Ademoğullannın sırt/anndan zürriyet-lerini (çıkarıp) almış ve onları kendilerine şahit tutup: 'Ben sizin Habbiniz değil miyim?' (diye buyurmuştu.) Onlar da: 'Evet (Rabbimizsin) şah/d olduk' demişlerdi."'{el-A'rai. 7/172)
Yüce Allah bu buyruğunda Ademoğullarını sulblerinden kendilerine karşı Allah'ın Rableri, mutlak egemenleri, sahipleri olduğuna. O'ndan başka hiçbir ilah bulunmadığına dair şahit tutmuş olduğunu haber vermektedir. Adem -A/ey-his$eiam-\ﷺ\ sulbünden hürriyetinin alınmış olduğu ve onların Ashab-ı Yemin ve Ashab-ı Şimal olmak üzere birbirlerinden ayırt edildiklerini belirten hadisler va-rid olmuştur. Bunların bazılarında da Yüce Allah'ın Rableri olduğuna dair şahit tutma da, dile getirilmektedir.
Şunu bilelim ki: müfessirler Yüce Allah'ın Adem'in sırtından soyundan geleceklerini çıkartmış olup, onları kendilerine karşı şahit tutup, sonra tekrar geri iade etmiş olduğundan başka bir şey zikretmemektedirler.
es-Sa'lebî, el-Beğavî ve diğerleri gibi. Bunların bir kısmı bunu söz konusu da etmeyerek yerine Yüce Allah'ın onlara karşı rububiyetinin ve vahdaniyetinin delillerini ortaya koymuş olduğunu; yapılarında var etmiş olduğu akıl ve basiretlerinin de bunlara şahidlik ettiğini söz konusu etmekle yetinmektedir. ZemahşerT ve diğerleri buna örnektir. Kimisi de her iki görüşü de zikretmiştir. el-Vahicfî, er-Razî, el-Kurtubîve başkaları gibi.
Şüphesiz ki âyet-i kerîme birinci görüşe yanı Adem -Aieynissetam-\v\ zürriye-tının soyundan çıkartılıp alınmış olduğuna delalet etmemektedir. Ayet-i kerî-me'de Ademoğullannın sırtlarından alınmadan söze di im ektedir. Adem'in sırtından zürriyetinin alınması ve o vakit onlara karşı şahit tutulması hususu bir takım hadislerden çıkartılmaktadır.
Bu hadislerin kimisinde zürriyetin alınması söz konusu edilmekte, bazılarının cennete, bazılarının cehenneme gideceklerine dair hüküm verildiği belirtilmektedir. Nitekim Ömer -Radtyaiiahu an/j-ın rivayet ettiği hadiste böyledir.
Kimisinde de zürriyetin alınması söz konusu edilip bu zürriyetin -haklarında herhangi bir hüküm ve şahit tutma söz konusu edilmeksizin- Adem'e gösterildikleri belirtilmektedir. Ebu Hureyre hadisinde olduğu gibi.
Birinci görüşün kabul ettikleri şekilde şahit tutmanın söz konusu edildiği hadis ise ibn Abbas ve ibn Ömer'e kadar ulasan mevkuf bir hadistir. Hadis alimleri de onu tenkit etmişlerdir. Sahih hadis ravileri arasında bunu sadece el-Hâklm "el-Müstedrek ale's-Sahihayn" adlı eserinde rivayet etmektedir ki Hâkîm Yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun- işi Sıkı tutmamakla tanınan birisidir.
Kimilerinin cennete, kimilerinin de cehenneme gideceklerine dair ilâhî hükmün söz konusu edildiği hadis de kader meselesine delildir. Bunun tanıkları da pek çoktur. Bu hususta ehl-i sünnet arasında da görüş ayrılığı yoktur. Bu konuda sadece sıfatları iptal eden bid'at ehli Kaderiye'nin muhalefeti vardır
Birinci görüşe gelince selef ve halefe mensub ehl-i sünnet alimleri arasında görüş ayrılığı vardır. Şayet ben muhtasar bir eser yazmayı hedeflememiş olsaydım, bu konuda varid olmuş hadisleri ve bu hadisler ile ilgili söylenen sözleri enine boyuna açıklayacaktım. Bu hadislerle ilgili olarak aklen anlaşılan manaları ve âyet-i kerîme'nin lafızlarının delaleti ile ilgili zikredilenleri de ortaya koyardım.
Kurtubî der ki: Bu âyet-i kerîme müşkil bir âyettir. İlim adamları bu âyetin te'vili hususunda değişik açıklamalarda bulunmuşlardır. Biz de tesbit edebildiğimiz kadarıyla onların bu açıklamalarını söz konusu edeceğiz.
Kimileri şöyle demiştir: Ayetin anlamı şudur: Yüce Allah, Ademoğullarını gelecekleri suretle birbirinin sırtından çıkartmıştır. Bunlara göre âyetin manası şudur: "... ve onları kendilerine şahit tutup: Ben sizin Rabbiniz değil miyim (diye buyurmuştu.]" Böylelikle onları yaratmış olmasını birliğine delil olarak göstermektedir. Çünkü baliğ olan herbir kimse zorunlu olarak kendisinin bir ve tek Rabbinin olduğunu bilir. "Sen sizin Rabbiniz değil miyim?" buyruğu da şu demektir: O'nun bu şekilde soru sorması, kendilerine karşı şahit tutması ve onlar tarafından da bunun kabul edilmesi konumundadır. Nitekim Yüce Allah göklerle yer hakkında şöyle buyurmaktadır: "ikisi de: isteyerek geldik' dediler." (Fussiiet, 41/11) el-Kaffâl bu görüşü benimsemiş ve bu konuda geniş açıklamalarda bulunmuştur. Bir başka açıklamaya göre Yüce Allah bedenleri yaratmadan önce ruhları yaratmıştır ve ruhlarda kendilerine yapılan hitabı kavrayabilecek bir bilgi kabiliyetini yaratmıştır.
Daha sonra Kurtubî bu hususta varid olmuş hadisleri de kaydeder ve açıklamalarını sürdürür.
Bu hususlaki birinci görüşün doğruluğunun en güçlü delillerinden birisi de Buharî ve Müslim'de yer alan ve şu ifadelerin bulunduğu Enes yoluyla gelen hadis-i şeriftir: "Ben senden bundan çok daha kolay bir şey istemiştim. Adem'ın sırtından {çıkardığımda) senden Bana hiçbir şeyi ortak koşmamak üzere söz almış olduğum halde, sen Bana ortak koşmaktan başka bir yolu kabul etmedin."1 Buharî 3334, 6557; Müslim 2805
Fakat bu hadisin bir başka rivayetinde şöyle denilmektedir: "Ben senden bundan daha azını ve kolayını istemiştim, fakat yapmadın. Bundan dolayı cehennem ateşine geri döndürülür."
Bu rivayette ise "Âdemin sırtından" ifadesi olmadığı gibi, birinci rivayette birinci görüşün savunucularının söz konusu ettiği şekilde Adem'in sırtından zür-riyetinin çıkartılmasından da söz edilmemektedir.
Hatta birinci görüş hayret edilecek iki hususu da bir arada ihtiva etmektedir:
1- O sırada insanlar konuşmuş ve imanı ikrar etmişler, böylelikle de Kıyamet gününde onlara karşı delil ortaya konulmuş olacaktır.
2- Ayet-i kerîme de buna delâlet etmektedir Ayet çeşitli sebeblerden ötürü bu hususa delildir:
a- Yüce Allah: "Ademoğullarından" diye buyurmuş "Adem'den" dememiştir.
b- Yüce Allah: "Ademoğullarının sırtlarından" diye buyurmuş "Adem'in sırtından" dememiştir. Bu ise ya bedel-i ba'z'dır (Ademoğullarının bir parçası olan sırtlarından anlamına), yahut bedel-i iştimal'dir (onların bünyesinden anlamına). Bu da daha uygundur.
c- Yüce Allah: "Zürriyetlerini" diye buyurduğu halde "onun zürriyetini" dememiştir.
d- Yüce Allah: "Ve onları kendilerine şahit tutup..." diye buyurmuştur. Yani onları kendilerine şahit kılmıştır. Şahidin ise, hakkında şahitlik ettiği şeyi hatırlaması kaçınılmaz bir husustur. O ise şahitliğini -ileride de buna işaret edileceği üzere- ancak bu yurda çıkıp geldikten sonra hatırlayabilmektedir. Bundan önce herhangi bir şahitlik hatırlayamamaktadır.
e- Yüce Allah bu şahit tutmanın hikmetinin onlara karşı delil getirmek olduğunu haber vermektedir. Taki Kıyamet gününde: "Bizim bundan haberimiz yoktu demesinler". Onlara karşı ise delil peygamberlerle ve yaratılışları ve fıtratları ile ortaya konulmuş bulunmaktadır. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: 'Müjdeci ve korkutucu peygamberler olarak (gönderdik) ki insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın." (en-Nisa, 4/165)
i- Kıyamet gününde: "Bizim bundan haberimiz yoktu" dememeleri için bu husus onlara hatırlatılmaktadır. Bilindiği gibi onlar tümüyle Adem'in sulbünden çıkarılışlarından ve o vakit hep birlikte buna şahid tutulmaktan yana gafildiler. Onlardan hiçbir kimse bunu hatırlamamaktadır.
g- Yüce Allah'ın: "Yahut: Daha önce sadece atalarımız Allah'a ortak koşmuşlardı. Biz de onlardan sonra gelen bir kuşaktık." (ei-Maf, 7/173) buyruğunda bu şekilde zürriyeti alış ve şahit tutuşun iki hikmetini söz konusu edilmektedir Evvela bu işten haberdar olmadıklarını iddia etmemeleri, diğeri ise atalarını taklit etmek iddiasını gütmemeleri.
Habersiz (gafil) olanın şuuru olmadığı gibi, mukallid olan kimse de taklidinde başkasına uymaktadır. Bu iki hikmet ise ancak raaûl ve fıtrat gibi kendileri vasıtasıyla delilin ortaya konulabilmesi halinde söz konusu olur.
h- Yüce Allah'ın: "Şimdi o batıl'a saplananların işledikleri yüzünden bizi helak mi edeceksin?" (ei-A'raf. 7/173) buyruğu şu demektir: Eğer onları inkar ve şirk koşmalarından ötürü azaplandıracak olursa, onlar böyle diyeceklerdi. Halbuki Yüce Allah'ın onları helak etmesinin tek sebebi rasûllerine muhalefet etmeleri ve onları yalanlamalarıdır.
Eğer onlara karşı peygamberler göndermek suretiyle, delil ortaya koy-maksızın, şirk koşmakta atalarını taklit ettiklerinden dolayı helak etmiş olsaydı, batıl'a sapanların yaptıklarından dolayı onları helak ederdi. Yahut ta izlemekte oldukları yolun batıl olduğunu bilmemekle birlikte onları helak ederdi. Ancak Yüce Allah kendileri bilmedikleri halde onlara haksızlık ederek şehirler ahalisini helak etmeyeceğini haber vermektedir. Onları ancak peygamberler göndermek suretiyle uyarıp korkutmak ve ileri sürebilecekleri bir mazeretleri kalmayacak hale getirdikten sonra helak eder.
i- Yüce Allah herkesi Allah'ın kendisinin Rabbi ve yaratıcısı olduğu hususunda kendisine karşı şahit tutmuş ve Kitabında birden çok yerde bu şahit tutmayı ona karşı delil göstermiştir. Yüce Allah'ın: "Andolsun onlara: 'Göklerle yeri kim yarattı?' diye sorsan, onlar elbette: 'Allah'diyeceklerdir." (Lukman, 31/25) buyruğu gibi.
işte muhtevası ile Yüce Allah'ın kendilerine şahit tutmakla ortaya koymuş olduğu ve peygamberlerin şu buyruğunda belirtildiği şekilde kendilerine hatırlattığı delil budur. 'Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında mı şüphe ediyorsunuz?" (ibrahim, 14/10)
j- Yüce Allah bunu bir âyet (belge) kılmıştır. O ise -medlul'ün kendisinden geri kalması söz konusu olmayacak bir şekilde- medlul'ünü gerektiren apaçık delâlet demektir. Yüce Rabbin âyetlerinin özelliği işte budur. Çünkü bunlar belli bir maksada dair ve o hususu bilmeyi gerektirici muayyen delillerdirler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "işte biz âyetleri böyle açıklarız. Belki (tev-hid'e) dönerler diye." (ei-Arat, 7/174)
Bu ise ancak Yüce Allah'ın, insanları üzerinde yaratmış olduğu fıtrat ile olur. Allah'ın yaratması ise değiştirilemez. Her doğan elbetteki bu fıtrat üzere doğar, bu fıtratın dışında herhangi bir surette hiçbir kimse doğmaz. Bu olmuş bitmiş bir iştir, değişmez değiştirilmez. Önceden de buna işaret edilmiş idi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
İbn Atiyye ve başkaları bu hususun inceliğini kavramış, ancak şanı Yüce Allah'ın Ademoğullarını zürriyet olarak çıkartmış olduğunu, kendilerine karşı kendilerini şahit tuttuktan sonra tekrar yerlerine iade ettiğini açıkça belirten ifadeler taşıyan bu tür hadislerin zahirine muhalefet etmekten çekinmişlerdir.
Aynı şekilde bu iki görüşü de eş-Şeyh Ebu Mansur el-Maturidî "Şerhu't-Te'vilât" ad\\ eserinde nakletmiş, birinci görüşü tercih etmiş; bu hususta açıklamalarda bulunup, onu tercihe yönelmiştir.
Şüphesiz ki rububiyeti ikrar ve kabul etmek fıtri bir husustur. Şirk ise sonradan ortaya çıkmış bir hadisedir. Daha sonra gelen evlatlar taklit yoluyla bunu atalarından öğrenmişlerdir. Eğer bunlar Kıyamet gününde atalarının ortak koşmuş olduklarını delil diye ileri sürecek olurlarsa ve: Biz insanlar yiyecek, giyecek ve mesken hususlarında atalarının alışkanlıklarını devam ettirdikleri gibi bu hususta da onların geleneklerini sürdükdük diyecek olurlarsa, kendilerine şöyle denilecektir: Sizler yaratıcının varlığını kabul ediyor, Allah'ın ortağı bulunmakss-zın Rabbiniz olduğunu itiraf ediyordunuz. Bu hususta kendinize karşı da şahitliğiniz vardı. Kişinin kendisine karşı şahitliği ise o şeyi ikrar ve kabul etmek demektir. Başka bir manası yoktur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler, adaleti titizlikle ayakta tutanlar ve Allah için şahitlik edenler olur. Kendinizin. .. aleyhine dahi olsa." (en-Nısa. 4/135)
Yoksa maksat: Ben kendime karşı şu hususta şahitlik ediyorum, demek değildir. Aksine kim bir şeyi ikrar ve kabul ederse, o hususta kendisine karşı şahitlik etmiş olur. Durum böyle olduğuna göre kendinize karşı şahitlik edip, kabul ettiğiniz bu bilgiden ne diye yüz çevirdiniz de şirke yöneldiniz? Hatta sizler kat*î olarak bilinen bir hususu bırakıp, gerçekle ilgisi olup olmadığı bilinmeyen bir şeye yöneldiniz. Bunu beraberinde hiçbir delil bulunmayan kimseleri taklit ede-
rek yaptınız bu ise dünyevi gelenek ve göreneklerde onlara tabi olmaktan farklı bir şeydir. Çünkü bu gelenek ve göreneklerin tutarsızlıklarına, bozukluklarına dair elinizde bir delil yoktu. Bunlara uymakta da sizin maslahatınız vardı, fakat şirk böyle değildi. Çünkü sizler şirkin bozukluğunu ve şirk koşmakla sizin doğru yoldan sapmış olduğunuzu açıkça ortaya koyacak ve bu hususta kendinize karşı şahitlik ettirecek yeterli bir bilgiye sahip bulunuyordunuz.
Küçük çocuğun anne babasından öğrendiği din, bir eğitim ve bir gelenek dinidir ve bu dünya maslahatı içindir. Çünkü çocuğa bakacak, bakımını üstlenecek birilerinin olması kaçınılmaz bir şeydir. Buna en layık olan kimseler ise çocuğun anne ve babasıdır. Bundan dolayı şer'î hükümler gereğince çocuk anne babasıyla birlikte ise; zahiren ortada olan dünya hükümleri bakımından anne babasının dini üzere kabul edilir. Böyle bir dine tabi olmaktan dolayı -sahih kabul edilen görüşe göre- Yüce Allah bu çocuğu akil ve baliğ oluncaya kadar ve ona karşı delil ortaya konuluncaya kadar cezalandırmaz. İşte bundan sonra o kimsenin artık ilim ve akıl gereği olarak hak dine tabi olması gerekir. Hak din ise onun bağımsız aklıyla doğru ve sahih din, diye bildiğidir.
Şayet çok doğru sözlü Yusuf'un durumu gibi; annesi, babası, ataları hidayet bulan kimseler iseler... Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: 'Atalarım İbrahim, İshak ve Ya'kub'un dinine uydum." (Yusuf, 12/33} Ya'kub -Aieyhisseiam- da oğulları şunları söylemişti: "Senin ilahına ve ataların ibrahim, ismail ve ishak'ın ilahına... ibadet edeceğiz," (e/-Sahara, 2/133) -Bu takdirde onlara uymak gerekir.-
Eğer atalar peygamberlere muhalif kimseler iseler o vakit onların evlatlarına düşen, peygamberlere tabi olmaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz insana anasına babasına iyi davranmasını emrettik. Eğer onlar hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa onlara itaat etme." (et-Ankebul. 29/8)
Kirn basiretsiz ve bilgisizce atalarının dinine uyarsa, hatta kendisi tarafından bilinen haktan sapacak olursa işte böylesi hevâsına uymuş bir kimsedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır; 'Onlara. 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar. 'Hayır. Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız' derler. Ya ataları bir şeye akıl erdirememiş ve doğruyu bulamamış idiyseler." (si-Bakara, 2/170)
islam üzere dünyaya gelmiş insanların çoğunun hali budur. Onlardan herhangi bir kimse atalarının izleyegeldiği inanış ve mezhep ne ise ona tabi olur. Velev ki bu, atasının basiretsizce izlediği bir hata olsun. Hatta çoğu insanlar yaşadıkları yurda bağlı olarak müslumandırlar, kendi iradeleriyle İslamı seçmiş değillerdir. İşte böyle birisine kabrinde. Rabbin kimdir? Diye sorulacağında, o: Ha, ha bilemiyorum. İnsanların bir şeyler söylediklerini duydum. Ben de onu söyledim, diyecektir.
Aklı başında olan, bu hususu iyice düşünsün ve kendisine iyilik yapmaya çalışsın. Allah için ayağa kalksın ve bu iki kesim arasında kimin Allah'ın muvaffakiyetine mazhar olduğuna dikkatle baksın. Şüphesiz ki rububiyetin tevhid'inin delile ihtiyacı yoktur. Çünkü bu fıtratlarda yerleşmiş bir gerçektir.
Kişinin en yakınında ibretle izleyeceği husus bizzat kendisidir, o Önceleri bir nutfe idi. Göğüs kemikleri ile sulbün arasından çıktı, sonra bu nutfe sapasağlam bir yerde karar kıldı. Üç tane karanlık içerisinde, anne babanın ve diğer bütün mahlukatın herhangi bir şekilde onu idare etmesi, işlerini çekip çevirmesi mümkün değildi...
insan bu husus üzerinde iyice düşünecek olursa, bu nutfenin bir halden bir hale intikal ettiğini düşünürse böylelikle rububiyetin tevhıd'ini de bilmiş olur. Buradan da uluhiyetın tevhid'ıne intikal eder, çünkü o aklı ile kendisini var eden bir Rabbinin bulunduğunu bilecek olursa, Ondan başka birisine ibadet etmesi ona hiç yakışır mı? Düşünüp tefekkür ettikçe yakîni daha da artar, ievhid'i daha da köklesin Başarıya ulaştıran Allah'tır, O'ndan başka Rab, O'ndan başka ilâh yoktur.
"Yüce Allah ezelden beri cennete gireceklerin sayısını, cehenneme gireceklerin sayısını bütünüyle ve bir defada bilmiştir. Bu sayıya ne bir şey eklenir, ne ondan bir şey eksiltilir. Yine onların yapacaklarını bildiği fiillerini de aynı şekilde bilmiştir."
Allah Cennet'lik ve Cehennemlikleri Ezelden Beri Bilir
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz Allah herşeyi çok iyi bilendir. * (el-Enfal, 28/75); "Allah herşeyi çok iyi bilendir. "(el-Ahzab, 33/40)
Demek ki Yüce Allah ezelden ebede kadar herşeyi bilmek vasfına sahiptir. Eşya'ya dair bilgisizliğinin söz konusu olduğu bir zaman yoktur. "Rabbin unu-tUCU değildir. * (Meryem, 19/64)
Ali b. Ebi Talib -Ftaaıyaiiahu anft-dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bakî el-Ğarkad'de bir cenaze dolayısıyla bulunuyorduk. Rasûlullah -Saitaiiahu aleyhi veseitem- yanımıza geldi, oturdu. Biz de etrafında oturduk, yanında bir bastonu vardı. Başını önüne eğdi, elindeki baston ile yere vurmaya başladı. Sonra şöyle buyurdu: Sizden nefes alan herbir canın mutlaka Allah, cennet ya da cehennemdeki yerini yazmıştır. Mutlaka onun bedbaht mı yoksa bahtiyar mı olduğu yazılmıştır. (Ali -Racfıyaiiahtı anft- devamla) dedi ki: Bir adam şöyle sordu: Peki, ey Allah'ın Rasûlü, niye biz hakkımızda yazılanı kabullenerek amelde bulunmaya bir son vermiyoruz? Şöyle buyurdu:
Mutlu olanlardan olan kişi, mutlu kimselerin ameliyle amel edecektir. Bedbaht olanlar da da bedbaht olan kimselerin amelleriyle amel edecektir. Daha sonra şöyle buyurdu: Siz amel ediniz. Herkes ne için yaratılmış ise o ona kolaylaştırılacaktır. Mutlu olan kimselere mutlu kimselerin amelinde bulunmak kolaylaştırılacak, bedbaht olan kimselere de bedbaht olan kimselerin amelini işlemek kolaylaştırılacaktır.
Daha sonra da şu buyrukları okudu: "Artık kim verir ve sakınırsa o e/-Hüs-nâ'yı da doğrularsa. Biz de ona kolay olanı kolaylaştırırız. Amma kim cimrilik eder ve kendisini müstağni görür, o e!-Hüsnâ'yt da yalanlarsa Biz de ona en zor olanı kolaylaştırırız." (ei-Leyt, 93/5-10) Bu hadisi BuharT ve Müslim, Sahih'lerinde ri: vayet etmişlerdir.1 Buharî 1362. 4945-4949, 6217, 6605; Müslim 2647
"Herkes ne için yaratılmışsa, ona o kolayiaştırılır. Ameller de sonuçlarladır. Mutlu olan kimse Allah'ın kazası gereği mutlu olandır, bedbaht olan kimse de Allah'ın kazası gereği bedbaht olandır."
Ali –ra rivayet ettiği hadis-i şerif ile Peygamber –sav bu hadisteki: "Amel ediniz. Herkes ne için yaratıldı ise o ona kolaylaştırılacaktır" ifadesi az önce geçti.
Züheyr'in Ebu'z-Zübeyr'den rivayetine göre o, Cabir b. Abdullah -ra-dan şöyle dediğini nakletmektedir: Süraka b. Malik b.- Cu'şum gelip: Ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Bize dinimizi şu anda yaratılmışız gibi bize açıkla, bugün için amel neye yarar? Acaba kalemlerin yazdıktan sonra kuruduğu ve takdirle rin cereyan ettiği bir şey uğrunda mı amel ediyoruz yoksa gelecek uğrunda mı?
Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, aksine kalemlerin yazdıktan sonra kuruduğu ve takdirlerin kendisi hakkında cereyan ettiği (tesbıt edilmiş olduğu) bir şey uğrunda..." O zaman ne diye amel edelim ki? Dedi. Züheyr dedi ki: Sonra Ebu'z-Zübeyr anlayamadığım bir söz söyledi. Ben: Ne dedi? Diye sordum, bu sefer: 'Amel edin, herşey kolaylaştırılmıştır' dedi. Bunu da Müslim rivayet etmiştir.1 Müslim 2648
Sehl b. Sa'd es-Sâidî -ra rivayete göre de Rasûlullah -sav- şöyle buyurmuştur: "Kişi gerçekte cehennem ehlinden olduğu halde insanlar tarafından göründüğü kadarıyla cennet ehlinin ameliyle amel eder. Yine kişi gerçekte cennet ehlinden olduğu halde insanlar tarafından göründüğü kadarıyla cehennem ehlinin ameli ile amel eder." Bu hadisi Buharî ve Müslim, Sahihlerinde rivayet etmişlerdir.2 Buharî 2898, 4202, 4207, 6493, Müslim 112,: Müsned, V, 332 Ayrıca Buharî şunu ilave eder: 'Ameller ancak sonuçlarladır."3 Buharî 6493, 6607
Yine Buharî ile Müslim'de, Abdullah b Mes'ud -ra şöyle dediği rivayet edilmektedir: O doğru sözlü, o sözü doğrulanan Allah Rasûlü bize şunu anlattı: "Sizin herbirınızin yaratılışı annesinin karnında kırk gün bir arada tutulur.4 Fethu't-Bâri, XI, 479'da belirtildiği gibi, Ebhu Avâne: 'Nutfe halinde" fazlalığı ile rivayet etmiştir Sonra bunun kadar bir süre alaka (sülük gibi yapışan bir kan parçası} olur. Sonra yine onun kadar bir süre bir lokmacık et olur Sonra ona melek gönderilir ve ona ruh üfler. Dört kelime (yazmak) ile emrolunur: Onun rızkını, ecelini, amelini, mutlu mu yoksa bedbaht mı olduğunu yazar. Kendisinden başka ilah olmayana yemin ederim ki; sizden herhangi bir kimse cennet ehli ameliyle amel eder, öyle ki kendisi ile cennet arasında ancak bir arşınlık bir mesafe kalır, kitap (takdir) onun aleyhine olmak üzere ileri geçer ve bu sefer cehennem ehlinin ameliyle amel eder ve oraya girer. Yine sizden herhangi bir kimse cehennem ehlinin ameliyle amel eder. Nihayet kendisiyle cehennem arasında sadece bir arşın kalır, ilahi takdir onun hakkında ileri geçer ve bu sefer cennet ehlinin ameliyle amel eder ve oraya girer."5 Buhâri 3208, 3332, 6594, 7454; Müslim 2643.
Ebu Ömer b. Abdi'l-Berr, "et-Temhîd' adlı eserinde 6 şunları söylemektedir: Bu kabilden hadisleri insanlar çokça rivayet etmektedirler. Bu hususta söz söyleyenler de çok söz söylemişlerdir. Ehl-i sünnet ise icma ile bu rivayetlere iman edip itikad etmiş, bunlar hakkında tartışmayı terketmişlerdir. Haladan koruyan ve başarıya ulaştıran Allah'tır.
"Kader asıl itibariyle yüce Allah'ın mahlukatındaki bir sırrıdır. Buna ne mukarreb bir melek, ne mursel bir peygamber muttali olmuştur. Bu hususta derinliğine dalmak ve üzerinde çokça düşünmek, ilahi yardımdan uzak kalmaya götüren bir yol, mahrumiyete ulaştıran bir merdiven, tuğyana ulaştıran bir basamaktır O bakımdan bu husustaki kıyas, düşünce ve vesveselerden alabildiğine sakınmak lazımdır. Çünkü yüce Allah kader ilmini mahlukatına karşı kapalı tutmuştur. Onun hakkında tartışmayı da yasaklamıştır. Nitekim yüce Allah Kitabında şöyle buyurmaktadır: "O. yaptığından sorgulanmayandır Ama kendilerine sorulacaktır." (si-Enbiya. 21/23) Buna göre kim- Niye yaptı? Diye soracak olursa, Kitabın hükmünü reddetmiş olur. Kitabın hükmünü reddeden de kâfirlerden olur."
Kader'in Aslı
Kader 'in aslı Allah'ın mahlukatındaki bir sırrı oluşudur. O'nun var edip
yok edici, fakir kılıp zengin kılıcı, öldürüp diriltici, saptırıp hidayete tletıcı olduğudur. Ali ra. şöyle demiştir: Kader, Allah'ın sırrıdır, onu acmayasın.
Ehl-i Sünnet Ve'l-Cemaat'in Kader Görüşü
insanların kader meselesiyle ilgili görüş ayrılıkları meşhurdur. Ehl-i sünnet ve'l-cemaat'in kabul ettiği görüş de şudur: Herşey Allah'ın kaza ve kaderi iledir. Kulların fiillerini de yaratan Yüce Allah'tır. Nitekim O şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Biz herbîr şeyi bir kader ile yarattık." (ei-Kamer, 54/49); "Herşey/ yaratıp, onu inceden inceye takdir ve tayin etmiştir." (ei-Furkan, 25/2)
Kâfirin küire sapması, Allah'ın irade ve meşîeti iledir. Ancak küfrü sevmediği gibi ondan razı da olmaz. Oluşu açısından onun meşîeti ile olur, fakat dinen ondan razı değildir.
Ancak Kaderiye ve Mutezile bu hususta muhalefet etmişler Yüce Allah'ın kâfirin iman etmesini istediği halde kâfirin de küfrü istediğini iddia etmişlerdir. Onların böyle bir iddiaya kaçışlarının sebebi hem kâfirin küfrünü istemiş, hem de bundan dolayı onu azaplandirmiş olacaktır, dememek içindir.
Fakat onlar bu görüşleriyle sıcağa karşı korunmak isterken, ateşe sığınanın durumuna düşmüşlerdir. Çünkü onlar birşeyden kaçayım derlerken, ondan daha kötü bir şeye düşmüşlerdir, Zira bu durumda kâfirin meşîetinin, Yüce Allah'ın meşîetine galip geldiğini kabul etmek zorundadırlar. Çünkü Yüce Allah onların görüşlerine göre, kâfirin iman etmesini istediği halde kâfirde kâfir olmayı istemiş ve böylelikle kâfirin iradesi Yüce Allah'ın iradesinin önünü kapatmış olmaktadır. Bu ise en çirkin itikadlardandır, ayrıca buna delil de yoktur. Aksine bu iddia delile aykırıdır.
Ömer b. el-Heysem'ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bir gemide yolculuğa çıktık. O gemide bizimle birlikte biri Kaderiye'ye mensup birisi de Mecu-sî iki kişi vardı. Kaderiye'ye mensup MecusTye: Müslüman ol, dedi. Mecusî: Allah dileğinceye kadar (olmam) deyince, Kaderıye'den kişi dedi ki: Allah diler ama şeytan dilemez. Bu sefer Mecusî şöyle dedi: Allah diledi, şeytan da diledi. Eğer bunun sonucunda şeytanın dileği olmuşsa o takdirde bu güçlü bir şeytan demektir. Bir rivayete göre de o mecusî: Ben bu ikisinden güçlü olanları ile beraberim, diye cevap vermiştir.
Bir bedevi Amr b. Ubeyd'in de bulunduğu bir ders halkasının başında durdu ve dedi ki: Ey adamlar, benim devem çalındı. Allah'a devemi bana gen döndürmesi için dua ediniz. Amr b. Ubeyd dedi ki: Allah'ım sen bunun devesinin çalınmasını murad etmediğin halde çalındı. Bu deveyi ona geri çevir. Bede-vî Arap dedi ki: Senin dua etmene benim ihtiyacım yok. Amr: Niye? Deyince, şu cevabı verdi: O dilemediği halde devem çalındığı gibi, geri döndürülmesin! istediği halde, geri döndürülmeyeceğinden korkarım, dedi.
Ebu isam el-Kastalanî'ye bir adam şöyle demiş: Bana görüşünü söyle Benim hidayete ulaşmama engel olmakla birlikte, beni sapıklığa duçar eder. sonra da azaplandırırsa bu durumda bana karşı adil olmuş olur mu? Ebu İsam
şu cevabı verdi: Eğer hidayet O'na ait bir şey ise O, bu hidayeti dilediğine vermek ve dilediğine de vermemek hakkına sahiptir.
Kitap ve sünnetten delillere gelince: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer Biz ctileseydik, her nefse elbette hidayetini verirdik. Fakat Benden sadır olan. 'Cehennemi bütünü ile cinlerden ve insanlardan elbette dolduracağım' sözü hak olmuştur (yerini bulacaktır.)" (es-Secde, 32/13); "Eğer Habbin di/eseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi elbette toptan iman ederlerdi. Böyle iken sen iman etsinler diye insanları zorlayıp, duracak mısın?" (Yunus. 10/99); 'Alemlerin Ftabbi olan Allah dilemedikçe de siz dileyemezsiniz." (et-rekvn, aı/29); 'Ama Allah dilemedikçe de siz dileyemezsiniz. Çünkü Allah en iyi bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir." (ei-insan, 76/30); "Allah dilediğini saptırır, dilediğini de dosdoğru yol üzerinde tutar.' (ei-En'âm, 6/39); "Allah kimi doğru yola iletmeyi dilerse, göğsünü İslama açar. Kimi de saptırmayı dilerse, onun da göğsünü gökyüzüne tırmanıyormuş gibi daraltır, sıkıştırır.'(ei-En'am, 6/125)
Sapıklığın Menşei
Sapıklık meşiet ile iradeyi, muhabbet ile rızayı birbirine eşit görmekten kaynaklanmaktadır. Cebriye ile Kaderiye bunları birbirlerine eşit görürler. Ancak aralarında görüş ayrılığına düşmüşler ve Cebriye şöyle demiştir: Ne oluyorsa herşey Allah'ın kaza ve kaderi ile olur, dolayısıyla hepsi de sevilen ve razı olunan işlerdir.
Bunu kabul etmeyen Kaderiye de şöyle demektedir: Masiyetler Allah tarafından seviliyor olamaz, onlara razı da olamaz. Dolayısıyla bunlar ne takdir
edilmiştir, ne de haklarında hüküm (kaza) vardır. Bunlar O'nun meşîet ve yaratmasının dışındadırlar.
Ancak meşîet ile muhabbet (sevmek) arasındaki farka hem Kitap ve sünnet. hem de sağlıklı fıtrat açıkça delalet etmektedir. Kıtapda meşiet ve iradeye dair nass'iarın bir bölümünü daha önceden zikretmiştik. Muhabbet ve rıza ile ilgili nass'lara gelince; Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah fesadı sevmez." (ei-Bakara. 2/205); "Kullan için külte razı olmaz." (sz-Zümer, 39/7)
Yüce Allah şirk, zulüm, hayasızlık ve kibri (büyüklenmeyi) yasaklayan
buyruklarının akabinde şöyle buyurmaktadır. "Kötü olan bütün bunlar Rabbinın katında hoşlanılmayan şeylerdir.' (el-isra, 17/38)
Sahih(i Buharî)de, Peygamber -sav-in şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Şüphesiz ki Allah sizin için üç şeyden hoşlanmaz: Kıyl-u kal (dedikodu), çok soru ve malı zayi etmek."1 Buharı 1477. 2408, 5975. 6473, 7292; Müslim 1593.
Müsned'de de şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Şüphesiz Allah masiyeti-nin işlenmesinden hoşlanmadığı gibi, ruhsal kıldığı şeylerin alınmasını da sever.'1 Müsned, II, 106.
Peygamber -sav yaptığı dualardan birisi de şudur: "Allah'ım gazabından, rızana sığınırım. Cezalandırmandan, ihsan edeceğin afiyetine sığınırım. Sen'den, Sana sığınırım."2 Müslim 486; ibnMâce3841; Ebö Dâvûd 879; Müsned, VI. 8. 201.
Burada Peygamber -Sattaiiahu aleyhi vesetiem-in Allah'ın gazap sıfatından rıza sıfatına, cezalandırma fiilinden afiyet ve esenlik fiiline sığınması üzerinde iyice düşünelim. Birincisi sıfat ile ilgilidir, ikincisi ise bu şifalın sonucu ile ilgilidir. Daha sonra bütün bunları Onun zatı ile irtıbatiandırmıştır. (Velhasıl Sen'den Sana sığınırım sözünde) bütün bunlar yalnızca O'na -başkasına değil- raci'dir. Benim kendisinden Sana sığındığım şey, Sen'in meşîet ve iradenle olur. Sen'in kendisine sığındığım rızan ve afiyetin de Sen'in meşîetin ve iradenledir. Şayet Sen bir kulundan razı olmak ve ona afiyet vermek istersen, onu yaparsın. Eğer ona ga-zab etmek ve cezalandırmak islersen onu yaparsın.
Hoşuma gilrneyen şeylerden benirn Sana sığınışım ve Sen'in, onun benim başıma gelmesini engelleyişin de yine Sen'in meşîetin iledir. Sevilen ve sevilmeyen herşey Sen'in kazan ve Sen'in meşîetin iledir. Benirn Sen'den Sana sığınışım. Sen'in gücün, kudretin, adaletin ve hikmetinin tecellisi olarak meydana gelen şeylerden benim gücüne kuvvetine, kudretine ve rahmetine sığınışım da böyledir.
Ben Sen'den, asla Sen'den başkasına sığmamam ve Sen'in meşıetinin dışında bir kaynaktan sadır olmuş hiçbir şeyden de Sana sığınmam söz konusu değildir. Aksine hepsi Sen'dendir.
Bu sözlerdeki tevhıd muhtevasını, manfetullahı ve ubudiyeti ancak Allah'ı bilmekle, O'na kulluğu tanımakta derinleşmiş olanlar bilebilir,
Eğer: Yüce Allah nasıl bir işi irade etmekle birlikte, ondan razı olmaz ve onu sevmez ve o işi nasıl isler ve yaratır, aynı işi nasıl hem irade eder, hem de o işe buğzeder ve hoş görmez denilirse;
Cevabımız şudur: iste insanların çeşitli fırkalara ayrılmasına ve böylelikle farklı yollar izleyip değişik görüşler ortaya atmalarına sebeb ieşkil eden soru da budur.
Yapılması İstenen Şey (Murad) İki Türlüdür: Bizatihi Murad ve Liğayrihî Murad
Şunu bilelim ki murad: Bizatihi murad ve liğayrihi murad olmak üzere iki türlüdür.
Bizatihi murad demek, bizzat kendisi ve muhtevasındaki hayırları dolayısıyla istenen ve sevilen şey demektir, işte bu gaye ve maksatları itibariyle istenen şey'dir.
Liğayrihi murad ise, bazen istekte bulunan irade sahibinin maksadı olmayabilir. Zatı itibariyle kendisinin herhangi bir faydası-her ne kadar maksat ve murad olunan şeye ulaştırıyor olsa dahi- bir maslahatı da bulunmayabilir ve bu, bizatihi ve kendisi itibariyle hoşlanılmayan bir şey olmakla birlikte; kişiyi maksadına götürüp ulaştırması bakımından istediği bir şey olarak ortaya çıkar Buna göre böyle bir maksatta iki husus bir arada bulunmaktadır, Bir taraftan o şeye buğze-dilirken, diğer taraftan o şey istenmektedir. Bunların alakalı oldukları husus farklı olduğundan dolayı aralarında çelişki ve zıtlık yoktur. Buna, hoşlanılmayan fakat bu ilacı alacak olanın, bununla şifa bulacağını bildiği ilacı örnek verebiliriz. Kanser olmuş bir organın kesilmesi halinde vücudun geri kalan bölümünün kurtarılacağı bilinmesi şartıyla o organın kesilmesi, kişinin maksadına ve istediği şeye ulaştıracağı bilindiği takdirde katedilmesi çok zor mesafeyi katetmek gibi.
Hatta aklı başında olan bir kimse kesin sonuç onun için aydınlık kazanmasa zannı galib ile de olsa, bu gibi sonuçları elde edeceğini bilen bir kimse, bu hoşlanılmayan işi tercih eder ve ister. Peki ya bu konuda herhangi bir kapalılık yoksa durum ne olur?
İşte Yüce Allah, bir şeyden hoşlanmamakla birlikte, bu durum başkasından ötürü ve böyle bir şeyin kaçırılmasındansa daha çok sevilen bir sonuca sebeb olacağı için. o şeyi irade etmesine aykırı değildir.
Buna onun, dinlerin, amellerin, itikad ve iradelerin fesat bulmasının ana kaynağı ve sebebi olan iblis'i yaralmış olması örnek gösterilebilir. O pekçok kulların bedbaht olmasına; Yüce ve Mübarek Rabbi gazaplandıracak işler yapmalarına sebebtir. Yüce Allah'ın sevip razı olduğu şeylere muhalif durumlara düşülmesi için çalışıp çabalayan odur. Bununla birlikte o, Yüce Rabbin mahlukatı üzerinde ortaya çıkması gereken bir çok sevilen şeyin meydana gelmesinin de vesilesidir ve bu gibi şeylerin var olmasını Yüce Allah yokluğundan daha çok sever.
Buna verilecek örneklerden birisi de şudur: Bu yolla Yüce Rabbin birbirine zıt ve birbirine karşıt şeyleri yaratma kudreti kullar tarafından açıkça görülür. Varlıkların en kötü ve en şerlileri olan ve aynı zamanda yaratılmış zatların en şereflisi, en temizi, en arı ve durusu olan, her türlü hayrın ana maddesini teşkil eden Cibril'in zatının tam karşı konumunda yer alan iblis denilen zatı yaratması böyle bir kudreti açıkça ortaya çıkarmaktadır. Tıpkı O'rıun gece ile gündüzü, ilacı ve hastalığı, hayatı ve ölümü, güzeli ve çirkini, hayır ve şerri yaratmasında kudreti ortaya çıktığı gibi.
O bu zıt şeyleri yaratıp bunların birini diğerinin karşıtı olarak var etmiştir. Bunları tasarrut ve tedbirinin ortaya çıktığı hususlar olarak yaratmıştır. Bunların bir bölümünün dahi varlık aleminde hiçbir şekilde bulunmaması O'nun hikmetini, tasarrufunun kemalini, mutlak egemen olduğu kainatın yönetim ve idaresini işlemez hale getirmektir.
Bu hikmetlerden bir diğeri de Yüce Allah'ın kahredici isimlerinin etkilerinin ortaya çıkmasıdır. Kahhâr, Muntekim (intikam alıcı), Adi, Dırr (zarar veren), Şedı-du'l-ikab (cezası pek çetin), Serîu'l-hisab (hesabı pek hızlı), Zu'l Batşi'ş-şedîd (şiddetle yakalayan), Hâfid (alçaltan), Müzill (zelil kılan) gibi.
Şüphesiz ki bu isimler ve fiiller kemali ifade eder. Bunların taalluk ettiği bir varlık kaçınılmazdır. Eğer cin ve insanlar da meleklerin tabiatı gibi bir tabiata sahip olsalardı, bu isimlerin eserleri, tecellileri ortaya çıkmazdı.
Bir diğer hikmet de Yüce Allah'ın hilm, afv, mağfiret, setretmek (kötülükleri gizlemek), hakkını bağışlamak, kullarından dilediğini azad etmek gibi muhtevalara sahip isimlerin etki ve tecellilerinin ortaya çıkmasıdır.
Şayet Yüce Allah bu isimlerin tecellilerinin ortaya çıkması sonucunu veren ve kendisinin hoş görmediği bir takım sebebleri yaratması olmamış olsaydı. bütün bu hikmet ve faydalar ortaya çıkmazdı. Nitekim Peygamber -saiiatiahu aieyn, veseiiem- bu gerçeğe şu buyruğuyla işaret etmektedir: "Eğer sizler günah işlemeyecek olursanız, Allah stzi yok eder ve yerinize günah işleyen bundan sonra mağfiret dileyen ve kendilerine de mağfiret olunan bir kavim getirir."1 Müslim 2749
Bir diğer hikmet de Yüce Allah'ın Hakim ve Habir oluşunu ifade eden isimlerin tecellilerinin ortaya çıkmasıdır, O Hakim ve Habir olandır. Herbir şeyi olması gereken yerine koyar, ona yakışan konumunda bulundurur. Hiçbir şeyi olmaması gereken yere koymaz, ilminin kemalinin, hikmetinin ve herşeyden haberdar oluşunun gerektirdiği gerçek konumundan başka bir konumda tutmaz.
O risaletlerinı nerede bırakacağını (kimlere peygamberlik vereceğini) en iyi bilendir. Bu rısaleti kabul edebilmeye kimlerin elverişli olduğunu, böyle bir ﷺ'-salet kendisine verildiği için kimlerin şükredeceğini ve bunlara kimlerin elverişli olmadığını en iyi O bilir.
Şayet hoşlanılmayan sebeblerin olmadığını var sayacak olsaydık. Pek çok hikmetler ortaya çıkmaz, sayılamayacak kadar çok maslahatlar, menfaatler elde edilemezdi. Eğer bu gibi sebebler ihtiva ettikleri serler dolayısıyla var edil meyecek olsalardı bu sebeplerde bulunan serden çok daha büyük olan hayır ortaya çıkmazdı. Mesela sebeb oldukları serlerin kat kat fazla menfaatler ihtiva eden güneş, yağmur ve rüzgar buna örnektir.
Bir diğer hikmet de şudur: Şayet iblis yaratılmamış olsaydı, çeşitli yönleriyle ortaya çıkması da söz konusu olmayacak ubudiyyetin hasıl olmasıdır. Şüphesiz ki cihad ile kulluk, Yüce Allah'ın en çok sevdiği kulluk çeşitlerindendır. Eğer insanların tümü mü'mın olsalardı, bu ibadet ve kulluk ile buna bağlı olan Yüce Allah'ı dost ve veli edinmek, O'nun uğrunda düşmanlık etmek kulluğu ortaya çıkmazdı. Aynı şekilde iyiliği emredip münkerden alıkoymak kulluğu, sabır Kulluğu, hevâya muhalefet etmek, Allah'ın sevdiklerini tercih etmek, tevbe ve istiğfar kulluğu, düşmanından kendisini korumak için düşmanının hile, tuzak ve eziyetlerine karşı kendisini muhafaza etmek için Allah'a sığınmak kulluğu .. ve buna benzer akılların idrak etmekten acze düştüğü daha bir çok hikmet de ortaya çıkmayacaktı.
Bu sebepler olmaksızın bu tür hikmetler var olamaz mı? Diye bir soru tutarsız bir sorudur. Çünkü bu, böyle bir şeyi gerektiren husus olmadan sonucun varlığını var saymak kabilindendir. Tıpkı baba olmadan oğlun varlığını, harekete geçiren olmadan hareketin varlığını, tevbe eden kişi bulunmadan tevbenin varlığını var saymak gibi bir şeydir.
Şayet: Eğer bu sebebler sonuç olarak neden oldukları bir takım hikmetler dolayısıyla meydana gelmeleri istenen şeyler ise, bu bakımdan kendilerinden razı olunan ve sevilen şeyler midirler yoksa bütün yönleriyle kendilerine gazap duyulan şeyler midirler? Diye sorulacak olursa cevap şudur:
Böyle bir sorunun iki bakımdan sorulmaması gerekir (reddolunur.) Evvela Yüce Rab cihetinden ve bu acaba sevdiği şeye ulaştırması bakımından -bizatihi ona buğzetse dahi- onun sevdiği bir şey olabilir mi cihetinden, ikincisi de kul cihetinden. Zira kul'un kendisi dahi bu açıdan böyle bir şeye razı olabilir mi? Bu oldukça önemli bir sorudur.
Şunu bilelim ki; kötülük bütünüyle yokluğa yani hayrın yokluğuna ve buna götüren sebeblere raci'dir. Bu yönüyle bu şer'dir, ancak katıksız olarak varlığı bakımından onda herhangi bir şer yoktur. Mesela kötü ruhların, şahısların varlığı var olması bakımından bir hayırdır. Ancak onlardaki hayır kaynağının kurutulması suretiyle onlar için şer hasıl olmaktadır. Bu varlıklar aslı itibariyle hareketli varlıklar olarak yaratılmışlardır, eğer onlara ilim ile hayra ilham edip yönlendirmekle yardım edilecek olursa, bunlar da o şekilde hareket ederler. Şayet oldukları halde bırakılacak olurlarsa tabiatları gereği aksi yönde hareket ederler. Bunların hareketleri harekel olmak itibariyle bir hayırdır. Bunların şer olmaları ise başkalarına nisbetledir, yoksa bizatihi hareket olması açısından değildir.
Şerrin tümü ise bir zulümdür, zulüm de bir şeyi olması gereken yerden başka yere koymak demektir. Eğer olması gereken yere konulacak olursa, şer oimaz. Böylelikle böyle bir şeydeki şer yönünün nisbî ve görecelî olduğu anlaşılmaktadır.
işte yerli yerince uygulanan cezaların özleri itibariyle hayır olmaları -gerçekleştikleri yer bakımından kötü olsalar dahi- bundan dolayıdır. Gerçekleştikleri yerde bir acıya sebeb olduklarından dolayı o yere nisbetle kötüdürler. Halbuki o yerin tabiatı onun zıttı olan lezzeti alma kabiliyetine de sahipti ve bu istidadı taşıyordu. İşte böylelikle duyulan o acı bu yere nisbetle şer olmuştur. Halbuki yerli yerince uygulanması bakımından da, bu işi yapan açısından da hayırdır.
Yüce Allah bütün yönleriyle ve bütün bakımlardan katıksız bir şer yaratmış değildir. Çünkü O'nun hikmeti buna kabil değildir. Allahu Teala için bir şeyin her bakımdan fesat olmakla; o şeyin yaratılmasında hiçbir açıdan bir maslahat bulunmamakla birlikte o şeyi irade buyurması imkansızdır. Bu muhal (imkansız) olarak görülen şeyden dahi daha açıktır. Çünkü hayır bütünüyle O'nun elindedir, şer ise O'na nisbet edilmez. Aksine O'na nisbet edilen herşey hayırdır.
Şerrin ortaya çıkması sadece bu izafetin ve bu nisbetın O'na yapılmayışından dolayıdır. Eğer bu iş O'na nisbet edilecek olursa, şer olamaz. Bu husus üzerinde iyice düşünmek lazımdır. Yanı bir şeyin O'na olan nısbetinin ortadan kalkması o şeyi şer yapan asıl sebebtir.
Şayet: Şerrin yaratılması ve meşieti itibariyle O'na nisbet edilmesinde bir kesinti yoktur, denilecek olursa şöyle cevap verilir: Bu şer olmaması cihetinden böyledir. Çünkü o şeyin varlığıdır, asıl O'na nisbet edilen ve o bu yönüyle bir şer değildir, Ondaki şer hayrın ve hayır sebeblerinin o işe ulaştırılmaması, verilmemesi dolayısıyladır. Olmayan bir şey (adem, yokluk) ise, hayrı elinde bulundurana nisbet edilmedikçe, yok demektir.
Hayrın Üç Sebebi
Şayet bu hususta daha fazla bir açıklama istenecek olursa şunu belirtelim ki hayrın üç sebebi vardır. Birincisi var etmek, ikincisi hazırlamak, diğeri de gerekli desteği sağlamak (icad, i'dâd, imdâd.)
Böyle bir şeyi var etmek hayırdır, bu da Yüce Allah'a aittir. Aynı şekilde onu hazırlamak ve bu konuda ona destek vermek de böyledir.
Eğer onda herhangi bir hazırlama ve destekleme meydana gelmeyecek
olursa, o takdirde faile nisbet edilmeyen, ancak onun zıttına nisbet edilen bu yokluk sebebiyle o şeyde şer husule gelir.
Onu var ettiği vakit niye ona gereken desteği vermedi? Diye sorulacak olursa, şöyle cevap verilir1 Hikmet onun var edilmesini ve desteklenmesini gerektirmemiştir. Sadece onun var edilip, destek vermenin de terkedilmesıni gerektirmiştir. O halde onu var etmek bir hayırdır, şer ise ona gereken desteği vermemekten ötürü meydana gelmiştir.
Niye bütün varlıklara destek vermemiştir? Diye bir soru tutarsızdır. Büyük bir ihtimalle böyle bir sorunun sorulmasına sebep bütün varlıkların birbirine eşit olmasının daha bir hikmetli olduğu zannıdır. Ancak bu, cehaletin ta kendisidir, aksine bu hususta tam ve kamil hikmet, eşyalar arasındaki pek büyük farklılığın var edilmesindedir. Bunların herbir çeşidinin yaratılmasında bir farklılık yoktur. Bunların herbir türünün yaratılmasında bir farklılık söz konusu değildir. Farklılık yaratmaya taalluk etmeyen ve var olmayan bir takım hususlarda meydana gelmektedir. Yoksa yaratmada bir farklılık bulunmamakladır. Şayet bu hususu kavramakta zorlanılacak ve gereği gibi anlaşılamayacak olursa, o vakit şairin şu beyitine başvurmamız uygun düşer:
"Bir şeye güç yetiremiyorsan bırak onu, Güç yetirebildiğin şeylerle uğraş."
Şayet: Kulu için bir şeye razı olmakla birlikte o hususta ona nasıl yardımcı olmaz? diye sorulacak olursa şöyle cevap verilir: Çünkü o hususta kula yardımcı olmak, bazen Yüce Allah'ın o kişinin yapmasından razı olduğu söz konusu itaatin husulünden daha büyük çapta sevilen bir şeyin ele geçirilmemesine sebeb teşkil edebilir. Bazen kulun o itaati yapması, Yüce Allah tarafından o itaatin sevilmesinden daha ileri oranda hoşlanılmayan bir mefsedet dahi ihtiva edebilir. Nitekim Yüce Allah bu gerçeğe şu buyruğuyla işaret etmektedir: "Eğer onlar çıkmak isteselerdi, elbet bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların çıkmalarını hoş görmedi de kendilerini alıkoydu ve (onlara): 'Oturanlarla beraber oturun' denildi. Eğer onlar sizinle birlikte çıksalardı, sizde şer ve fesadı artırmaktan başka bir şey yapmazlar. Aranıza fitne sokmak kastıyla muhakkak koşarlardı. .," (et-Tevbe, 9/46-47)
Bu buyruğuyla Yüce Allah onların Rasûlü ile birlikte gazaya çıkmalarını hoş karşılamadığını haber vermektedir. Oysa bu bir itaattir, fakat onların cihada çıkmalarından hoşlanmadığı için bu konuda onları cihada çıkmaktan alıkoydu. Daha sonra Yüce Allah onların Rasûlü ile birlikte cihada çıkmaları dolayısıyla söz konusu olabilecek bir takım fesatları ve kötülükleri dile getirerek şöyle buyurmaktadır: 'Eğer onlar sizinle birlikte çıksalardı, sizöe şer ve fesadı arttırmaktan başka bir şey yapmazlar. Aranıza fitne sokmak fesat ve kötülük çıkarmak kastıyla muhakkak koşarlardı. Aranızda onlara kulak verecekler de vardır...'(et-Tevbe, 9/47)
Yani aranızdan onların çağrılarını kabul edecek kimseler vardır. Bir taraftan onların fitne ve fesatta koşuşmaları, diğer taraftan berikilerin onların bu kötülüklerini kabul etmeleri, onların cihada çıkmak maslahatlarından daha büyüktür, O bakımdan hikmet ve rahmet onların cihada çıkmayıp oturmalarını sağlamaktır.
işte bu örneği bir esas kabul edip başka hususları buna kıyas edebilirsiniz.
Kul cihetinden olan ikinci bakıma gelince; bu da mümkündür, hatta fiilen va-ki'dir. Çünkü kul fasıklığa ve masiyete kızar. Kulun fiili olması, onun kazanmasıyla meydana gelmesi, irade ve ihtiyarı (tercihi) ile ortaya çıkması cihetinden ondan hoşlanmaz. Bununla birlikte Yüce Allah'ın ilmine, yazıp takdir ettiğine, meşietine, iradesine ve kevnî emrine razı olur. Allah'tan gelene razı olur ve kendisinden meydana gelene de kızar, öfkelenir, işte bu irfan ehli bir kesimin izlediği bir yoldur.
Bir başka kesim ise bunu mutlak olarak hoş karşılamamaktadır. Bunların görüşleri de sonuç olarak bu görüşe racidır. Çünkü bunlar hoşlanmama ifadesini kullanırken bununla Rabbin ilmini, kitabet ve mesîetini de kapsamayı kastetmezler.
Meselenin sırrı şudur. Bu hususta Rabbe ait olan hoş karşılanmayan bir şey değildir. Kula ait olan ise hoş değildir.
Bundan kula ait bir şey yoktur, denilecek olursa, buna da şöyle cevap verilir: İşte kişinin böyle bir dar makamdan kurtulabilmeye imkan bulamadığı, batıl cebrî görüş budur. Kaderi inkar eden kişinin ise böyle bir yanlış kanaatten kurtulma ihtimali Cebriye'ye mensub olana göre daha fazladır. Kaderiye ile Cebriye arasında orta yolu tutan Ehl-i Sünnet ise her iki kesimden kurtulmakla bahtiyar olmuşlardır.
ilahi takdirde hikmetin görülmesi, kayyumiyet ve etkin meşiete tanık olunması ile birlikte pişmanlık duymak ve tevbe etmek nasıl söz konusu olabilir? diye sorulacak olursa şöyle cevap verilir:
işte basiretleri körelmiş olan kimseleri meseleyi gerçek durumdan farklı görmek konumuna düşüren budur. Böyle bir kimse fiilleri meşiet ve kadere uygun düşmesi dolayısıyla itaatler olarak değerlendirir ve: Eğer ben O'nun emrine isyan etsem dahi, O'nun iradesine itaat ediyorum, der İşte şu beyit de bu hususu dile getirmektedir:
"Ben senin benim için seçtiğin şeyin edilgeniyim, O halde benim bütün fiillerim itaatlerden ibarettir,"
Böyleler! insanlar arasında en kör basiretli, Allah'ın, O'nun dinî ve kevnî hükümlerinin en cahilidirler. Çünkü itaat, kader ve meşîete uygunluk değil, seri ve dinî emre uygunluk demektir. Eğer kadere uygunluk itaat olsaydı, şüphesiz ki iblis Allah'a itaatkârların en büyüklerinden olurdu ve elbetteki Nuh, Hud, Salih, tut ve Şuayb'in kavimleri ile Firavun kavimlerinin tamamı itaatkâr olmalıydılar, bu ise cehaletin en ileri derecesidir.
Fakat kul kendisinin acizliğini, kaderin kendisinde etkin olduğunu, Rabbi-ne kemal derecesinde muhtaç olup O'nun kendisini koruma ve himaye etmesinde bir göz açıp kırpacak kadarlık bir süre dahi müstağni kalamayacağını gördüğü takdirde; işte böyle bir durumda o kişi kendi nefsine güvenip dayanan değil, Allah ile birlikte olan bir kimsedir. Şüphesiz ki bu durumda olan bir kimsenin günaha düşmesi beklenemez, Çünkü böylesinın üzerinde "benimle işitir, benimle görür, benimle yakalar, benimle yürür" ifadelerinin dile getirdiği çok sağlam bir zırh bulunur.
Böyle bir durumda bu kimsenin günah işlemesi düşünülemez. Bu konudan uzak tutulup, nefsiyle başbaşa kalacak olursa o vakit nefsin hükmü onu istila eder. İşte o vakit onun aleyhine olmak üzere ağlar ve tuzaklar kurulur. Avcılar onun üzerine hücum ederler. Bu tabiî varlığının sisleri üzerinden açılıp gittiği takdirde; işte o vakit pişmanlık, tevbe ve Allah'a yönelmeye koyulur. Çünkü o rnasiyet halinde kendi nefsi ile Rabbinden perdeli idi. Bu varlıktan ayrılmaya başlayınca bir başka varlıkla birlikte olur. Artık o kendi nefsi ile değil, Rabbi ile başbaşa kalır.
İlahi Takdir ve Kaza'dan Razı Olunan ve Olunmayan
"Küfür Allah'ın kaza ve kaderi ile olduğuna; bizler de Allah'ın kazasına razı olmakla ernrolunduğumuza göre bunu nasıl inkar ederiz, nasıl hoşlanmayabiliriz? dıys sorulacak olursa buna şöyle cevap veririz:
1- Bizler Allah'ın kaza ve kaderi ile takdir ettiği herşeye razı olmakla em-rolunmuş değiliz. Bu hususta ne Kitapta, ne sünnette herhangi bir nass vand olmamıştır. Aksine ilahi kazanın kimilerinden razı olunur, kimilerine gazap edilir ve hoşlanılmaz. Nitekim hakimde O'nun kazalarına (bir takım kimselerin suç işlemelerine karşı aleyhteki hüküm vermek suretiyle) razı olmamaktadır. Aksine bir takım kazalar gazaplandırabilir, öfkelendirebilir. Nitekim muayyen kazalar dolayısıyla gazaplanılır, onlara öike duyulur, lanetlenir ve yenilirler.
2- Burada iki husus vardır. Allah'ın kazası ki bu Yüce Allah'ın zatı ile kaırn bir fiildir. Diğeri ise kaza olunan şey, bu da ondan apayrı ve kendisinde kazanın cereyan ettiği husustur. Kaza tümüyle hayırdır, adalettir, hikmettir. Onun tümüne rıza gösterilir. Makzi (kaza ile hükm olunan) da iki kısımdır. Bunların bir bölümüne razıdır, bir bölümünden de razı değildir.
3- Kazanın iki yönü vardır Birincisi Yüce Rabba taalluk edip O'na nisbel edilmesi. Bu yönüyle kul o kazaya razıdır, ikinci yönü ise kula taalluku ve ona nisbet edilmesi. Bu bakımdan da kaza onun razı olduğu ve kendisinden razı olmadığı şey olmak üzere ikiye ayrılır. Mesela can öldürmenin iki ayrı değerlendirmesi vardır. Yüce Allah'ın kaderi, kazası, yazması ve onu dilemiş olması bakımından ve onu maktulün eceli, ömrünün sonu olarak takdir etmiş olması bakımından; biz bu kazaya razı oluruz. Fakat katil tarafından bu fiilin işlenip yerine getirilmesi ve onun kazancı olup kendi iradesiyle buna kalkışarak, fiiliyle Allah'a asi olması açısından da bu fiile gazaplanırız ve buna razı olmayız.
"0u hususta derinlemesine dalmak ve kafa yormak ilahi yardımdan mahrum kalmaya götüren bir yoldur" sözlerine gelince. .
Kader Hususunda Söz Söylemekte Aşırıya Kaçmak
Teammuk (derinliğine dalmak), bir şeyi ele geçirmek istemekte, öğrenmek maksadında aşırıya gitmek demektir. Yanı kaderi öğrenmekte aşırıya kaçıp bu hususta söz söylemeye derinliğine dalış, ilahi yardımdan mahrum kalmaya götüren bir yoldur.
(Musannifin kullandığı} Zeria (yol); vesile ve araç demektir. Zeria, derece (basamak), süilem (merdiven) mana itibariyle birbirlerine yakın kelimelerdir.
Hızlan (ilâhî yardımdan mahrum kalmak), hirman (mahrumiyet) ve tuğyan da aynı şekilde mana itibariyle birbirine yakın terimlerdir. Fakat hizlân yardımın zıttı, hirman zaferin zıttt, tuğyan da istikametin zıttıdır.
"O halde; bundan gerek kıyas ve mantık, gerek düşünce, gerekse de vesvese itibariyle alabildiğine sakınmak gerekir."
Ebu Hureyre -ra-dan, dedi ki: Peygamber -sav-in ashabından bir kesim Rasûlullah –sav yanına gelerek ona şunu sordular; Bizler kendi nefislerimizde herhangi birimizin açıkça söylemeyi çok büyük bir iş olarak kabul ettiği şeyleri hissediyoruz. Peygamber -sav-'. Siz gerçekten içinizde böyle bir duygu sezdiniz mi? diye sordu. Onlar da: Evet. deyince: "işte bu, imanın apaçık halidir" diye cevap verdi. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.1 Müslim 132
Hz. Peygamber'ın: 'İşte imanın apaçık hali budur" sözleri ile onların böyle bir şeyi söylemeyi çok büyük bir iş gördüklerine işaret etmektedir.
Yine Müslim'de yer alan bir rivayete göre Abdullah b. Mes'ud -ra- şöyle demiştir: Rasûlullah -saiiaitahu aleyhi veseitem-e vesvese hakkında soru soruldu da, o da: "İşte imanın katıksız hali budur" dedi,1
Bu Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği hadisin anlamını ifade etmektedir. Nefsin vesvesesi, bu vesveselere karşı savunmaya girişmek, iki kişi arasındaki konuşmaya benzer. Şeytanı vesveseye karsı savunmaya geçip onu büyük bir şey olarak değerlendirmek imanın en açık halidir, imanın katıksız ve yalın şeklidir.
işte Ashab-ı Kiram'ın -ra-, onlara güzel bir şekilde tabi olanların izledikleri yol budur. Daha sonra bunların arkalarından şüphe ve tereddütlerin ta kendisi olan bu vesveselerle sahifeleri karalayan bir nesil geldi. Hatta bunlar sahifeleri değil, kalpleri dahi karaladılar. Hakkı kendisiyle bertaraf etmek maksadıyla batıl'ı öne sürerek mücadele ettiler, işte bundan dolayı Tahâvî -Allah ona rahme! etsin- kader hususunda ileri gen konuşarak dalmayı ve bu konuda incelemelere girişmeye kalkışmayı yerip, geniş açıklamalarda bulunmuştur.
Âişe -ra-dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah -Sat-taitahu aleyhi veseilem- buyurdu ki: "Şüphesiz ki Allah tarafından kendisine en çok buğzedilen kişi tartışması sürekli ve uzlaşmaz düşmandır."2 Müslim 2668: Timuz, 2976; NesaT, V..I. 248. Müsned. VI, 55, 62, 205
İmam Ahrned de şöyle demektedir: Bize Ebu Muaviye anlattı, bize Davud b. Ebi Hind, Amr b. Şuayb'dan anlattı. O babasından, o dedesinden rivayetle dedi ki: İnsanların kader hakkında konuştukları bir günde RasOlullah -Satiatfahu aleyhi vesetlem-çıkageldi. Kızgınlığından ötürü yüzünde adeta nar tanecikleri gibi kabarcıklar belirdi ve şöyle buyurdu: "Ne oluyor size ki Allah'ın Kitabının bir bölümünü diğeriyle çarpıştırıyorsunuz? Sizden öncekiler de bu yolla helak oldular." (Amr'ın dedesi) dedi ki: Rasûlullah –sav bulunup da benim hazır bulunmadığım o meclis dolayısı ile memnun olduğum kadar, bulunmadığım başka herhangi bir meclis dolayısı ile memnun olmuş değilim.3 Müsned.ll. 178. 1B1. 185. 195; İbn Mâce 85 Bu hadisi İbn Mace de rivayet etmiştir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Onlar payları kadar faydalandılar. Sizden öncekiler kendi payları kadar faydalandıkları gibi: siz de payınız kadar faydalandınız ve onlar (batıla) daldıkları gibi siz de daldınız.' (et-revbe, 9/69); 'Ahi-fefte ise onun hiçbir payı yoktur." (ei-Bakara, 2/200)
Yani sizden öncekiler kendi paylarından yararlandıkları gibi siz de dünyadaki payınızdan yararlandınız. Onların dalgalar halinde batıl'a daldıkları gibi siz de onlar gibi batıl'a daldınız.
Dinin Bozulmasının Sebebi Şüpheler ve Arzulardır
Yüce Allah bu buyruğunda paydan yararlanmak ile dalmayı bir arada zikretmiş bulunmaktadır. Çünkü dinin fesadı, bozulması ya amel bakımından ya itikad bakımından söz konusu olur. Birincisi şehvet ve arzuların neticesi, ikincisi ise şüphelerin neticesidir.
Buharî, Ebu Hureyre -Radıyaliahu anh- yoluyla kaydettiği bir rivayete göre Peygamber -saiiaiiahu aleyhi veseiiem- şöyle buyurmuştur: "Andolsun benim ümmetim de kendisinden önceki nesillerin yolunu karış karış, arşın arşın izleyecektir." Ashab (bunlar) Pers'lerle, Rum'lar mıdır? diye sorunca, Peygamber -sallat/ahu aleyhi veseilem-: "Ya bunlardan başka (arkasından gidilecek) başka insanlar var mı ki?" diye buyurdu.1 Buharî 7319
Ebu Hureyre rivayete göre Rasûlullah -sav- şöyle buyurmuştur: "Yahudiler yetmişbir yahut yetmişiki fırkaya ayrıldılar, hristiyanlar da bir o kadar fırkaya ayrıldılar, benim ümmetim de yetmişüç fırkaya ayrılacaklardır."2 Ebu Dâvûd 4596, Tırmızl 2650; ibn Mâce 3991. Bu hadisi Ebu Davud, ibn Mace ve TirmizT rivayet etmiştir. Tirmizî: Hasen, sahih bir hadistir, demiştir.
Ümmet arasında görüş ayrılığının ortaya çıktığı en büyük mesele kader meselesidir. Bu husustaki sözler ve açıklamalar oldukça geniş ve etraflıdır.
Tahâvî'nin -Allah ona rahmet etsin-: "Her kim: Niye yaptı? dîye sorarsa o, Kitabın hükmünü reddetmiş olur. Kitabın hükmünü reddeden de kâfirlerden o/ur."
Ubudiyyetîn ve İman'ın Esası Teslimiyettir
Şunu bilelim ki ubudiyyetin Allah'a, kitaplarına ve rasûllerine imanın esası teslimiyettir. Emir, nehiy ve şerT hükümlerdeki hikmetlerin tafsilatı ile ilgili olur olmaz soru sormamaktır, işte bundan dolayı Yüce Allah kendisine gönderilen peygamberi tasdik edip getirdiklerine iman etmiş herhangi bir ümmetin kendilerine verdiği emir ve yasaklardaki, Rablerinden kendilerine tebliğ ettiği şeriatteki hikmetlerin tafsilatına dair soru sorduklarını belirten bir olay nakletmemiştir. Zaten bu ümmet böyle bir şey yapmış olsaydı, peygamberine de irnan etmiş ol mazdı. Aksine her bir ümmet emre bağlanmış, teslimiyet göstermiş ve boyun eğmiştir. Hikmetlere dair bilebildiği kadarını bilmiş, bilme imkanını bulamadığı hallerde ise itaat ve teslimiyet göstermek için bilme şartını koşmamıştır. Böyle bir şeyi de uğraşma alanına sokmamıştır. Her bir ümmetin rasûlü de zaten böyle bir soruya muhatap olmayacak kadar büyük bir şahsiyetti.
işte bundan dolayı akıl, bilgi ve marifet bakımından bütün ümmetlerin en mükemmeli olan bizim ümmetimizin salih selefi peygamberine Allah ne diye bunu emretti? Niçin bunu yasakladı? Niçin böyle bir şeyi takdir etti? Niye böyle bir şey yaptı? diye sormamışlardır. Çünkü onlar böyle bir soru sormanın imana ve teslimiyete aykırı düştüğünü, diğer taraftan teslimiyet derecesi dışında İslam ayağının zemine sağlam basamayacağını iyice biliyorlardı.
O halde bir emri ta'zim etmenin ilk mertebesi onu tasdik etmektir. Sonra ona sıkı sıkıya bağlanmak üzere kesin ve kafi karar vermektir. Daha sonra onu yerine getirmek üzere eli çabuk tutmak ve engelleri de ortadan kaldırmaktır. Arkasından en mükemmel şekliyle onu yerine getirmek üzere tam samimiyetle bütün gayretini ortaya koymak, sonra da o işi yerine getirmekle emrolunduğu için o işi yapmaktır. Öyie ki onu yerine getirmek, onun hikmetine bağlı kalmamalı, bu hikmeti açıkça bilirse yapacak, bilmezse onu ihmal edecek duruma düşmemelidir. Çünkü böyle bir iuiLim emre bağlılığa aykırıdır, emre tam anlamıyla riayet etme haline gölge düşürür. Kurtubî, ibn Abdi'l-Berr'den naklederek der ki: Bir kimse ilme duyduğu arzu ve bilgisizliğini gidermek, diyaneten bilinmesi gerekli bir hususu araştırmak kastıyla soru soracak olursa bunda bir sakınca yoktur. Çünkü bilgisizliğin şifası soru sormaktır. Ancak bilgisini arttırmak ve öğrenmek kastıyla değil de, işi yokuşa sürmek maksadıyla soru soran kimsenin bu sorularının az olması da çok ol-rnası da durumu değiştirmez, helal değildir.
ibnu'i-Arabî de der ki: ilim ile uğraşan alime yakışan da delilleri geniş geniş açıklamak, hükümlerin elde edildiği yolları açıklığa kavuşturmak, ictihad için gerekli ön bilgileri ve şartları elde etmek, hükümleri çıkarmak için yardımcı olacak araç ve gereçleri hazırlamaktır, Herhangi bir olay ile karşı karşıya kalınacak olursa ele alınması gereken şekilde ele alınır ve çözümü bulunabileceği kabul edilen yollardan çözülmeye çalışılır. Bu hususta da Yüce Allah doğru yolu gösterir.
Peygamber -Saiialiahu aleyhi veseilem- de şöyle buyurmaktadır: "Kişinin kendisini ilgilendirmeyen hususları terketmesi İslamının güzelliğındendir."1 Tirmizi 2317 Bu hadisi Tirrnizi ve başkaları rivayet etmiştir.
Kitab'ın Hükmünü Reddedenin Küfründe Şüphe Yoktur
Kitab'm hükmünü reddedenin kâfir olacağı şüphesizdir. Fakat karşı karşıya kaldığı bir şüphe dolayısıyla Kitabın hükmünü te'vil eden kimseye de doğruya dönmesi için doğru husus ne ise açıklanır. Yüce Allah'a ise -Cehm'in ve ona uyanların söyledikleri gibi- sadece kahır ve kudreti dolayısıyla değil, aynı zamanda hikmetinin, rahmet ve adaletinin kemali dolayısıyla da yaptığı hakkında soru sorulmaz. Buna dair daha geniş açıklamalar, Tahâvî'nin -Allah ona rahmet etsin-: 'Biz helal kabul etmediği sürece kıble ehlinden herhangi bir kimseyi işlediği bir günah dolayısıyla tekfir etmeyiz°sözlerini açıklarken gelecektir.
"İşte bunlar Yüce Allah'ın dostlarından (veli kullarından) kalpleri (iman) nuru ile aydınlanmış kimselerin gerek duyduğu şeylerin özetidir ve bu, ilimde derinleşmiş olanların mertebe-sidir. Çünkü ilim iki türlüdür: Birisi mahlukat arasında var olan (onlar tarafından bilinen) bir ilimdir, diğeri ise mahlukat arasında bulunmayan bir ilimdir. Var olan ilmin inkârı küfürdür, olmayan ilmi bilmek iddiasında bulunmak da küfürdür. İman var olan ilmi kabul edip bulunmayan ilmi elde etmeyi terket-medikçe sabit olmaz."
Tahâvî'nin -Allah ona rahmet etsin-: "İşte bunlar./sözleri ile şeriatın getirdiği ve daha önce kendisine işaret edilen, inanılması ve gereğince amel edilmesi gereken hususlara işaret etmektedir.
"İşte bu, ilimde derinleşmiş olanların mertebesidir"sözleri de Allah Rasûlünün icmali ve tafsil? olarak nefy ve isbat (red ve kabui)e dair getirdiklerinin bilgisidir.
"Olmayan /V/m'den kastı Yüce Allah'ın yarattıklarına bildirmeyip, gizlediği ve onun elde edilmesi için çalışmalarını yasakladığı kader ilmidir. "Mevcut (var olan) ilim"den kastı ise şeriatı, şeriatın usûl ve furuû (itikadî, sert ve fıkhî) hükümleridir.
Allah Rasûlünün getirdiklerinden herhangi bir şey inkâr eden bir kimse kâfirlerden olacağı gibi, gayb ilmini bildiği iddiasında bulunan kimse de kâfirlerdendir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır. °0 gayb; bilendir, O kendi gaybına hiç-bir kimseyi mutta// kılmaz. Meğer ki beğenip seçtiği bir peygamber ola." jeı-cin, 72/26-27); "Saatin (kıyametin ne zaman kopacağının) ilmi şüphesiz Allah'ın nez-dindedir. Yağmuru O indirir, rahimlerde olanı O bilir, hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilemez, hiçbir nefis de hangi yerde öleceğini bilmez. Muhakkak Allah herşeyi bilendir, herşeyden haberdardır.' (Lukman, 31/34)
Bizim Yüce Allah'ın hikmetini bilemeyişimiz, bunun bize gizli kalması o hikmetin bulunmamasını, bizim o hikmeti bilmeyişimiz, var olmamasını gerektirmez. Nitekim bizler zarardan başka bir şeylerini bilemediğimiz yılanların, akreplerin, haşeratın yaratılışındaki hikmeti bilememekteyiz. Bu Yüce Allah'ın, bunları yaratmadığı manasına gelmediği gibi, bunlarda bizim için belli olmayan bir takım hikmetlerin bulunmamasını da gerektirmez. Çünkü bir şeyin bilinmemesi o şeyin yok olduğunun bilinmesi demek değildir.
"Biz Levh'e ve Kalem'e de iman ederiz. (Levh'e kalem ile} yazılan herşeye de."
Levh-i Mahfuz'a ve Kalem'e İman Etmek
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Daha doğrusu o çok şerefli bir Kur'ân'dır. Levh-i Mahfuz'dadır." (ei-Buruc, 85/21-22)
Sözü geçen Levh, Yüce Allah'ın bütün mahlukatın kaderlerini, ölçülerini, kendisinde yazdığı Levh'tir. Kalern'den kasıt ise Yüce Allah'ın yaratıp kendisi ile sözü edilen Levh'e ilahî takdirlerini yazdığı şeydir, Nitekim Ebu Davud'un Sü-nen'inde yer alan rivayete göre Ubade b. es-Samit -Raöıyaiiahıı ann- şöyle demiştir; Rasûlullah -saiiatiahu aleyhi veseiiemi şöyle buyururken dinledim: "Yüce Allah'ın ilk yarattığı şey Kalem'dir. Ona: Yaz diye buyurdu, o: Rabbim neyi yazayım? diye sordu. Kıyametin kopacağı ana kadar herbir şeyin takdirini yaz, diye buyurdu."1 Ebû Dâvûd 4700; Tirrnızî 2155.,
Kalem ve Arş'ın Yaratılışları
İlk yaratılan Kalem midir, yoksa 'Arş mıdır, hususunda ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır. Bunları Hafız Ebu'l-A'la el-Hemedanî söz konusu etmektedir.
Bunların sahih olanına göre Arş Kalem'den önce yaratılmıştır Çünkü sahih(i Müs-lim)de yer alan rivayete göre, Abdullah b. Amr -Radıyai/ahu anh- şöyle demiştir: Râ-sulullah 'Saiiaitahu aieyn> veseüem- buyurdu ki: "Yüce Allah gökleri ve yeri yaratmadan ellibin yıl önce bütün mahlukatın kaderlerini tayin etti, Arşı da su üzerinde idi."1 Müslim 2653
işte bu buyruk, takdirin Arş'm yaratılmasından sonra meydana geldiği hususunda açık bir ifadedir. Takdir (kaderlerin tayini) de Kalem'ın ilk yaratılışı sırasında meydana gelmiştir. Bunu da az önce geçen Ubade b. es-Sarnıt -Radıyaiiahu anh- yoluyla gelen hadisten anlıyoruz. Bu hadisteki: "Allah'ın ilk yarattığı şey Ka-lem'dir...' ifadesi ya [ek bir cümledir, yahut iki ayrı cümledir. Eğer tek bir cümie ise -ki doğru olan da budur- manası şudur: Kalem, Allah'ın ilk halkettiği ve kendisine "yaz" diye buyurduğu yaratığıdır. Nitekim ifadenin lafzında da şöyle denilmektedir: Allah'ın ilk halkettiği şey kalem'dir, ona: Yaz diye buyurmuştur. Buradaki •ilk" anlamındaki kelime ile "Kalem" anlamındaki kelime nasb ile okunmuştur.
Eğer iki cümle ise -ki bu rivayet "ilk" ile "Kalem" kelimelerinin ref'i iie rivayet edilmiştir- o takdirde bu hadisi şuna yorumlamak gerekir: Kalem, bu alem arasında yaratılmış mahlukatın ilkidir. Böylelikle bu iki hadis arasında ittifak (uyumluluk) söz konusu olur. Çünkü Abdullah b. Amr'ın hadisi arşın ilahi takdirden Önce yaratılmış olduğu hususunda açık bir nasstır. Mahlukatın takdiri ise Kalem'in yaratılması ile birlikte olmuştur. Bir başka lafızda da şöyle denilmektedir: 'Allah Kalem'i halkedince ona: Yaz diye buyurdu."
İşte bu Kalem, Kalem'lerin ilki, en faziletlisi ve en değerlisidir. Tefsir alimlerinden birden çok kişi de şöyle demektedir: Bu Kalem Yüce Allah'ın: "Nün. Kaleme ve yazmakta oldukları şeylere andolsun ki...'(ei-Kaiem, 68/1-2) buyruğunda kendisine yemin ettiği kalem'dir.
İkinci Kalem ise vahiy kalem'idir. Kendisi ile Yüce Allah'ın peygamberlerine ve rasûllerıne göndermiş olduğu vahyi yazdığı kalem'dir. Bu kalem'ın sahipleri âleme hakim olan (melekler)dir. Bütün kalemler onların kalemlerine hizmet eder. Peygamber -Saiiaiiahu aleyhi vesetiem- İsra gecesinde kalemlerin cızırtısını duyduğu bir yere kadar çıkartılmıştır, işte bu kalemler Yüce Allah'ın yüce ve alt âlemin her türlü işini tedbir edip, çekip çevirdiği hususlar ile ilgili olarak bildirdiği vahiylerin kendileri ile yazıldığı kalemlerdir.
"Yüce Allah'ın orada olacak diye yazdığı bir şeyin olmamasını sağlamak üzere bütün mahluka! bir araya gelip toplansa-lar, buna güç yetiremezler. Aynı şekilde Yüce Allah'ın orada olmayacak diye yazmış olduğu bir şeyin olması için hepsi bir araya gelecek olsalar, yine buna güç yetiremezler. (Çünkü) Kalem kıyamete kadar olacak şeyleri yazmış ve artık (mürekkebi) kurumuştur."
Kıyamete Kadar Olacaklar Kalemle Yazılmış ve Bitmiştir
Câbir -Raüıyatlahu anh-\n, RasÛlullah -Sallaltahu aleyhi vesetiem-Öen naklettiği ŞU hadis daha önceden geçmişti: Suraka b. Malik b. Cu'şum gelerek dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Şu anda yaratıimışızcasına bize dinimizi açıkla. Bugün amel ne içindir? Kalem'lerin yazıp kuruduğu ve takdirlerin kendisi doğrultusunda cereyan ettiği bir şey uğrunda mı, yoksa gelecekte (belirlenecek) şeyler uğrunda mı? Peygamber -Saiiaitahu aleyhi veseilem- şöyle buyurdu. "Hayır. Kalem'lerin yazıp kuruduğu ve takdirlerin kendisi hakkında cereyan ettiği şey hakkındadır."1 Müslim 2648; Müsned. III. 292, 293
İbn Abbas -Radıyaiiahu anfı-dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bir-gün Peygamber -saiiaiiahualeyhi vese//em-in terkisinde idim. "Ey genç!" diye buyurdu. "Sana bazı sözler öğreteceğim, dikkat et; Allah'ı(n hükümlerini) koru ki O da seni korusun. Allah'ı koru ki O'nu yöneldiğin cihette bulasın, dilekte bulunacak olursan Allah'tan dile. Yardım isteyecek olursan Allah'tan iste. Şunu bil ki bütün ümmet (insanlar) sana herhangi bir hususta faydalı olmak için bir araya gelip toplanacak olsalar Allah'ın senin için yazmış olduğu bir şey müstesna sana, fayda sağlayamazlar ve eğer sana bir hususta zarar vermek için bir araya top-lansalar, Allah'ın senin aleyhine yazmış olduğu bir şey olması müstesna, sana zarar veremezler. (Çünkü artık) Kalemler kaldırılmış, sahifeler(in mürekkebi) kurumuştur." Bunu Tirmizî rivayet etmiştir ve: Hasen, sahih bir hadistir, demiştir.2 tırmizT2516; Müsned. 1,293.
Tirmizî'den başkalarının rivayetinde ise şu da vardır: "Sen Allah'ın hü kümlerini) Koru, O'nu önünde bulacaksın. Rahat ve bolluk zamanlarında Allah'ı lanı (Allah yolunda işler yap) ki zorluk ve darlık zamanında O da seni tanısın (imdadına yetişsin, yardımına koşsun.) Şunu da bil ki sana gelip çatmayan bir şey, asla sana isabet edecek değildi. Sana isabet eden bir şeyin de seni gelip bulmaması imkansızdır. Şunu bil ki yardım sabırla b.rliktedir, kurtuluşta sıkıntıyla beraberdir ve muhakkak zorlukla birlikte bir kolaylık vardır."' Müsned. l. 307
Bu hadislerde ve başkalarında "kalemler" tabiri çoğul olarak gelmiştir, işte bu da îlahî takdirlerin -daha önce Levh-i Mahfuz ile birlikte sözü edilen- ilk kalemin dışında, başka kalemlerinin de olduğuna bir delildir.
Sünnetin delâlet ettiği üzere kalemler dört tanedir ve bu taksim daha önce sözü edilen taksimden farklıdır:
1- Birinci kalem bütün mahlukatı kapsayan umumi kalemdir. Levh ile birlikte daha önce sözü edilen kalem budur.
2- ikinci kalem, Adem -Saiiaiiahu aleyhi ve se/iem-\ﷺ\ yaratılması zamanındaki kalemdir. Bu da umumi bir kalemdir, ancak AdemoğuNanna hass'tır. Bu kaleme dair Yüce Allah'ın Ademoğullannın amellerini, rızıklarını, ecellerini ve mutluluklarını ilk atalarını yaratmasının akabinde takdir ettiğine delalet eden bir takım âyetler varid olmuştur,
3- Üçüncü kalem meleğin, annesinin karnında bulunan cenine gönderildiği zaman kullanılır. Melek o vakit cenine ruh üfler ve dört kelimeyi yazmakla emrolunur: Rızkını, ecelini, amelini ve mutlu yahut bedbaht olduğunu yazar,2 Buharı 3208, 3332. 6594, 7454; Müslırn 2643; Ebû Dâvûd 4708; Tirrnizî 2138, ibn Mâce 76; Müsned, 1,382,414,430. Nitekim bu hususta varid olmuş sahih hadisler de vardır.
4- Dördüncü kalem, kulun bulûğa ermesi halinde konulan kalemdir. Bu Kiramen katibiyn'in ellerinde bulunur, ve onunla Ademoğullannın yaptıklarını yazarlar. Yine bu hususta Kitap ve sünnetten buyruklar vardır.
Herşey Bir Kader İle Olduğuna Göre Yalnız Allah'tan Korkmalı
Kul, herşeyin Allah'tan geldiğini bildiğine göre yalnızca Yüce Allah'ın huzurunda korku ve saygı duymalı ve yalnızca O'na karşı takvalı davranmalıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O halde insanlardan korkmayın, Benden korkun." (et-Mâide, 5/44);" Ve yalnız Benden korkun." (ei-Bakata. s/40);' Ve yalnız Benden korkun.' (e'-Bakara, 2/üi); 'Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse, Allah'tan korkar ve O'ndan sakınırsa işte onlar kurtuluşa erenlerin fa kendileridir." fen-Nur. 34/52); "İşte O kendisinden korkulmaya layık olandır, bağışlamak da O'na yaraşır." (ei-Muöüessir, 74/56)
Kur'ân-ı Kerîm'de bu anlamdaki buyruklar gerçekten çoktur.
Kulun bir takım şeylerden sakınması kaçınılmaz bir şeydir. Çünkü kul, kendisine itaat olunan bir hükümdar olsa dahi tek başına yasayamaz. Bir hükümdar bile yönetimi altındaki insanların iyiliğini düşünerek bazı şeylerden sakınmak zorundadır, O halde herbir insan mutlaka sakınmalı (takva sahibi olmalıjdır.
Eğer Allah'tan korkmaz ve sakınmazsa bu sefer mahlukattan korkmak ve sakınmak zorunda kalır. Bütün mahlukatın ise aynı anda bir kişiye sevgi ve nefret duymaları imkansız bir şeydir. Aksine birisinin istediğini diğeri nefretle karşılayabilir. Hepsini razı etmeye imkan yoktur. Nitekim Şafiî -Raüıyaiiattu anh- böyle demiştir: İnsanları razı etmek, ulaşılamayan bir amaçtır. O halde senin halini düzelten işe bak, ondan ayrılma, onun dışındaki herşeyi de bir kenara bırak, onu önemseme. Yaratıkları razı etmek ne gücün çerçevesinde olan bir şeydir, ne de emrolunmuş bir şeydir. Yaratanı razı etmek ise güç yetirilebilen ve emrolunan bir husustur.
Aynı şekilde yaratığın insana Allah'a karşı hiçbir faydası yoktur. Kul, Rab-binden korkarsa insanları razı etmek külfetinden Allah onu kurtarır. Nitekim Âişe -Radtyatiahu an/)-. Muaviye'ye böyle yazmıştır ve bu yazdığı mektup merfu olarak rivayet edildiği gibi yalnız ona mevkuf olarak ta rivayet edilmiştir: "Kim insanları öfkelendirmek pahasına Allah'ı razı ederse, Allah kendisinden razı olur; insanları da kendisinden razı etmiş olur. Kim de Allah'ı gazaplandırmak suretiyle insanları razı etmeye kalkışırsa, insanlar arasından onu övenler, onu yermeye koyulurlar."1 ibn Hibbân 276; el-Kudâî, Müsnedu'ş-Şihâb 499. 500; el-Humeyüî, Müsned 266.
Allah'ı razı eden bir kimseyi Allah insanları razı etmek külfetinden kurtardığı gibi, ondan da razı olur. Daha sonra onlar da O'ndan razı olurlar, çünkü güzel akıbet takvanındır. Allah böyle bir kulu sever, insanlar da onu sever. Nitekim Buharî ile Müslim'de, Peygamber -Ssiiaiiahualeyh: veseiiem-\n şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Allah kulunu sevdi mi, Ey Cebrail diye nida eder. Ben filanı seviyorum, sen de onu sev. Bunun üzerine Cibril onu sever, sonra Cibril semada şöyle seslenir: Şüphesiz Allah filanı seviyor, siz de onu seviniz. Bunun üzerine semadakiler onu severler. Daha sonra o kimse için yeryüzünde kabul görme vasfı yerleştirilir."2 Buharî 3209. 6040, 7485: Müslim 2637
Peygamber buğz ve nefret hakkında da buna benzer ifadeler kullanmıştır.
(Hadis-i Şerit) her mahlukun mutlaka ya bir yaratılmıştan yahut ta yaratıcıdan korkmasının kaçınılmaz olduğunu açıklamaktadır. Yaratılmıştan korkmanın zararı bir çok bakımdan faydalarından daha ağır basmaktadır. Allah'tan korkmak (takva) ise dünya ve âhiret saadetinin sebebidir.
Yüce Allah kendisinden korkulmaya gerçekten layıktır. Aynı şekilde O mağfirette bulunmaya da ehildir. Günahları bağışlayan O'dur, hiçbir yaratılmış günahları bağışlamaya kadir değildir. Allah'tan başka hiçbir kimse de bu günahların azabından kimseyi koruyamaz. O koruyandır, Ona rağmen kimse kimseyi koruyamaz
Seleften birisi şöyle demiştir: Takva sahibi bir kimse asla muhtaç olmaz, çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim Allah'tan korkarsa ona bir çıkış yolu ihsan eder ve ona ummadığı bir yerden nzık verir." (et-Taiâk, 65/2-3)
Görüldüğü gibi Yüce Allah takva sahiplerine insanların darlanıp, zorlandıkları şeylerden bir çıkış yolu göstermeyi, ummadıkları bir yerden kendilerini n-zıkiandırmayı taahhüt etmektedir. Eğer bu gerçekleşmeyecek olursa takvada bir halel olduğunu gösterir. O bakımdan Yüce Allah'tan mağfiret dilesin, O'na tevbe etsin. Daha sonra da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: 'Kim Allah'a tevekkül ederse O, kendisine yeter." (et-Taiâk, 65/31 Yani Allah o kimseye kafi gelir ve onu başkasına muhtaç kılmaz.
Sebebleri Yerine Getirmek Tevekküle Aykırı Değildir
Bazıları tevekkülün kazanç yollarına başvurmaya ve sebebleri yerine getirmeye aykırı olduğunu, işler takdir edilmiş olduğuna göre esbabı yerine getirmeye gerek bulunmadığını zannedebilir. Ancak bu yanlıştır, çünkü kazanç yollarına başvurmanın kimisi farzdır, kimisi müstehabtır, kimisi mubah, kimisi mekruhtur, kimisi de haramdır. Peygamber -sav- tevekkül edenlerin en faziletlisidır, fakat o savaşa giderken zırh giyerdi. Kazanç elde etmek için pazarlarda dolaşırdı. Öyle ki kâfirler onun hakkında: "Bu nasıl peygamberdir ki yemek yer ve pazarlarda dolaşır?" (el-Furkan. 25/7) demişlerdi.
Bundan dolayıdır ki kazanç yollarına başvurmayı tevekküle aykırı gören bir çok kimsenin ya sadaka yahut hediye suretiyle başkalarının kendilerine verdikleri ile rızıklannı elde ettiklerini görüyoruz. Ancak (sadaka yada hediye veren) bu kimse bir vergi memuru, yahut bir güvenlik amiri ya da buna benzer (kazancı arasında çoğunlukla haram bulunan) bir kimse olabilir.
Yüce Allah'ın: "Allah dilediğini siler ve (dilediğini) bırakır. Ana kitap ise O'nun nezdindedir." (er-Rad. 13/39) buyruğunun tefsiri ile ilgili bir takım görüşlere daha önceden işaret etmiş bulunuyoruz.
Yüce Allah'ın: 'O her gün bir iştedir.' (er-Rahman, 55/S9) buyruğuna gelince, el-Beğavî şöyle demektedir: Mukaîil dedi ki: Bu âyet-i kerîme yahudilerin: Şüphesiz Allah cumartesi günü hiçbir şey hakkında hüküm vermez, demeleri üzerine nazil olmuştur.1 Begavî Tefsiri, IV, 270
Tefsir alimleri derler ki: Hayat vermek, Öldürmek, rızık vermek, bir takım kimseleri aziz kılıp başkalarını zelil kılmak, hastaya şifa vermek, bir esiri esaretten kurtarmak, sıkıntı içersinde olan birisini kurtarmak, dua eden birisinin duasını kabul etmek, bir dilekte bulunana istediğini vermek ve bir günahı bağışlamak ve buna benzer sayılamayacak pek çok fiilleri ve yarattıklarında dilediğini yaratması O'nun şanındandır.2 ibn Kesir. VII. 469-470.
"Kula isabet etmeyen bir şey hiçbir şekilde ona isabet edecek değildi. Ona isabet eden herhangi bir şeyin de ona isabet etmemesi imkânsızdır."
Bu, daha önce geçen takdir olunmuş herbir şey kaçınılmaz olarak meydana gelir, şeklindeki gerçeğe binaen kullanılmış bir ifadedir.
"Kul şunu bilmelidir: Yüce Allah'ın yarattığı ve meydana gelen herbir hususa dair bilgisi ezeldendir. O bakımdan O, bunu son derece muhkem ve kat'î bir şekilde takdir etmiş-tir.Göklerde ve yerdeki yaratıklardan hiçbir kimse bunu nak-zedemez; kimse onu bozamaz, izale edemez, değiştiremez, başka bir yere havale edemez, eksiltemez, O'na bir şey İlave edemez."
Yüce Allah'ın Kâinata Dair Bilgisi Onların Yaratılmasından
Öncedir
Bu da, daha önce sözü edilmiş "Yüce Allah'ın kainat hakkındaki bilgisi ezeldendir ve O varlıkları yaratmadan önce bunlara dair kaderleri (ölçüleri) takdir etmiştir" şeklindeki ifadelere binaen söylenmiştir. Nitekim Peygamber -Satiai-lahu a/eym veseiiem- şöyle buyurmaktadır: 'Yüce Allah gökleri ve yeri yaratmadan ellibin sene öncesinden bütün mahlukatın kaderlerini takdir etmiştir, Arşı da su üzerinde idi,"1 Müslim 2653.
O halde; Yüce Allah'ın, zamanı gelince sonsuz hikmetinin gereğine uygun olarak varlık alemine çıkmadan önce eşyayı bildiğini görüyoruz. Varlık alemine de O'nun bilgisine uygun olarak ortaya çıkar. Çünkü mahlukatın sahip bulundukları akıl almaz pek çok hikmetler ile birlikte var edilmeleri, ancak varlıklarından önce hallerini bütünüyle bilen bir işi tarafından var edilmeleri ihtimalini geçerli kılabilir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yaratan bilmez mı hiç? O Latiftir, herşeyüen haberdardır." (ei-Muik, 67/14)
Mutezile'ye mensup aşırı kimseler Yüce Allah'ın ezelden beri bilen olduğunu kabul etmeyerek şöyle derler: Yüce Allah, kullar fiillerini işlemedikçe onları bilemez. Yüce Allah onların söylediklerinden pek yücedir.
imam Şafiî -yüce Allah'ın rahmeti özerine olsun- şöyle demiştir: Kaderiye ile (Allah'ın) ilmi(ni) ileri sürerek tartışınız. Eğer Allah'ın ilim şifalını kabul ederlerse, yenik düşerler, inkar ederlerse, küfre saparlar. Şüphesiz ki Yüce Allah belli bir kişinin güç sahibi olduğunu ve gücünün yettiği şeyleri yaptığını bilir. O bakımdan ona da mükafat verir. Diğeri ise yine güç yetiren olmakla birlikte, güç yetirdiği şeyi yapmadığını bilir. Bundan ötürü de onu azaplandırır. Onu azaplandır-masının biricik sebebi, kudret sahibi olmakla birlikte (emrolunduğu hususu) yapmamasıdır. Yüce Allah onun bu halini bilmiştir. Güç yetiremeyen kimseye de ne emir verir, ne de güç yetiremediği şeyi yapmadığı için azaplandırır.
Şayet, "o takdirde kulun Yüce Allah'ın bilgisini değiştirmeye kadir olması gerekir. Çünkü Yüce Allah onun, o işi yapmayacağını bilmiştir. Şayet o işi yapabilecek gücü bulursa o takdirde Allah'ın bilgisini değiştirmeye kadir demektir" denilecek olursa şöyle cevap verilir:
Bu bir kelime oyunudur, çünkü kulun mücerred olarak bir fiili yapabilecek durumda olması, ilmin değiştirilmesini gerektirmez, ilmin değişikliğine uğradığı nı zanneden kimseler, fiilin meydana gelmesi halinde bir değişiklik olduğunu zannediyorlar. Eğer fiil meydana gelecek olursa, elbetteki Allah tarafından bilinen husus o fiilin meydana geleceğidir, meydana gelmeyeceği değildir.
Yüce Allah'ın bir işin meydana gelmeyeceğini bilmekle birlikle, o işin meydana gelmesi imkansız bir şeydir. Hatta böyle bir şey meydana gelecek olursa, elbetteki Yüce Allah o işin meydana geleceğini biliyordu. Şayet meydana gelmeyecek olursa, şüphesiz ki Yüce Allah o işin meydana gelmeyeceğini biliyordu.
Bizler Yüce Allah'ın ilminin bir olay ile ilgili olarak nasıl olduğunu ancak o işin açıkça ortaya çıkmasıyla bilebiliriz. Yüce Allah'ın ilmi meydana gelene mutabıktır. Dolayısıyla O'nun ilminin değiştirilmesini gerektirecek bir şeyin meydana gelmesine imkan yoktur. Aksine ne olursa, ne meydana gelirse malûm olan (Allah'ın ilminde bilinen) da onun o durumudur. Herhangi bir iş yapmayan bir kul Allah'ın ilmini değiştiren bir iş yapmış olmaz. Aksine o, meydana gelmeyen bir işi yapabilmeye kadir bir kimse demektir. Şayet o iş meydana gelirse elbetteki Yüce Allah o işin meydana geleceğini bilmiştir, meydana gelmeyeceğini (bildiği halde meydana gelmiş) değildir.
Denilse ki: Bir işin meydana gelmemesi ile birlikte Yüce Allah onun da meydana gelmeyeceğini bilir. Şayet kul o işi meydana getirmeye kadir olursa, ilmi de değiştirmeye kadir, olur demektir.
Burıa şöyle cevap verilir: Durum böyle değildir. Aksine kul öyle bir işi meydana getirme gücüne sahip olmakla birlikte, onu meydana getirmemiştir. Onu meydana getirecek olursa, Allah tarafından bilinen o işin meydana geleceği şeklindedir, başka türlü olamaz. Kulun güç yetirebildiği bir iş meydana geldiği takdirde, Allah tarafından bilinen de sadece o işin meydana geleceği şeklindedir.
Bu şekilde soru soran kimseler meydana gelen bir işin meydana gelmeyeceğinin Allah tarafından bilinmesi halini var sayarak soru soruyorlar. Bu ise imkansız bir varsayımdır ve böyle bir varsayım bir kimsenin; meydana gelmemekle birlikte, meydana geldiğini varsay, demesine benzer ki bu da iki çelişik Önermeyi aynı anda kabul etmek demektir. (Bu da imkânsızdır.)
"işte bunlar inanılması gereken esaslar, marifetin temelleri, Yüce Allah'ın tevhid ve rubûbiyetini kabul etmenin kapsamı içerisindedir. Nitekim Yüce Allah Kitab-ı Kerîm'inde şöyle buyurmaktadır: "Ve O herşeyi yaratıp inceden inceye takdir ve ta'yin etmiştir." (ei-Furkan, 25/2); "Allah'ın emri yerini bulan bir kaderdir." (el-Ahzab. 33/38)"
Kader'e İman, Tevhid'in ve Allah'ın Rubûbiyetini Kabul Etmenin Bir Gereğidir
Burada az önce sözü edilen kadere imana, Yüce Allah'ın meydana gelen bütün olay ve varlıklara dair ilminin ezeli olduğu hususuna işaret edilmektedir. Peygamber -Saiiattahu aieytıi vesellem- imanın ne olduğu hakkında soru sorana verdiği cevabında şöyle buyurmuştur: "(İman) Allah'a, meleklerine, kitaplarına, ra-sûllerıne ve ahıret gününe iman etmendir Ayrıca hayrı ile şerri ile kadere de iman etmendir." Hadisin sonlarında da Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ey Ömer, o soru soranın kim olduğunu biliyor musun1'" (Ömer): Allah ve Rasûlu en iyi bilendir, dedi. Peygamber şöyle buyurdu: "O, Cebrail idi, size dininizi öğretmek için geldi." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.1 Müslim 8
'Yüce Allah'ın tevhid ve rubûbiyetini kabul etmek' sözleri şu dernektir: Yüce Allah'ın sıfatlarına iman etmedikçe, tevhid ve rububiyetin itirafı ve kabulü tamam olmaz. Allah'tan başka bir yaratıcının varlığını kabul eden bir kimse Allah'a şirk koşmuş olur. Peki herkes kendi fiilini yaratır, diye iddia edenin durumu ne olacaktır?
ibn
Abbas -ra-dan şöyle dediği
nakledilmiştir: Kader, tevhid'in
Yüce Allah'ın herşeye kadir olmasına gelince, genel çerçevesi ile Kaderiye'nin 'alanladığı bir husustur. Çünkü onlar kulların fiillerini yaratmadığını söyleyerek kulların iilterinı O'nun kudret ve yaratması çerçevesinin dışına çıkartmış olmaktadırlar.
Kitabın, sünnetin ve icma'ın delâlet ettiği kaderi inkâr edenler tartışmasız îlarak katıksız kaderiye'dendirler Onlar Yüce Allah'ın kulların takdirleri ile ilgili ılarak tayin ettiği Kaderini inkâr ederler. Gerek Ashab-ı Kiram'ın, gerek önder il im adamlarının Kaderiye'yi yermeye dair sözleri ile bunlar kastedilmektedir. Mesela ibn Ömer -Hadyaitahu anh-a: Bunlar kader diye bir şey olmadığını ve meydana gelen olayların önceden ilahi ilim söz konusu olmaksızın meydana geldiğini iddia ediyorlar, denilince söylediği: Onlara şunu bildir ki, ben onlardan uzak olduğum gibi, onlar da benden uzaktırlar, sözleri bu kabildendir.
Kader'i n İhtiva Ettiği Esaslar
Yüce Allah'ın ilmine uygun olan takdir demek olan kader, pek büyük esasları da ihtiva etmektedir;
1- Yüce Allah, takdir edilmiş olan herbir hususu meydana gelmeden önce bilir. Böylelikle Onun kadim ilmi de sabit olur. Bu kabul ile Yüce Allah'ın kadim ilmini inkâr edenler de reddedilmiş olmaktadır,
2- Yüce Allah'ın herşeyi takdir etmiş olması bütün mahlukatm miktar ve ölçülerinin de takdir edilmiş olmasını ihtiva eder. Mahlukatm miktar ve ölçüleri ise onlara has muayyen nitelikleridir. Şüphesiz ki Yüce Allah herbir şey için belli bir kader (miktar ve ölçü) tayin etmiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O, herşeyi yaratıp, inceden inceye takdir ve tayin etmiştir." (ei-Furkan, 25/2)
Buna göre yaratmak takdiri de ihtiva eder. Bir şeyin bizzat takdir edilmesi ise onun için bir miktar tayin etmekle olur. Onun miktarının tayini ise var oluşundan öncedir. Yüce Allah, herbir mahlukun kemiyet ve keyfiyeti itibariyle kendisine has takdirini yazmış olması, elbetteki muayyen ve cüzT hususlara dair bilgisini en ileri derecede ortaya koyar ve bu, bu hususu inkâr eden ve; O, külliyatı bilir takat cüziyatı bilmez, diyenlerin kanaatine aykırıdır. O halde kader hem kadim ilmi, hem de cüziyatı bilmeyi kapsamaktadır.
3- ilahi takdir aynı zamanda onun bunu haber vermiş olmasını ve mahlukatm varlığından önce bunu ortaya koyup etraflı bir şekilde buna dair bilgileri bildirmiş olması gerçeğini de ihtiva eder. Bu da şunu gerektirmektedir: Kulların bir takım hususları var olmadan önce etraflı bir şekilde bilmeleri mümkündür. Bu da Yüce Allah'ın böyle bir bilgiye öncelikle sahip olması gerekliğine dikkatimizi çekmektedir. Çünkü kullan (kısmen de olsa) böyle bir şeyi bilebildiklerine göre kendisinin bilmemesi nasıl düşünülebilir?
4- Kader, Yüce Allah'ın dilediğini yapmakta serbest olduğunu ve takdir ettiği her bir hususun bizatihi var olması gerektiği için değil, kendi meşîet ve iradesiyle onu yaratmış olduğunu hususunu da ihtiva eder.
5- Takdir edilen herbir hususun sonradan yaratılmış olduğuna ve daha önceleri yokken meydana geldiğine de delildir. Çünkü Yüce Allah herbir hususu önceden takdir etmiş, sonradan yaratmıştır.
"Kader hususunda kalbi hastalanan -bir nüshada: hastalıklı kalbini kaybeden- kimselere yazıklar olsun! Çünkü böyieleri vehimleriyle gaybta son derece gizli bir sırrı ortaya çıkarmaya çalışmışlar; buna dayanarak söyledikleri ile de günahkâr bir iftiracı olup çıkmışlardır."
Kalbin Hayat Bulması ve Hastalanması
Kalbin hayatı, ölümü, hastalığı ve şifası söz konusudur. Bu ise beden hakkındakinden daha ileri çaptadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ölü iken kendisini (iman ile) dirilttiğimiz, insanlar arasında ona yürümesi için nur verdiğimiz kimse, içinden çıkamayacağı karanlıklarda kalan kimse gibi mi-d/ﷺ?" (ei-En'âm, 6/122)
Küfür ile (kalbi) ölmüş iken, iman ile dirilttiğimiz demektir.
Buna göre sağlıklı ve diri bir kalbe batıl ve çirkin şeyler arız olduğunda tabiatı gereği onlardan nefret eder, onlara buğz eder, onlara iltifat etmez. Ancak ölü bir kalp böyle değildir, böyle bir kalp güzel ile çirkin arasında fark gözetmez. Nitekim Abdullah b. Mes'ud da böyle demiştir: Kendisi ile ma'rufu ve münkeri bilip tanıyacağı kalbi bulunmayan bir kimse helak oldu demektir.1 Taberânî, el-Mu'cemu'/-Kebîra8564
Şehvetler ve hastalığa yakalanmış kalp de böyledir. Böyle bir kalp zayıflığı sebebiyle bu hastalığının ileri derecede olup olmamasına bağlı olarak, karşı karşıya kaldığı arzu ve isteklerine meyleder.
Önceden de geçtiği üzere kalbin hastalığı iki türdür: Şehvet hastalığı ve şüphe hastalığı. Bu iki hastalığın daha kötüsü şüphe hastalığıdır Şüphelerin en kötüsü ise kader ile ilgili şüphelerdir.
Kalp kimi zaman hastalanır, hastalığını da arttığı halde bu kalbin sahibi, kalbin nasıl sağlık bulacağını, bu sağlığın sebeblerini bilmeyip başka şeylerle uğraştığından dolayı bu hastalığı bilmeyebilir.
Hatta kişinin haberi olmadan kalbi ölebilir de. Bunun alameti ise çirkin iş lerin açtığı yaralardan acı duymaması, hakkı bilmemesinden rahatsız olmamasıdır. Çünkü kalp hayatta ise çirkin şeylerden ötürü acı duyar, hakkı bilmemekten ötürü de hayatta olduğu oranda ızdırap duyar:
"... Ölmüş ise yaralanmaktan ötürü acı duymaz."
Kalbin hastalığını farketmesi de mümkündür. Ancak ilacın acı tadına ve bu tada sabretmeye tahammül ona ağır gelebilir. O bakımdan o hastalığın kalmasının acısını ilacın sıkıntılarına tercih eder.
Şüphesiz ki kalbin hastalığının tedavisi hevâya muhalefet etmektir. Bu ise nefse en ağır gelen bir şeydir; arnma hastalığa bundan faydalı bir şey de yoktur,
Bazen kişi kendisini sabra alıştırır fakat sonradan azmi kırılır, ilim, basiret ve sabrının zayıflığı dolayısıyla sabrı sürekli olamaz Bu son derece güvenli bir yere götüren, korkulu bir yola koyulana benzer. Böyle bir kimse eğer bu korkulara sabredecek olursa, korkuların biteceğini ve arkasından güvenliğin geleceğini bilir.
işte bunun güçlü bir sabra ve ulaşacağı sonuç ile ilgili son derece sağlam bir inanca ihtiyacı vardır. Sabrı ve inancı zayıflayacak olursa, yoldan geri döner, yolun sıkıntılarına katlanamaz. Hele hele yol arkadaşı da yoksa, yalnızlıktan dolayı da korkar ve bu sefer: insanlar nereye gitti? Ben de onları örnek alayım, der.
insanların çoğunun hali budur, onları helak eden de bu haldir. Samimi ve basiret sahibi bir kimse ise yol arkadaşlarının azlığından dolayı ve hatta hiç arkadaşı olmamaktan ötürü -eğer kalbi ilk ve önder kafilenin yol arkadaşı olduğu şuuruna sahipse- yalnızlık duygusuna sahip olmaz. O ilk kafile ki: "Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberler, sıddîkler, şehıdler ve salihlerle birliktedirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar!" (en-Nısa. 4/69)
Ebu Şâme diye bilinen Ebu Muhammed Abdu'ﷺ-Rahman b. ismail'in "el-Havadis ve'l-Bidâ" adlı eserinde yer alan şu sözleri ne güzeldir: "Nerede cemaate bağlanma emri varsa ondan kasıt, hakka sımsıkı yapışmak ve ona uymaktır, isterse ona yapışanların sayısı az. muhalefet edenler çok olsun. Çünkü ta Peygamber -Saiiaiiahu aleyhi veseilem- ve ashabı (Allah tümünden razı olsun) döneminden itibaren ilk müslüman cemaatin izlediği hak yol bu idi. Onlardan sonra gelen batıl ehlinin çokluğuna itibar edilmez."
Hasan-ı Basrî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- de şöyle demiştir: "Kendisinden başka hiçbir ilah olmayan hakkı için sünnet aşırı giden ile büsbütün terkedenin izlediği yolların arasındadır. O bakımdan -Allah size rahmet eöesice- bu yol üzere sabredin. Çünkü ehl-i sünnet geçmiş dönemlerde de insanların en azı idiler. Geriye kalanlar arasında da en az sayıda olanlardır. Bunlar öyle kimselerdirler
ki, aşırı lüks içerisinde olanlarla birlikte lükse koyulmadılar. Bid'at sahibi kimsemle beraber de bid'atlere dalmadılar, onlar Rab'lerinin huzuruna çıkıncaya ka-lar sünnetleri üzerinde direndiler. Siz de artık böyle olunuz."
Kalbin hastalığının alâmeti ona uygun düşen faydalı gıdaları terkedip za-arlı gıdalara yönelmesi, ona fayda sağlayacak ilaçları bırakıp zarar verecek açlara doğru gitmesidir.
O halde ortada dört husus vardır: Faydalı gıda, şifa veren ilaç, zararlı gı-a ve helak eden ilaç.
Sağlıklı olan bir kalp, faydalı ve şifa vereni, zararlı ve eziyet verene tercih der. Hasfa kalp ise bunun tam zıddıdır.
En Faydalı Gıda İman, En Faydalı İlaç Kur'ân
En faydalı gıda iman gıdası, en faydalı ilaç da Kur'ân ilacıdır. Bunların srbirisi asıl gıda ve ilacı bünyesinde taşımaktadır. Kim Kitap ve sünnetin dışın-a şifa arayacak olursa, o cahillerin cahili, sapıkların en sapığıdır. Çünkü Yüce lah şöyle buyurmaktadır: "De ki: 'O iman edenler için bir hidayet ve bir şifadır, ian etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır ve o onlar için bîr körlüktür.' te onlar kendilerine uzak bir yerden seslenilir gibidir/er." (Fussilet, 41/44): 'ur'ân'dan mü'minler için bir şifa ve rahmet olanı kısım kısım indiririz. Zalim/e-ı ise ancak hüsranını arttırır." tei-lsra, 17/82)
"Kur'ân'dan" buyruğunda yer alan "min...dan" teb'iz (kısmilik) bildirmek n değil, cinsin beyanı içindir. (Yani Kur'ân bütün türüyle mü'minlere bir şifa-'.) Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar, size Rabbi-?den bir öğüt, kalplerde olanlara bir şifa, mü'minler için de bir hidayet ve rah-3i gelmiştir." (Yunus, 10/57)
O halde Kur'ân tüm kalbî ve bedeni hastalıklara tam bir şifadır. Dünya ve iretın ilacı ondadır. Ancak herkes ondan şifa bulabilecek ehliyette değildir. er hasta olan bir kimse onunla güzel bir şekilde tedavi olabilirse, samimiyet ve an ile îam bir kabul, kesin bir itikad ile ve gerekli şartlarını da yerine getirerek stalığını onunla tedavi edecek olursa, katiyyen hastalık onun karşısında dura-ız. Hem hastalıklar yerin ve göklerin Rabbi kelamı karşısında nasıl direnebilir!
O'nun kelamı eğer dağlara indirilmiş olsaydı, dağları darmadağın ederdi. 'e inseydi, parampaça ederdi. Kalp ve beden hastalıklarından olup da Yüce
Allah'ın Kitabını kavramayı nasip etmiş olduğu kimseler için tedavi yolunu, sebebini ve ondan korunmayı göstermediği hiçbir hastalık yoktur.
Tahâvî'nin -Allah ona rahmet etsin-: "Böyle bir kimse vehmi ile son derece gizli bir gayb sırrını araştırmaya koyulmuş olur" sözleri şu demektir: Böyle bir kimse gaybı araştırmakla, vehmiyle son derece gizli bir sırrı öğrenmeye kalkışmıştır. Çünkü kader Yüce Allah'ın mahlukatındaki sırrıdır. Böyle bir kişi ise onu araştırmakla, gayba muttali olmayı amaçlamış demektir. Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır: "O gaybı bilendir, O kendi gaybına hiçbir kimseyi muttali kılmaz." (et-Cin, 72/26.. ve surenin sonuna kadar)
"Bu hususta"yanı kader hakkında "söyledikleri ile o günahkar" günah kazanmış "bir iftiracı olarak döner.'
'Arş ve Kürsî
Nitekim Yüce Allah da Kitabında böyle açıklamıştır: "Arş'ın sahibidir, Mecîd'dır." (ei-Buruc, 85/15); "O dereceleri yükseltendir, 'Arş'ın sahibidir." (ei-Mu'mîn, 40/15); "Rahman 'Arş'a istiva etti." (Tana, 20/5); "Sonra 'Arş'a istiva etti." (ei-Ara/, 7/54) ve Kur'ân-ı Kerim'de daha bir çok âyet-i kerîme'de 'Arş'tan söz edildiğini görüyoruz.
"O'ndan başka hiçbir ilah yoktur, şerefi büyük Arş'ın Rabbi O'dur." (ei-Müminûn. 23/116) "Allah O'dur ki O'ndan başka ilah yoktur. Çok büyük Arş'ın Rabbidir." (en-Nemi, 27/26): "Şu Arş't yüklenenler ve etrafında bulunanlar Rablerini hamd ile teşbih ederler, O'na iman ederler." (ei-Mu'min 40/7); "O gün de üst/erinde bulunan sekiz (melek) Rabbinin 'Arş'ını yüklenirler." (el-Hâkka, 69/17); "Melek/eh de 'Arş'ın etrafını kuşatmış görürsün. Rablerini hamd ile teşbih eder/er." (ez-Zumer, 40/75)
Sahih'te rivayet olunmuş, sıkıntı anlarında yapılacak duada da şu ifadeler geçmektedir: "Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur. O pek büyüktür, Halım'dir. Allah'tan başka ilah yoktur. O büyük 'Arş'ın Rabbidir. Allah'tan başka ilah yoktur. Göklerin Rabbidir, yerin Rabbidir, kerim olan Arş'ın Rabbidir."1 Buharı 6345, 6346, 7426, 7431, Müslim 2730
Buharî'nin Sahih'inde de Rasûlullah -sav şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Allah'tan cenneti istediğiniz zaman Ondan Firdevs'i is leyiniz. Çünkü o cennetin en yükseği, cennetin en orla yendir, O'nun üstünde de Rahman'ın 'Arş'ı vardır.'1 Buharı 7423, Müsned, III, 335.
"O'nun üstünde" anlamındaki kelime zarf olarak anlaşılacak şekilde nasb ile rivayet edildiği gibi, onun tavanı Rahman'ın 'Arş'ıdır, anlamına gelecek şekilde mübtedâ olarak ref, ile de rivayet edilmiştir.
Kelam bilginlerinden bir kesimin kanaatine göre 'Arş, bütün yönleri ile dairesel ve her yönden kâinatı kuşatan bir yörünge şeklindedir. Kimi zaman 'Arş'a "el-Feleku'l-Atlas" ile 'el-Feleku't-Tasi' (dokuzuncu felek)' adını verdikleri de olur.
Ancak bu doğru değildir, zira şeriatte sabit olduğuna göre 'Arş'ın bacakları vardır ve melekler onu taşır. Nitekim Peygamber -sav- şöyle buyurmaktadır: "insanlar baygın düşecekler, ilk ayılan kişi ben olacağım. Bir de ne göreyim, Musa 'Arş'ın bacaklarından birisini yakalamış. Bilemiyorum, benden önce rni ayılmış olacaktır, yoksa Tur'daki baygınlığının karşılığı mı ona verilmiş olacaktır?"2 Buhar! 2411,3408, 6518. 7428; Müslim 2773; Ebû Dâvûd 4671; Müsnect. II, 264.
; Sözlükte 'Arş hükümdara ait olan tahttan ibarettir. Nitekim Yüce Allah Bel-kıs'in arşı ile ilgili olarak: "Onun bir de büyük bir arşı (tahtı) var." (en-Nemi, 27/23) diye buyurmaktadır.
'Arş bir felek değildir. Araplar da ondan böyle bir mana anlamazlar, Kur'ân-ı Kerim'de Arapça inmiştir. O halde 'Arş meleklerin taşıdığı ve bacakları olan bir tahttır. Âlemin üzerinde kubbe biçimindedir, o bütün mahlukatın tavanı durumundadır
Allah'ın kelamını tahrif ederek 'Arş'ı mülk ve egemenliğin ifadesi olarak yorumlayanlar acaba Yüce Allah'ın şu buyruğunu nasıl açıklarlar: "O günde üstlerinde bulunan sekiz (melek) Rabbinin 'Arş'ını yüklenir."(el-Hâkka, 69/17); "Arş'ı da su üstünde iken..."(Hud, 11/7)
Acaba bunlar: O gün Yüce Allah'ın mülkünü sekiz melek yüklenir, O'nun mülkü su üzerinde idi mi, diyorlar? Buna göre Musa -as- da mülkün banklarından birisini mi yakalamış olacaktır? Hiç ne söylediğini bilen, aklı başında bir kimse böyle bir şey söyler mi?
Kürsî'ye gelince Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O'nun Kürsîsi gökleri ve yeri kuşatmıştır" (ei-Bakara. 2/255)
Kürsî'nin 'Arş ile aynı şey olduğu söylenmiştir. Ancak doğru olan ondan :>aşka bir şey olduğudur. Bu husus ibn Abbas –ra yanısıra İbn Ebi Şeybe'nin Sıfatu'l-Arş kitabında ve Hâkim'in Iviüstedrek'ınde kaydettikleri gibi başkalarından da rivayet edilmiştir.
O'nun Kürsî'sinin ilmi olduğu da söylenmiştir. Bu açıklama ibn Abbas'a da nisbet edilmiştir.1 Taberî. Câmiu'l-Beyân. 5787, 5788.
Ancak ondan gelen sağlam rivayet az önce geçtiği üzere ibn Ebi Şeybe'nin naklettiği rivayettir. Bundan başka açıklamalarda bulunanların ise mücerred zan-nın dışında herhangi bir delili yoktur. Açıkça anlaşıldığı kadarıyla bu gibi açıklamalar da 'Arş hakkında söylenen sözler gibi yerilmiş kelamcıların dağarcıklarmdandır. Kürsî olsa olsa seleften birden çok kimsenin söylediği gibi 'Arş'ın önündedir "O'nun Arş'a da, Arş'ın dışındaki varlıklara da ihtiyacı yoktur.
O herşeyi kuşatandır ve herşeyın üstündedir. Bütün mahlu-
kat ise böyle bir kuşatıcılıktan âcizdir."
Tahâvî'nin -Allah ona rahmet etsin-: "O'nun Arş'a da, Arş'ın dışındakilere de ihtiyacı yoktur" sözüyle ilgili olarak Yüce Allah'ın şu buyruklarını hatırlatalım: "Şüphesiz ki Allah âlemlere muhtaç değildir.' (aı-i imran, 3/97); 'Ey insanlar! Allah'a muhtaç olan sizlersiniz, Allah ise O, kimseye muhtaç olmayandır. Her hamde layık olandır." (Fâtır. 35/15)
Tahâvî'nin-Atfan ona rahmet ets/n- burada bu ifadeleri kullanmasının sebebi şudur: O 'Arş ve Kürsî'yi söz konusu ettikten sonra O'nun 'Arş'a da, 'Arş'ın dışındaki varlıklara da muhtaç olmadığını dile getirerek, 'Arş'ı yaratıp üzerine istiva etmesinin, bu ona olan bir ihtiyacından ileri gelmediğini açıklamak istemiştir. O bunu ihtiyacı dolayısıyla yaratmamıştır, Aksine bunu gerektiren bir hikmeti vardır,
Üstte olanın, altta olanın üzerinde olması altta olanın, üstte olanı ihtiva edip onu kuşatmasını, onu taşıyor olmasını gerektirmediği gibi; üstte olanın, altta olana muhtaç olmasını da gerektirmez. Yüce Rabbimiz bundan çok daha büyüktür, yücedir. O'nun yüceliğinin böyle bir hususu gerektirmesinden münezzehtir, Aksine O'nun yüceliğinin gerekleri kendine has özelliklerindendir. Bu da kendi kudretiyle altta olanı taşımasıdır. Altta olanın, O'na muhtaç olmasıdır. Kendisinin ise alttakine muhtaç olmaması ve O'nu kuşatıcı olmasıdır.
Yüce Allah 'Arş'ın üstündedir. Bununla beraber O 'Arş'ı ve 'Arş'ı taşıyan-arı kudretiyle birlikle taşır, 'Arş'a da muhtaç değildir. Buna karşılık 'Arş'ın (var :lmak için) ona ihtiyacı vardır. O 'Arş'ı da kuşatır, fakat arş onu kuşatmaz. O 'Ari'm sınırlarını hasretmiştir, ancak 'Arş onu hasredemez. işte bunlar Yüce Allah lakkında söz konusu olup mahlukatta bulunmayan özelliklerdir.
Allah'ın yüceliğini nefyeden Muattile şayet bu hususu bu şekilde etraflı alarak ele alınış olsalardı dosdoğru yola hidayet bulurlar, aklın indirilen vahye nutabık olduğunu anlarlar, delilin peşinden yol alırlardı. Fakat onlar delilden jzak düştükleri için yolu da kaybettiler. Bu hususta mesele imam Malik -Allah'ın ahmeti üzerine o/sun-in dediği gibidir. Ona Yüce Allah'ın: "Sonra 'Arş'a istiva etti." ei-A'raf, 7/54) buyruğu hakkında: Nasıl istiva etti? diye sorulunca şu cevabı ver-niştir: "istivanın ne demek olduğu bilinmektedir, keyfiyet ise meçhuldür."
Aynı cevab Ummu Seleme -Raöıyatiahu anh-dan mevkuf olarak da Peygamber -sav. merfu olarak da rivayet edilmektedir.
"O herşeyi kuşatandır ve O, herşeyin üstündedir." ifadesi bazı nüshalarda: O'nun üstündeki herşeyi kuşatıcıdır" şeklindedir. Ancak doğru olan birinci nüsha-iır. Bunun da anlamı şudur: O herşeyi ve herşeyin üstündekileri kuşatıcıdır, ikincı-:inin anlamı da: O 'Arş'ın üstündeki herşeyi kuşatıcıdır, şeklindedir. Bu da -doğru-.unu en iyi bilen Allah'tır ya- ya bazı müstensih'ierin yanılarak düşürdüğü bir harf onucudur, sonra bazıları bu nüshadan istinsah edegelmişlerdır, yahut ta sapık tazı tahrifçiler fesat kastıyla ve Yüce Allah'ın fevkıyyet sıfatını inkar amacıyla bile-3k düşürmüş olabilirler Yoksa 'Arş'ın bütün mahlukatın üstünde olduğuna dair leltl açıkça ortadadır. Mahlukattan O'nun üzerinde de hiçbir varlık yoktur. Dolayı-ı ile durum bu olduğuna göre; "'Arş'ın üstündeki herşeyi kuşatıcıdır" şeklindeki adesinin bir anlamı olamaz. Zira arşın üstünde kuşatılacak bir yaratık bulunma-laktadır. Buna göre doğru olan birinci şekilden başkası olamaz, anlamı da şöyle iur: Yüce Allah herşeyi kuşatandır ve herşeyin üstündedir.
Onun herşeyi kuşatıcı olmasına gelince, Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Halbuki Allah onları arkalarından kuşatandır." (ei-8urQc, 85/20); "Uyan/k olun, mu-akkak O herşeyi kuşatandır." (Fussıief, 41/54); "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
Allah'ındır. Allah herşeyi kuşatıcıdır." (en-Nisa, 4/126)
Burda O'nun mahlukatını kuşatıcılığından kasıt, O'nun felek gibi olduğunu nlatrnak ve mahlukatın O'nun mukaddes zatının içinde kaldığını söylemek de-ildir. Yüce Allah bundan yücedir, münezzehtir. Bundan kasıt ancak şudur: Bu üşatıcılık azamet, genişlik, ilim ve kudret kuşatıcıltğıdır. Mahlukatın onun aza-letine nısbeti ancak bir hardal tanesi gibi olabilir. Nitekim ibn Abbas -
an/ı-dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Yedi semavat, yedi arz, onların içindekiler ve onların aralarında bulunanlar Rahman olanın elinde ancak sizden herhangi birinizin elindeki bir hardal tanesi gibidir.
-En yüce misal elbette ki Allah'a mahsustur- bilindiği gibi bizden herhangi bir kimsenin elinde bir hardal tanesi varsa, dilerse onu avucunun içerisine alır ve avucu onu çepeçevre kuşatır. Dilerse onu altında bırakır. Her iki halde de o bu hardal tanesinden ayrı ve farklıdır. Ondan yücedir ve bütün yönleriyle onun üstündedir.
Hiçbir vasfın azametini kuşatamayacağı o azim olanın azametini nasıl tasavvur etmeliyiz? Eğer dilerse o bugün dahi semavatı ve arzı avucu içerisine alır ve kıyamet gününde bunlara yapacağının bir benzerini bugün yapabilir. Çünkü kıyamet gününde şu anda sahip bulunmadığı bir kudrete o vakit yeniden sahip olacak değildir. Bununla birlikte akıl Yüce Allah'ın kainatın bir takım parçalarına -semavatının üzerinde 'Arş'ının üstünde olmakla birlikte- yakınlaşmasını yahut ta yarattıklarından dilediği kimseyi kendisine yaklaştırmasını nasıl uzak görebilir? Bunu kabul etmeyen, Yüce Allah'ı layıkı veçhiyle takdir etmiş olamaz.
Üstte Oluş
Yüce Allah'ın kainatın üstünde oluşu ile ilgili olarak da şöyle buyurulmuş-tur: "Kullarının üstünde kahir olandır O." (ei-En'âm, 6/18 ve 61); "Üstlerinde o/an Rablerînden korkarlar..." (en-Nahl, 16/50)
Ebu Hureyre –ra rivayete göre Peygamber -sav- şöyle buyurmuştur: "Allah mahlukatı yaratma hükmünü verdiğinde, kendisinin nezdinde 'Arş'ın üstünde bulunan bir kitaba şunları yazdı: Şüphesiz Benim rahmetim, gazabımı geçmiştir."1 Bir başka rivayette de; "Rahmetim gazabıma galip gelir" şeklindedir. Bu hadisi Buharî ve başkaları rivayet etmiştir.
Müslim de Peygamber sav-in Yüce Allah'ın: "O hem ilk'tır, hem âhlr'dir, hem zahir'dir, hem batın'dır." (ei-Hadid. 57/3) buyruğunu şu sözleriyle açıkladığını rivayet etmektedir1 Buharı 3194, 7404, 7422, 7453, 7553, 7554. Müslim 2751
"Sen ilksin, Sen'den önce hiçbir şey yoktur, Sen âhirsin, Sen'den sonra hiçbir şey yoktur. Sen zahir'sin, Senin üstünde hiçbir şey yoktur Sen batın'sın, Sen'den öte hiçbir şey yoktur."2 Müslim 2713; EbûDâvûd 5051; Tirmizî 3397; Ibn Mâce 3873; Müsned, II, 381, 404.
Burada zahir olmaktan kasıt üstte, yukarda oluştur. Yüce Allah'ın şu buyruğunda da bu kelime bu anlamda kullanılmıştır: "Artık O'na zahir olamadılar." (ei-Kehf, 18/97) yani O'nun üstüne çıkamadılar.
Bu dört isim karşıt isimlerdir. Bunların ikisi Yüce Rabbimizin ezeli ve ebedi oluşu ile, ikisi de yüceliği ve yakınlığı ile ilgilidir. Kureyza oğulları günü Sâd b. Mu'az onlar hakkında savaşçılarının öldürülmesi, çoluk çocuklarının da esir alınması şeklinde hüküm vermesi üzerine Peygamber -Saiiaiiahu aleyhi vesetlem- şöyle buyurmuştu: "Andolsun ki onlar hakkında yedi semanın üstünden mutlak melik (egemen olan Allah) in hükmü ile hüküm vermiş bulunuyorsun." Bu sahih bir hadistir, bunu el-Umevî, Meğazî'sinde rivayet etmiş olup, aslı Buharî ile Müslim'in Sahih'lerindedir.1 Buharı 3043, 3804, 4121, 6262; Müslim 1768, Müsned,
Buharî'de yer alan rivayete göre Zeyneb -Radıyai/ahu an/ı-, Peygamber -Sai-latiahu aleyhi veseitem-\ﷺ\ diğer hanımlarına karşı övünür ve şöyle dermiş: "Sizleri akrabalarınız evlendirdi, beni ise Allah yedi semanın üzerinden evlendirdi."2 Buharı 7420, Tirmizî 3213, Nesaî, VI, 80
Ömer -Radtyaitahu aofı-dan rivayete göre bir seferinde yaslı bir kadının yanından geçerken, bu kadın onu durdurmuş o da onunla birlikte durup onunla konuşmaya koyulmuş. Bir adam: Ey mü'minlerin emiri: bu yaşlı kadından ötürü sen insanları beklettin deyince, şöyle cevap vermiş: Yazık sana, sen bunun kim olduğunu biliyor musun? Bu, Yüce Allah'ın şikayetini yedi semanın üstünden dinleyip kabul ettiği kadındır. Bu, Yüce Allah'ın hakkında: "Kocası hakkında seninle mücadele eden ve Allah 'a şikayet etmekte olan kadının sözünü elbetteki Allah işitm/ştir." (ei-Mücadeie, 58/1) buyruğunu indirdiği Havle'dir. Bu hadisi de Darimî rivayet etmiştir.3 er-Redd Ale'l-Cehmiyye, s. 26'da
Rasûlullah -saiiaitahu aleyhi veseiiem-'m hadislerini, selefin sözlerini duyan bir kimse bu sözler arasından Yüce Allah'a fevkıyyet (yukarda olus)in izafe edildiği, sayılamayacak kadar çok ifade tesbit edebilir.
Şüphe yok ki Yüce Allah, mahlukatı yarattığında onları kendi mukaddes zatı içerisinde yaratmamıştır. O bundan pek yücedir, O Ehad'dir, doğmamış ve doğurmamış oian Samed'dir. O halde onları kendi zatı dışında yaratmış olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Yüce Allah kendi nefsiyle kaim, âleme karışmamış alemle içice olmamak vasıfları ile birlikte zatı ile fevkıyyet (yukarda oluş) sıfatına sahip kabul edilmezse, bunun zıttı sıfatlara sahip demektir. Çünkü bir şeyi kabil olan o şeyden yahut onun zıtiından uzak kalamaz.
Bizler O'nun fevkıyyeti kabil olduğunu -onu nefyetmekten ötürü ziftinin sabit oluşu söz konusu olmasın diye- kabul edemeyiz, denilecek olursa şöyle cevap verilir:
Eğer Yüce Allah, uluvv (yüksekte oluş) ve fevkıyyet (yukarda oluş)u kabil değil ise, O'nun kendi başına var olan bir hakikati söz konusu olamaz. Sizler O'nun kendi başına varlığı ortada olan bir zat olduğunu ve âlem ile içice yahut karışık olmadığını, âlemin dışında var olduğunu kabul ettiğinize göre; O'nun varlığı sadece bir zihnî varlık olmasa gerektir. Aksine O'nun, zihinlerin dışında kat'î olarak varlığı söz konusudur.
Bütün akıl sahibi kimseler kesin olarak şunu bilirler: Bu şekilde bir varlığa sahip olan bir zat ya âlemin içindedir, ya âlemin dışındadır. Bunu inkâr etmek ise hiç şüphesiz kesin ve apaçık işlerin en açık ve belirgin olanını inkar etmek demektir. Buna dair hangi delil getirilirse getirilsin mutlaka O'nun kainattan ayrı bir varlık olduğuna dair bilgi daha açık ve daha kesinlikle ortada olan bir gerçektir.
Üstte oluş ve yukarda oluş bir kemal sıfatı olup bunda bir eksiklik yoktur, eksikliği gerektirmediğine, bir mahzur taşımadığına, Kitaba, sünnete ve icma'a aykırı olmadığına göre bunun hakikatini nefyetmek, batıl'ın ta kendisi ve kesinlikle hiçbir şer'î hükmün ifade etmediği imkansız bir iddia olur,
O halde bunu (üstte ve yüksekte olsunu} kabul etmeksizin 0:nun varlığını kabul etrnek, peygamberlerini tasdik etmek, Kitabına ve rasûlünun getirdiklerine iman etmek, söz konusu olmayacağına göre; bir de bunlara sağlıklı akılların, dosdoğru fıtratların, Yüce Allah'ın mahlukatının üstünde oluşuna ve kullarının fevkinde bulunuşuna dair yaklaşık yirmi tür civarında çeşitli ve muhkem nass'la-rın varid olduğunu da katacak olursak (O'nun ulviyyetini ve fevkıyyetini kabul etmeksizin bütün bunlara iman nasıl mümkün olabilir?)
Yüce Allah'ın Fevkıyyetini Ortaya Koyan Çeşitli Nass'lar
1- Bizzat fevkıyyeîi tayin eden "min:...den, dan" edatı ile birlikte açıkça fevkıyyetin zikredilmesi, Yüce Allah'ın: "Üstlerinde olan Rablerinden korkar/ar." (en-Nahl, 16/50) buyruğu gibi.
2- Bu edat olmaksızın yine fevkıyyetin (yukarda oluşun) söz konusu edildiği buyruklar. Yüce Allah'ın: "Kullarının üstünde kahir olandır O " (ei-En'âm, 6/1 e ve si) buyruğu gibi.
3- O'na doğru yükselişin açıkça zikredildiği buyruklar; "Melekler ile Ruh O'na miktarı ellibin yıl olan bir günde yükselirler." (ei-Meâric, 70/4) buyruğu gibi. Peygamber -Saiiaiiahu aleyhi vese/lem-ın da:" Onlar arasında geceyi geçiren melekler yukarıya çıkarlar (urûc ederler.) O da onlara... sorar."1 Buhârl 555, 3223, 7429, 7486; Müslim 632.
4- O'na doğru yükselişin (suûd) açıkça ifade edilmesi; "Güzel söz yalnız O'na yükselir (suûd)." (Fatır, 35/10) buyruğu gibi.
5- Bir takım mahlukaîı kendisine doğru yükseltip kaldırdığına dair açık ifadeler. Yüce Allah'ın: "Bilakis Allah onu kendi nezdine kaldırmıştır." (en-Nisâ. 4/158); "Muhakkak Ben seni öldüreceğim, seni kendime yükselteceğim.' (Âi-i imran. 3/55)
6- Hem zat, hern kadr. hem şeref itibariyle uluvvun bütün mertebelerine delâlet eden mutlak uluvv (üstünlük, yücelik) lafzının açıkça ifade edilmesi. Yüce Allah'ın: 'Ve O, aliyydir (en yücedir), az/ym'dir."(et-Bakara, 2/255); 'Ve O, aliyydir, pek büyüktür. " tSeüe: 34/23); 'Şüphesiz ki O aliyydir, hakimdir.' (eş-Ştıra, 42/51) buyrukları gibi.
7- Kitabın kendi nezdinden indirilmiş olduğunun açıkça ifade edilmesi. Şu buyruklarda olduğu gibi: "Kitabın indirilmesi mutlak galip her işi hikmet dolu Allah taraltndandır." (ez-Zümer. 39/1); "Kitabın indirilmesi hükmünde galip, en iyi bilen Allah'tandır." (ei-Mu'min. 40/2); "(Bu kitap) Rahman. Rahim olan tarafından indirilmiştir" (Fussiief. 41/2); "O hikmeti sonsuz, her hamde layık olan tarafından indirilmiştir." (Fussi-ter, 41/42); "De ki: Onu Ruhu'l-Kudüs (Cebrail)... Rabbinden hak olarak indirmiştir." (en-Nanı, 16/102); "Ha. Mim. Mubin Kitaba yemin olsun ki şüphesiz Biz onu mübarek bir gecede indirdik. Muhakkak Biz korkutup, uyaranlarız- O gecede hikmetli herbir iş taralımızdan bir emir ile ayrılır. Muhakkak Biz gönderenleriz." (ed-Dutıan, 44/1-5)
8- Bazı yaratıkların kendi nezdinde bulunmak özelliğine sahip olduklarını, bazılarının diğerlerine göre kendisine c'aha yakın olduğunu açıkça ifade eden buyruklar: "Şüphe yok ki Rabbin nezdındeki/er..." (ei-A'raf, 7/206); "Gök/erde ve yerde kim varsa O'nundur. O'nun yanında olanlar ise..." (ei-Enöiya, 21/19) Bu buyrukta görüldüğü gibi genel olarak "kendisinin olanlar' ile özel olarak kulları ve emri altında bulunanlardan "nezdindekiler" arasında bir fark olduğunu vurgulamaktadır. Peygamber -Saiiaiiatıu aleyhi ve$eilem-\ﷺ\ Yüce Rabbin kendisi hakkında yazmış olduğu kitap ile ilgili:" O kitap O'nun nezdinde "Arş'ın üstündedir."1 seklindeki sözleri de bu kabildendir.
9- Yüce Allah'ın semada olduğunun açıkça ifade edilmesi. Bu ehl-i sünnete mensub müfessirlere göre iki şekilden birisi ile açıklanır. Ya bu gibi ifadelerdeki "fi: ...de, da" edatı "ala: üstünde, üzerinde" anlamındadır, yahut ta "sema" ile üstte oluş kastedilmektedir. Bu hususta görüş ayrılığı yoktur ve bunun dışında bir anlama yorumlanması da caiz değildir.
10- Özellikle rnahlukatın en üstünde bulunan 'Arş'a has olarak "ala: ...e, a" ile birlikte açıkça istiva lafzının kullanılması. Çoğunlukla bunun tertibe (sıraya) ve mühlete delâlet eden "sürnme: sonra" edatı ile birlikte kullanıldığı görülmektedir.
11- Yüce Allah'a ellerin kaldırılması ifadesinin açıkça kullanılması. Peygamber -saliaiiahu aleyhi vesetlemJn şu buyruğu gibi: "Şüphesiz Allah kulu kendisine doğru ellerini kaldırdığı takdirde onları bomboş olarak geri çevirmekten haya eder."1 Müsned. V, 43S; Ebû Dâvüd 1488, TirmiZt 3551; ibn Mâce 3865. Sadece yüksekte oluş. duanın kıblesidir, demek hem kati olarak, hem de fıtrat gereği batıl'dır. Çünkü böyle bir şeyi ileride Yüce Allah'ın izniyle geleceği gibi dua eden herkes, zaten kendi içinde hisseder.
12- Yüce Allah'ın dünya semâsına her gece indiğinin açıkça ifade edilmesi.
13- Hissedilir (müşahhas) bir şekilde O'nun yüksekte oluşuna işaret etmek. Nitekim O'nu, O'nun hakkında kabul edilmesi gerekenleri, O'nun için imkansız olanları butun insanlardan daha iyi bilen (son peygamber) O'na böylece işaret etmiştir:
Hiçbir kimsenin benzeri bir topluluğun etrafında bulunmadığı, o en büyük topluluğun bir araya geldiği, en büyük günde ve en büyük yerde onlara şöyle demişti: "Sizlere benim hakkımda soru sorulacaktır. Ne diyeceksiniz?" Onlar şöyle cevap verdiler: Senin tebliğ ettiğine, görevini eksiksiz yerine getirdiğine, gereken şekilde nasihatta bulunduğuna şahitlik edeceğiz. Bunun üzerine parmağını semaya doğru kaldırdı. Parmağını semanın da, herşeyin de üstünde olana kaldırarak; "Şahid ol Allah'ım" dedi.2 Peygamber -Sailaiianu aleyhi vesefem- Veda Haccı ile ilgili uzunca hadisin bir bölümüdür. Müslim 1218; Ebû Dâvûd 1905; Ibn Mâce 3074
Biz adeta o değerli parmağın Yüce Allah'a doğru kaldırılmış olduğunu görüyor; o şerefli dilin parmağını kaldırdığı zata "şahid ol Allah'ım" diye seslendiğini işitiyor gibiyiz. Bizler onun apaçık bir tebliğde bulunduğuna, emrolundu-ğu şekilde Rabbinin risaletini eksiksiz yerine getirdiğine, ümmetine de son derece nasihatta bulunduğuna şahitlik ediyoruz.
Artık onun beyanı, tebliği, açıklaması ve izahı ile birlikte aşırıya kaçıp olmadık sözler söylemeye ve olur olmaz, yerli yersiz izahlarda bulunmaya ihtiyaç yoktur. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun.
14- "Eyne: Nerede" lafzının açıkça kullanılması. İnsanlar arasında Yüce Allah'ı en iyi bilen, ümmetine en samimi olarak öğüt veren, doğru manayı en fasih bir şekilde açıklayan o yüce peygamberin hiçbir şekilde batıl bir anlam vehmettirmeyen 'eynallah: Allah nerede?'3 Müslim 537 lafzını birden çok yerde kullanmış olması buna örnektir.
15- Rabbinin semada olduğunu söyleyen kimse lehine Peygamber -satiai-
lahu aleyhi vese!tem-\n iman sahibi olduğuna dair şahitlikte bulunması.
16- Yüce Allah'ın Firavun hakkında, onun Musa'nın ilahı olduğunu görmek maksadıyla semaya doğru yükselmek istediğini haber vermesi ve böylelikle Fıravu'nun, Musa -A/eyhi$$elam-\n haber vermiş olduğu, O'nun semavatın üzerinde olduğunu yalanlamaya kalkışması. Bu maksatla Firavun söyle demişti: "Ey Hamanl Benim için yüksek bir kule yap. Belki o yollara ulaşırım, göklerin yollarına. Sonunda belki Musa'nın ilahının yanına çıkarım. Doğrusu şu ki ben onu yalancı san/yorum." (ei-Mu'min, 40/36-37)
O halde Cehrniye'den olup Yüce Allah'ın yüceliğini kabul etmeyenler
Fir'avnî'dirler. O'nu kabul edenler ise Musa ve Muhammed'in yolundadırlar.
17- Peygamber -saiiaiiahu aleyhi ve$e!iem-\ﷺ\ namazın hafifletilmesi maksadıyla Mi'raç gecesinde Musa -Aieyhisse/am- ile Rabbi arasında defalarca gidip geldiğini haber vermiş olması. Her seferinde Rabbine doğru yükseliyor, sonra da Musa -Aieyhisseiam-a dönüyordu ve bu bir kaç defa tekrarlanmıştır.
18- Cennet ehlinin Yüce Allah'ı göreceklerine delalet eden Kitap ve sünnetteki pek çok nass ile Peygamber -ssiiaiiahu aleyhi vesel/em-m onu arada bulut bulunmaksızın güneşi ve ondördündeki ay'ı gördükleri gibi göreceklerini haber vermesi. Onlar, O, yüce zatı ancak onların üstünde olduğu halde göreceklerdir.
Yüce Allah'ın yukarda oluşunun inkârı, ancak görüleceğinin inkarı ile mümkün olabilir.
Bundan dolayı Cehmiye'ye mensup olanlar her ikisini de inkâr etmişlerdir. Ehl-i sünnet ise her ikisini de tasdik edip kabul etmişlerdir. Görmeyi kabul edip, yukarda oluşu kabul etmeyenler ise ikisi arasında bir yerde kalmıştır. Ne bunlardan olmuş, ne ötekilerden olabilmişlerdir,
işte bu tür deliller eğer birer birer serdedilmeye kalkışılacak olursa, yaklaşık bin delil kadar olur. Bunu te'vi! etmeye kalkışan kimsenin bütün bunlara ayrı ayrı cevap vermesi gerekir. Hepsine cevap vermek bir tarafa, bunların bir bölümüne dahi sağlıklı ve doğru cevap vermek imkanı nereden bulunacak ki?
Selefin Uluvv (Yukarda Oluş) Sıfatının Kabulünü Ortaya Koyan Bazı Sözleri
Yüce Allah'ın uluvv (üstünlük, yücelik) sıfatını kabule dair selefin sözleri oldukça çoktur. Bunlardan bazıları şunlardır:
Şeyhu'l-islam Ebu ismail el-Ensarî "el-Faruk" adlı eserinde senedini kaydederek Ebu Mutî' el-Belhî'den şunu nakletmektedir: Ebu Mutî', Ebu Hanife'ye:
Ben Rabbimin semada mı yoksa yerde mi olduğunu bilmiyorum, diyen bir kimsenin durumu hakkında soru sormuş. Ebu Hanife'de: Bu kimse kâfir olur demiştir. Çünkü Yüce Allah: "Rahman Arş'a istiva etti." (Tahâ. 20/5) diye buyurmaktadır. O'nun Arş'ı ise yedi semanın üstündedir. Ben: Eğer O Arş'ın üzerindedir, dediği halde bilemiyorum Arş semada mıdır, yoksa yerde midir? diyecek olursa (durumu ne olur) diye sordum. Yine: O kâfirdir, çünkü o Yüce Allah'ın semada olduğunu inkar etmiş olur. O'nun semada olduğunu inkar eden de kâfir olur, dedi. Başkası da şunu da ilave etmektedir: Çünkü Allah a'lâ'yı illiyyindedır. O'na yukarıdan dua edilirken, eller yukarıya kaldırılır aşağıya indirilmez.
Ebu Hanife'nin mezhebine müntesib olanlardan bunu kabul etmeyenlerin bu reddedişlerine iltifat edilmez. Çünkü ona Mutezile'den ve başkalarından onun kabul ettiği itikadî esasların birçoğunda ona muhalefet eden pek çok kesimler intisab etmiştir. Malik, Şafiî ve Ahmed'e de inandıkları bazı hususlarda onlara muhalefet eden bir takım kimseler de inîisab edebilirler. Ebu Yusuf'un, Bisr el-Merîsî'nin Yüce Allah'ın Arş'ın üzerinde olduğunu inkar etmesi üzerine tevbe etmeye çağırması olayı oldukça meşhurdur. Bunu Abdu'ﷺ-Rahman b. Ebi Hatim ve başkaları rivayet etmişlerdir,
Her kim "fevk: yukarda oluş"u kullarından daha hayırlı ve onlardan daha faziletli, O'nun Arş'tan daha hayırlı ve daha faziletli olması anlamına yorumlayacak olur ve bu sözleri: Emir vezirin fevkındedir, dinar dirhem'in fevkındedir sözlerine benzetecek olursa, şunu belirtelim ki bu selim olan akılların nefret ettiği, sağlıklı kalplerin tiksindiği bir açıklama şeklidir.
Çünkü bir kimsenin doğrudan Allah kullarından hayırlıdır ve Arş'mdan hayırlıdır demesi, o kimsenin kar soğuktur, ateş sıcaktır, güneş kandit'den daha aydınlıktır, sema evin tavanından daha yukarıdadır, dağ çakıldan daha ağırdır, Allah'ın Rasûlü filan yahudı'den daha faziletlidir, sema arzın üstündedir demesi kabilinden bir sözdür. Böyle bir ifadede Yüce Allah'ı ne temcid, ne ta'zim söz konusudur, ne de övmek. Aksine bu gibi ifadeler en bayağı, en sıradan ve en çirkin ifadeler arasındadır.
Cinlerin ve insanların benzerini meydana getirmek için bir araya gelecek olsalar dahi biri diğerine yardımcı olsa bile benzerini getiremeyecekleri Allah'ın kelamına bu kabil ifadeler nasıl yakıştırılabilir? Hatta bu gibi ifadelerde çokça kullanılan meselde görüldüğü gibi, şanı eksiltmek dahi söz konusudur:
"Görmez misin ki kılıcın kadrini düşürmektir, Kılıç asadan daha keskindir, denildiği vakit."
Mesela bir kimse, mücevher balığın pulundan, soğanın kabuğundan daha üstündür, diyecek olsa akıl sahibi herkes aralarındaki pek büyük farklılıktan dola yi bu söze güler. İşte yaratan ile yaratılmış arasındaki fark bununla kıyas edilmekten bile çok daha büyüktür. Ancak eğer batıl peşinde bulunan bir kimseye karşı bir delil getirmek maksadıyla konum bu kabilden söz söylemeyi gerektiriyorsa durum farklıdır. Nitekim Yusuf es-Sıddiyk -Aieyhis$etam-\n şu sözleri bu kabildendir: 'Darmadağınık bir çok rabler mi hayırlıdır, yoksa bir tek olan ve herşeyi hükmü ve iradesi a/tında tutan Allah mı?" (Yusuf, 12/39} Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu türdendir: " Allah hem daha hayırlıdır, hem de daha kalıcıdır." (Tâhâ, 20/73)
Fevkinde oluşun bu anlamı, her bakımdan söz konusu olan mutlak fevkı-yetin kapsamı içerisindedir. Yüce Allah, herşeye galip gelmek (Kahhâr) fevkıye-tı, değer ve üstünlüğünün fevkıyeti, zatının fevkıyeîi ile yukardadır. Bu fevkıyetle-rin bir bölümünü kabul ederken, diğer bir bölümünü reddeden bir kimse fevkı-yetin kemal derecesini eksiltmiş demektir,
Yüce Allah'ın yüceliği fuluvv) de her yönüyle mutlaktır. Eğer hayır kasıt, makam ve mevki üstünlüğüdür, mekansal bir üstünlük değildir, denilecek olursa şunu belirtelim ki; mevki (el-mekâne) mekanın müennes halidir. Müennes olan da hem lafız, hem mana itibariyle müzekker'in bir fer'ıdir ve ona tabidir. Zihinde mevzu bahis olan misal ve örneklik yüceliği, hakikat manasıyla yüceliğe tabidir. Eğer bu örnek hakka mutabık ise haktır, değilse batıldır.
Bundan kasıt kalplerdeki üstünlüktür ve kalplerde O herşeyden üstündür, denilecek olursa şöyle cevap verilir:
O gerçekten de böyledir. Böyle bir üstünlük özü itibariyle O'nun herşeyden üstün oluşuna da mutabıktır. Eğer O, bizatihi herşeye üstün olmazsa, O'nun kalplerdeki üstünlüğü gerçeğe de mutabık olmaz. Tıpkı üstün olmayan bir varlığı üstün olarak değerlendirme halinde olduğu gibi.
Yüce Allah'ın Yukarda Oluşunun (Uluvv) Aklî Delilleri
Yüce Allah'ın yukarda oluşu (uluvv) sem'î delillerle sabit olduğu gibi, akıl ve fıtrat ile de sabittir. Ulııvv'ünün aklî bakımdan sübutu çeşitli şekillerde ortaya konulabilir;
1- iki varlıktan herbirisi ya diğeri ile içıçedir ve sıfatlarda olduğu gibi onun varlığı ile var olabilmektedir. Yahut ta kendi başına vardır ve diğerinden ayrıdır; gerçeği kesindir ve apaçık bir bilgidir.
2- Yüce Allah kainatı ya kendi zatı içerisinde yaratmıştır, yahut ta zatı dışında yaratmıştır. Birincisi batıl'dır. Evvela böyle bir şeyin batıl olduğu ittifakla kabul edilmiştir, ikinci olarak böyle bir şeyi kabul edecek olursak, o takdirde Yüce Allah'ın değersiz, adi şeylere ve pisliklere de -haşa- mekân olması gerekir.
Yüce Allah bundan çok yücedir, pek büyüktür.
ikinci durum ise, kainatın Yüce Allah'ın zatı dışında olmasını gerektirmektedir. Bu durumda kainat O'ndan ayrıdır. O halde O'nun kainattan ayrı olduğu da kaçınılmaz bir sonuçtur. Çünkü "O alem ile bir arada değildir" derken aynı zamanda "O alemden ayrı da değildir" denilmesini akıl kabul edemez.
3- Yüce Allah'ın kainatın içinde de, dışında da olmaması O'nun büsbütün varlığını reddetmeyi gerektirir. Zira böyle bir şeyi akıl kabul edemez. O halde, O ya kainatın içinde vardır, ya kainatın dışında. Birincisi batıldır, o halde ikincisi gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu da O'nun kainattan ayrı olmasını gerektirir.
Allah'ın Yüceliğinin Fıtrat İle İsbatı
Yüceliğinin fıtrat ile isbatına gelince, bütün insanlar tabiatları ve selim kalpleri ile dua ettikleri vakit ellerini yukarıya kaldırırlar. Yüce Allah'a yalvarıp ya-kardıklannda kalpleriyle de yukarı ciheti kastederler.
Muhammed b. Tahir el-tvlakdisî'nin naklettiğine göre Şeyh Ebu Ca'fer el-Hemedanî, imamu'l-Haremeyn diye bilinen Üstad Ebu'l-Meâlî el-Cuveyhî'nin meclisinde hazır bulunuyorken, Ebu'l-Meâlî Yüce Allah'ın "uluvv sıfatı"nı nefyetme hakkında açıklamalarda bulunuyor ve şöyle diyormuş: Allah ezelden beri Arş yokken dahi vardı ve şu anda O önceden nasıl var idiyse öylece vardır.
Bunun üzerine Şeyh Ebu Ca'fer şöyle dedi. Sayın Üstad, bize şu kalplerimizde hissettiğimiz zorunlu hal hakkında haber verir misin? Allah'ı tanıyan herkes "ya Allah!" dedikçe mutlaka kalbinde zorunlu olarak bir yücelik hissi duyar Sağa da, sola da dönmez. Biz kendi içimizden böyle bir zorunlu hali nasıl bertaraf edebiliriz?
Bunun üzerine Ebu'l-Meâlî eliyle başına vurarak, kürsüden indi, zannederim ağladı da, dedi el-Cüveynî inerken şöyle diyordu: el-Hemedanî beni şaşkına çevirdi, el-Hemedanî beni şaşkına çevirdi.
Şeyh şunu kastetmişti; Bu Yüce Allah'ın kullarında fıtri olarak yerleştirdiği bir histir. Onlar bunu bir öğretmenden öğrenmemişlerdir, bunu kalplerinde Yüce Allah'a yöneldiklerinde hissettikleri bir zaruret olarak görmektedirler ve onlar bu zarureti uluvv'de (yüce oluşta) görmektedirler.
Tahâvî'nin -Allah ona rahmet etsin-. 'Mahlukatı O'nu kuşatmaktan âciz düşürmüştür" sözlerine gelince; yani onlar ne bilgileriyle, ne görmeleriyle O'nu kuşa-tamazlar. Bunun dışındaki diğer kuşatma şekillerinin hiçbirisiyle de kuşatamaz-lar. Aksine O herşeyi kuşatandır ve hiçbir şey O'nu kuşatamaz.
"Bizler deriz ki: Muhakkak Allah ibrahim'i haiil edinmiş, Musa ile özel bir şekilde konuşmuştur. Buna iman eder, tasdik eder ve teslimiyetle kabul ederiz."
Yüce Allah'ın Kelam ve Muhabbet Sıfatlan
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah İbrahim'i hali! (dost) edinmiştir." (en-Nisa. 4/125): "Allah Musa ile de konuştu." (en-Nısa, 4/164)
Hülle (halii, dost edinme), muhabbetin kemal derecesidir.
Cehmiyye her iki cihetten de muhabbetin hakikatini kabul etmezler. Çünkü onların iddiasına göre muhabbet ancak seven ile sevilen arasındaki bir ilişki halinde söz konusu olur. Kadim iie muhdes (sonradan yaratılmış) arasında ise muhabbeti gerektirecek böyle bir ilişki söz konusu değildir. Onlar aynı şekilde -önceden de geçtiği üzere- konuşmanın hakikatini de inkar etmişlerdir.
islam'da bu bid'ati ilk olarak ortaya koyan kişi ise hicri ikinci yüzyılın başlarında el-Câ'd b. Dirhem olmuştur. Irak ve doğu bölgelerinin emiri Halid b. Abdullah el-Kasrî Vâsıfta onu kurban gibi boğazlamıştır. Kurban bayramı günü insanlara hutbe irad etmiş ve şöyle demişti: Ey insanlar, kurbanlarınızı kesiniz, Allah keseceğiniz kurbanları kabul etsin. Ben de el-Ca'd b. Dirhem'i kurban diye keseceğim. Çünkü o Yüce Allah'ın İbrahim'i halil edinmediğini ve Musa ile de özel bir şekilde konuşmadığını iddia etmektedir. Daha sonra Halid minberden indi ve el-Ca'd'ı kesti.1
O, çağdaşı tabiîn alimlerinden aldığı fetva ile bunu yapmıştı. Dine ve bu dinin mensuplarına geçen bu hizmeti dolayısıyla Allah onu mükâfatlandırsın.
Daha sonra el-Cehm b. Safvan, Ca'd'ın bu görüsünü almış, bunu açıkça ortaya koymuş ve bu görüşü esas alarak başkaları ile tartışmıştır. Cehmiyye de ona izafe edilmiştir. el-Cehm'i de Horasan emiri Selm b. Ahvez öldürmüştür.
Daha sonra bu görüş Amr b. Ubeyd'in izinden giden Mutezile'ye intikal et-Tiişîir. Onların da bu görüşleri Me'mun'un halifeliği döneminde güç kazanmış ve 3u İslam m önder ilim adamları bu hususta mihnete maruz kalıncaya ve bu hususta onlara muvafakat etmeye davet edildikleri zamana kadar devanı etmiştir.
Ayet-i kerîme'nin delalet ettiği gerçeğe Sahihfi Buharî)deki hadisler de ielâlet etmektedir. Ebu Said el-Hudrî, Peygamber – sav şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Eğer ben yeryüzü insanlarından bir halil edinecek olsaydım, şüphesiz Ebu Bekir'i halil edinirdim. Fakat sizin bu arkadaşınız Allah'ın halilıdir."1 Buhâfi 3654; Müslim 2382, 2383; Tirmizl 3656; ibn MSce 93; Müsned, l, 377, 379, 409, 433 Bununla kendi şahsını kastediyordu
Bir başka rivayette de şöyle denilmektedir: "Ben herbir halile, halillik etmekten uzak olduğumu bildiririm. Eğer yeryüzü insanlarından bir halil edinecek olsaydım, elbetteki Ebu Bekir'i halil edinirdim."2 Müslim 532.
Bir başka rivayette de1 "Muhakkak Allah ibrahim'i halil edindiği gibi, beni de hali! edinmiştir."3 Müslim 532
Böylelikle Peygamber -Saitaiiahu aleyhi veseilem- yaratılmışlardan herhangi bir kimseyi kendisine halil edinmesinin uygun olmadığını ve eğer böyle birşey mümkün olsaydı, insanlar arasında buna en layık kişinin Ebu Bekr es-Sıddiyk olacağını açıkça belirtmektedir, Bununla birlikte o kendi zatını bir takım kimseleri sevmekle de nitelendirmiştir. Mesela Muaz'a: "Allah'a yemin ederim, gerçekten ben sent seviyorum."4 Ebu Dâvûd 1522; Müsned, V. 245, 247 demiştir. Ensar'a da böyle söylemiştir. Zeyd b. Harise de Rasûlullah -Sailaitahu aleyhi vesetiem-\n sevdiği kişilerdendi, oğlu Üsame de ve buna benzer başkaları da böyleydi. Amr b. el-'As ona: İnsanlar arasında en çok kimi seviyorsun, diye sorduğunda, Âişe'yi diye cevap vermişti. Ya erkeklerden deyince, bu sefer: Babasını diye cevap vermişti.5 Buharı 3662. 4358; Müslim 2384; Tirmizî 3885
Halillik Muhabbet'ten Daha Özel Bir Makamdır
Böylelikle halillığin mutlak olarak muhabbetten daha özel bir makam olduğu anlaşılmaktadır. Halillik derecesinde sevilen kimse bu tür sevginin kemali dolayısıyla başka bir sebebten ötürü değil, bizzat kendisi kendisi olduğundan ötürü sevilir. Zira başka bir sebebten ötürü sevilen kimse böyle olmayan kimseye göre sevgide daha geri bir mertebede dernektir.
Halillik kemal derecesinde bir sevgi olduğu için ne başkasının ortaklığını kabildir, ne de başkası ile birlikte söz konusu olabilir. Çünkü halillikte, tevhidin ve muhabbetin kemali söz konusudur.
Önceden de geçtiği gibi Peygamberimiz -Saiiaiiahu aleyhi veseilem-, ibrahim -Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun- hakkında sabit olan halillik mertebesinde onunla ortak olduğu gibi, Musa -Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun- için sabit olmuş, teklim (özel konuşmak) konumunda da aynı şekilde onunla ortaktır. Nitekim bu husus isra hadisinde açıkça sabit olmuştur.
"Meleklere, peygamberlere, rasûllere indirilen kitaplara iman ederiz. Onların hepsinin apaçık hak üzere olduklarına da şahitlik ederiz."
Meleklere, Kitaplara ve Peygamberlere İman
Bunlar imanın esaslarıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O peygamber kendisine Rabbinden indirilene iman etti, mü'minier de. Onların herbiri Allah'a, 0'-nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inandı..."(ei-Bakare.. 2/285); "Yüzlerinizi doğu ve batı'ya döndürmeniz iyilik demek değildir, fakat as// iyilik Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere iman edenin... kidir."(ei-Bakara, 2/177)
Görüldüğü gibi Yüce Allah imanı, bu esaslara iman diye tarif etmiştir. Bu esaslara iman edenleri de mü'min diye adlandırmıştır. Nitekim şu buyruğunda da bu esasları inkar edenleri de kâfirler olarak adlandırmıştır: "Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ederse artık o hiç şüphesiz uzak bir sapıklığa düşmüştür." (en-Nisa. 4/130)
Sahih olduğu Buhari ve Müslim tarafından ittifakla kabul edilen ve Cibril hadisi diye bilinen hadiste Cebrail'in Peygamber -Saiiaitahuaieyrıi vesei/em-e imana dair soru sorması üzerine şöyle buyurmuştu: "(iman) Allah'a, meleklerine, kitaplarına, rasûlüne ve ahiret gününe iman etmendir. Ayrıca hayrı ile şerri ile kadere inanmandır."1Buharı 50, 4777; Müslim 8,9; Ebû Dâvûd 4695; Tirmızi 2610: Mesaî, VIII, 101-103: ibn Mâce 63, 64;Müsned. l, 28,51,52, II, 426.
İşte bütün peygamberlerin ve rasûllerin -Allah'ın salat ve selamlar üzerlerine olsun- ittifakla tebliğ ettiği iman esasları bunlardır. Bu esaslara ancak peygamberlere tabi olanlar gerçek anlamıyla irnan eder.
Ehl-i Sünnet'in İnancı Peygamberlerin Getirdiklerine Tabî Olmaya Dayanır
Ehl-i sünnetin iman esasları peygamberlerin getirdiklerine tabi olmaktan ibarettir.
Dinin aslı daha önceden de açıklandığı gibi Rasûlün getirdiklerine iman etmektir. Bundan dolayı Bakara suresinin son iki âyet-i kerîme'si bu temel esaslan ihtiva ettiklerinden ötürü başkalarının sahip olmadığı büyük bir önem taşırlar. Buharî ile Müslim'de, Ebu Mes'ud Ukbe b. Amr, Peygamber -sav-den şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Kim bir gecede Bakara suresinin sonundan iki âyet-i kerîme okuyacak olursa, o iki âyet ona yeter."' Buhâtî 4008, 5008, 5009. 5040, 5051; Müslim 808.
Müslim'in Sahihinde de ibn Abbas -ra-dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Cebrail, Peygamber - sav yanında oturuyor-ken üst taraftan bir ses işitti. Başını kaldırdıktan sonra şöyle dedi: Bu, semanın bugün (ilk olarak) açılan bir kapısıdır. Bugünden başka asla açılmış değildir.
O semadan bir melek indi, onun hakkında da şunları söyledi: Bu yeryüzüne (ilk defa) inen bir melektir. Bugünden önce asla inmiş değildir. (Melek gelip) selam verdi ve dedi ki: Sana verilen iki nurun müjdesini veriyorum. Bunlar senden önce hiçbir peygambere verilmiş değildir: Fatihatu'l-Kitab ile Bakara suresinin sonları, Bunlardan okuduğun herbir harfin (karşılığı) mutlaka sana verilir."2Müslim 806
Ebu Talib el-Mekkî de şöyle demektedir: imanın rükünleri yedi tanedir. -Bu beş esas ile birlikte- kadere iman ve cennet ile cehennem ateşine iman etmektir.
Bu doğrudur, buna dair deliller sabit, muhkem ve katî'dir. Tevhid ve risa-lete dair delillere daha önceden değinmiş bulunuyoruz.
Melekler ve Yapmakla Görevli Oldukları işler:
Melekler semavat ve arz ile görevlidirler. Kainattaki herbir hareket meleklerden ortaya çıkar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her bir işi yürütmekle görevli olan me/eklere (andolsun.)" (en-Nâziât, 79/5); "Herbir emri paylaştıranlara ki..." (ez-Zariyat, 5l/i)
Bunlar ise iman ehli ile rasûllere tabi olanlara göre meleklerdir. Peygamberleri yalanlayıp, yaratıcıyı inkar edenler ise bunlar yıldızlardır, derler.
Kitab ve sünnet çeşitli tip meleklerin varlığını göstermektedir. Bu meleklerin çeşitli yaratıklarla görevli olduklarına delalet etmektedir. Aynı şekilde Yüce Allah'ın dağlara melekler görevlendirdiği gibi; bulutlara ve yağmurlara, nutfenin hilkati tamamlanıncaya kadar işlerini yürütmek üzere rahimlere melekler görevlendirdiğine, kulun amelini tesbit etmek, saymak ve yazmak üzere melekler görevlendirdiğine, ölüm ile ilgili kabirde soru sormakla görevli, yıldızların hareketlerini düzenlemekle görevli, güneş ve ay'la görevli melekler olduğuna delâlet etmektedir.
Yine Kitab ve sünnete göre cehennem ateşi, onu yakmak, oradakileri azaplandırmak ile melekler görevlendirdiği gibi; orayı korumak üzere de melekler görevlendirmiştir. Yine cennet ile cennetin imarı ile bahçe ve araçlarıyla da melekler görevlendirmiştir.
Melekler Allah'ın en büyük ordularıdır. Bunlardan kimisi; "Ardarda gönderilenler, şiddetlice esenler, iyice yayanlar, tam anlamı ile ayırd edenler, zikri (vahyi) getirip bırakanlar" dır.(ei-Murselat, 77/1-5)
Kimisi kâfirlerin ruhlarını şiddetlice söküp çıkaranlar (en-Naziat), kimisi mü'minlerin ruhlarını yumuşaklıkla çıkaranlar, dalıp yüzenler, alel acele koşanlar (bk en-Naziât 79/1-4}
Kimisi saf saf duranlar, haykırarak sürenler, zikir okuyup duranlardır. (Bk.
es-Sâffât, 37/1-3)
Bütün burada çoğul müennes kullanılması tekili "fırka, taife ve cemaat" olarak gelen fırkalar, taifeler ve cemaatlere delâlet etmelerinden dolayıdır.
Kimi melekler rahmet, kimileri azab melekleridir. Arş'a taşımakla görevlendirilmiş melekler vardır, gökleri namaz, teşbih ve takdis ile ma'mur etmekle görevlendirilmiş melekler vardır ve bunun dışında Yüce Allah'tan başka hiç kimsenin sayısını bilemediği çok çeşitli tür melekler vardır.
Melek Kendisini Elçi Gönderenin Emrini Yerine Getiren Bir Rasûldür
"Melek" lafzı, onun kendisini elçi olarak gönderenin emrini yerine getiren bir elçi olduğu anlamını zaten hissettirmektedir. Onların elinde emir namına hiçbir şey yoktur. Emir bütünüyle bir ve tek, gücü herşeye galip, kahhâr olan Allah'ındır. Onlar Yüce Allah'ın emrini yerine getirirler sadece: "Söz/eri ile onun önüne geçemezler, onlar O'nun emri gereğince iş görürler. Onların dnündekini de, arkalanndakinl de bilir. O'nun razı olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler. Onlar korkusundan titrerler." (et-Enbiya. 21/27-28); "Üstlerinde olan Rablerinden korkarlar ve yalnız emrolunduklarını yaparlar." (en-Nahl, ıe/50)
O halde onlar ilahi ikrama mazhar olmuş kullardır. Onlardan kimi saf saf durur, kimi teşbih eder dururlar. Aralarından belli bir makam ve mevkiT bulunmayan hiçbirisi yoktur ve onların hiçbirisi bu konumundan daha öteye gitmez. Her-birisi kendisine emrolunan bir iş ifa eder. Bu işte kusurlu hareket etmez ve onun dışına çıkmaz. O'nun nezdinde bulunanlar onların en yüce ve üstün mertebede olanlarıdır: "O'nun yanında olanlar ise O'na ibadete karşı büyüklenmezler ve usanmaz/ar. Gece ve gündüz aralıksız teşbih ederler." (ei-Enbiyâ, 21/19-20)
Onların başı Cibril, MikSil ve İsrafil adındaki üç melektir. Bunların her üçü
de hayat ile görevlidirler.
Cibril kendisiyle kalplerin ve ruhların hayat bulduğu vahiy ile görevli olan melektir.
Mikâit ise arzın, bitkilerin ve canlıların kendisiyle hayat bulduğu yağmur ile görevli olan melektir.
İsrafil ise yaratıkların ölümlerinden sonra tekrar kendisiyle hayat bulacakları Sur'da üfürrnekle görevli olan melektir.
O halde melekler Allah'ın yarattıkları arasında ve emri hususunda elçilik yaparlar. Kendisi ile kulları arasında elçidirler. Onlar, O'nun nezdınden aldıkları emir ile kainatın herbir yerine inerler ve ilahi emirlerle O'na yükselirler. Artık "gökler onlardan dolayı gıcırdamaktadır. Gıcırdamak ta onun hakkıdır, çünkü Allah için kıyamda, yahut ruku'da ya da secde de duran bir meleğin bulunmadığı dört parmaklık bir yer dahi yoktur."1TirrniziÎ. 2312; ibn Mâce 4190; Müsned, V, 173. Hergün yetmişbin melek el-Beytu'l-Ma'-mur'a girerler ve tekrar bir daha oraya girmek için onlara sıra gelmez.2Buhari ve Müsiim ile diğer kaynaklarda yer alan uzunca "isrâ Hadisi'ndert bir bölüm.
Meleklerden ve Mertebelerinden Söz Eden Buyruklar
Kur'ân-ı Kerîm, meleklerden, çeşitlerinden ve mertebelerinden söz eden buyruklarla dolup taşmaktadır. Kimi zaman Yüce Allah onları kendi adı ile birlikte zikreder. Onların salavât getirmelerini, kendisinin salavâtıyla beraber anar ve onların şereflerine işaret etmek istediği yerlerde o melekleri kendisine izafe eder.
Bazen onların 'Arş'ın etrafında dolup taştıklarını, 'Arş'ı taşıdıklarını söz konusu eder ve günahlardan uzak olduklarını bildirir.
Bazen ikram ve kerem sıfatlarıyla yakınlaştırılmış olmakla ve yücelikle nitelendirir. Tertemiz olmakla, güçlü ve ihlas'la Allah'a ibadet etmekle vasfeder. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onların herbiri Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inandı." (et-bakara, 2/285); "Allah kendisinden başka hiçbir ilah olmadığını, adaleti ayakta tutarak açıkladı. Melekler de, ilim sahipleri de (buna iman ettiler.)" (aı-i imran, 3/18); "O sizi karanlıklardan nura çıkarmak için, size salat getirendir, melekler de." (ei-Ahzab, 33/43); "Şu 'Arş'ı yüklenenler ve etrafında (tavafta) bulunanlar, Rablerini hamd ile teşbih ederler, O'na iman ederler, mü'rnınlere de mağfiret dilerler." (ei-Mu'mm, 40/7); "Melekleri de 'Arş'ın etrafını kuşatmış görürsün, Rablerini hamd ile teşbih ederler." (ez-Zumer, 39/75); "Bilakis onlar mükerrem kullardır." (ei-Enbiya, 21/26); 'Şüphe yok ki Rabbın nezdındekiler O'na ibadet etmekten asla büyülenmezler, O'nu teşbih ederler ve yalnız O'na secde ederler," (ei-A'raf, 7/206); "Şayet büyüklenmek ister/erse Rabbinin yanında bulunanlar hiç usanmadan O'nu gece ve gündüz teşbih eder, dururlar. ~ (Fussi/et, 41/38); "Çok şerefli yazıcılar vardır." (ei-infıtar, 82/11); "Emrine itaatkâr, oldukça değerli (melekler)." (Abese, so/16); "Mukarreb olan (melek)ier O'nu müşahede ederler." (ei-Mutaffıfin, 83/21); "Onlar (itaatin dışına çıkmış şeytanlar) Mele-i a 'la 'yi dinleyemezler." (ss-Salfat, 37/8)
Nebevî hadisler de aynı şekilde meleklerden söz eden ifadelerle dolup taşmaktadır, işte bundan dolayı meleklere iman etmek, imanın esaslarını teşkil eden beş esastan birisi olmuştur.
Nebi ve Rasûllere İman Etmek
Nebilere ve rasûllere gelince, Yüce Allah'ın kitab-ı kerîrn'inde ismini verdiği rasûllere iman etmekle yükümlüyüz. Ayrıca sayılarını ve isimlerini, kendilerini gönderen Yüce Allah'ın dışında hiçbir kimsenin bilmediği, bunların dışında bir çok rasûller ve nebî'ler gönderdiğine de iman etmekle yükümlüyüz.
Bunların hepsine icrnalî olarak iman etmeliyiz. Çünkü peygamberlerin sayıları hususunda herhangi bir nass gelmiş değildir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kıssalarını sana daha önce anlattığımız peygamberlere de, kıssalarını sana anlatmadığımız peygamberlere de (vahyettîk.)" (en-Nisâ, 4/164); "Ando/sun Biz senden önce de peygamber/er gönderdik. Onlardan kiminin kıssaların/ sana anlattık, kiminin de kıssalarını sana anlatmadık." (el-Mu'min, 40/78)
Bize düşen ise onların Yüce Allah'ın kendilerine emrettiği şekilde kendileri ile gönderilen mesajların tamamını tebliğ ettiklerine ve onların bunu kendilerine peygamber olarak gönderildikleri herhangi bir kimsenin bilmemek iddiasında bulunamayacağı ve ona muhalefet etmesinin de helal olamayacağı bir şekilde açık ve seçik beyan ettiklerine iman etmekle yükümlüyüz,
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Peygamberler üzerinde apaçık tebliğden başka bir görev var mı?" (en-Nahl, 16/35); "Eğer yüz çevirirlerse sana düşen ancak açıkça bir tebliğden ibarettir." (en-Nam, 16/82); "O'na itaat ederseniz, hidayet bulursunuz. Peygambere düşen de ancak apaçık tebliğdir." (en-Nur, 24/54); "Peygambere de itaat edin, eğer yüz çevirirseniz peygamberimize düşen ancak apaçık tebliğdir." (et-Teğabun, 64/12)
Ulu'l-Azm Peygamberler
Ulu'l-Azm rasûllere gelince; bu hususta farklı görüşler vardır. Bunların en
güzeli el-Bağavî ve başkalarının ibn Abbas ve Katade'den naklettikleri şu görüştür; Bunlar Nuh, İbrahim, Musa, isa ve Muhammed -Allah'ın sala: ve selamlan üzerlerine o/sui7-dir. ibn Abbas dedi ki: Bunlar Yüce Allah'ın şu buyruklarında sözü edilen peygamberlerdir: "Hani Biz peygamberlerden senden, Nuh'tan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem oğlu isa'dan ahîdlerinî almıştık." (ei-Ahzab, 33/7); "O. 'dini dosdoğru tutun, onda ayrılığa düşmeyin' diye dinden Nuh'a tavsiye ettiğimizi, ibrahim, Musa ve İsa 'ya tavsiye ettiğimizi size de şeriat yaptı." (es-$ura. 42/13)
Muhammed -Sai/aiiahu aleyhi veseitem-e iman etmeye gelince, bu onu tasdik etmektir. Onun getirmiş olduğu şer'î hükümlere icmalen ve tafsilen tabi olmaktır.
Kitaplara İman
Peygamberlere indirilmiş kitaplara imana gelince, Yüce Allah'ın Kıtab-ı Kerîrn'inde ismen zikrettiği Tevrat, İncil ve Zebur'a iman ederiz. Bizler Yüce Allah'ın bunların dışında çeşitli peygamberlere indirmiş olduğu başka kitaplarının olduğunu da iman ederiz. Bunların isim ve sayılarını Allah'tan başkası bilemez.
Kur'ân'a iman etmeye gelince, bu da onu ikrar ve kabul etmektir, içindeki hükümlere tabi olmaktır. Bu ise Kur'ân'ın dışındaki kitaplara iman etmeye ek bir özelliktir. Bizler Allah'ın peygamberlerine indirilmiş olan kitapların Allah tarafından geldiğine, onların hak olduklarına, bir hidayet, bir nur, bir beyan ve bir şifa olduklarına iman etmekle yükümlüyüz.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Deyin ki: 'Biz Allah'a ve bize indirilene... ve bütün peygamberlere Rablerı tarafından verilen/ere iman ettik.'" (ei-Baka-ra, s/136); "Elif, Lam, Mim. Allah (O'dur ki) O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. Diridir ve kayyumdur, O sana kitabı hak ile ondan önceki/eri doğrulayıcı olarak indirdi. Tevrat, incil'i de indirdi... Furkan'ı da indirdi." (aı-i i/man, 3/1-4); "O peygamber kendisine Rabbinden indirilene iman etti." (ei-Bakara, 2/286); "Hala onlar Kur'ân 'ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o Allah'tan başkasından gelseydi, elbette içinde birbirini tutmayan bir çok şeyler bulurlardı." (en-Nisa, 4/82) ve buna benzer Yüce Allah'ın bu kitapları kelam'ı olarak indirmiş olduğuna ve bunların kendi katından indirilmiş olduğuna delil teşkil eden bir çok âyet-i kerîme daha.
Bu buyruklarda hem kelam sıfatı, hem de uluvv (yükseklik, yücelik) sıfatı isbat edilmektedir.
Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İnsanlar tek bir ümmetti. Allah da peygamberleri müjdeleyici ve korkutucular olmak üzere gönderdi, beraberlerinde. ,. hak ile kitabı da indirdi." (ei-Bakara, 2/213); "Halbuki o hiç şüphesiz pek azız (güçlü) bir kitaptır. Önünden de, arkasından batıl ona erişemez. (Çünkü o) hıkmeti sonsuz, her hamde layık olan tarafından indirilmiştir." (Fussıiet, 41/41-42); "Kendilerine ilim verilenler bilirler ki: Rabbınden sana indirilen hakkın ta kendisidir. " (Sebe; 34/6); "Ey insanlar: Size Rabbinizden bir öğüt, kalplerde olanlara bir şifa, mü'minler için de bir hidayet ve rahmet gelmiştir" (Yunus. ıo/57}; "De ki: 'O iman edenler için bir hidayet ve bir şifadır." (Fussıiet, 11/44); "O halde Allah'a, O'nun peygamberlerine ve indirdiğimiz nur'a (Kur'ân'a) iman edin." (et-Teğabun, 64/8)
Buna benzer buyruklar Kur:ân-ı Kerîm'de oldukça çoktur.
"Biz kıblemiz ehlini, Peygamber -saitatiahü aleyhi ve seiiem-\ﷺ\ getirdiklerini itiraf edenler olarak kaldıkları, söylediği ve haber verdiği herşeyi tasdik ettikleri sürece müslümanlar ve mü'minler olarak adlandırırız."
Ehl-i Kıble
Rasûlullah -Saiiaiiahu aleyhi veseiiem- şöyle buyurmuştur: "Kim bizim kıldığımız namazı (aynen) kılar, kıblemize yönelir ve kestiğimizi yerse işte müslüman odur. Bizim lehimize olan onun da lehinedir, bizim yükümlülüğümüz aynen onun için de söz konusudur."1
Tahâvî -Allah ona rahmet elsin- bu sözleriyle İslam ile imanın bir olduğuna, müslüman olan bir kimsenin helal görmediği sürece herhangi bir günahı işlediğinden ötürü islamın dışına çıkmayacağına işaret etmektedir.
"Kıblemiz ehli" ifadesinden kasıt da müslüman olmak iddiasında bulunan ve kıbleye yönelen kimselerdir. İsterse çeşitli hevâlara (yanlış fırkalara) mensup kimselerden yahut ta m'asiyet işleyenlerden olsun. Elverir ki rasûlün getirdiklerinden herhangi bir şeyi yalanlamasın, ileride Tahâvî'nin -Allah ona tahmet etsin-; "Bizler kıble ehlinden herhangi bir kimseyi helal görmediği sürece herhangi bir günah dolayısıyla tekfir etmeyiz" sözleri ile "İslam ve iman aynı şeydir, iman ehli imanın aslı hususunda biribirlerine eşittirler" sözleri açıklanırken bu iki hususa dair daha geniş açıklamalar da gelecektir.
"Allah'ın zaîı hakkında ileri geri konuşmayız, Allah'ın dini hakkında da tartışmalara girmeyiz."
Allah hakkında ileri geri konuşmak ve dini hakkında tartışmak
Tahâvî -Allah ona rahmet etsin- burada keianYcıların batıl sözlerinden uzak durmaya, onların sahip oldukları bilginin yerilen türden olduğuna işaret etmektedir. Çünkü onlar bilgisizce ve kendilerine gelmiş bir delil olmaksızın Yüce Allah hakkında konuşmaktadırlar; "Onlar ancak zanna ve nefislerin hevâsına uyarlar. Halbuki andolsun ki Rablerinden kendilerine hidayet gelmiştir. " (en-Necm, 53/23)
Ebu Hanife -Yüce Allah'ın rahmen üzerine olsun- şöyle dediği nakledilmektedir: Yüce Allah'ın zatı hakkında hiçbir kimsenin bir söz söylememesi gerekir. Aksine O'nu kendi zatını vasfettiği şekilde nitelendirmelidir.
"Allah'ın dini hususunda tartışmaya girişmeyiz" sözleri şudemektir: Bizler hevâ ehlinin şüphelerini öne sürerek, hak ehli ile -onları tartışmalara sokmak ve o tartışmalara yönlendirmek maksadıyla- tartışmayız. Çünkü bu bir anlamda ba-tıl'a çağırmak, hakkı karıştırmak ve İslam dinini ifsad etmektir.
"Kur'ân hakkında mücadele etmez, onun âlemlerin Rabbinin kelamı olduğuna tanıklık ederiz. Onu er-Ruhu'l-Emin indirmiştir, Rasûllerin efendisi Muhammed -Satiaitaho aleyhi ve $ettem-e öğretmiştir. O, Yüce Allah'ın kelâmıdır, yaratıkların hiçbir sözü ona denk olamaz. Onun mahluk olduğunu söylemeyiz, müslüman cemaate muhalefet etmeyiz."
Kur'ân Hakkında Tartışmanın Yasaklanışı
Kendisi "Kur'ân hakkında mücadele etmeyiz" sözleri ile şunu kastetmiş olabilir: Bizler sapıkların Kur'ân hakkında söz söyleyip, anlaşmazlığa düştükleri gibi ve hakkı bertaraf etmek, maksadıyla batıl'ı öne sürerek tartıştıkları gibi tartışmayız. Aksine biz şöyle deriz: "O âlemlerin Rabbinin sözüdür, onu Ruhu'l-Emin indirmiştir..."
Şunu da kastetmiş olabilir: Bizler sağlam senetlerle sabit kıraatler hakkında tartışmaya girişmeyiz. Bunun yerine Kur'ân-ı Kerîm'1 sabit olmuş ve sahih yolla gelmiş bütün rivayetlerle okuyabiliriz.
Her iki mana da haktır. İkinci anlamın doğruluğuna da Abdullah b. Mes'ud -ra- gelen şu rivayet tanıklık etmektedir: Ben bir adamın Kur'ân-ı Kerîmin bir âyetini Rasûlullah -sav- işittiğim okuyuşun hilâfına okuduğunu duydum. Onu elinden tutup Rasûlullah -Saüaiiahu aleyhi vesei/em-e götürdüm ve ona bu durumu anlattım. Yüzünden bundan hoşlanmadığını tesbit ettim. Şöyle buyurdu: "ikiniz de güzel okudunuz, ihtilâfa düşmeyiniz. Sizden öncekiler ihtilâfa düştüler de helak oldular."1Buhârî 2410, 3476. 5062; Müsned. l, 393
Peygamber -sav-, ihtilâf edip anlaşmazlığa düşenlerin her birisinin diğerinin sahip olduğu hakkı inkâr etmesi anlamındaki ihtilâfı yasaklamıştır. Çünkü o buyruğu okuyanların herbirisınin okuyuşu güzeldi. Bu tür ihtilafı yasaklamasına gerekçe olarak da bizden öncekilerin anlaşmazlığa düşüp, helak olmalannı göstermiştir. Bundan dolayı Huzeyfe -ra-, Osman -ra-a şöyle demişti: Bu ümmeti yetiş, kendilerinden önceki ümmetlerin ihtilâfa düştükleri gibi ihtilâfa düşmesinler.2Buhari 4987.
Bunun üzerine Osman -ra- da bütün insanları doğru ve uygun şekilde bir kıraat etrafında topladı. Ümmet ise sapıklık üzere bir araya gelip, söz birliği etmekten yana korunmuştur. Yapılan bu işte farz olan bir iş terkedilmediği gibi, haram olan bir iş de işlenmemiştir. Çünkü Kur'ân'ın yedi harf üzere okunması caizdi, vacib değildi. Yüce Allah'tan gelmiş bir ruhsat idi. Onları seçip beğendikleri herhangi bir kıraate uygun olarak okuma tercihini yapmakta serbest bırakmıştı.
Nitekim Kur'ân surelerini tertib ile okumak ve sıralamak onlar için nass ile vacib kılınmış bir şey değildir. Bundan dolayı Abdullah b. Mes'ud'un Mushaf'ının tertibi, Osman -ra- emriyle tertib edilen Mushaf'ın tertibinden farklı idi. Başkalarının Mushaf'ı da bu şekildeydi. Surelerinin âyetlerinin tertibine gelince, bu nass ile tesbit edilmiş bir tertibdir.
Surelerden farklı olarak bir âyeti öne almak, bir başkasını geriye bırakmak yetkileri yoktu,
Ashab-ı Kiram ümmetin tefrikaya düşüp ihtilâf edeceklerini görünce eğer belli bir kıraat etrafında toplanmayacak olurlarsa biribirleriyle savaşacaklarını tesbit edince, Ashab-ı Kiram onları belli bir kıraat etrafında bir araya getirip, topladılar. Selefe mensub ilim adamı ve kıraat alimlerinin büyük çoğunluğunun görüşü budur. Bu açıklamayı ibn Cerir1Câmiu'l-Beyân, l, 56-59. ve başkaları yapmıştır.
"Biz onun âlemlerin Rabbınin kelâmı olduğuna tanıklık ederiz' sözleri İle ilgili açıklamalar bundan önce geçen": Ve şüphesiz Kur'ân Allah'ın kelam'ıdır. Söz olarak ve keyfiyetsiz bir şekilde O'ndan geldi..." sözleri açıklanırken geçmiş bulunmaktadır.
Tahavî'nin: 'Onu Ruhu'l-Emirı indirmiştir" sözlerinde kasıt Cibril -Aieyhisse-/am-dır. Ona "ruh" adının verilmesi, kalplere hayat veren vahyi insanlar arasından rasûllere taşıyanın o oluşundan dolayıdır. O emindir, hem de gerçekten ve tam anlamıyla bir emin'dir. Allah'ın salat ve selamları üzerine olsun. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onu Ruhu't-Emin indirdi. Uyarıcılardan olasın diye kalbin üzere, apaçık bir Arapça ile.' (eş-Şuara, 26/193-^5); 'Şüphe yok ki o çok şerefli bir elçinin (getirdiği) sözüdür. Büyük bir güç sahibi, 'Arş'ın sahibinin nez-dinde yüksek bir mevki sahibi olan elçinin sözü hem orada kendisine itaat edilendir, oldukça emindir.'(et-Tekvir. 31/19-21)
Buradaki buyruklar Cibril –as- vasfı ile ilgilidir. Ancak: "Muhakkak ki o şerefli bir elçinin (okuduğu) sözüdür. O bir şair sözü de değildir.' (ei-Hak-ka, 69/40-41) buyruklarından farklıdır, çünkü burada geçen "elçi: rasûl"den kasıt, Muhammed –sav-
"Onu Rasûllerin efendisine öğretmiştir" ifadesi açıkça Cibril'in Kur'ân'ı Peygamber efendimize öğrettiğini ifade etmektedir. Bu sözleriyle Karmati'lerin ve onların dışındaki çeşitli fırkaların "peygamber Kur'ân'ı kendi nefsinde bir ilham olarak tasavvur etmiştir" şeklindeki vehmi kanaatlerini çürütmek kastıyla dile getirmiştir.
"Onun mahluk olduğunu söylemez ve müslüman cemaate muhalefet etmeyiz" sözlerinde de Kur'ân-ı Kerîm'in mahluk olduğunu söyleyenlerin müslüman cemaate muhalefet ettiklerine dikkat çekmektedir. Ümmetin selefinin tamamı Kur'ân-ı Kerîm'in mahluk olmayıp, hakikat manasıyla Allah'ın kelamı olduğunu ittifakla kabul etmektedirler.
Hatta onun "ve biz müslüman cemaate muhalefet etmeyiz" sözleri mutlak olarak kabul ediiir yanı bizler müslüman cemaatin üzerinde ittifak etmiş olduğu bütün hususlarda onlara muhalefet etmeyiz, çünkü müslüman cemaate muhalefet etmek bir haktan sapıştır, bir delalettir ve bir bid'attir.
"Kıble ehlinden hiçbir kimseyi bir günah sebebiyle -helâl kabul etmediği sürece- tekfir etmez ve: İman ile birlikte günah işleyene günahı zarar vermez, demeyiz."
Tekfir Meselesi
Tahâvî -Allah ona rahmet etsin- "Kıble Ehli" ifadesiyle daha önce "biz kıblemiz ehline, müslümanlar ve mü'minler deriz" sözlerinde anılan kimseleri kastetmektedir. Tahâvî -Allah ona rahmet etsin- bu sözleriyle ne olursa olsun herbir günah sebebiyle günahkârı tekfir eden Haricilerin kanaatlerinin reddine işaret etmektedir.
Şunu bilelim ki tekfir edip etmemek meselesi fitne ve mihnetin pek büyük olduğu bir bahistir. Burada çokça tefrikaya düşülmüş, hevâlar ve görüşler farklılaşmıştır. Tarafların konu ile ilgili delilleri birbiriyle çatışmaktadır.
Allah'ın rasûlü ile göndermiş olduğu hatta gerçek anlamda ya da kendi kanaatlerine göre muhalefet eden değişik görüş ve bozuk inanca sahip kesimlerin tekfiri hususunda insanlar iki uç nokta ile orta yoldadırlar Bu konuda da tıpkı amelî büyük günah işleyenlerin tekfiri hususundaki ihtilaf gibi ihtilâf etmişlerdir.
Bir kesim: Biz kıble ehline mensup hiçbir kimseyi tekfir etmeyiz deyip genel olarak tekfir'i kabul etmemektedir. Bununla birlikte Kıble Ehli arasında münafıklar da vardır ve onlar arasında Kitabı, sünneti ve icmaı yahudi ve hristiyanlar-dan daha ileri derecede inkâr eden daha şiddetli kâfirler vardır. Onlar arasında imkan bulduğu takdirde, bu küfürlerini kısmen açığa vuranlar da bulunur. Buna rağmen onlar kelime-i şehadet'i söylediklerini de izhar ederler.
Yine/müslümanlar arasında görüş ayrılığı söz konusu olmaksızın kabul edilen bir gerçek de şudur: Kişi açık ve mütevatir farzları, açık ve mütevatir haramları ve buna benzer kati hükümleri açıktan açığa inkâr edecek olursa tevbe etmesi istenir. Tevbe ederse kabul edilir, aksi takdirde kâfir ve mürted olarak öldürülür. Münafıklık ve mürted'lik ise bid'at ve günah işleyen kimseler arasında bulunma ihtimali yüksektir.
Nitekim el-Hallâl "es-Sünne" adlı eserinde senedini kaydederek Muhammed b Sîrin'in şöyle dediğini zikretmektedir: İnsanlar arasında en çabuk irtidad edenler, hevâlarının peşinden giden kimselerdir. Onun görüşüne göre şu âyet-i kerîme
bu gibi kimseler hakkında inmiştir: "Âyetlerimize dalanları gördüğün zaman onlar başka bir söze daiıncaya kadar kendilerinden yüz çevir..." (et-En'âm, 6/68)
İşte bu sebebten dolayı önder ilim adamlarından pek çok kimse mutlak olarak bizler hiçbir günah sebebiyle kimseyi tekfir etmeyiz, demekten kaçınmış, bunun yerine şöyle demek yolunu tercih etmişlerdir: Biz Haricilerin yaptıkları gibi her günah sebebiyle, günahkarları tekfir etmeyiz.
Umumi nefy ile umumun nefyi arasında ise fark vardır. Yapılması gereken ise her günah dolayısıyla tekfir eden haricilerin sözlerinin aksine umumu nefyetmektir, işte -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- Tahâvî bu ifadelerinde "helal görmedikçe" sözü ile bundan dolayı bir kayıt getirmiştir.
TahâvTnirv. "Bununla birlikte bizler iman ile birlikte hiçbir günah, işleyenine zarar vermez... demeyiz" sözlerine gelince, o bu sözleriyle Mürcie'nin kanaatlerini reddetmektedir. Çünkü onlar: Küfür ile beraber hiçbir itaatin faydası olmadığı gibi, iman ile birlikte hiçbir günahın da zararı olmaz demektedirler.
İşte bunlar (Mürcie) bir tarafta, Hariciler ise bir taraftadırlar. Hariciler de biz her günah yahut ta büyük her günah dolayısıyla müslümanın kâfir olduğuna hükmederiz, derler. Büyük günah dolayısıyla imanı boşa çıkar ve beraberinde iman namına birşey kalmaz, diyen Mutezile de aynı kanaati paylaşmaktadır. Ancak Hariciler imandan çıkan küfre girer derken. Mutezile imandan çıkar ancak küfre girmez. İşte, el-Menziletu Beyne'l-Menzıleteyn (iman ile küfür arası) bu demektir. Onlar imandan çıktığını söylemekle böyle bir kimsenin cehennemde ebedi kalacağını da söylemiş olmaktadırlar,
Kelam, fıkıh ve hadis ehlinin pek çoğu ameller ile ilgili olarak bu kanaati paylaşmamaktadırlar. Ancak onlar bid'at özelliğini taşıyan, itikadî meselelerde -bu görüşlerin sahipleri te'vilcı olsalar dahi- şöyle derler: Bu görüşe sahip herkes kâfir olur.
Onlar bunu söylerken hata eden müçtehıd ile başkası arasında da fark gözetmezler. Ya da bu kesimlere mensup olanlar bid'atçı olan herkesin kâfir olduğunu da söylerler.
Ancak böyleleri umumi isbat hususunda pek büyük bir durumla karşı karşıya Kalırlar. Çünkü mütevatir nasslar açıkça şunu göstermektedir.:Kalbinde zerre kadar imandan eser bulunan herkes cehennem ateşinden çıkacaktır, işte bu delilleri kabul eden vaadedici nasslar berikilerin delil olarak ileri sürdükleri tehdit edici nasslarla çatışmaktadır.
Burada maksat şudur: Bid'atler bu türdendirler. Kişi zahiren ve batınen mü'min olmakla birlikte ya içtihad ederek yahut kusurlu davranıp günaha girmek suretiyle hataya düştüğü bir te'vilde bulunur. Böyle bir kimse hakkında sırf bundan ötürü imanı boşa çıkmıştır, denilemez. Ancak buna (küfrüne) dair serî bir delilin bulunması hali müstesnadır.
Hatta bu tür iddia Hariciler'le Mutezili'lerin görüşleri türündendir. Bizler bununla birlikte böyle bir kimse kâfir olmaz da demeyiz. Aksine adıl olan yol orta ve mutedil olan yoldur. O da şudur: Allah Rasûlünün sabit olduğunu belirttiği bir hususu nefyetmeyi yahut nefyettiği hususu sabit kabul etmeyi yahut yasakladığını emri ya da emrettiği hususu yasaklamayı ihtiva eden batıl bid'at ve haram olan görüşler ile ilgili olarak hak olan ne ise o söylenir ve nassların bu hususta delalet ettiği tehdit ne ise o tesbit edilir. Bunların da küfür olduğu beyan edilir ve: Bu (peygamberin bildirdiklerinin tam aksini belirten) görüşleri kabul eden kâfirdir denilir ve benzeri şeyler söylenir. Tıpkı can ve mal hususlarında zulmün söz konusu olduğu hallerde tehdidin söz konusu edildiği gibi.
Diğer taraftan ehl-i sünnetin meşhur bir çok ilim adamı Kur'ân-ı Kerîm'in yaratılmış olduğunu, Allah'ın âhirette görülmeyeceğini, Allah'ın eşya'yı meydana gelmeden önce bilmeyeceğini söyleyenlerin kâfir olduğunu belirtmişlerdir. Ebu Yusuf -Allah'ın rahmeti üzenne oisun-dan şöyle dediği nakledilmiştir: Bir süre Ebu Ha-nife -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- ile tartıştım, sonunda ikimiz şu kanaate vardık: Kur'ân yaratılmıştır, diyen kimse kâfirdir.1
Belli Bir Kimsenin Tekfir'i
Belli kimsenin tekfir edilmesine gelince, şayet: Siz o kimsenin tehdide maruz kalan kimselerden olduğuna ve kâfir olduğuna şahidlik eder misiniz? diye sorulacak olursa, böyle bir kimse hakkında ancak şahitliğin yapılabileceği belli bir husus bulunması halinde şahitlik ederiz. Çünkü muayyen bir kimseye Yüce Allah'ın mağfiret etmeyip ona merhamet etmeyeceğine, aksine onu cehennemde ebediyyen bırakacağına dair şahitlikte bulunmak, haddi aşmanın en büyük bir şeklidir. Çünkü böyle bir hüküm kâfir olarak ölenin, ölümden sonraki hükmüdür.
Bundan dolayı Ebu Davud Sünen'inde Edeb bölümünde: "Bağyin yasaklanışı bahsi" diye bir başlık açmış ve bu başlık altında Ebu Hureyre -ra -dan galen şu rivayeti kaydetmiştir: Ben Rasûlullah -sav şöyle buyururken dinledim: Israiloğulları arasında kardeş olmuş iki kişi vardı. Onlardan birisi günah işlerdi, diğeri ise olanca gayretiyle ibadet ederdi. Gayretle ibadet eden kişi diğerini sürekli günah üzere görür dururdu. Ona bu işten
vazgeç, derdi. Yine bir gün bir günah işlemekte olduğunu gördü ve ona1 Vazgeç, dediği halde bu sefer adam: Beni Rabbimle başbaşa bırak, sen benim üzerime bir bekçi mı gönderildin? Bu sefer öbürü şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, Allah sana mağfiret etmeyecektir yahut ta seni cennete sokmayacaktır. Yüce Allah ruhlarını kabzetti, her ikisi de âlemlerin Rabbinin huzurunda bir araya geldiler. Gayretle ibadet eden bu kimseye: Sen Beni biliyor muydun, yoksa sen Benim elimde bulunana kadir miydin? Günah işleyene de: Haydi git rahmetimle cennete gir, dedi. ibadet eden kimse hakkında da: Bunu alın cehenneme götürün, diye buyurdu. Ebu Hureyre dedi ki: Nefsim elinde olana yemin olsun ki o dünyasını da ahiretini de mahveden bir söz söylemişti." Bu hasen bir hadistir.1Ebu Dâvûd 4901
Çünkü muayyen şahsın hata eden, günahı bağışlanmış bir müctehid olması mümkün olabildiği gibi, elindeki nassların dışında bulunan bir takım nass-lann kendisine ulaşmamış kimselerden olması da mümkündür. Onun pek büyük bir imanı ve Allah'ın rahmetine mazhar olmasını gerektiren bir çok iyilikleri de bulunabilir. Nitekim Yüce Allah: "Ölecek olursam (beni yakınız) ve öğütünüz, sonra külümü savurunuz" diyen kimseye de mağfirette bulunmuştur. Allah'ın buna mağfiret etmesinin sebebi onun sahip olduğu Allah korkusu idi.2Buhâtî 3481, 75Û6; Müslim 2756. O bununla birlikte Yüce Allah'ın tekrar kendisinin azalarını bir araya getirip yeniden dirilteceğine kadir olmayacağını zannediyor yahut bu hususta şüphe ediyordu. Ancak onun ahiret hakkındaki bu belirgin olmayan kanaati böyle bir kimseyi bizim dünya hayatında -onu bid'atinden engellemek ve tevbe etmesini istemek maksadıyla- cezalandırmamıza mani değildir.
Diğer taraftan herhangi bir söz bizatihi küfür ise; bu söz küfürdür denilir. O sözü söyleyen kimsenin kâfir olması ise bir takım şartların bulunmasına ve bir takım engellerin olmamasına bağlıdır. Bunların bu şekilde olabilmesi ise ancak o kimsenin münafık ve zındık olması halindedir. Müslüman olduğunu açığa vuran kıble ehlinden herhangi bir kimsenin kâfir olması ancak münafık ve zındık olması halinde düşünülebilir.
Yüce Allah'ın Kitabı da bunu açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü Allah insanları üç kısma ayırmıştır. Bir kışını müşriklerden ve kitap ehlinden olan kâfirlerdir, bunlar şehadet kelimesini ikrar ve kabul etmezler. Bir kısım içte de, dışta da mü'min olanlardır, üçüncü kısım ise zahiren imanı ikrar edip, batınen kabul etmeyenlerdir.
İşte bu üç kısım el-Bakara suresinin baş tarafında söz konusu edilmiştir. Bizzat kâfir olmakla birlikte şehadet kelimesini ikrar eden kimse, ancak zındık olur. Zındık da münafığın ta kendisidir.
İşte burada her iki kesimin de yanlışlığı ortaya çıkmaktadır, içten içe bid'at olan bir görüşü kabul eden herkesin kâfir olduğunu söyleyen kimse, batı-nen münafık olmayan bir takım kimselerin de kâfir olduğunu kabul etmek zorunda kalır. Bu gibi kimseler halbuki batında Allah'ı ve Rasûlünü severler. Allah'a ve Rasûlüne -günahkâr olsalar dahi- iman ederler.
Nitekim Sahih-ı Buharî'de sabit olan rivayete göre Ömer -Raa'ıyaiiahu anh-\n azadlısı Eşlem ondan şunu rivayet etmektedir: Peygamber -Saiiaiiahu aleyhi veseiiem-döneminde Abdullah adında bir adam vardı. Bu kimsenin lakabı (essek anlamına): Himar idi. Bu Rasûlullah -Sallallahualeyhi veseilem-\ güldürürdü. Rasûlullah -Sallal-lahu aleyhi veseilem- de içki içtiğinden dolayı ona sopa cezası vurmuştu. Yine bir gün getirildi, tekrar peygamber ona sopa vurulmasını emretti. Orada bulunanlardan birisi: Allah'ım ona lanet et, bu adam (bundan dolayı) ne kadar da çok buraya getiriliyor, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah -Salla/lalın aleyhi veseliem- şöyle buyurdu: "Hayır, ona lanet etme, çünkü o Allah'ı ve Rasûlünü seven birisidir."1 Buharı 6780
iste bu pek çok taife ve ilim ve din önderleri hakkında kesin olarak bilinen bir husustur. Buna rağmen bunlar Cehmiye, Mürcie, Kaderiye, Şia ya da Haricilerin bir takım görüşlerini de kabul edebilmektedirler. Fakat ilim ve dinde imam olan kimseler bütünüyle bu bid'ati işlememektedirler. Aksine bunun sadece bir bölümünü işlemektedirler.
Bid'at ehlinin kusurlarından birisi de biribirlerini tekfir etmeleridir, ilim ehlinin övülmeye değer özelliklerinden birisi de; onların hata ettiklerini söylemekle birlikte tekfir'e yanaşmamalarıdır.
Bazı Nass'larda Bir Takım Günahlara "Küfür" Denilmesinin Açıklaması
Burada Tahâvî'nin -Allah ona rahmet etsin- sözleri ile ilgili olarak açıklanması gereken bir husus vardır. O da şudur: Sari' bir takım günahları "küfür" diye adlandırmıştır. Mesela, Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın indirdikleriyim hükmetmeyenler onlar kâfirlerin îa kendi/eridir." (ei-Maide, s/44)
Peygamber -Sallallahu aleyhi veseilem- de şöyle buyurmuştur: "Müslümana sövmek fasıklıktır. Onunla (öldürmek kastıyla) çarpışmak da küfürdür." Bu hadisi İbn Mes'ud -Rzüıyaiiatnj anh- rivayet etmiş, Buharî ve Müslim'de kitaplarında ittifakla kaydetmişlerdir.2 Buharı 48, S044, 7076; Müslim 64.
Yine Peygamber -Sallallahu aleyhi veseliem- şöyle buyurmaktadır: "Benden sonra biriniz diğerinizin boynunu vuran kâfirler olarak gerisin gen dönmeyiniz."1 Buhari 4403, 6166. 6785, 7077; Müslim 66, 120.; "Bir adam kardeşine Ey kâfiri diyecek olursa, onlardan birisi bu unvanı alır."2 Buhârî6103 Bu iki hadis de İbn Ömer -Raüıyaiiahu anh-dan gelmekte olup Buharî ve Müslim tarafından ittifakla rivayet edilmişlerdir.
Yine Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Dört husus vardır ki bunlar kimde bulunursa o halis münafık olur. Bunlardan birisine sahip olan kimsede de onu terkedinceye kadar münafıklık özelliklerinden birisi bulunur: Konuşursa yalan söyler, söz verirse sözünde durmaz, ahdettiği vakit yerine getirmez ve tartışırsa haddi aşar." Abdullah b. Amr -Radıyaliahu ann- yoluyla gelen bu hadis de Buharî ve Müslim tarafından rivayet edilmiştir.3 Buhârî 34, 2459, 31 73; Müslim 58
Peygamber -sav- bir başka hadiste şöyle buyurmaktadır: "Zina eden, zina ettiği vakit mü'min olarak zina etmez. Hırsızlık yapan, hırsızlık yaptığında mü'min olarak hırsızlık yapmaz. İçki içen, içki içtiğinde mü'min olarak içmez. Bundan sonra da tevbe arz olunur."4 Buhâfî2475, 5578, 6772, 6810; Müslim 57.
Bir başka hadiste de şöyle buyurulmaktadır: "Müslüman ile küfür arasındaki sınır namazı terketmektır." Bu hadisi de Müslim, Câbir -ra- yoluyla gelen rivayetle kaydetmektedir.5 Müslim 82
Peygamber buyuruyor ki: "Kim bir kâhine gider de onu tasdik ederse yahu! bir kadına arkadan yaklaşırsa Muhammed -Sallallahualeyhi veseiiem-e indirilene küfretmiş olur."6 Ebû Dâvûd 3904; Tirmizî 135. Bir başka hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Allah'tan başkasının adı ile yemin eden küfretmiş olur." Bu lafzıyla bu hadisi Hakim rivayet etmiştir.7 Müsned. II, 69, 87, 125; Ebû Dâvûd 3251; Tirmizî 1535, Hâkim, el-Mûstedrek, l, 18.
Bir diğer hadiste de şöyle buyurulmaktadır: "Ümmetim arasında iki hususiyet vardır ki bunlar küfürdür: Neseb'lere dil uzatmak ve ölüye ağıt yakmak."8 Müslim 67, Müsned. II. 377. 441, 496. ve buna benzer daha bir çok nass.
Buna verilecek cevaba gelince; Ehl-i sünnetin tümü büyük günah işleyen kimsenin -Hariciler gibi- bütünüyle dinden çıkartacak şekilde kâfir olmayacağını ittifakla kabul etmişlerdir. Çünkü kişiyi dinden çıkartacak şekilde kâfir olursa, o takdirde her durumda öldürülmesi gereken bir mürted olur. Kısas hakkına sahip kimsenin, onu affetmesi de kabul edilmez. Zina, hırsızlık ve içki içmek hallerinde de hadlerin uygulanması diye bir şey söz konusu olrnaz. Ancak böyle bir görüşün batıl ve fasit olduğu İslam dininin ihtiva ettiği hükümlerden kesin olarak bilinmektedir.
Yine ehl-i sünnet ittifakla şunu kabul ederler: Büyük günah işleyen bir kimse Mutezile'nin dediği gibi iman ve islam'dan çıkmaz küfre de girmez, kâfirlerle birlikte cehennemde ebedi kalmayı da hakketmez. Çünkü Mutezile'nin de bu husustaki görüşü batıldır. Zira Yüce Allah büyük günah işleyen kimseleri mü'minler arasında saymıştır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında üzerinize kısas yazıldı... fakat kime kardeşi tarafından bir şey affolunursa arlık örfe uyarak istesin...'(et-Bakara, 2/178) Görüldüğü gibi burada katili iman edenler arasından çıkartmamış, onu kısas talep etme hakkına sahip olan kimsenin kardeşi olarak nitelendirmiştir. Surdaki kardeşlikten kasıt ta hiç şüphesiz din kardeşliğidir.
Bir başka yerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer mü'minlerden iki grup birbirleri ite çarpışırlarsa onların aralarını düzeltin... mü'minler ancak kardeştirler, o halde iki kardeşinizin arasını düzeltin." (ei-Hucurat. 49/9-10)
Kitap ve sünnetin nassları ile icma, zina eden, hırsızlık yapan, zina iftirasında bulunan kimsenin öldürülmeyeceğine delalet etmektedir Bilakis bunlara had uygulanır. Bu da bu günahları işleyen kimselerin rnürted olmadıklarının delilidir.
Sahih(i Buharı) de sabit olduğuna göre Peygamber -Sai/aüahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Her kimin yanında bir dünya malı yahut bir şey do-layısı ile bir haksızlık bulunmakta ise dirhem ve dinar'ın bulunmayacağı bir vakit gelmeden önce bugün o kimseden helallik dilesin. (Çünkü o gün haksızlık yapanın) şayet salih bir ameli varsa yaptığı haksızlık kadarıyla ondan alınır. Eğer hasenatı yoksa bu sefer haksızlık yaptığı kimsenin kötülüklerinden alınır, ona bırakılır, sonra da cehenneme atılır.'1Buhârî 2449, 6534; Tirmızî 2419.
Bununla zalim bir kimsenin bir takım hasenatının bulunduğu ve maz-lum'ün hakkını o hasenattan alacağı sabit olmaktadır.
Aynı şekilde Sahih(i Müslim) de sabit olduğuna göre Peygamber -saiiaiiahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Siz kendi aranızda müflis diye kime dersiniz, onlar: Aramızda müflis dirhemi, dinarı bulunmayan kimsedir. Şöyle buyurdu: Müflis Kıyamet günü dağlar gibi iyilikleri olduğu halde gelip de şuna sövmüş, ötekinin malını almış, berikinin kanını akıtmış, bir diğerine iftirada bulunmuş, ötekini doğmuş olarak gelen bundan dolayı da onun iyiliklerinden (öbürünün lehine) eksiltilip, yine onun iyiliklerinden (başkasının hakkı karşılığında) alınan kimselerdir. Nihayet iyilikleri üzerindeki haklar bitmeden tükenecek olursa, .öbürlerinin günahlarından alınır, onun üzerine bırakılır, sonra da cehenneme atılır." Bu hadisi de Müslim rivayet etmiştir.1 Müslim 2581.
Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Çünkü iyilikler, kötülükleri giderir." (Hud, 11/114) işte bu şuna delildir: Mü'min kimse kötülük işlemekle birlikte o günahlarını silecek iyilikler de yapar.
Burada ahiretteki hüküm itibariyle Mutezile'nin görüşü Harıci'lerinkine uygundur. Onlar da büyük günah işleyen kimsenin cehennemde ebedi kalacağını kabul etmektedirler. Ancak Hariciler büyük günah işleyene kâfir deriz derken, Mutezile biz buna fasık deriz, demektedirler. Aralarındaki görüş ayrılığı sadece lafızdadır
Ehl-i sünnet de büyük günah işleyen kimsenin o günah hakkındaki tehdidi -bu hususta varid olmuş nasslar'da olduğu üzere- hakkettiğini ittifakla kabul ederler. Yoksa Mürcie'nın belirttiği gibi iman ile birlikte hiçbir günahın zararı yoktur, küfür ile birlikte de hiçbir itaatin faydası yoktur demezler. Mürcie'nin delil diye kullandığı vaad nassları ile Haricilerle Mutezile'nin delil olarak kullandıkları vaid (tehdit) nassları bir araya getirilecek olursa, her iki görüşün de yanlışlığı ortaya çıkar. Bu kesimlerin sözlerinde hiçbir fayda yoktur. Tek fayda, her bir kesimin açıklamasından, karşı görüşü savunan diğer kesimin izlediği yolun yanlışlığını açıkça anlayabiliyor olmamızdır.
Bir Takım Ameller Hakkında Küfür Lafzını Kullanmak Lafzı Bir İhtilaftan İbarettir
Ehl-i sünnet arasında bu hususta ittifak bulunmakla birlikte bir yanlışlık doğurmayacak şekilde kendi aralarında lafzi bir ayrılık içerisindedirler. O da şudur: Küfrün mertebeleri var mıdır, bir küfür diğerine göre daha aşağıda olabilir mi? Nitekim imanın da mertebeleri var mıdır? Bir iman diğerine göre daha aşağıda olabilir mı, hususunda da görüş ayrılıkları vardır.
Bu husustaki görüş ayrılıkları neye irnan denileceği hususundaki ayrılıklarından ortaya çıkmıştır, iman söz ve amel olup artar ve eksilir mi, yoksa eksilmez mı?
Ancak kendi aralarında Yüce Allah'ın ve Rasûlünün kâfir diye adlandırdığı kimseye bizim de kâfir diyeceğimizi ittifakla kabul etmektedirler. Zira Yüce Allah, Allah'ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden kimseye kâfir derken az önce sözü edilenlere de Rasûlü kâfir demişken, bizim bu kimseler hakkında kâfir demememiz imkansız bir şeydir.
Ancak iman, söz ve amel'dir, artar ve eksilir diyenler; böyle bir küfür itıka-dî bir küfür olmayıp amelî bir küfürdür derler ve bunlara göre küfrün çeşitli mertebeleri vardır. Kimi küfür, kimisine göre daha aşağıdadır. Nitekim bunlara göre imanda da aynı durum söz konusudur.
iman tasdik'ten ibarettir. Ameller imanın kapsamı içerisine girmez, küfür de inkar demek olup her ikisi de ne artarlar, ne eksilirler, diyenler ise bu hususta şöyle derler: Bu gibi küfürler hakiki değil, mecazi küfürdür. Çünkü hakiki küfür kişiyi dinden çıkartan küfürdür.
Aynı şekilde bir takım amellere iman adının verilmesi hakkında da bu tür açıklamalarda bulunurlar. Yüce Allah'ın: "Allah sizin imanınızı boşa çıkartacak değildir" (el-Bakara, 2/U3) buyruğundaki "iman, beytu'l-makdis'e doğru dönerek kıldıkları namaz" demektir.1Buhâri 40, 4486
Namaza iman adı mecazen verilmiştir. Çünkü namazın sahih olabilmesi imana bağlıdır. Yahutta namaz imanın delili olduğundan dolayı bu ismi alınıştır. Zira namaz, namazı eda eden kimsenin mü'min olduğuna delildir, işte bundan dolayı kâfir bizim narnaz kıldığımız gibi namaz kılarsa müslüman olduğuna hüküm verilir.
Günahkar kimseler eğer zahiren ve batınen Allah Rasûlünün getirdiklerini
ikrar ile kabul ediyorlarsa -onlardan tevâtüren nakledilene göre- tehdide maruz kimseler olduklarında hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Fakat yanlış görüşler. Haricî ve Mutezile mensupları gibi -bunların cehennemde ebedi kalacaklarını söyleyenlerin görüşleridir. Bundan da daha kötüsü karşılıklı taassubları ve kendi kanaatlerine muhalefet eden kimseler hakkında söylenemeyecek şeyleri söylemeleri, onları kötü bir şekilde ayıplamalarıdır.
Bizler kâfirlerle tartışma halinde bile adaletle emrolunduğumuza, onlarla en güzel yol hangisi ise o şekilde mücadele etmemiz istendiğine göre böyle bir ayrılık dolayısıyla birbirimize karşı nasıl adaletli olmayız? Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır: "Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sürüklemesin, adil olun. Çünkü o takvaya daha yakın olarıdır "(ei-Maıde. 5/8}
Burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. O da şudur: Allah'ın indirdiklerinden başkası ile hükmetmek, bazen kişiyi dinden çıkartan bir küfür olabilir. Bazen de küçük ya da büyük bir masiyet olabilir. Küfür olması halinde ya az önce sözü edilen görüşlere göre ya mecazi ya da küçük bir küfür olur. Bu da hükmedenin durumuna göre değişir.
Eğer o Allah'ın indirdikleriyle hükmetmenin gereksiz olduğuna inanır ve bu konuda serbest olduğu kanaatini taşıyorsa, yahut o hükmün Allah'ın hükmü olduğuna kesin inanmakla birlikte onu küçümsüyor ise bu büyük küfürdür.
Saye! Allah'ın indirdikleriyle hükmetmenin farziyetine inanmakla ve o olay ile ilgili Allah'ın hükmünü bilmekle birlikte -cezayı hakkettiğini itiraf etmekle beraber- Allah'ın hükmünü terkederse böyle bir kimse asi günahkardır ve buna mecazi küfür yahut küçük küfür ile kâfir olmuş denilir.
Şayet o muayyen meselede Allah'ın hükmünü -bütün gayretini ortaya koymak ve Allah'ın hükmünü bilmek maksadıyla bütün çabası ile çalışmakla birlikte-bilemeceyek olup da bu hususta hata ederse; böyle bir kimse hata etmiş ve yanılmış bir kimse demektir, içtihadı dolayısıyla bir ecir alır, hatası da bağışlanır.
Tahâvî -Allah ona rahmet etsin-, "Biz iman ile birlikte hiçbir günahın onu işleyen kimseye zarar vermeyeceğini söylemeyiz" sözünden kasıt, Mürcie'nın kanaatine muhalefeti ortaya koymaktır. Onların bu husustaki şüpheleri daha önceden geçmiş bir takım kimselere de arız olmuştur. Sahabe bu kanaatlerinden vazgeçmedikleri takdirde bu görüşe sahip olanların öldürüleceğini ittifakla kabul etmişlerdir.
Kudame b. Maz'un ve bir topluluk haram kılınmasından sonra içki içmişler ve Yüce Allah'ın, "iman edip, salih amel işleyenlere sakınır, iman eder ve şalin amel işledikleri, sonra da sakınıp iman ettikleri, sonra yine sakınıp ihsanda bulundukları takdirde tattıklarından dolayı bir vebal yoktur." (el-Maide, 5/93) âyetini te'vil ile içki içmişlerdi. Ömer b. el-Hattab -ra-a bu husus anlatılınca Ali b. Ebi Talib ve sair ashab ile birlikte eğer içkinin haram olduğunu kabul edecek olurlarsa onlara sopa cezası verileceğini, helal olduğu üzerinde ısrar ettikleri takdirde ise öldürüleceklerini ittifakla kabul etmişlerdi. Ömer -Hadıyalianu ann- da Kudame'ye şöyle demişti: Sen îamamiyle yanlış bir kanaattesin, eğer gerçekten sakınan ve iman eden, salih amel isleyen bir kimse olsaydın, hiç içki içmezdin.
Çünkü bu âyet-i kerîrne'nin nüzul sebebi şudur; Yüce Allah içkiyi haram kıldığında -ki bu Uhud'dan sonra olmuştu- kimi ashab şöyle demişti: içki içmeye devam ederken (önceden) vefat etmiş arkadaşlarımızın durumu ne olacak? Bunun üzerine Yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi indirdi 1Tirmizi 3050, 3051
Bu âyetle de haram kılınmamış olduğu o halde bir şeyler içmiş olanın durumunu açıklayarak eğer mü'min, takva sahibi ve şalin amel işleyenlerden birisi ise bundan dolayı vebal altında olmayacağını belirtti. Nitekim Beytu'l-Mak-dis'e yönelerek namaz kılmakla emrolunanların hali de buydu
Diğer taraftan bu yanlış te'vıl ile içki içmiş bulunanlar yaptıkları işten pişman oldular, hata ettiklerini öğrendiler ve tevbelerinin kabul edilip, edilmeyeceğinden yana ümitsizliğe düştüler. Ömer -ra- da Kudame'ye şu mektubu yazdı: 'Ha, Mim. Kitabın indirilmesi hükmünde galip, en iyi bilen Allah'tandır. O günahları bağışlayan, tevbeleri kabul edendir." (et-Mu'min, 40/1-3) Bilemiyorum senin iki günahından hangisi daha büyük? Önce haram kılınmış bir şeyi helal kabul etmen mi, yoksa daha sonra Allah'ın rahmetinden ümit kesmen mi?
İşte Ashab-ı Kiram'ın ittifakla kabul ettiği bu husus, islamın önder ilim adamları tarafından da ittifakla kabul edilmiştir.
"Mü'mınler arasından ihsan edicileri (yüce Allah'ın) affedeceğini, onları rahmetiyle cennete girdireceğini ümit ederiz. Bununla birlikte onlar hakkında (azab görmeyeceklerine dair) emin olmayız. Onların cennetlik olduklarına şahitlik etmeyiz. Günahkârlarına mağfiret diler ve onlar için korkarız, hiçbir ümitlerinin olmadığını söylemeyiz."
Korku ile Ümit Arasında Bulunmak
Mü'min olanın, kendisi ve başkaları hakkında -Tahâvî'nin -Allah ona rahmet etsin-söylediği şekilde- inanması gerekir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "işte onlar da Rablerine hangisi daha yakın olacak diye yol ararlar. Onun rahmetini umar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı gerçekten sakını/maya değer." (ei-isra. u/57)\ 'Eğer gerçek mü'minlerseniz onlardan korkmayın, Benden korkun.' (Ai-i imran, 3/175); " Ve yalnız Benden sakınınız." (ei-Baksra, 2/4;);" Ve yalnız Benden korkunuz." (ei-Bakara. 2/40); "O halde insanlardan korkmayın, Benden korkun." (el-Maide, 5/44)
Yüce Allah kendisinden korkanlardan övgü ile söz ederek şöyle buyurmaktadır: "Şüphe yok ki Hablerinden korkuları sebebiyle titreyenler, Rab/erinin âyetlerine iman edenler, Rablerine ortak koşmayanlar, verdiklerini verirlerken
Rab/erinin huzuruna dönecekler diye kalpleri ürperenler... işte bunlar hayırlarda yarışırlar, onlar bu iş/erde ellerini çabuk tutanlardır.' (eı-Mu'minun, 23/57-61;
Ahmed b. Hanbel'in Müsned'i ile Tirmizî'de kaydedildiğine göre, Âişe -8a-dıya/iahu anr*- şöyle demiştir: Ey Allah'ın Rasûlü dedim; "Verdiklerini verirlerken Ftablerinin huzuruna dönecekler diye kalpleri ürperenler" (ei-Mu'mtn, 23/60) buyruğunda sözü edilen kimse, acaba zina eden, içki içen ve hırsızlık yapan kimse midir? Şöyle buyurdu: 'Hayır, ey Sıddıyk'ın kızı. Oruç tutan, namaz kılan, sadaka veren, bununla birlikte kendisinden kabul olunmayacağından korkan kimseden söz edilmektedir;1Tirrnizi3175, Ibn Mâce 4198; Müsned, VI, 159,205.
el-Hasen -Radıyatiahu anh- şöyle demiştir: Allah'a yemin ederim ki onlar itaatlerle amel ettiler. Bu konuda gayretlerini ortaya koydular, bununla birlikte yüzlerine çevirteceğinden de korktular.
Gerçekten mü'min, bir taraftan iyilikte bulunurken diğer taraftan korkar, münafık ise kötülük işlerken aynı zamanda kendisini güvenlik altında hisseder.
Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz iman edenler, hicret edip de Allah yolunda cihad edenler (var ya): işte onlar Allah'ın rahmetini umarlar. Allah günahları bağışlayandır, merhamet edendir." (ei-Bakara, 2/218)
Burada dikkat etmemiz gereken husus şudur: Yüce Allah bu itaatlerde bulunmakla birlikte, onların ümitli olduklarını da söz konusu etmektedir. Ümit ancak Yüce Allah'ın hikmetinin gerektirdiği Şer! ve kaderi sebebleri yerine getirmekle birlikte söz konusu olur. Çünkü O'nun, mükafat ve ihsanı hep hikmetledir. Eğer bir kimsenin gelirinden faydalanmayı ümit ettiği bir arazisi varsa bu kişi o araziyi ihmal edip orayı sürmez, lohum ekmezse bununla birlikte arazisini süren, eken ve ona gerekliği gibi bakan kimsenin elde ettiği gelire sahip olmayı ümit ederse, insanlar böyle birisini akılsızların akılsızı kabul eder.
Aynı şekilde bir kimse evlenmeksizin çocuğunun olacağını hüsn-ü zan ederek ümit edenin yahut ta ilim talep etmeksizin ve bu uğurda tam bir gayret ortaya koymaksızın çağının en alimi olacağını umanın ve benzeri temennilerde bulunanın durumu ise, şüphesiz ki hiçbir itaatte bulunmaksızın Yüce Allah'ın emirlerini yerine getirerek, yasaklarından sakınarak O'na yakınlaşmaya çalışmaksızın, en yüksek mertebelere ulaşacağını kuvvetle ümit eden ve bu hususta hüsn-ü zan besleyen kimsenin durumu da aynen böyledir.
Bir şeyler ümit eden kimsenin şunu bilmesi gerekir ki; bu ümidi bir takım hususları da yerine getirmesini gerektirir:
1- Ümit ettiği şeyi sevmelidir,
2- Onu elden kaçırmaktan korkmalıdır,
3- İmkan ölçüsünde onu ele geçirebilmek için çalışmalıdır.
Bunlardan hiçbirisinin de bulunmadığı bir ümide gelince, bu kuruntular kabindendir. Ümit etmek bir başka şeydir, kuruntularda bulunmak başka şeydir. Ümit eden herkes korkar ve korktuğu takdirde de umduğunu elde geçiremez korkusuyla izlediği yolda mümkün olan en büyük hızla yol almaya çalışır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Doğrusu Allah kendisine şirk koşulmasın/ mağfiret etmez, ondan başkasını da dilediğine bağışlar." (en-Niss, 4/48 ve 116)
Müşrik'in mağfirete nail olması ümit edilemez. Çünkü Yüce Allah onun mağfiret edilmeyeceğini belirtmiştir. Onun dışında kalan günahlar ise Allah'ın dilemesine bağlıdır, dilerse Allah o kimseye günahını bağışlar, dilerse onu azapiandırır.
Büyük günahlar ile küçük günahlar arasındaki farka dair iiırn adamlarının sözleri farklı farklıdır. İleride Tahâvî'nin -Allah ona rahmet etsin-. "Muhamrned ümmetinden büyük günah sahipleri cehennem ateşinde ebediyyen kalmayacaklardır" sözleri açıklanırken buna değinilecektir.
Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. O da şudur; Bir kimse büyük günah işlemekle birlikte bazen öyle haya eder, öyle korkar ve o günahı öyle büyük görür ki bu hali büyük günahını küçük günahlar seviyesine indirir.
Bazen de küçük günah işlemekle birlikte az haya, aldırışsızlık, korkuyu terketmek ve onu önemsememek dolayısıyla o küçük günah büyük günahlar arasına katılabilir. Bu hususu belirleyecek olan ise kalbin halidir ve bu mücerred fiilde bulunmaktan ayn bir şeydir. İnsan bu açıdan kendi durumunu da, başkasının durumunu da bilebilir.
Günahın Cezasını Düşürmesi Mümkün Olan Sebebler
Aynı şekilde pek büyük ihsanda bulunmuş kimselere başkalarının affedilmedik günahları affedilebilir. Çünkü kötülükler işlemiş olan kimsenin -yaklaşık on dolayında- bir takım sebeplerden ötürü cehennem cezası düşer. Bu sebeb-ler de Kitap ve sünnetin incelenmesi ile tesbit edilmiş sebeblerdir.
• 1- Tevbe etmek' Yüce Allah: "Tevbe eden müstesna" (Meryem, 19/60) ile (ei-25/70), "Tevbe edenler müstesna..."diye buyurmaktadırlar. (ei-Bakara, 2/160)
Nasûh tevbe ise katıksız ve halis ievbe demektir. Tevbe bir takım günahlara has değildir. (Bütün günahlardan tevbe mümkündür.) Tevbe dolayısıyla günahtan sorumlu olunmayacağı ümmet arasında görüş ayrılığı bulunmayan hususlardandır. Tevbe dışında bütün günahların bağışlanmasına sebep teşkil eden hiçbir şey yoktur.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: 'Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin, çünkü Allah bütün günahları mağfiret eder.' Muhakkak o çok mağfiret edendir, rahmet edendir." lez-zomer, 39/53) Bu, tevbe edenler hakkındadır, bundan dolayı Yüce Allah: "Ümit kesmeyin" diye buyurduktan sonra: "Rabbinize dönün..." (ez-Zümer, 39/54) diye buyurmaktadır.
• 2- İstiğfar. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar istiğfar edip dururken de Allah onları azaplandıracak değildir." (ei-Enfai, 8/33) Ancak kimi yerde istiğfar tek başına söz konusu edilirken bazen tevbe ile birlikte söz konusu edilmektedir. Tek başına söz konusu edildiği takdirde tevbe de onun kapsamı içerisindedir. Nitekim tek başına tevbe zikredildiği yerde, istiğfarı da kapsar ve tevbe istiğfarı da ihtiva eder, istiğfar da tevbeyi kapsar. Onların herbiri mutlak olarak kullanıldığı takdirde, diğerini de kapsamına alır. İki lafızdan biri diğeriyle birlikte kullanıldığı takdirde ise istiğfar, geçmiş günahların kötülüklerinden korunmayı talep etmek demek olur, îevbe de günahtan dönüp gelecekte âmellerinin korktuğu kötülüklerinden korunmayı istemeyi ifade eder.
Bunun bir benzeri de "fakir" ve "miskin" kavramlarıdır. Bu iki lafızdan bin tek başına kullanılırsa, ötekini kapsar. Bir arada zikredilecek olurlarsa, herbirisi-nin kendine göre bir anlamı olur. Yüce Allah: "On fakiri (miskini) doyurmak..." (ei-Maıoe, 5/89); "O zaman altmış yoksul (miskin) doyurmalıüır." (ei-Mücade/e, 58/4), "Şayet onları gizler ve fakirlere (miskinlere) verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır." d\ye buyurmaktadır. (et-Bakara. 2/271}
Bu âyet-i kerîmelerde her iki isimden birisinin tek başına kullanılması halinde, az bir şeye sahip olanı da: hiçbir varlığı olmayanı da kapsadığında görüş ayrılığı yoktur Ancak Yüce Allah'ın1 "Sadakalar (zekatlar) ancak fakirlere ve miskinlere... dir." (et-Tevbe, 9/60) buyruğunda birlikte zikredildiklerinden; o zaman bu lafzın birisi ile -her ne kadar hangisiyle hangisi kastedildiği noktasında görüş ayrılığı varsa da- az malı bulunan, diğeri ile hiçbir malı bulunmayan kimse kastedilmektedir.
ism ve udvân (günah); bir (iyilik) ve takva, fasıklık ve isyan kavramları da böyledir. Aradaki anlam benzerliği açısından küfür ve nifak da bu kabilden görülebilir. Küfür daha genel bir mana taşır, küfür tek başına zikredilecek olursa nifak'ı da kapsar. Hep birlikte zikredildikleri takdirde herbirisinin ayrı bir anlamı olur. İle ride Yüce Allah'ın izniyle açıklaması geleceği üzere iman ve islâm da böyledir.
• 3- Hasenat (iyilikler): Çünkü bir hasenat on misli ile mükâfatlandırılır Seyyıe (günah) ise misliyle ceza görür. Birer birer kazandığı kötülükleri, onar onar kazandığı iyiliklerini bastıran kimsenin vay haline! Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Çünkü iyilikler kötülükleri giderir." (Hûd, 11/114) Peygamber -Saiiai/ahu aieym veseilem- de: "Kötülüğün arkasından iyiliği yetiştir ki onu silsin"1Tırmizî 1987; Müsned, V, 153. 158 diye buyurmaktadır.
• 4- Dünyevî musibetler: Peygamber -sav- şöyle buyurmaktadır: "Mü'mine isabet eden herhangi bir hastalık, yorgunluk, gam, keder, üzüntü hatta bir tarafına batan bir dikeni dahi, mutlaka Allah günahlarının keffareti kılar."2Buhârî 5641, 5642; Müslim 2573.
Musibetlerin bizzat kendileri, günahların keffaretine sebebtir. Onlara sabr etmekle kul sevap kazanır. Musibetlere tahammülsüzlük ve bunlardan tiksinmek dolayısıyla da kul günah kazanır. Sabretmek ve tahammülsüzlük göstermek ise, musibetin dışında başka birer durumdur.
Musibet kulun fiili değildir, Allah'ın fiilidir ve kulun günahına karşılık Allah'ın bir cezasıdır, onunla günahları keffaret olur, Kişi ancak yaptığı işler dolayısıyla mükâfat görür ya da günah kazanır. Sabır ve tahammülsüzlük ise kulun fiil-lerindendir. Bununla birlikte bazen kulun ameli olmaksızın sevap ve mükafat hasıl olabilir. Bunun başkasının hediyesi yahut ta sebebsiz olarak Yüce Allah'ın bir lütfü olarak elde edilmesi mümkündür. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ' Ve O, kendi nezdinden pek büyük bir ecir verir.' (en-Nisâ, 4/40)
Hastalığın bizzat kendisi geçmişin bir cezası ve keffâretidır. Çoğu zaman ecir (mükâfat)den, günahların bağışlanması anlaşılmakla birlikte, onun manası bu değildir. Bu onun bir sonucudur.
• 5- Kabir azabı: İleride Yüce Allah'ın izniyle buna dair açıklamalar gelecektir.
• 6- Mü'minlerin hayatta iken de, ölümden sonra da kişiye dua etmeleri ve mağfiret istemeleri.
• 7- Ölümden sonra kişiye yapılan bağışlar. Bir sadakanın sevabı, okunan bir Kur'ân'ın yahut yapılan bir haccın ve buna benzer bir amelin sevabı gibi. Yüce Allah'ın izniyle buna dair açıklamalar da ileride gelecektir.
• 8- Kıyamet gününün sıkıntılı halleri ve dehşetli durumları.
• 9- Buhârî ile Müslim'de sabit olan şu hadiste belirtildiği gibi: "Mü'minler Sırat'tan geçtikten sonra cennet ile cehennem arasındaki bir köprü üzerinde durdurulurlar. Birinin diğerindeki hakkı kısas yoluyla alınır Nihayet tertemiz edilip, arındırıldıktan sonra cennete girmeleri için onlara izin verilir.'Buhârî 2440, 6535; Musned, III, 13, 57, 63, 74.^
• 10- Daha önce şefaat bahsinde ve şefaatin kısımlarında açıklandığı üzere şefaatçilerin şefaati.
• 11- Şefaatsiz olarak da merhametliler merhametlisinin affetmesi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bunun dışında kalanları da dilediğine bağışlar." (en-Nisâ, 4/48 ve 116)
Eğer kişi Yüce Allah'ın -günahlarının büyüklüğü dolayısıyla- mağfiret etmek istemediği kimselerden ise; artık kimsenin tertemiz olan imanı, masiyetleri-nin pisliklerinden arınması için körüğe maruz kalmaktan başka yolu kalmaz. Ta ki cehennem ateşinde kalbinde zerre ağırlığından çok çok daha küçük bir miktarda dahi imanı bulunan hiçbir kimse, hatta -daha önce Enes -Radıyaiiahu anh-yoluyla gelen hadiste belirtildiği üzere- la ilahe illallah diyen hiçbir Kimse kalma-yıncaya kadar.
Durum böyle olduğuna göre Rasûlullah -sav-in cennetlik olduklarına dair şahitlik ettiği kimseler dışında ümmet arasında muayyen herhangi bir kimse için kafi olarak cennetliktir, demeye imkan kalmaz. Ancak bizler iyilikte bulunanlar namına ümit besleriz ve {günahları dolayısıyla) da onlar için korkarız.
"Güven duymak ve ümit kesmek İslam dininden çıkmaya sebebtir. Hak yol ise ehl-i kıblenin yolu olan ikisi arasıdır."
Korku ile Ümit Arasında Olmak
Kulun korku duyan ve ümit eden bir halde olması gerekir. Övülmeye değer ve samimi korku (havf), kişi ile Allah'ın haram kıldıkları arasında engel olandır. Bu sınırı aşacak olursa o takdirde kişinin ümitsizliğe ve ye'se düşmesinden korkulur.
Övülmeye değer ümit (recâ) ise Yüce Allah'tan bir nur üzere Allah'a itaat ile amel eden kimsenin ümit edişidir. Böyle bir kimse Yüce Allah'ın mükâfatını umar ya da bir günah işleyip o günahından Allah'a îevbe ettikten sonra onun mağfiretini ümit edenin halidir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz îman eden/er, hicret edip de Allah yo/unda cihad edenler; işte onlar Allah'ın rahmetini umarlar Allah günahları bağışlayandır, Rahimdir.'(ei-Bakara, 2/218)
Ancak kışı kusurlu hareket etmeyi ve günah işlemeyi sürdürüp giderse, herhangi bir amelde bulunmaksızın Allah'ın rahmetini de umarsa, bu bir aldanış, gereksiz bir temenni ve yalancı ümit (recâ)dır.
Ebu Ali er-Rûzban -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Korku ve ümit (havi ve recâ) bir kuşun iki kanadı gibidir. Eşit oldukları takdirde kuş da dengede durur ve güzel bir şekilde uçar. Bu kanatlardan birisi eksik olursa, uçuşunda da eksiklik olur. Her ikisi de olmazsa, bu sefer kuş, ölüm sınırına doğru yaklaşır.
Yüce Allah korku ve ümit halinde olanlardan şu buyruğunda övgü ile söz etmektedir: "(Böyle bir kimse mi) yoksa âhiretten korkarak, Pabbinın rahmetini umarak, gece saat/erinde kıyamda durarak, secde ederek itaatte bulunan kimse mi (hayırlıdır)?" (ez-zumer, 49/9);" Yanlan yataklarından uzak kalır. Rablerine korkarak ve ümit ederek dua eder/er." (es-secüe, 32/16}
Ümit korkuyu gerektirir, zaten böyle olmasa tam bir güvenlik duygusu hasıl olur. Korku da ümidi gerektirir, böyle olmazsa tam bir ümitsizlik ve ye's hali söz konusu olur. Bir kimseden korkulacak olursa, sürekli ondan kaçılır. Yüce Allah müstesna. Çünkü O'ndan korkan, kaçıp O'na sığınır. O halde havf sahibi Rabbinden kaçan ve yine O'na sığınan kimse demektir.
"Menâzilu's-Sâirîn" adlı eserin müellifi -yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun-: "Recâ, müridin en zayıf (aşağı) mertebesidir" demektedir. Ancak onun bu sözü tartışma götürür. Aksine recâ ve havf (ümit ile korku) sözü edilen şekilde mürid'in en şerefli mertebelerindendir. Sahîh'de, Peygamber –sav- şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Aziz ve celil olan Allah şöyle buyuruyor: " Ben kulumun yanında, kulumun hakkımdaki zannı gibiyim. O bakımdan Benim hakkımda nasıl istiyorsa, öyle zanda bulunsun.'1 Müsned, 111.491; IV, 106.
Müslim'in, Sahih'inde de Câbir –ra- şöyle dediği kaydedilmektedir: Ben Rasûlullah –sav- vefatından üç gün önce şöyle buyururken dinledim: "Sizden her kim olursa olsun, ölüm esnasında mutlaka Rabbi hakkında hüsn-u zan besleyerek ölsün."2Müslim 2877; EbûDâvûd 3113; ibnMâce. 4167, Müsned III, 293
işte bundan dolayı şöyle denilmiştir: Kul, hastalık dönemlerinde sağlık dönemlerinin aksine ümidi korkusundan daha ağır basmalıdır. Sağlık döneminde ise korkusu ümidinden daha ağır basmalıdır.
Kimi ilim adamı da şöyle demiştir: Her kim yalnızca sevgi ile Allah'a ibadet ederse, o kimse zındık'tır Her kim yalnızca korku ile Allah'a ibadet ederse, o kimse Harurî (haricı)dır. Kim sadece recâ ile O'na ibadet ederse o kimse Mür-ciî'dır. Kim hem sevgi, hem korku, hem de recâ ile O'na ibadet ederse işte o mü'min ve muvahhiddir.
feî ﷻ
"Kul kendisini imana girdiren bir şeyi inkâr etmedikçe, iman-
dan çıkmaz."
Tahâvî -Allah ona rahmet etsin- bu sözleriyle, büyük günah işlemekle kul imandan çıkar, şeklindeki Harici'lerle Mutezile'nin görüşlerinin reddedildiğine işaret etmektedir. Bu ifadeler aynı zamanda daha önce söylediği: "Kıble ehline mensup bir kimse, helal kabul edilmedikçe herhangi bir günahtan ölürü tekfir edilmez" sözlerini pekiştirmektedir. Bu hususa dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır.
"İman dil ile ikrar, kalp ile tasdiktir. Rasûllullah -saiiaiiahü aleyhi ve sefen-den sahih olarak gelen şeriat ve beyan (açıklamaların tamamı haktır. İman birdir, iman ehli imanın esası bakımından birbirlerine eşittir. Aralarında fazilet ve üstünlük farkı, haşyet, takva, hevâya muhalefet ve evlâ olanı yapmaya devam etmekle onaya çıkar."
İman'ın Mahiyeti
Neye iman denileceği hususunda pek çok görüş ayrılıkları vardır; Malik, Şafiî, Ahmed, Evzaî, ishak b. Raheveyh ve diğer hadis ehli alimler ile Medine alimleri -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- Zahirîler ve bir kısım kelamcılar imanın kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve azalarla amel olduğunu söylemişlerdir.
Bizim mezhebe mensub bir çok kimse de Tahâvî'nin sözünü ettiği şekilde imanı dil ile ikrar ve kalp ile tasdik olarak kabul etmişlerdir.
Aralarından: Dil ile ikrar zaid bir rükün'dür, asli bir rükün değildir, diyenler de vardır. Ebu Mansur el-Maturidî -Allah'ın rahmeti üzerine o/sun- bu kanaattedir. Bu görüş Ebu Hanife -Radıyaiiatıu antı-dan da rivayet edilmektedir.
Kerrâmiye ise imanın sadece dil ile ikrardan ibaret olduğu kanaatindedir. Onlara göre münafıklar da imanı kâmil mü'mindir Ancak Yüce Allah'ın tehdit ettiği azabı hakkederler. Bu görüşlerinin ne kadar tutarsız olduğu açıkça ortadadır.
el-Cehrn b. Safvân ile Kaderiye'nin önderlerinden birisi olan Ebu'l-Huseyn es-Saiihî ise imanın kalp ile bilip tanımak olduğu kanaatindedirler. Bunun yanlışlığı ise öncekinden daha açıktır. Çünkü buna göre Firavun ve kavminin mü'min olmaları icab eder. Zira onlar Musa ile Harun (ikisine de salat ve selam olsunjın doğru söylediklerini biliyorlardı ve ona iman etmemişlerdi. İşte bundan dolayı Musa -Aieyhisse/am- Firavun :a şöyle demişti: "Andolsun ki bun/an birer ibret olmak üzere gök/erin ve yerin Rabbinden başka kimsenin indirmediğini bilmişsindir." (ei-isra. 17/102); "Kalpleri onlara inandığı halde, zulümle büyüklenme/eri sebebi ile onları inkar etliler. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak." (en-Neml, 27/14}
Kitab ehli de Peygamber –sav- peygamberliğini kendi öz çocuklarını tanır gibi tanıyorlardı. Fakat ona iman etmediler, aksine onu inkar eden kâfirler oldular, ona düşmanlık ettiler. Nitekim Ebu Talib de aynı şekilde bunlara göre mü'mındir, çünkü o şöyle demiştir:
"Ben bildim ki Muhammed'in dini,
Yeryüzündeki dinlerin en hayırlısıdır.
Eğer kınanmaktan yahut bana sövüleceğinden çekinmemiş olsaydım,
Bunu gönül hoşluğuyla kabul ettiğimi ve açıkladığımı görecektin."
Hatta İblis dahi el-Cehm'e göre imanı kâmil bir mü'mindir, çünkü o Rabbini bilmeyen birisi değildi. Aksine o Pabbini bilen birisiydi. "Dedi ki: Rabbim, diriltilecekler! güne kadar bana mühlet ver." (ei-H/cr, 15/36); "Ftabbim, beni azdırdığın için..." (ei-Hicr, 15/39); "Dedi ki: izzetin hakkı için hepsini mutlaka azdıracağım." (SSd, 38/32)
Cehm'e göre küfür de yüce Rabbi bilmemektir Halbuki ondan daha çok Rabbini bilmeyen kimse de yoktur. Çünkü o Yüce Allah'ı mutlak varlık olarak kabul etmiş ve bütün sıfatlarını selbetmiştir, bundan daha büyük bir cahillik de olamaz. Buna göre bizzat kendisinin kendisi hakkındaki tanıklığıyla, kendisi de kâfir olur.
Bütün bunlardan çıkan sonuç şu ki: İman ya kalp, dil ve diğer azalar ile birlikte kaim'dir. Nitekim selefin cumhur'unu teşkil eden üç imam ve diğerleri -az önce geçtiği gibi- bu kanaattedir,
Azalar dışında kalp ve dil ile kaim'dir. Tahâvî'nin, Ebu Hanife'den ve onun mezhebini kabul edenlerden -Allah'ın rahmet/özerlerine olsun- naklettiği gibi.
Yahut sadece dil ile kaim'dir, Kerramiye'nin görüşü gibi.
Yahut ta sadece kalp ile kaim'dir, bu da ya Cehm'in dediği gibi marifettir (bilip tanımaktır) yahut ta Ebu Mansur el-Maturidî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- dediği gibi tasdik'tir. Kerrâmiye ile Cehm b. SaEvan'ın sözlerinin tutarsızlığı açıkça görülmektedir.
İman'ın Mahiyeti Hususunda Ebu Hanife İle Sair İmamlar Arasındaki Görüş Ayrılığı Şekilden İbarettir
Ebu Hanife ile ehl-i sünnet'in diğer imamları arasındaki ayrılık şekildedir. Çünkü amellerin azalarla yapılması, kalp ile imanın bir gereğidir yahut ta imandan bir parçadır. Bununla birlikte büyük günah işleyen kimsenin imandan çıkmadığını da ittifakla kabul etmektedirler. Aksine böyle bir kimsenin durumu Allah'ın meşîetine kalmıştır. Allah dilerse onu azaplandırır, dilerse onu affeder. O halde buradaki görüş ayrılğı lafzîdir ve buna bağlı olarak bir tarafın itikadının bozuk olması sonucunu doğurmaz.
Namaz kılmayı terkedenin kâfir olduğunu kabul edenler ise bu hususa başka bir takım delilleri de ilave etmektedirler. Yoksa Peygamber -sav- zina edenin, hırsızlık yapanın, içki içenin, başkasının malını talan edenin mü'min olmadığını belirtmiş olmakla birlikte bunun, bu gibi kimselerden iman adının tamarniyle zail olmasını gerektirmeyeceği de ittifakla kabul edilmiştir.
Ehl-i sünnet arasında şu hususta görüş ayrılığı yoktur: Yüce Allah kullarından söz ve amelde bulunmalarını istemiştir. Sözden kasıt kalp ile tasdik, dil ile ikrardır, işte iman söz ve amel'dir ifadesi mutlak olarak kullanıldığında anlamı budur. Ancak kullardan istenen bu hususu iman adı kapsamakta mıdır, yoksa iman bunlardan sadece birisi midir? Yani o. yalnızca sözden ibaret midir? Amel ondan ayrı bir şey olup -her ikisi hakkında mecazen kullanılsa dahi- tek başına zikredıldiği takdirde iman adının ameli kapsamadığı söylenebilir mi? işte anlaşmazlık noktası buradadır.
Ehl-i sünnet alimlerinin icma ile kabul ettiklerine göre; Bir kimse kalbi ile tasdik eder, dili ile ikrar eder ve azalarıyla amelden imtina ederse, Allah'a ve Rasûlüne isyan etmiş, âhiret azabı ile tehdidi haketmıştir.
Ancak ameller iman denilen şeyin kapsamı içerisine girmez diyen kimseler arasında şöyle diyenler vardır: iman tek bir şey olduğuna göre benim imanım Ebu Bekr es-Sıddîk ve Ömer (Attan ikisinden de razı olsun) imanı gibidir. Hatta benim imanım peygamberlerin, rasûllerin, Cibril ve Mikail'in (hepsine selam olsun) imanı gibidir, derler.
Ancak böyle diyenlerin bu sözleri bir aşırılıktır. Çünkü iman ile küfrün durumu görmekle körlüğe benzer. Şüphesiz ki gözleri görenlerin, görme kuvveti ya da zayıflığı arasında farklılık vardır. Kimisi aydınlıkta iyi görmez, kimisi alaca karanlıkta gözleri kamaşır. Kimisi kalınca çizgileri görebilir, kimisi ince çizgileri ancak mercekle ve benzer bir aletle görebilir. Kimisi ancak oldukça yakından görebilir, kimisi tam bunun aksinedir.
şte bundan dolayıdır ki -Allahu a'iem- Tahâvî şöyle demiştir: "İman ehli imanın aslında birbirine eşittirler." O bu sözleriyle eşitliğin imanın aslında olduğuna işaret etmektedir. Ancak bu her bakımdan bir eşitliği gerektirmez, bir nur farkı vardır. La ilahe illalfah'ı kabul edenlerin kalplerinde Yüce Allah'tan başka hiçbir kimsenin tesbit edemeyeceği kadar farklılık vardır. Kimisinin kalbinde bu kelimenin nuru güneş gibidir, kimisinin kalbinde parlak bir yıldız gibidir, kimisinin kalbinde büyük bir meşaleyi andırır, kimisinin kalbinde apaydınlık bir kandili, kimisinin kalbinde de zayıf bir çıra gibidir.
İşte bundan dolayı kıyamet gününde iman ehlinin nurları bu miktarda sağlarında ve önlerinde ortaya çıkacaktır. Bu nurları kalplerindeki iman ve tev-hıd'in ilim ve amel nuruna göre olacaktır.
Bu kelimenin nuru ne kadar çok ve büyük ise gücü oranında şüphe ve arzuları yok eder. Öyle ki iman nuru bazen ne kadar arzu, şüphe ve günahla karşı karşıya kalırsa mutlaka onu yok edecek hale gelebilir. İşte bu tevhid'ınde sadık oian kimsenin halidir. Onun imanının seması, attığı taşlarla herbir hırsıza
karşı korunmuştur.
Bu gerçeği anlayan bir kimse Peygamber -sav: "Muhakkak Allah Yüce Allah'ın rızasını arayarak la ilahe illallah diyen kimseye cehennem ateşini haram kılar."1Buhâri 425. buyruğu ile "La ilahe illallah diyen cehennem ateşine girmez"2Müslim 29 buyruğunu ve bu kabilden varid olmuş diğer hadislerin ne anlama geldiğini çok iyi kavrar. Halbuki bu tür hadisler pek çok kimse tarafından müşkıl (anlaşılması zor) olarak değerlendirilmiştir. Hatta kimisi bu tür hadisleri mensuh zannetmiş, kimisi bunların emir ve nehiylerin varid oluşundan önce söylenmiş olduğunu sanmış, bazıları buradaki cehennem ateşini müşrik ve kâfirlere ait ateş diye yorumlamış, bazıları da cehennem ateşine girmeyi ebedi kalmak üzere girmekle ve buna benzer şekillerle yorumlamak zorunda kalmıştır.
Safî1 (Peygamber aleyhi's-salatu ve's-selam), bunun sadece dil ile söylenmekle elde edileceğini bildirmiş değildir. Bu İslam dininden anlaşılan zorunlu gerçeklerden birisidir.
Şüphesiz ki münafıklar dilleriyle la ilahe illallah'ı söylerler, fakat onlar diğer inkarcıların da altında cehennem ateşinin en alt bölgesindedirler. Çünkü ameller şekilleri ve suretleri itibariyle birbirinden üstün olmazlar. Ameller arasındaki üstünlük, kalplerde bulunanın üstünlüğü ile değişiklik gösterir.
Şimdi terazinin bir kefesine konulan kelime-i tevhidin yazılı olduğu parça ile onun karşısında herbirısi gözün alabildiğine kadar uzayıp giden ve doksandokuz ayrı sicilin (âmel sahifelerinin)karşı kefede konulduğunu, buna karşılık kelime-i tevhidin yazılı olduğu parçanın ağır basarak diğer doksandokuz sicilin hafif bastığını anlatan ve bu şekilde kelime-i tevhidi söyleyen kimsenin azab edilmeyeceğini bildiren hadis1Sahih bir hadis olup, ilende kaynakları göster ilecektir üzerinde dikkatle düşünmemiz gerekmektedir. Bilindiği gibi -pek çoğu cehenneme girmeyi hak etmiştir- her muvahhid'in böyle bir belgesi olacaktır.
Yine yüz kişinin katilinin kalbinde bulunan2 Buhârî 3470: Müslim 2766 iman hakikatleri üzerinde düşünelim. Bu kimse beraber yasamak üzere yola koyulduğu kasaba yolunda ölüm sekerâtı halinde iken bile; göğsüyle kendisini gideceği o kasabaya doğru itmeye çalışacak hale getirmiştir.
Fahişe bir kadının, ayağından ayakkabısını çıkartıp, su birikintisinden bir köpeğe su taşıyıp sulaması esnasındaki kalbinde bulunan imanı ve bundan dolayı Allah'ın ona mağfiret etmesini de iyice düşünelim.3. Buharı 3467; Müslim 2245.
Akıl da aynı şekildedir. Akılda üstünlük kabildir, fakat asıl akıl itibariyle insanlar deli olmamak ve akıllı oimak bakımından biribirlerine eşittirler, ama biri diğerinden daha akıllıdır.
Farz ve haram kılmak da aynı şekildedir. Bazı farzlar diğerlerinden daha kuvvetlidir, bazı haramlar da diğerlerine göre daha aşağıdır, doğrusu da budur.
Bazılarının akıl ve hükümlerin vücubunda da böyle bir eşitlik olacağını söylese
dahi, durum dediğimiz gibidir.
İcmalî ve Tafsili Bakımdan İman'm Artışı
icmalî ve tafsili bakımdan imanın artışına gelince; bilindiği gibi ilkin farz kılınanlar ile Kur'ân'ın nüzulünün tamamlanmasından sonra farz kılınanlar aynı değildir. Rasûlün haberinin ulaştığı kimseler hakkında farz olduğu şekilde tafsili bir iman, herkes hakkında vacib olmayabilir. Necaşî ve benzerleri gibi.
Kalp ve azaların amelde bulunmasını gerektiren amel ve tasdik ile imanın fazlalığına gelince, elbetteki bu, tasdikin kapsamı içerisinde bulunmayan anlamdan daha mükemmel bir mertebedir. Yani bildığiyle amel eden bir kimse, bildiğiyle amel etmeyenden daha mükemmeldir. Eğer lazım olan bir şey meydana gelmezse bu onu gerektiren şeyin zayıflığını gösterir.
Musa -Aieyhisseiam-a kavminin buzağıya taptıkları haberi ulaşınca Tevrat levhalarını atmadı. Onların buzağıya taptıklarını görünce levhaları yere bıraktı. Bu onun Yüce Allah'ın kendisine vermiş olduğu haberde şüphe ettiğinden ötürü değildi, fakat haber verilen kimse, haber verenin doğruluğunu kesinlikle bilmekle birlikte, bizzat görmesi halinde olduğu gibi, kendisine verilen haberi gereği gibi canlandıramaz.
Nitekim ibrahim el-Halîl de -Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun- böyle demişti: "Rabbim ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster, inanmadın mı yoksa? diye buyuranca, o da: inandım, fakat kalbimin mutmain olması için soruyorum (demişti.)" (ei-Bakara, 2/260)
Aynı şekilde mesela bir kimseye hac ve zekat farz olsa, o kimsenin mu-
hatab olduğu bu emirleri bilip iman etmesi ve başkası için ancak icmali bir şekilde inanılması vacib olan bu hususu, Allah'ın kendisine farz kılmış olduğuna inanması gerekir; ona bu hususa tafsili olarak iman etmek düşer.
İlk İslam'a girme halinde de insanın durumu budur. Öncelikle onun icmalî bir ikrarda bulunması gerekir. Daha sonra namaz vakti girdi mi namazın farziye-îine iman ederek onu eda etmesi gerekir. Kısacası insanlar emrolundukian iman bakımından birbirlerine eşit değildirler
Kalbinde herhangi bir şehvet (arzu) ve şüphenin karşı koyamayacağı türden kat1? bir tasdîk bulunan bir kimsenin herhangi bir masiyeî işlemeyeceğinde şüphe yoktur. Çünkü böyle bir şehvet ve şüphenin yahut ta birilerinin hasıl olmaması halinde isyan da söz konusu olmaz. Bunlardan birisi ya da ikisinin bulunması
halinde ise kişinin kalbi işlemekte olduğu masiyet ile meşgul olur. O vakit kalbinden tasdik kaybolur, tehdit hatırlanmaz olur ve böylelikle isyanda bulunulur, işte bundan dolayı -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- Peygamber -sav-: "Zina eden. zina ettiği vakit mü'min olarak zina etmez"1 Müslim 57; Ebû Dâvûd 4689; Tirmizî 2625; ibn Mâce 3936; diye buyurmuştur. Çünkü kişi zina ettiğinde zinanın haram oluşu dolayısıyla kalbindeki tasdik kaybolur. İman aslı itibariyle kalbinde kalsa bile. Daha sonra bu tasdik tekrar gen döner.
Gerçek şu ki takva sahibi kimseler Yüce Allah'ın şu buyruğunda nitelendirdiği şekildedirler: "Takva sahiplerine şeytandan bir vesvese gelirse iyice düşünürler. Bakarsın ki onlar görüp bilmişler bile." (ei-A'raf, 7/201)
Leys, Mücahid'den naklen şöyle demektedir: Burda sözü edilen kişi bir günah işlemeyi içinden geçirdikten sonra Yüce Allah'ı hatırlayarak, O'nu terke-den kimsedir. Şehvet ve gazab bütün kötülüklerin başlangıç noktasıdır. Kişinin basireti açılıp, hakkı görünce o verdiği karardan geri döner. Daha sonra Yüce Allah: "Kardeşlen ise onları sapıklığa sürükler, sonra da el/erini yakalarından çek-mezler." (ei-A'raf, 7/202) diye buyurmaktadır. Yani şeytanların kardeşleri, şeytanları sapıklıkta sürekli kılmaya çalışırlar ve sonra da onları bir türlü bırakmazlar.
ibn Abbas -Radıyaiiahuanh- şöyle demiştir: Ne insanlar kötülükten el çekerler, ne de şeytanlar onları bırakırlar. Eğer basireti açılmayacak olursa, kalbi körlük içerisinde kalmaya devam eder. Şeytan da onun azgınlığında sürekli kalmasını sağlar, Şayet kalbinde tasdik var ise işte kendisi ile basiretin açıldığı nur budur. işte kalbinden çıkıp ayrılan haşyet ve korku da budur. Bu şuna benzer: insan gözlerini kapatırsa etrafını görmez, körlük olmasa dahi. Kalp de günahların oluşturduğu perde ile örtülürse bu hale düşer, hakkı göremez olur. Kâfirin körlüğü türünden bir körlük olmasa dahi. İşte bu mana Peygamber -Satıatiahu aleyhi veseiiem-e kadar ulaşan merfu bir senet ile şöylece dile getirilmiştir: "Kul zina ettiği vakit iman ondan çekilip, alınır. Eğer tevbe ederse tekrar ona geri iade olunur."2 Ebû Dâvûd 4690
İman'ın Artıp Eksilmesi
Bu hususta ehl-i sünnet arasındaki ihtilaf lafzî bir ihtilaf olduğuna göre her iki kesimin diğerine karşı gösterdiği bir haksızlıktan ve bundan dolayı ayrılığa düşmekten başka hiçbir sakıncası yoktur. Diğer bir sakıncası da bunun yerilmiş kelam ehline mensub Mürcie ve benzerlerinin bir takım bid'at görüşlerinin, fasıklı-gın ve masiyetlerin ortaya çıkmasına sebeb teşkil etmesidir. Çünkü bu tutuma saBazılarının akıl ve hükümlerin vücubunda da böyle bir eşitlik olacağını söylese dahi, durum dediğimiz gibidir.
İcmalî ve Tafsili Bakımdan İman'ın Artışı
İcrnalî ve tafsili bakımdan imanın artışına gelince; bilindiği gibi ilkin farz kılınanlar ile Kur'ân'ın nüzulünün tamamlanmasından sonra farz kılınanlar aynı değildir. Rasûlün haberinin ulaştığı kimseler hakkında farz olduğu şekilde tafsilî bir iman, herkes hakkında vacib olmayabilir. Necaşî ve benzerleri gibi.
Kalp ve azaların amelde bulunmasını gerektiren amel ve tasdik ile imanın fazlalığına gelince, elbetteki bu, tasdikin kapsamı içerisinde bulunmayan anlamdan daha mükemmel bir mertebedir. Yani bildiğiyle amel eden bir kimse, bildiğiyle amel etmeyenden daha mükemmeldir. Eğer lazım olan bir şey meydana gelmezse bu onu gerektiren şeyin zayıflığını gösterir.
Musa -Aleyhisselam-a kavminin buzağıya taptıkları haberi ulaşınca Tevrat levhalarını atmadı. Onların buzağıya taptıklarını görünce levhaları yere bıraktı. Bu onun Yüce Allah'ın kendisine vermiş olduğu haberde şüphe ettiğinden ötürü değildi, fakat haber verilen kimse, haber verenin doğruluğunu kesinlikle bilmekle birlikte, bizzat görmesi halinde olduğu gibi, kendisine verilen haberi gereği gibi canlandıramaz.
Nitekim
ibrahim el-Halîl de -Allah'ın salat
ve selamı özerine
olsun- böyle demişti: "Habbim ölüleri
nasıl dirilttiğini
bana göster, inanmadın
mı yoksa? diye buyurun-ca, o da: inandım,
fakat kalbimin mutmain olması için
soruyorum (demişti.)"
Aynı
şekilde mesela bir kimseye hac ve zekat farz olsa, o kimsenin
mu-hatab olduğu bu emirleri bilip iman etmesi ve başkası
için ancak icmalî bir şekilde
inanılması vacib olan bu hususu, Allah'ın
kendisine farz kılmış olduğuna inanması
gerekir; ona bu hususa tafsilî olarak
iman etmek düşer. ilk
islam'a girme halinde de insanın
durumu budur. Öncelikle onun icmalî bir
ikrarda bulunması gerekir. Daha sonra namaz vakti girdi mi namazın
farziye-iirıe iman ederek onu eda etmesi gerekir. Kısacası
insanlar emrolundukları iman rakımından
birbirlerine eşit değildirler. Kalbinde
herhangi bir şehvet (arzu) ve şüphenin
karşı koyamayacağı türben
kati bir tasdîk bulunan bir kimsenin herhangi bir masiyet işlemeyeceğinde
?üphe yoktur. Çünkü
böyle bir şehvet ve şüphenin
yahut ta birilerinin hası!
olma-Tiası halinde isyan da söz
konusu olmaz. Bunlardan birisi ya da ikisinin bulunması halinde
ise kişinin kalbi işlemekte
olduğu masiyet ile meşgul
olur. O vakit kalbinden tasdik kaybolur, tehdit hatırlanmaz
olur ve böylelikle isyanda bulunulur, işte
bundan dolayı -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya-
Peygamber -sav-. "Zina eden, zina ettiği
vakit mü'min olarak zina etmez"1Müslim
57; Ebû Dâvûd 4639, Tırmizî
2625, ibn Mâce 3936; Nesai Vlll, 64, 65, 313: Müsned,
II, 243, 317, 376, 386, 479. diye buyurmuştur. Çünkü
kişi zina ettiğinde
zinanın haram oluşu dolayısıyla
kalbindeki tasdik kaybolur, iman aslı
itibariyle kalbinde kalsa bile. Daha sonra bu tasdik tekrar geri döner. Gerçek
şu ki takva sahibi kimseler Yüce
Allah'ın şu buyruğunda nitelendirdiği
şekildedirler: "Takva sahiplerine şeytandan
bir vesvese gelirse iyice düşünürler.
Bakarsın ki onlar görüp
bilmişler bile." (ei-A'raf. 7/201) Leys,
Mücahid'den naklen şöyle
dernektedir: Burda sözü
edilen kişi bir günah işlemeyi
içinden geçirdikten sonra Yüce
Allah'ı hatırlayarak, O'nu terke-den kimsedir. Şehvet
ve gazab bütün kötülüklerin başlangıç
noktasıdır. Kişinin basireti açılıp,
hakkı görünce o verdiği
karardan geri döner. Daha sonra Yüce
Allah: "Kardeşleri
ise onları sapıklığa
sürükler,
sonra da ellerini yakalarından çek-mezier."
(ei-A'raf, 7/202} diye buyurmaktadır.
Yani şeytanların kardeşleri,
şeytanları sapıklıkta
sürekli kılmaya çalışırlar
ve sonra da onları bir türlü
bırakmazlar. ibn
Abbas -ra}- şöyle demiştir:
Ne insanlar kötülükten el çekerler, ne de şeytanlar
onları bırakırlar. Eğer basireti açılmayacak
olursa, kalbi körlük içerisinde kalmaya devam eder. Şeytan
da onun azgınlığında sürekli kalmasını
sağlar. Şayet kalbinde tasdik var
ise işte kendisi ile basiretin açıldığı
nur budur, işte kalbinden çıkıp
ayrılan haşyet ve korku da budur.
Bu şuna benzer: insan gözlerini
kapatırsa etrafını
görmez, körlük
olmasa dahi. Kalp de günahların
oluşturduğu perde ile örtülürse
bu hale düşer, hakkı göremez
olur. Kâfirin körlüğü
türünden bir körlük
olmasa dahi. işte bu mana Peygamber -sav-e kadar ulaşan
merfu bir senet ile şöylece dile getirilmiştir:
"Kul zina ettiği vakit iman ondan çekilip,
alınır. Eğer tevbe ederse tekrar ona geri iade olunur."2 Bu
hususta ehl-i sünnet arasındaki ihtilaf lafzî
bir ihtilaf olduğuna göre her iki kesimin diğerine
karşı gösterdiği bir haksızlıktan
ve bundan dolayı ayrılığa düşmekten başka hiçbir
sakıncası yoktur. Diğer bir
sakıncası da bunun yerilmiş kelam
ehline mensub Mürcie ve benzerlerinin bir takım
bid'at görüşlerinin, (aşıklığın
ve rnasiyetlerin ortaya çıkmasına
sebeb teşkil etmesidir. Çünkü
bu tutuma sahip bir kimse; ben gerçekten müslümanırn,
iman ve islamı kamil bir kimseyim, Allah'ın
velilerinden birisiyim, der ve işlediği
masiyetlere aldırmaz, işte bu anlama gelecek şekilde
Mürcie şöyle demiştir:
"iman ile birlikte hiçbir günahın
o günahı işleyene bir zararı
yoktur", ancak bu görüşün
kat'î olarak batıl olduğu
ortadadır. İmam
Ebu Hanife -A/tah ondan razı
otsun- şarî'in Keiam'ında yer alan deliller
ile birlikte imanın sözlük anlamı itibariyle ihtiva ettiği
gerçek manayı göz
önünde bulundurmuştur. Diğer
imamlar -Allah'ın
rahmeti özerlerine olsun- ise
yalnızca şarî'in örfünde imanın gerçeğinin
ne olduğunu göz önünde
bulundurmuşlardır. Çünkü şarî' tasdik'e bir takım vasıf
ve şartlar daha katmış
bulunmaktadır. Namaz, oruç, hac
ve benzerlerinde olduğu gibi. Hanefî
mezhebine mensub ilim adamlarının
Ebu Hanife -Allah'ın rahmeti üzerine
olsun- lehine delillerinden bir kısmı
şöyledir: iman, sözlükte
tasdikten ibarettir. Nitekim Yüce
Allah Yusuf -as- kardeşlerinin
şu sözleri söylediklerini bize haber
vermektedir: "Bununla birlikte sen bize iman edici değilsin." (Yusuf,
12/17)Yani sen bizi tasdik etmiyorsun, demektir. Hatta
aralarından dil bilginlerinin bu hususta icma ettiğini
iddia edenler dahi vardır. Diğer
taraftan bu sözlük anlamı -ki bu da kalb ile
tasdiktir- kulun üzerinde yerine getirilmesi gereken Allah'ın
bir hakkıdır. O da Rasûlullah -Saiiaitahu
aleyhi veseiiem-\ Allah'tan getirdiği bütün
hususlarda tasdik etmektir. Buna göre Allah
Rasûlünün, Allah'tan getirmiş
oldukları hususlarda tasdik eden bir kimse, kendisi ile Allahu Teala arasında
mü'mindir. Dil ile ikrar ise, dünyada
islam ahkamının ona uygulanması için
bir şarttır. Bu önceden de geçtiği
gibi, iki görüşten birisidir. Çünkü
böyle bir iman küfrün
ziftidir, küfür ise yalanlamak ve inkar etmek demektir. Bunlar da kalp ile
olurlar, o halde onların ziftini teşkil
eden (iman) da böyledir. Yüce
Allah'ın: "Kalbi iman ile dolu olduğu
halde zorlanan müstesna
olmak üzere..." (en-Nahl, 16/106) buyruğu
imanın yerinin kalp olduğunu,
dil olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Diğer
taraftan eğer iman kavi ve amelden oluşan bir şey
olsaydı, onun bir bölümünün
zail olmasıyla tümden zail olması
gerekirdi. Çünkü amel imana atfedilmiştir,
atf ise (atfedilen ile kendisine atf olunanın)
farklı olmasını
gerektirmektedir. Yüce Allah ise Kur'ân-ı
Kerîm'in bir çok yerinde "iman
edenler ve salih amel işleyenler" diye
buyurmaktadır. Bu
görüşü savunanların
"iman sözlükte tasdikten ibarettir" şeklindeki
görüşlerine, tasdik ile iman kelimelerinin eş
anlamlı olmadıkları
belirtilerek itiraz edilmiştir.
Bir yerde bunların eş anlamlı oldukları
doğru görülse bile; mutlak ola- rak
eş anlamlı olmayı
gerektirdiğini neye dayanarak söyleyebiliriz? Aynı
şekilde islam ile irnan'ın eş
anlamlı olduğu iddiasına
da itirazlar yapılmıştır. Bunların eş
anlamlı olmadıklarını
gösteren hususlar arasında şu
da vardır; Haber veren kimseyi tasdik eden kişi
hakkında "onu tasdik etti" denilir ama ile : Ona
iman etti, denilmez. Bunun yerine : Ona inandı,
denilir. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
":Lut O'na inandı, iman
etti." (el-Ankebut, 29/26); "Musa'ya kavminden
bir takım gençler
dışında, kimse iman etmedi." (Yunus,
10/33); " •Allah'a
inanır ve mü'minlere
(sözlerine) inanır."
(et-Tevbe. 9/61) Görüldüğü
gibi bu fiilin "be" harfi ile geçiş
yapması ile "lam" harfi ile geçiş
yapması arasında
bir fark vardır. Birincisi haber verilen şey ile
ilgili kullanılırken, ikincisi haber veren hakkında
kullanılır. Burada "sen bizi tasdik edici değilsin"
ifadesinde "lam" harfi ile geçiş
yapılabilmesi bu kanaati reddetmek için
yeterli değildir. Çünkü
böyle bir manada "lam" harfi, âmilin
amel gücünü pekiştirmek içindir.
Tıpkı -ilgili bahislerde açıklandığı
üzere.-ma'mül'ün
tekaddüm etmesi yahut âmilin
ism-i fail ya da mastar olması gibi. Hulasa;
hiçbir zaman -ona inandım-
anlamında: denilmeyeceği gibi;
da denilmez. Bunun yerine sadece ile Ona ikrarda bulundum, denilmesi gibi.
Buna göre (iman ettim) tabirinin diye açıklanması
diye açıklanmasından daha uygundur.
Bununla birlikte aralarında bir fark da vardır,
çünkü aralarındaki fark, mana
itibariyle sabittir. Çünkü
ister görülebilen, ister görülemeyen
(gayb) hakkında haber veren herbir kimseye dilde; : Doğru
söyledin" de denilir, ": Yalan söyledin"
de denilir. Mesela sema bizim üstümüzdedir,
diyen kimseye doğru söyledin denilirken tasdik kökünden
gelen fiil kullanılır. İman
lafzına gelince, iman lafzı ancak
gaib'ten haber vermek halinde kullanılır.
Mesela güneş doğdu, diyen kimse hakkında;
biz onu tasdik ettik, denilir ama; ona iman ettik, denilmez. Çünkü
iman etmekte asıl mana "emn ve itimad (güvenmek
ve güven duymak)"dır. Bu
da ancak gaibe dair haber vermek halinde söz
konusu olur. Ancak gaib olan husus hakkında
haber veren kimseye iman etmek söz
konusudur. Bundan dolayı ne Kur'ân-ı
Kerîm'de, ne de başka sözlerde
ifadesi ancak bu türden olan anlatımlar
hakkında kullanılır. Zira
tasdik lafzının zıttı olarak tekzıb (yalanlama)
kullanıldığı gibi, iman lafzı karşısında
bu kökten bir lafız
kullanılmayıp bunun karşıtı
olmak üzere küfür
kökü kullanılır.
Küfür ise yalanlamaya has bir tabir değildir.
Hatta bir kimse: Ben senin doğru sözlü
(sadık) olduğunu biliyorum, ancak sana
uymuyorum. Aksine düşmanlık
ediyorum, buğzediyorum ve muhalefet ediyorum, diyecek olsa, böyle
birisinin küfrü daha büyük
çapta olur. Böylelikle
imanın tasdikten ibaret olmadığı, küfrün
de sadece yalanlamaktan ibaret olmadığı ortaya
çıkmaktadır. Hatta eğer
küfür varsa tekzib olabildiği gibi,
bazen tekzib olmaksızın
muhalefet ve düşmanlık da olabilir, iman da aynı şekildedir.
Tasdik, muvafakak, dostluk (muvalat) ve inkıyad
(itaat) ile birlikte bulunur. İmanda mücerred
tasdik yeterli değildir, O hafde İslam da
"iman" adının
kapsamı içerisinde bir parçadır. Bunların
eş anlamlı oldukları
kabul edilecek olsa dahi, tasdik fiillerle de olur. Nitekim Sahih'de Peygamber -sav-
şöyle buyurduğu sabittir:
"Gözler zina eder, zinaları
bakmaktır. Kulaklar zina eder, zinaları
işitmektir... fere ise bunu tasdik eder yahut yalanlar.""1Buhârî
6243, 6612; Müslim 2657; Musrıed, II.
276; Ebû Dâvûd 2152 Hasan-ı
Basrî -Allah'ın
rahmeti üzenne olsun- der ki:
iman hoş şeyler istemek, temennilerde bulunmak değildir.
Lakin o, kalbe yerleşen ve amel ile tasdik
edilendir.2 ibn Ebi Şeybe, el-Musannet,
XI, 22 Eğer
iman tasdik diye anlaşılırsa,
bu özel bir tasdik çeşididir.
Namaz ve benzeri tabirlerde olduğu gibi.
Nitekim daha önceden buna dair açıklamalar
geçmiş bulunmaktadır. Bu,
lafzı nakil (başka manaya taşımak)
olmadığı gibi, onu tağyir (değiştirme)
de değildir. Çünkü
Yüce Allah bize mutlak olarak bir imanı
emretmiyor, aksine niteliklerini belirttiği ve
mahiyetini açıkladığı özel bir şekilde iman etmeyi
emretmektedir. iman
demek olan tasdik'in asgari hali, genel tasdik'in bir çeşidi
olmasıdır. O halde iman ve tasdik, umum ve husus bütün
durumlarda birbirine mutabık değildir.
Aksine iman şâri'in dilinde umum ve hususdan meydana gelir. Tıpkı
insanın konuşan bir hayvan olmakla
nitelendirilmesi gibi, Yahut ta kalb ile yapılan
tam bir tasdik, kalbin ve azaların
gerektirdiği bir takım amelleri de gerekli kılan
bir tasdiktir, işte bunlar eksiksiz bir imanın
gerekleridir. Gerektiricinin bulunmaması,
gerekli olanın da bulunmamasının
bir delilidir. Biz
diyoruz ki- Bu gerekli olan şeyler
kimi zaman lafzın ad olduğu şeylerin
kapsamına girer, kimi zaman bu kapsamın
dışına çıkar. Yahut ta lafız
sözlük anlamı üzere
kalmaya devam eder. Ancak şarî'
buna bir takım hükümler de katmış ya da şarî'
bu lafzı mecazî anlamı
ile kullanmıştır. O takdirde bu serî bakımdan
hakikat, sözlük bakımından
mecazi bir mana taşır ya da şarî
bu lafzın anlamını nakletmiş
olabilir. İşte bunlar bu yolu izleyenlerin bu husustaki görüşleridir. Bu
görüşün sahipleri şunu da
söylerler: Allah Rasûlü
bize imanın muhtevasını
göstermiş ve bize bundan neyi
kastettiğini kesin olarak öğretmiştir.
Mesela tasdik ettiği söylenen
ancak gücü yetmekle birlikte diliyle iman ettiğini
telaffuz etmeyen, namaz kılmayan,
oruç tutmayan, Allah'ı ve Rasûlünü
sevmeyen, Allah'tan
korkmayan, hatta Allah Rasûlüne
buğzeden, ona düşmanlık
ederek onunla savaşan bir kimse asla mü'mın
değildir Ondan
öğrendiklerimize göre
kurtuluş ve umduğunu elde edebilmek, ihlâs
ile birlikte şehadet kelimelerini söylemeye
ve gereklerince amel etmeye bağlıdır.
O şöyle buyurmuştur:
" iman yetmiş küsur şubedir. Bunun en üstünü
la ilahe illallah demektir, en ait mertebesi ise yolda giden gelene rahatsızlık
veren şeyleri kaldırmaktır."1Buharı
9, Müslim 35, Ebû
Dâvûd
4676; Trrmizî2614; İbn
Mâce 57 Başka
hadislerde de şöyle buyurmaktadır:
"Haya, ıman'dan bir şubedir/ "Mü'minier
arasında imanı en kamil olan ahlakı
en güzel olanlarıdır."2Ebû
Dâvûd 2682; Tirmızî
1163; Müsneû. II, 250, 472, 527 "Gösterişsiz
elbise giymek imandandır."3Ebû
Dâvûd 4161; ibn Mâce 4118 O
halde iman asıldır. Onun bir çok şubesi
vardır, Herbir şubesine de iman
denilebilir. Namaz imandandır,
zekat, oruç, hac, haya, tevekkül,
Allah'tan korkmak ve O'na yönelmek
gibi batınî ameller de imandandır.
Nihayet bu şubeler yolda rahatsızlık
veren şeyleri kaldırmaya
varıncaya kadar dallanıp
budaklanır. Çünkü bu da imanın şubelerindendir. İşte
bu şubelerden kimisinin zail olmasıyla
iman da zeval bulur, şehadet şubesi
gibi. Kimisinin de zail olmasıyla
iman zeval bulmaz, yolda rahatsızlık
veren şeyleri kaldırmayı
terketmek gibi. Bu ikisi arasında çok
büyük çapta farklılıklar
arzeden pekçok şube vardır. Kimileri şehadet
şubesine yakındır,
kimileri de yolda rahatsızlık
veren şeyleri kaldırma şubesine
yakındır. İmanın
şubeleri iman olduğu gibi,
küfrün şubeleri de aynı şekilde
küfürdur. Mesela Allah'ın ındirdikleriyle
hükmetmek, imanın şubelerindendir.
Allah'ın indirdiğinden başkalarıyla
hükmetmek de küfrün
şubelerindendir. Peygamber
-sav- de şöyle buyurmuştur:
"Sizden kim bir rnünker görürse,
onu eliyle değiştirsin. Gücü
yetmezse diliyle, gücü
yetmezse kalbiyle (değiştirsin.)
İşte bu imanın en zayıf
halidir." Bu hadisi Müslim
rivayet etmiştir.1Müslim
49, Ebû Dâvûti 1140, 4340; Tırmizİ2172
Bir başka lafızda da: "Bunun ötesinde
ise iman namına hardal tanesi kadar dahi hiçbir
şey yoktur."2Müslim
50, Müsrıed, l, 458, 461, 462 diye buyurulmaktadır. Tirmizî'de
yer alan rivayete göre Rasûlullah
-sav- şöyle buyurmuştur:
"Allah için seven, Allah için buğzeden,
Allah için veren, Allah için alıkoyan
kimsenin imanı kemale ermiş
demektir."3Musned, III, 433, 440; Ebû
Dâvûd 4681 Bunun
anlamı -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- şudur:
Sevgi ve buğz (nefret) kalbin harekete geçmesinin
esasıdır. Malı vermek ve alıkoymak
da bunun kemal derecesidir. Çünkü
mal nefse taalluk eden şeylerin sonuncusudur.
Beden ise kalb ve mal arasında
ortada bir yerdedir, işinin başı
da, sonu da Allah için olan kimsenin Allah
her hususta ilahı demektir. Onda şirk namına
hiçbir şey bulunmaz, Şirk ise
Allah'tan başkasını murad etmektir. O'ndan başkasına
yönelmek, O'ndan başkasından
ummak demektir, işte hadiste belirtilen durumda olan kimsenin imanı
da kemale ermiş olur. Buna benzer imanın
kuvvetine ve zayıflığına -amellere göre- delâlet
eden diğer hadisler de bu kabildendir. ileride
Tahâvî'nin -Allah ona rahmet etsin-, sahabe -ra-un durumu
hakkında şu ifadeleri kullandığı görülecektir:
"Onları sevmek dindir, imandır ve ihsandır.
Onlara buğzetmek ise bir küfürdür,
nifaktır ve tuğyandır."
Görüldüğü gibi o sahabeyi sevmeyi iman, onlara buğzetmeyı
küfür diye adlandırmıştır. Sözü
geçen imanın şubelerine
dair hadisin delil gösterilmesine karşı Ebu'l-Muîn
en-Nesefî ile başkalarının
verdikleri cevab gerçekten şaşırtıcıdır.
Onların verdiği cevab şöyledir:
Ravi "altmış küsur yahut yetmiş küsur"
demiştir. Böylelikle bizzat ravi
kendisinin yanılmış olduğuna (gafletine) tanıklık
etmiş oluyor. Çünkü
o şüpheye düşmüş
ve: Altmış küsur yahut yetmiş küsur
demiştir. Bu hususta Rasûlullah -sav-
şüpheye düşmesi düşünülemez,
ayrıca bu hadis Kitaba Kur'ân'a da
muhaliftir. Böylelikle
Ebu'l-Muîn bu hadisi ravî'nın
yanılması ve kitaba muhalif olması dolayısıyla
tenkid etmiştir. Bu tenkid gerçekten şaşırtıcıdır.
Ravî'nin altmış ya da yetmiş
deyip tereddüde düşmüş olması bu hadisi iyice
zabtetmemiş olmasını gerektirmez,
kaldı ki Buhar? şüphe
olmaksızın "altmış küsur"
diye rivayet etmiştir. Bu hadisi Kitaba muhalif olmak ile tenkide gelince, bunun
Kitaba muhalif olduğuna delâlet
eden Kıtabtan delil nerede? Aksine Kitabta bunun Kitaba muvafık
olduğuna delil olan buyruklar vardır.
Şüphesiz ki böyle bir
tenkit ancak taklid ve taassubun kötü
bir meyvesidir. Yine
şöyle demişlerdir: Burada başka
bir esas vardır, o da şudur: Söz
söylemek iki kısımdır.
Kalbin sözü olan itıkad, bir de dilin sözü
olan İslam'a girdiğini sözlü
olarak söylemektir. Amel de iki kısımdır
kalbin ameli olan niyet ve ıhlas'i
ile azaların ameli. İşte bu dört
unsur ortada olmadı mı,
iman da kemal ile ortadan kalkar. Kalbin tasdiki bulunmadı
mı diğer bölümlerin faydası olmaz.
Çünkü diğer bölümlerinin muteber olması ve
fayda sağlayabilmesi için
kalbin tasdiki bir şarttır.
Kalbin tasdiki kalıp da diğerleri
bulunmazsa, işte çatışmanın cereyan ettiği nokta
da burasıdır. Azaların
itaatsizliğinin, kalbin itaatsizliğinin
bir gereği olduğunda şüphe
yoktur. Çünkü kalb itaat edip boyun eğse,
azalar da itaat eder ve boyun eğerler.
Kalbin itaat etmeyip, boyun eğmemesi
de itaati gerektiren tasdikin de olmamasını
gerektirir. Peygamber -Saiiailahu aleyhi veseiietn- şöyle
buyurmuştur: "Şüphesiz
ki kalbte bir çiğnemlik et parçası
vardır. Bu düzelirse, bunun düzelmesinden
dolayı bedenin tümü
düzelir. Bozulursa onun bozulması
dolayısıyla, bedenin diğer bölümleri
de bozulur Haberimiz olsun ki o kalb'tir."1Buhâri
52; Müslim 1599, Ibn Mâce 3984 Kalbi
düzelen kimsenin, bedeni de kesinlikle düzelir.
Halbuki aksi böyle değildir. İmanın
bir bölümünün zeval bulmasının,
tamamının da zeval bulmasını
gerektirmesine gelince, eğer bu
ifade ile kastedilen önceki toplu ve
birlikteki hali olup önceki haliyle birlikte
ve toplu olarak kalmaz, denilmek isteniyorsa bu doğrudur.
Fakat bir bölümünün zeval bulması, diğer
bölümlerinin de zeval bulmasını
gerektirmez. Bu gibi hallerde sadece imanın
kemali zeval bulur imanın
artıp eksildiğine dair Kitab ve sünnetten
deliller ile seleften gelen rivayetler gerçekten
çoktur. Bunların bir bölümü
Yüce Allah'ın şu
buyruklarıdır: "Âyetleri
karşılarında
okunduğu zaman (bu) onların
imanını
arttırır."
(et-Enfat, 8/2); "Allah hidayete erenlerin hidayetini arttırır."
(Meryem, 19/76); " İman
edenlerin de imanı artsın."
(ei-Muddessir. 74/31); "imanlarına
îman katarak arttırmaları
için mü'min-lerin
kalbine sükûn
ve huzur indiren O'dur." (ei-Feth, 48/4); "Onlar öyle
kimselerdir ki insanlar kendilerine: 'Düşmanlarınız
size karşı bir ordu hazırladılar
O halde onlardan korkun' dediklerinde bu onların
imanlarını
arttırdı
ve- 'Allah bize yeter, O ne güze!
vekildir' dediler.' (Al-i imran, 3/173) Bu
âyet-i kerîme ile ondan önceki
âyet hakkında; buradaki artıştan
kasıt, kendisine iman edilen hususların
artışıdır, nasıl denilebilir? insanların
söyledikleri bir söz olan;
"insanlar size karşı bir
ordu hazırladılar.
O halde on/ardan korkun" sözünde
teşrî' olarak bildirilen bir artış var mıdır?
Mü'minlerin kalblerine huzur ve sükûnun
indirilmesinde teşrî' bakımından
bir artış var mıdır? Mü'minlerin
kalblerine huzur ve sükûn
Hudeybiye'den dönüşlerinde indirilmesinin sebebi, itmi'nan ve yakîn'lerinin
artması içindi. Bunu da Yüce
Allah'ın şu buyrukları
desteklemektedir: "Onlar o gün
imandan çok küfre
daha yakındılar.
" (Al-ı imran,
3/167); "Bir sûre
indirildiği zaman içlerinden
bazıları:
'Bu hanginizin imanını
arttırdı?
' derler, iman etmiş
olanlara gelince, (bu) daima onların
imanını arttırmıştır
ve onlar birbirleriyle müjdeleşirler.
Kalplerinde hastalık
bulunanlara gelince, onların
murdarlıklarına
murdarlık katıp
arttırdı
ve onlar kâfir olarak ölüp
gittiler." (et-Tevbe. 9/124-125) Fakih
Ebu'l-Leys es-Semerkandî -Allah'ın
ranmeü üzenne
o/sun-nin tefsirinde bu âyet-i
kerîme'yi açıklarken naklettiği
şu hadise gelince: Bize Fakih anlattı
dedi ki; Bize Muhammed b. el-Fadl ile Ebu'l-Kasım
es-Sâbâzî anlattılar, dediler ki: Bize
Faris b. Merdeveyh anlattı, dedi
ki: Bize Muhammed b- el-Fadl b. el-Âbid
anlattı, dedi ki; Bana Yahya b. isa anlattı,
dedi ki: Bize Ebu Mutî1,
Hammad b. Seleme'den anlattı, o ibn
el-Muhazzim'den, o Ebu Hureyre -Radıya/ia/ıu
anadan naklen dedi ki: Sakîf'liler,
Rasûlullah -sav-e gelip dediler ki: Ey Allah'ın
Rasûlü iman artar ve eksilir mi? O: "Hayır,
iman kalbte mükemmeldir, onun artması ve
eksilmesi küfürdür" Hocamız
eş-Şeyh irnadu'd-Dın ibn
Kesir'e -Yüce
Allah'ın rahmet/üzerine
otsun-bu hadisin durumu hakkında
soru sorulmuş ve şu cevabı vermişti;
Ebu'l-Leys'ten itibaren Ebu MutTa kadar senette yer alan ravî'lerin
hepsi meçhuldürler. Meşhur tarih (hadis ravîlerinin
biyografilerin) hiçbirisinde bunlar
bilinmemektedirler. Ebu Mutî' ise
el-Hakem b. Abdullah b. Mesleme el-Belhi'dir. Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Maîn,
Amr b. Ali el-Fellâs, Buharî,
Ebu Davud, NesaT, Ebu Hatim er-Razî. Ebu
Hatim Muhammed b. Hibban el-Bustî, el-Ukaylî,
ibn Adî, Dara-kutnî ve başkaları
onun zayıf bir ravî olduğunu
belirtmişlerdir. Ebu Hureyre'den rivayet eden asıl
kişi ise (sened'de kaydedildiği şekliyle
ha ile ibn Muhazzim değil; he ile)
Ebu'l-Muhazzim'dir. Yazıcı
bunu tashif etmiş (harflerde değişiklik
yapmış)dır. Adı Yezid b. Süfyan'dır.
Onu da birden çok kişi zayıf
ravî olarak kabul etmiş; Şu'be
b. el-Haccac ondan rivayeti terkeîmiştir.
en-Nesaî: Û metruk bir ravî'dir,
demektedir. Şu'be ise onu: Ona iki kuruş
verecek olsalar, kendilerine yetmiş
hadis nakleder, sözleriyle hadis uydurmakla itham etmiştir. Peygamber
-sav- de kadınları
akıl ve din bakımından
noksanlık ile nitelendirmiş1Müslim
79. ve şöyle buyurmuştur:
'Sizden herhangi bir kimse beni çocuğumdan,
babasından ve bütün
insanlardan daha çok sevmedikçe iman
etmiş olamaz."2Bııhârt
15; Müslim 44; Müsned, III,
207, 275, 278 Maksat kemalin söz
konusu olmayacağını bildirmektir. Bunun benzerleri pek çoktur. imanın
şubeleri hadisi, şefaat
hadisi, cehennem ateşinden kalbinde bir
zerrenin asgarisinin de asgarisi kadar bir miktarda iman sahibi olan kimsenin çıkarılacağına
dair hadis gibi. Artık
bütün bunlardan sonra: "Semavattakilerin ve yerdekilerin imanı
birbirine eşittir. Aralarındaki
fazilet farkı, imanın dışında
başka bir takım hususlardan ileri
gelir" demek nasıl mümkün
olabilir? Ashab
-Allah hepsinden razı olsun-ın
bu kabilden sözleri de gerçekten
pek çoktur. Onlardan bazıları: Ebu'd-Derdâ
-ra- arttı- şöyle
demiştir: Kişinin zaman zaman imanını
gözden geçirmesi, ondan neyin
eksildiğine bakması fıkhındandır.
Yine imanının artmakta mı yoksa
eksilmekte mi olduğunu bilmesi de kulun fıkhındandır. Ömer
-ra anh- arkadaşlarına:
Gelin, imanımızı arttıralım
der ve bunun üzerine aziz ve celil olan Allah'ı
zikrederlerdi.3ibn Ebi Şeybe, İman
108; el-Musannet, XI, 26 ibn
Mes'ud -ra- da dua'sında:
Allah'ım imanımızı,
yakîn'imizi ve fıkhımızı
arttır, derdi.4Taberânî
el-Mu'cemu'l-Kebır, 8549;
el-Heysemî, Mecmauz-Zevnd, X, 185 Muaz
b. Cebel -ra- bir adama: Gel, beraber oturalım
da bir saat (an, süre) iman edelim, dedi.5
ibn Ebî Şeybe. İman 116;
el-Musaıme!. XI,
43Bunun bir benzeri Abdullah b. Revaha'dan da rivayet edilmiştir.6.
Buharı, iman bölümünün
başlarında; ibn Ebî Şeybe,
iman 105 Ammar
b. Yasir -ra-ın da şöyle
dediği sahih olarak rivayet edilmiştir:
Üç özellik kimde bulunursa, o kimse imanını
kemale erdirmiş demektir. Kendisine karşı
(kendisini kayırmaksızın)
adil davranması, az varlığına rağmen
infak etmesi ve herkese selamı yayması.
Bunu Buharî -Allah'ın
rahmeti üzerine oisun-Sahih'inde
zikretmektedir7 İbn Ebî
Şeybe, el-Musannef. XI. 43 Bu kadarı
da yeterlidir, başarı Allah'tandır. "imanın
amele atfedilmesi, onun farklı olmasını
gerektirir. Dolayısıyla amel iman denilen şeyin
kapsamına girmez" görüşüne
gelince, şüphe yok ki iman kimi zaman amel anılmaksızın.
kimi zaman da islam anılmaksızın
mutlak olarak zikredildıği gibi, bazen saiih amel
ile birlikte, bazen de islam ile birlikle zikredilebilir. Mutlak olarak
zikredilmesi halinde ameli de gerektirir, Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: 'Gerçek
mü'minler ancak o kimselerdir ki Allah anıldığı
zaman kalpleri titrer, âyetleri
karşılarında
okunduğu zaman (bu) onların
imanını
arttırır."
(el-Enfal, 8/2): "Mü'minler
ancak Allah'a ve Rasûlüne
iman eden ve sonra da şüpheye düşmeyen...
kimselerdir," (ei-Hucurat, 49/15); "Mü'min-ler
ancak o kimselerdir ki onlar Allah'a ve Rasûlüne
iman ederler..." (en-Nur, 24/62); "Eğer
Allah'a, peygambere ve ona indirilene iman etmiş
olsalardı, onları veli
edinmezlerdi." (el-Maıde, 5/8
t) Peygamber
-sav- de şöyle buyurmaktadır:
"Zanî, zina ederken mü'min
olarak zina etmez."1'İcmârî
ve Tafsilî Bakımdan imanın Artışı'
başlığında zikredilen bu hadisin kaynakları
da orada gösterilmiştir.;
"Birbirinizi sevmedikçe iman
etmiş olamazsınız."2Müslim
54.; 'Bizi aldatan, bizden değildir.";
"Bize karşı silah taşıyan bizden değildir."3Müslim
101. Burada
"bizden değildir' buyruğunu
bizim gibi değildir diye açıklayanların
açıklaması gerçekten
ne kadar da uzaktır: Bu bir tarafa, hiç
aldatmayan kimse Peygamber ve ashab'ı gibi
olabilir mi? iman'a
'salifı amel' atfedilecek olursa, şunu
bilelim ki bir şeyin, bir şeye atfedilmesi,
atfedilen ile kendisine atfedilenin farklılığını
gerektirmekle birlikte; her ikisi için söz
konusu edilen hükümde ortak olmalarını
da gerektirmektedir. Farklılık
(muğayeret)in de çeşitli
mertebeleri vardır: En
ileri mertebesi bunların birbirlerinden farklı
olmalarıdır. Biri ötekinin kendisi olmadığı
gibi, onun bir parçası
da değildir ve bunların arasında
gerekti-ricilik (birinin varlığını
diğerinin var olmasını
gerektirmesi) yoktur. Yüce Allah'ın
şu buyruklarında
olduğu gibi: "Gökleri
ve yeri yaratan, karanlıkları
ve aydınlığı var
eden..." (ei-En'âm.
6/1); 'Tevrat'ı ve
incil'i de indirdi." (Ai-ı
imran, 3/3) çoğunlukla görülen
atıf şekli budur. Bundan sonra aralarında
gerektiricilik ilişkisinin bulunmasıdır.
Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi: "Kendiniz
bilip dururken, hakkı batıla
karıştırmayın
ve hakkı gizlemeyin." (ei-Bakara. 2/42);
"Allah 'a itaat edin ve Rasl/e
de itaat edin. "(el-Maıde,
5/92) Üçüncü
mertebe bir şeyin bir parçasını,
kendisine atfetme mertebesidir. Yüce
Allah'ın şu buyruklarında
olduğu gibi: "Namazları
ve özellikle de orta namazı
koruyunuz." (et-Bakara, 2/238); "Kim Allah'a ve meleklerine ve
peygamberlerine ve Cebrail'e ve Mikail'e düşman
olursa..." (ei-Bakaıa.
2/98); "Hani biz peygamberlerden.. ahıdlerini
almıştık
ve senden de" (ei-Ahzab, 33/7) Bu
türden atıflarda iki durum söz
konusudur: 1-
Atfedilenin birincisinin kapsamına
girmesi hali. O takdirde iki defa söz
konusu edilmiş otur. 2-
Atfedilmesi bu yerde onun, kapsamına
girmemesini gerektirmektedir. Tek başına söz
konusu edilmesi halinde, kapsamına
girse dahi. Mesela "fakirler ve miskinler" lafızları
ile buna benzer tek başlarına
olmaları halinde ayrı,
birlikte bulunmaları halinde ayrı
ve farklı manaları ifade eden diğer
lafızlar ile ilgili yapılan açıklamada
görüldüğü gibi. Dördüncü
mertebe, sıfatlarının
farklılığı dolayısıyla
bir şeyin, bir şeye atfe-dilmesidir. Yüce
Allah'ın: "O, günah/an
bağışlayandır
ve tevbeleri kabul eden-dir." (ei-Mu'min, 40/3) buyruğunda
olduğu gibi. Şiirde de sadece lafzın
farklılığı do-layısı
ile atıf yapıldığı
görülmüştür. Şairin: 'O, onun sözlerinin
yalan ve dolan olduğunu gördü"
mısraında böyledir. Sözde
atıf bu şekillerde görüldüğüne
göre biz de şari'in sözüne
bakarız. Onun sözlerinde iman lafzı
nasıl varid olmuştur?
Mutlak olarak zikredıldıği
takdirde bir takva, ed-din ve İslarn
dini lafızları ile kastedilen şeylerin
kastedildiğini görürüz. Ayetin
nüzul sebebinde söz
konusu edildiğine göre, Ashab-ı
Kiram, imanın ne olduğuna dair soru sormuş,
bunun üzerine Yüce Allah da şu:
"Yüzlerinizi doğu
ve batı'ya döndürmeniz
bir (iyilik) demek değildir..."
{ei-Bakara, 2/177) buyruğunu
indirmiştir. Sahih(-ı
Buharî)de, Peygamber -satiatiahu aleyhi veseitem-\n Abdu'l-Kays
heyetine söylediği şu
sözler de bu kabildendir: "Ben size bir ve tek olarak Allah'a
iman etmenizi emrediyorum. Allah'a iman etmenin ne demek olduğunu
biliyor musunuz? Bir ve tek olarak Allah'tan başka
hiçbir ilah olmadığına,
ortağının bulunmadığına şehadet
etmek, namazı dosdoğru kılmak,
zekatı vermek ve ganimetin beşte
birini vermenızdir."1Buharı 53,
87, 523, 1398, 3095, 4368, 4369: Müslim
171. Kalbte
iman bulunmaksızın bu amelleri işlemenin,
Allah'a iman etmek demek olduğunu
kastetmediği bilinen bir husustur. Çünkü
başka yerlerde kalbin imanının
kaçınılmaz olduğunu bildirmiştir.
Böylelikle bunların,
kalbin imanı ile birlikte iman olacağı
bilinmiş olmaktadır. Arlık
bu delilin ötesinde amellerin de iman adının
kapsamına girdiğini ortaya koyacak başka
bir delil olabilir mi? Bu hadis imanı
ameller ile açıklamakta ve tasdiki söz
konusu etmemektedir. Çünkü
inkar ile birlikte bu amellerin bir faydasının
olmadığı bilinen bir husustur. Müsned'de
yer alan rivayete göre Enes -Hadıyai/afıu
antı-, Peygamber
-sav- şöyle buyurduğunu
bildirmiştir: "islam aleniliktir, iman ise kalptedir."1
Müsned, III, 135. "Din"
İman, İslam
ve İhsan'ı Kapsar Yine
bu hadis-ı şerifle islam iie iman'ın
birbirinden farklı olduğuna delil vardır.
Bunu ayrıca Cibril hadisi de desteklemektedir. Peygamber -sav- sözü
geçen Cibril hadisinde buyurmuştur:
"Bu Cibril'di, size dininizi öğretmek
için geldi."2 Böylelikle
Peygamber -sav- dini islam, iman ve ihsan'ın
bütünü olarak açıklamış
ve dinimizin bu üç hususu bir arada ihtiva ettiğini
beyan etmiştir Ancak din üç
derecedir- Önce müslüman,
sonra mü'min, sonra münşin
{ihsan edici) gelir. iman
ile İslam ile birlikte zikredilenlerin de kast edildiği
katîdir. Nitekim ihsan ile de iman ve islam diye anılanlar
da kastedilmiştir. Yoksa ihsanın, imandan
ayrı ve mücerred olması
kastedilmiş olamaz, böyle bir şey
imkansızdır. Bu da Yüce Allah'ın
şu buyruğunu andırmaktadır:
'Sonra Ki-tabı kullarımızdan
seçtiklerimize miras verdik. Onlardan kimisi
nefsine zulmedicidir. kimisi itidal üzeredir,
kimisi de Allah 'in izni ile hayır/arda
öne geçmiştir.
'(Fatır, 35/32) itidal
üzere olan ile hayırlarda öne
geçenlerin her ikisi de ceza görmeksi-zin
cennete gireceklerdir. Nefsine zulmeden ise böyle
değildir, o günahkârlar
hakkında söz konusu olan tehdide
maruz kalabilir. Aynı
şekilde kalb tasdiki ile birlikte zahir ameller demek olan islamın
gereğini yerine getirip de batini imanın
gereğini yerine getirmeyen kimse de, bu gibi kimseler için
söz konusu olan tehdide maruzdur, İhsan
ise c muhtevası itibariyle daha geneldir, fakat ona sahib olan kimseler bakımından
daha özeldir. İman kendi muhtevası
itibariyle daha genel, ancak imana sahip olanlar açısından
islamın gereğini yerine getirmeleri
bakımından daha özeldir, ihsanın
kapsamına iman da girer, imanın
kapsamına İslam da girer. Muhsinler, mü'minlerden
daha özeldirler, mü'minler
de müslürnanlardan daha özeldirler. Bu
da risalet ve nübüvvete benzemektedir. Nübüvvet
risaletin kapsamı içerisindedir. Risalet özü
ve muhtevası itibariyle daha geneldir. Ancak ona mu-hatab olan kimseler bakımından
daha özeldir. Çünkü
her bir rasûl aynı zamanda nebî'dir,
ama aksı söz konusu değildir. İslam
Neye Denir? Neye
islam'ın denileceği hususunda üç
görüş vardır. Bir
kesim islam sözün kendisidir, diye kabul eder. Bir
başka kesim İslam'ın
ne olduğu sorusuna. Peygamber -sav-e iman ve İslam'a
dair soru sorulduğunda verdiği cevabı
verirler. Bu cevabında Peygamber -sav- İslamı
zahir ameller, imanı ise beş
esasa iman etmek, diye açıklamıştır. Bir
diğer kesim ise İslam
ile imanı eş anlamlı kabul etmiş
ve Peygamber –sav- "islam Allah'tan başka
ilah olmadığına şahitlik etmek ve namaz kılmaktır...1Müslim
8; Ebû Dâvûd 4695; Nesaî. VIII,
97-101; ibnMâce63 sözünün
anlamı islamın şiarları
olarak değerlendirmişlerdir. Bununla birlikte
bu görüşün sahiplen şöyle
derler: iman kalb ile tasdik demektir. Yine bunlar derler ki: İslam
ile iman aynı şeydir. Bu durumda da yine islam da tasdik demek olur. Ancak
bircilerden hiçbir kimse böyle bir
şey söylemiş değildir
Çünkü islam inkıyad
(boyun eğmek) ve itaat etmek demektir. Peygamber -sav- de şöyle
buyurmuştur: "Allah'ım, ben
Sana teslim oldum ve Sana iman ettim."2Buhârt
1120, 6317, 7385, 7442. 7499; Müslim.
diye buyurmuş ve İslamı zahir ameller, imanı ise
iman esaslarına inanmak diye açıklamıştır. O
halde bizler her ikisini bir arada zikredecek olursak, Peygamber -sav-in
bu hususta kendisine sorulan soruya verdiği
cevaptan başkasıyla cevab verme hakkımız
yoktur. iman adı
tek başına zikredilecek olursa, İslamı
da kapsar. İslam lafzı da tek başına
kullanılacak olursa, islam ile birlikte kişinin
mü'min olacağında tartışma
yoktur; kabul edilmesi gereken budur. Böyle bir
kimse müslüman olur, amma ona mü'min
denilir mi, denilmez mi? hususuna dair açıklamalar
daha önceden geçmiş
bulunmaktadır. Aynı
şekilde islam imanı
gerektirmekte midir? Bu hususta da daha önce sözü
edilen görüş ayrılığı vardır. Ancak Yüce
Allah, Kur'ân-ı Kerîrrvde cenneti ve cehennemden kurtuluşu
iman adına sahip olanlara vaadetmiş
bulunmaktadır. Yüce Allah'ın şu
buyruklarında olduğu gibi: "Haberiniz
olsun ki Allah'ın velilerine
hiçbir korku yoktur. Onlar kederlenecek de değillerdir.
Onlar iman edip takvalı
davrananlardır."
(Yunus, 11/62-63): "Rabbinizden bir mağfiret
ve Allah'a ve peygamberlerine iman edenler için
hazırlanmış,
eni yerle göğün eni
gibi olan bir cennet için
birbirinizle yarışın."
(ei-Hadid, 57/21) Kur'an-ı
Kerim'de islam adı yalnız başına
zikredilip, buna bağlı
olarak cennete girmenin söz
konusu edildiği bir yer yoktur. Ancak Kur'ân-ı
Kerîm'de islam farz kılınmış
ve Yüce Allah onu hiçbir
kimseden başkasını kabul etmediği ve
peygamberle gönderdiği dini olduğunu
haber vermiştir: "Kim Islamdan başka
bir din ararsa, asla ondan kabul olunmaz.' (Al-i imran, 3/85) Velhasıl
islamın iman ile birlikte kullanılması
hali ile bunların herbırisinin ayrı
ayrı kullanılması
hali arasında farklılık
vardır, islamın, imana göre
durumu kelime-i şehadet'in birinin ötekine
olan durumu gibidir. Risalete şahidlik
etmek, vahdaniyete şahidlik etmekten ayrıdır.
Bunlar farklı iki şeydir ama bunlardan biri
mana ve hüküm itibariyle tıpkı
aynt şeymiş gibi birbirine bağlıdır.
İşte İslam ve iman da böyledir,
islamı olmayanın imanı
yoktur, imanı olmayanın da İslamı
da yoktur. Zira mü'minin kendisi ile imanını
muhakkak olarak ortaya koyacağı bir İs-lamının
bulunması kaçınılmaz bir şeydir. Aynı
şekilde hiçbir müslüman
kendisiyle islamımn sahih olabileceği bir
imanının bulunmaması düşünülemez. Allah'ın
ve rasülünün kelâmında,
insanların kelâmında,
bunun yani ayrı ayrı ve bir arada kullanımın
benzerleri pek çoktur. Mesela
küfür
ve münafıklık
lafızlan böyledir. Küfür
tek başına âhirettekı ceza tehdidini söz
konusu ederek zikredildiği
takdirde münafıklar da bunun kapsamına
girer. Yüce Allah'ın: "Kim imanı
inkâr ederse, âmeli
boşa gitmiş
olur ve o âhirette en çok
zarara uğrayanlardandır."
(ei-Maıöe, s/5) buyruğunda
olduğu gibi. Bunun benzerleri de pek çoktur. Eğer
bir arada zikredilecek olurlarsa kâfir, kâfir
olduğunu açığa vuran kimse, münafık
ise kalbiyle iman etmediği halde
diliyle iman ettiğini belirten kimse anlamına
gelir. Birr
ve takva lafızları
ile ism (günah) ve udvân lafızları,
tevbe ve istiğfar lafızları,
fakirve miskin lafızları
ve buna benzer diğer lafızlar da bu türdendir. iman
ile islam arasında
fark bulunduğunun delillerinden birisi de Yüce Allah'ın:"
Bedevi Araplar: İman ettik'dediler.
Deki: 'Siz iman etmediniz, fakat islam olduk deyiniz...'" (ei-Hucurai.
49/14) buyruğundan itibaren surenin
sonuna kadar olan buyrukları tanıklık
etmektedir. Bu
delillendirmeye âyet-i kerîme'deki: "islam
olduk deyiniz" buyruğunun
biz, zahiren itaata girdik anlamına
geldiğini ve hakikatte onların münafık
kimseler oldukları belirtilerek itiraz
edilmiştir. Bu,
bu âyet-i kerîme ile ilgili olarak müfessirlerin
iki görüşünden birisidir. Daha ağır basan
ikinci görüş ile de buna cevab verilmiştir. Bu
görüşe göre onlar, münafık
değil de imanı kamil mü'minler
değillerdi. Burda onların mü'min
olmadıklarının belirtilmesi katilin, zina edenin, hırsızın,
emanete riayet etmeyenin imanının
bulunmadığını söylemesine benzemektedir. Ayetin öncesindeki
buyruklarla, sonra gelen buyruklar da bu görüşü
pekiştirmektedir. Çünkü
sûre. başından itibaren buraya
kadar masiyetleri yasaklamaya, bir takım günahkarların
bazı hükümlerini belirtmeye ve buna benzer hususlara dairdir. Surede münafıklardan
söz edilmemektedir. Bundan sonra da şöyle
buyurulmaktadır: "Eğer
Allah'a ve Rasû/üne
itaat ederseniz, amellerinizden herhangi bir şeyi
eksiltmez." iet-Hucurat. 49/14) Eğer
bunlar münafık kimseler olsalardı,
itaatin onlara hiçbir faydası olmazdı.
Daha sonra da şöyle buyurulmaktadır: "Mü'minler
ancak Allah'a ve Ftasûlüne
iman eden ve sonra da şüpheye düşmeyen...
kimselerdir. ' (el-Hucurat. 49/15) Yani
-doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya-
imanları kamil olan mü'minler
işte burada nitelikleri belirtilenlerdir, sizler değilsiniz.
Aksine sizler, kamil imana sahip olmayan kimselersiniz. Bu
açıklamayı da şu
husus desteklemektedir: O kendilerine, biz İslam
olduk demelerine izin vermiş ya da
emir buyurmuştur. Münafık
kimseye ise böyle bir şey söylenmez.
Eğer bunlar gerçekten münafık
kimseler olsalardı, onların iman sahibi olmadıklarını
belirtip müslüman oldular diye minnet etmelerini yasakladığı
gibi, müslüman olmadıklarını
da belirtirdi. Ama bunun yerine onların bir çeşiî
müslüman olduklarını
ortaya koymakta ve Rasûlüne
müslüman oldukları için
minnet etmelerini yasaklamaktadır. Şayet
onların İslama girişleri sahih olmasaydı,
siz müslüman olmadınız,
aksine sizler yalan söylüyorsunuz,
derdi. Nitekim onların: "Şehadet
ederiz ki muhakkak sen Allah'ın Rasûlüsün.'
(ei-MOnafaun. 63/1) şeklindeki
sözlerinin yalan olduğunu
belirtmişti. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır. Artık
bu geniş açıklamalarla iman ile İslamın
eş anlamlı olduğu
iddiasının kabul edilemeyeceği ile
'eğer islam zahiren görülen
işler olsaydı, başka
türlüsü nün kabul edilmemesi ve ihlas sahibi kimsenin imanının
da kabul edilmemesi icab ederdi" diyen kimselerin bu sözlerinin
tutarsızlığı ortaya çıkmaktadır.
Çünkü böyle bir yaklaşımın
yanlış olduğu ortadadır Daha
önceden de iman ile İslamın
(aralarındaki farkın) şehadeî
kelimesindeki iki unsura ve diğer
hususlara benzediği, bunların ayrı
ayrı zikredilmeleri ile bir arada zikredilmelerinin farklı
durumları anlattığına dair açıklamalar
geçmiş bulunmaktadır. Mesela
şehadet kelimesine dikkat edelim; Peygamber -Saitallabu aleyhi
veseiiem- şöyle buyurmuştur:
"Ben insanlarla la ilahe illallah deyinceye kadar savaşmakla
emrolundum." Şayet la ilahe illallah
deyip, risaleti inkar edecek olurlarsa, kanlarının
himaye altına alınması
hakkını elde ederler miydi? Aksine onların
la ilahe illallah deyip, bunun gerektirdiği
hukuku yerine getirmeleri kaçınılmazdır.
Risaleti tasdik etmeyen bir kimsenin ise "la ilahe ıila[lah"ın
haklarını layıkıyla yerine getirdiği asla
söylenemez. Aynı
şekilde Muhammed'in Allah'ın Rasûlü
olduğuna şahidlik eden bir kimse bu şahidliğin
hakkını, bu rasûlü
bütün getirdiklerinde tasdik etmedikçe
yerine getirmiş olamaz. Böylelikle bu şehadet
tevhid'i de ihtiva etmiş olmaktadır.
Şayet la ilahe illallah şehadeti
ile birlikte Ivluhammedu'ﷺ- Rasûlullah şehadeti
de zikredilecek olursa, o vakit la ilahe illallah şehadeti
ile tevhid'in kabulü, Muhamrnedu'ﷺ-Rasûlullah
şehadeti iie de risaletinin kabulü
dile getirilir, işte iman ve islam lafızları
da bir arada zikredildikleri takdirde durum böyledir.
Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi: "Doğrusu
müslüman
erkeklerle müslüman
kadınlar, iman eden erkeklerle iman eden kadınlar..."(el-Ahzab,
33/35) Peygamber -saiiatiahu aleyhi vesettem-m şu
buyruğunda da böyledir: 'Allah'ım
sana teslim oldum ve sana iman ettim." Burada bu lafızlardan
birisiyle kastedilen, diğerinden
kastedilenden farklıdır. Eğer
bunlardan birisi tek başına kullanılacak
olursa, diğerinin manasını
ve hükmünü de kapsar. Fakir ve miskin kelimelerinde ve benzerlerinde olduğu
gibi. Çünkü fakir ve miskin lafızları
bir arada kullanılacak olursa, anlamları farklıdır.
Ayrı ayrı kullanılacak olurlarsa, aynı
anlama gelirler. Acaba Yüce
Allah'ın: "On miskine yemek yedirmek gerekir." (et-Maıde,
5/89) buyruğu ile ilgili olarak
sadece az miktarda malı bulunana verilir, hiç
olmayana verilmez, yahut bunun aksi denilebilir mi? Yine Yüce
Allah'ın: "Eğer onu
(sadakaları) gizler ve fakir/ere verirseniz, şüphesiz
ki bu sizin için hayırlıdır."
(el-Bakara, 2/271) buyruğunda da
durum böyledir. Aynı
şekilde bu açıklama
ile iman edip de müslüman
olmayanın yahut ta müslüman
olup ta iman etmeyenin dünya ve
ahiretteki hükümleri nedir? şeklindeki
bir itiraz da bertaraf edilmiş olur.
Bu durumda bunlardan birisi hakkında kabul
ettiği bir hükmü,
diğeri hakkında kabul etmeyen bir
kimsenin böyle bir kanaatinin batıl olduğu
açıkça ortaya çıkar. Ve
böyle bir itiraz ile karşı çıkana
şöyle denilir: Sizler müslüman
mü'minin kendisidir diyorsunuz. Yüce
Allah ise: "Muhakkak müslüman
erkeklerle müslüman
kadınlar, iman eden erkeklerle iman eden kadınlar."
(et-Ahzab. 33/35) diye buyurmakta ve bunları
birbirlerinden ayrı ayrı
zikretmektedir. Rasûlullah -Saiiaiiahu
aieyni veseitem-e da: Filan kişi hakkında
ne dersin? Allah'a yemin ederim ki ben onu mü'min
görüyorum, denilince, o: "Yahut müslüman"1
Buhârî37, 1478; Müslim
150 diye cevab vermiştir. Bu sözünü
üç defa tekrarladığı halde
peygamber onun müslüman olduğunu belirtmiş,
ancak iman adını vermemiştir. Buna
göre her ikisi de eşittir,
diyen bir kimse buna muhalefet etmiş olmaktadır,
Takınılması gereken tutum ise, anlaşmazlık
konularını Allah'a ve Rasû-lüne
havale etmektir. Bazı nasslarda bir çatışma
görülüyor olabilir; fakat Allah'a hamdolsun ki herhangi bir çatışma
yoktur. Fakat mesele nassları
birbiriyle uygun olarak anlamak meselesidir, başarı
Allah'tandır. Yüce
Allah'ın: "Biz de orada bulunan mü'mînleri
çıkardık;
ama orada müslümanlardan
bir ev halkından başkalarını
bulmadık." (ez-Zânyât,
51/35-36; buyruğunu İslam
ile imanın eş anlamlı olduğuna
dair delil göstermeye gelince, bunun delil olacak bir tarafı
yoktur. Çünkü çıkartılan ev halkı hem
islam, hem iman vasfına sahip idiler. Hane
halkının her iki vasfa sahip olmaları
bu iki vasfın eş anlamlı olmasını
gerektirmez. Açıkça
görüldüğü kadarıyla bu gibi çelişik
ifadeler, Ebu Hanife -rh-dan sabit olmuş
değildir. Bu ifadeler onun mezhebine uyan kimselere aittir. Bu
ifadelerin çoğunun pek kıymeti yoktur, Ebu Hanife
de bunlardan memnun olmaz. Tahâvî,
Ebu Hanife'nin, Hammad b. Zeyd ile başından geçen
bir olayı nakletmektedir. Hammad b. Zeyd'e; "İslamın
hangisi daha faziletlidir."2Musned,lV, 114. hadisi rivayet
edilince, ona: Acaba senin görüşüne
göre hangi islam daha faziletlidir diye sorduğunda,
o: İmandır diye mi cevab vermiş
olmakta, sonra da hicret ve cihadı imandan
mı saymakta? Bunun üzerine
Ebu Hanife sesini çıkarmayıp
susunca, arkadaşlarından birisi de ona: Ey Ebu Hanife, ona cevab vermeyecek misin?
diye sormuş. Ebu Hanife şöyle
cevab vermiş: O bana bunu Rasûlullah -sav-den
hadis diye naklediyorken, ben ona ne ile cevab verebilirim ki? Bu
görüş ayrılıklarının bir sonucu da imanda istisnada bulunmak meselesinde ortaya çıkmaktadır. istisna
yapmak kişinin ben İnsaallah mü'minim
demesıdır. Bu hususta ikisi aşırı
uç ve biri orta yol olmak üzere üç
görüş vardır. Kimisi bunu vacib
kabul eder, kimisi haram, kimisi bir bakıma göre
caiz görürken bir bakıma göre
de kabul etmemektedir. Bu da bu görüşlerin
en sahih olanıdır. İstisna
yapmayı vacib kabul edenlerin ıkı
dayanağı vardır. Birincisi şudur:
İman, insanın üzerinde
öldüğü haldir, insan vefat edeceği hal
ve Yüce Allah'ın ezeli ilmine göre
varacağı durum itibariyle mü'min ya
da kâfirdir. Bundan önceki
hali ise muteber değildir. Derler ki: Arkasından
küfrün bulunacağı ve netice olarak
sahibinin kâfir olarak ölmesi
ile sonuçlanacak bir iman iman değildir.
Bu tıpkı tamamlanamadan önce
sahibi tarafından ifsad edilen namaz ile gün
batımın-dan önce kişinin
orucunu açmasına benzer. Bu, Küliâbıye
ve diğer fırkaların bir çoğunun
dayanağını teşkil etmektedir. Daha
sonra bu hususta aşırıya
giden bir kesim de bu görüşü
kabul etti ve nihayet bunlara mensub insanlar işledikleri
salih amellerde bile istisna yapmaya koyuldular, İnsaallah
namaz kıldım vb. sözler söylemeye
başladılar. Bundan kasıtları
da; İnsaallah kabul edildi demektir. Yine onların
bir çoğu herşeyde istisna yapar oldu
ve mesela İnsaallah bu bir elbisedir, İnsaallah
bu bir halattır diyecek hale kadar geldiler. Kendilerine bunun böyle
olduğunda bir şüphe yoktur denilecek
olursa onlar, evet böyledir ama Allah onu değiştirmeyi
dilese değiştirebilir, diye cevab verirler. istisna
yapmayı vacib görenlerin ikinci dayanağı
da şudur: Mutlak iman Yüce
Allah'ın kuluna yapılmasını
emrettiği işlerin tümünü
yapmayı, yasakladıklarının
tümünü de terketmeyi ihtiva eder. Buna göre
bir kimse ben mü'minim diyecek olursa, kendi lehine emrolunduğu
bütün işleri yerine getiren, yasak kılındığı
herbir şeyi de terkeden, ebrâr
ve muttekîlerden olduğuna şahidlik
etmiş olur. Buna göre o, Yüce
Allah'ın mukarreb velilerinden biri demektir. Böyle
bir iddiada bulunmak ise, insanın kendi
nefsini tezkiye etmesi türündendir.
Eğer böyle bir şahitlik doğru
kabul edilirse, o kimsenin aynı şekilde
bu hal üzere öldüğü takdirde,
kendisinin cennetlik olduğuna da şahitlik
edebilmesini gerektirir. işte
istisna yapan selefin genel olarak dayanağı budur.
Bununla birlikte ileride Yüce
Allah'ın izniyle belirteceğimiz
gibi bir başka bakımdan istisnada bulunmayı
terki de caiz görmüşlerdir. Bu görüşte
olanlar aynı şekilde şüphe bu- lunmayan
hususlarda istisna yapmanın caiz
oluşunu da delil gösterirler.
Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi: "Elbette
ve ınşaallah
Mescid-i Haram'a korkusuzca, emniyet içerisinde...
gıreceksinizdîr."
('-feth, 48/27) Peygamber -saiiai-lahualeyhi vesetiem- de
kabristan'da: "Ve inşaaliah
bizler de size kavuşacağız."1Müslim
249, Ebû Dâvûd 3237, Ibn Mâce
4306. diye buyurmuştur. Yine: "Ben
aranızda Allah'tan en çok
korkan kişi olacağımı
ümit ederim."2Müslim
1110; Ebû Dâvûd 2389; Muvatta, l, 289; Mûsned,
VI, 67, 156,245 diye buyurmuştur ve
buna benzer başka hadisler de vardır. imanda
istisnada bulunmayı haram kabul edenlere
gelince, imanı tek bir bütün
olarak kabul eden herkes bu görüştedir.
Bunlar: Ben şehadet kelimesini söylediğimi
bildiğim gibi, mü'min olduğumu
da bilirim, der. Benim ben mü'minim
demem, ben müslümanım demem gibidir, imanında
istisna yapan bir kimse onda şüphe
ediyor demektir. Bunlar
imanlarında istisna yapan kimseleri şek
edenler diye adlandırırlar
ve Yüce Allah'ın: "Elbette ve İnsaallah
Mescid-i Haram'a korkusuzca, emniyetle... gireceksinizdir." (el~Feth,
48/27) buyruğundaki istisnaya şu
sözleriyle açıklık
getirmektedirler Buradaki istisna korkusuzca ve güvenlik
içerisinde girmeye aittir. Oraya girileceği
hususunda ise herhangi bir şüphe
yoktur. Şöyle de açıklanmıştır:
Siz oraya hepiniz yahut bir bölümünüz
gıreceksinizdir çünkü
onların bazılarının
öleceği Allah tarafından
bilmen bir husustur. Her
iki tür cevab da su götürür.
Çünkü onlar bu sözleriyle
kaçındıkları mahzurun içine düşmüşlerdir.
Güvenlik ve korku diye açıklamalarını
ele alalım: Yüce Allah bunu bilmekle birlikte; güvenlik
içerisinde gireceklerini haber vermiştir,
O halde oraya gireceklerinde şüphe
olmadığı gibi. güvenlikle gireceklerinde
de şüphe yoktur. Hepsinin ya da bir bölümünün
gireceklerinde de. Çünkü Yüce
Allah kimin gireceğini, kimin girmeyeceğini
bilmiştir. Bu hususta da şüphe söz
konusu olamaz. O halde Yüce
Allah'ın burada "İnsaallah"
diye buyurması, girişin muhakkak gerçekleşeceğini
belirtmektir. Nitekim bir kimse mutlaka yapacağını
kararlaştırdığı bir iş hakkında:
Allah'a andolsun ki -İnsaallah- ben bu işi
yapacağım, der ve o bu sözlerini
irade ve kararlılığında şüphe ettiği için
söylemez. Ancak bu kimse böyle bir
durumda da (istediğini yerine getiremeyecek
olursa) yeminini bozmuş sayılmaz,
çünkü o maksadının
mutlaka gerçekleşeceği noktasında kesin ifade kullanmış
değildir. istisnada
bulunmayı ya da terketmeyi caiz kabul edenlere gelince, bunlar her iki
kesime göre delil itibariyle daha güçlüdürler.
İşlerin en hayırlısı
da orta yollu olanıdır. Eğer
istisnada bulunan kimse imanının
esasında şüpheyi kastediyorsa istisnada bulunması
yasaktır. Bu hususta görüş
ayrılığı yoktur. Eğer kendisinin Yüce
Allah'ın: "Gerçek mü'minler
ancak o kimselerdir kî Allah
anıldığı
zaman kalpleri titrer. Ayetleri karşılarında
okunduğu zaman (bu) onların
imanını
arttırır
ve onlar ancak Rablerine güvenip,
dayanırlar. Onlar namazı
dosdoğru kılarlar
ve kendilerine rızık
olarak verdiğimizden
de infak eder/er, işte
onlar gerçek mü'minlerin
ta kendileridir. Onlar için
Rab/eri katında
dereceler, mağfiret
ve bitmez, tükenmez
bir rızık
vardır." (ei-Enfai. 8/2-4) buyruğu
ile; "Mü'minler
ancak Allah'a ve Rasûlüne
iman eden ve sonra da şüpheye düşmeyen,
sonra da malları ve
canları ile Allah yo/unda cihad eden kimselerdir,
işte onlar sadık
olanların ta kendileridir." (ei-Hucurat,
49/15) buyruğunda nitelendirdiği
rnü'minlerden bir mü'min
olduğunu kastetmekse; o takdirde istisnada bulunması
caiz olur. Aynı şekilde akıbeti bilemeyeceğini
belirtmek maksadıyla istisnada bulunan da işi imanında
şüphe ettiği için
değil de işin Allah'ın
meşîetine bağlı
olduğunu belirtmek maksadıyla
istisnada bulunanın durumu da böyledir. Bu
görüşün ne kadar kuvvetli olduğu da görülmektedir. Tallâvî'nin-/l//aft
ona rahmet etsin-. "RasÛlullah -SaHailahu
aleyhi vesellem-d.er\ sahih olarak gelen şeriat
ve beyanın tümü haktır." sözlerine
gelince; Nass'ların
Askıya Alınması: Tahâvî-/Wa/ı
ona rahmet etsin- bu sözleriyle
haberleri mütevatir ve ahad olmak üzere
iki kısma ayıran Cehmiye,
Muattile, Mutezile ve fla/fzf lerin görüşlerini
redde işaret etmektedir. Bunlara
göre mütevatir senedi kat'î olsa
bile, delaleti katî değildir.
Çünkü lafzî deliller yakîn ifade
etmez. Bu görüşleriyle onlar Kur'ân-ı
Kerîm'in sıfatlara delaleti
hususunu da zayıflatmış olmaktadırlar. Yine
derler ki; Ahad rivayetler ise ilim ifade etmez ve geliş
yolu itibariyle olsun, metni itibariyle olsun delil gösterilmez. Böylelikle
onlar kalplerin önünde, Yüce Rabbi, O'nun isim ve
sıfatlarını
ve fiillerini Allah Rasûlünden
gelen yolla tanımayı kapatmış olmaktadırlar,
insanları esası vehmî olan bir takım
yargılara, hayali bir takım önermelere
havale ettiler. Bunlara aklen kati deliller ve yakîn
burhanlar adını verdiler. Ama bunların hepsi
tahkik edildikleri takdirde; "Susuz kimsenin, su sandığı
dümdüz
çöldeki bir serap gibidir. Nihayet ona yak/aşınca,
onun bir şey olmadığını
görür.
Halbuki kendisinin ameli) yanında
Allah'ı bulmuştur.
O da hemen onun hesabını
lamamen öder, Allah hesabı
çok çabuk
görendir. Yahut (bu) derin bir denizdeki
karanlıklar gibidir. Onu bir dalga örter,
onu da üstünden
(başka) bir dalga kaplar. Onların
üzerlerinde ise bulutlar vardır,
birbiri üstünde
karanlıklar. Elini çıkarsa
neredeyse onu dahi göremeyecektir.
Allah kime bir nur vermemişse onun
nuru olmaz." (en-Nur, 24/39-40) Hayret
edilecek hususlardan birisi de şudur:
Onlar bu önerme ve delillerini vahyin nasslannın
önüne geçirmişler,
bunlar uğruna nassları
terketmışlerdir. O bakımdan
kalbleri nasslarla hidayet bulmaktan yana çoraklaşmıştır.
Ayrıca selim fıtratın
ve nebevî nassların te'yid ettiği
sağlıklı akılların verdiği hükümlere
de ulaşamamışlardır. Eğer vahyin nasslannın
hakemliğini kabul etmiş
olsalardı; hiç şüphesiz selim fıtratlara
uygun düşen doğru, sahih, aklî
gerçeklere de ulaşırlardı. Hatta
bid'at sahiplerinden herbir kesim nassları kendi
bid'atleriyle ve aklî zannettiği
yargılarla ölçüp
değerlendirir, bunlara uygun düşen
nass'a muhkem der, kabul eder, delil diye gösterir.
Muhalif olan nass'a da rnüteşâbihtir
der, sonra reddeder. Bu reddedişine de
tefvîz (işi Allah'a havale etme) adını
verir. Yahut ta tahrif eder, bu tahrifini de te'vil diye adlandırır.
İşte bundan dolayı ehl-i
sünnetin bunlara karşı
tepkileri de çok çetin olmuştur. Ehl-i
Sünnet Nass'tan Ayrılmazlar Ehl-i
sünnetin izlediği yol
ise sahih nass'tan ayrılmamak ve nass'lara şu
aklî bir yargıdır,
yahut ta bu filanın sözüdür diye karşı çıkmamaktır.
Nitekim Ta-hâvî de buna işaret ettiği
gibi, Buharî -Allah'ın
rahmeti üzerine olsun- de şöyle
demiştir: el-Humeydî'yi şöyle
derken dinledim: Şafiî -Allah'ın
rahmeti üzerine o/sun-nin
yanında bulunuyorduk. Bir adam ona gelerek bir husus hakkında
soru sordu, ona bu hususta Rasûiullah -sav-
şöyle ve şöyle hüküm
verdi, dedi. Adam Şafiî'ye:
Sen ne dersin? diye sorunca, Şafiî
şu cevabı verdi: Subhanallah, sen
benim bir kilisede, bir havra'da olduğumu mu
zannediyorsun? Belime zü'n-nar bağladığımı
mı görüyorsun? Ben sana RasÛlullah -Saiisilahu
aleyhi vesellem-hükrnetti diyorum, sen
bana: Sen ne diyorsun? diye soruyorsun.1Ebû
Nuaym, Hilye, IX, 106: ibn Asâkır,
Tarihu Dimaşk, Vl/X, 2; Beyhaki Menâkıhu'ş-Şafiî,
l, 474. Buna
benzer selefin sözleri pek çoktur. Yüce
Allah da şöyle buyurmaktadır: "Allah
ve Rasûlü
bir işi hükme
bağladığında,
hiçbir mü'min
erkek ve hiçbir mü'min
kadına o işlerinde
istediklerini yapmak hakları
yoktur." (el-Ahzab. 33/36) Ümmet
Tarafından Kabul Gören
Vahid Haber: Vahid
haberi, ümmet gereğince amel ederek ve onu
tasdik ederek, kabul ile karşıladığı
takdirde ümmetin çok büyük
çoğunluğuna göre yakîn
(kesin) bilgi ifade eder. Bu da mütevatirin
iki kısmından birisidir. Ümmetin
selefi arasında bu hususta herhangi bir görüş
ayrılığı yoktur. Ömer b. el-Hattab -ra-ın
rivayet ettiği: "Muhakkak ameller niyetlerledir"2 Buhârf
1, 54, 2529, 3898. 5070, 6689, 6953: Müslim
1907; Ebû Dâvûd 2201; Tırmi2î1647;
ibn Mâce 2427, Nesahi, l, 58-60, VI, 153-159, VII, 13... haberi bu
kabildendir. Yine
İbn Ömer -ra-ın
naklettiği: "Peygamber vela'nın satışını
ve hibe edilmesini yasaklamıştır."1
Buharı 2535, 6756; Müslim
1506 haberi, Ebu Hureyre -ra: "Kadın
halası üzerine de, teyzesi üzerine
de nikahlanmaz."2Buhârf
5109, 5110; Müslim 1408; Muvalta, II, 532 haberi; "Neseb yolu ile ne haram
oluyorsa, emmek yolu ile de haram olur"3Buhârî2645,
5100; İbıı Mâce 1938 haberi ve bunların
benzerleri gibi. Aynı şekilde
Küba Mescidi'ne gidip de Kıble'nin,
Mescid-i Aksa'dan, Kabe'ye döndürüldüğünü
bildirenin haberi üzerine bunu duyan namaz
kılanların Kabe'ye dönmesine
dair haber de buna benzemektedir.4Buharı
403, 4488,4490-4494, 5251; Müslim
526. Rasûlullah
-sav- elçilerini birer birer gönderirdi
Mektub-larını da bir kişi ile birlikte gönderirdi.
Kendilerine bu mektub ya da elçi gönderilen
kimseler; bu vâhid bir haber olduğu için
bunu kabul etmeyiz, demezlerdi. Yüce
Allah da şöyle buyurmaktadır: "O
dini bütün
din/ere üstün
kılmak için
ra-sûlünü
hidayetle ve hak din ile gönderen
O'dur." (et-Tevbe, 9/33) O halde Yüce
Allah'ın delil ve açıklamalarının
çürütüimemesı için
insanlara karşı bu dinin delil ve belgelerini de koruması
kaçınılmaz bir şeydir. işte
bundan dolayı Yüce Allah. Rasûlü
adına yalan uyduranları
hayatta iken de, ölümlerinden sonra da rezil ve rüsvay
etmiş, onların gerçek
durumlarını insanlara açıkça
göstermiştir. Süfyan
b. Uyeyne der ki: Yalan hadis söylemiş
hiçbir kimseyi Allah setretmiş değildir.
Abdullah b. el-Mubarek de söyle
demiştir: Bir adam seher vakti yalan bir hadis nakletmeyi içinden
geçirse, sabah olur olmaz insanlar; filan kişi
yalancıdır, demeye koyulurlar. Vahid
haberin doğru ve yalan olrna ihtimali varsa da sahih haberler ile sahih
olmayan haberleri birbirinden ayırt
edebilmek, ancak vakitlerinin büyük
bir bölümünü hadisle uğraşmaya;
ravîlerin siyretlerinı,
hallerini ve sözlerinin durumuna vakıf olmak
maksadıyla araştırmaya,
bu hususta çok ileri derecede haddi aşmaktan
ve yanılmaktan gayret gösterenlere
nasib olabilir. Bunlar öldürülecek
olsalar dahi, hiçbir kimseye Rasûlullah -sav-
hakkında tek bir söz dahi
uydurmasına müsamaha etmezler, bizzat kendileri de böyle
bir şey yapmazlar. Bunlar bu dini bizlere kendilerine nakledildiği
gibi naklettiler. Onlar İslamın
öncü kafilesi, imanın
belkemiğıdirler. Onlar haberlerin sarrafları.
hadislerin gerçek doktorlarıdır.
Kişi onların bu durumlarını,
bu hallerini doğruluklarına dair haberleri ne
kadar takvalı ve güvenilir olduklarını
bilirse; onların yaptıkları
nakil ve rivayetlerdeki ilmin derecesini de açıkça
görür. .
Akıl ve bilgi sahibi olan bir kimse hadis alimlerinin,
peygamberlerinin sıy-ret ve haberlerini
bildikleri kadar, başkalarının
bilmesi yahut böyle olduğunu zannetmeleri bir
tarafa, hatırlarından geçirmedikleri şeyleri
dahi bildiklerini anlar. Nitekim nahivciler de Sibeveyh ve el-Halil'e dair
haberler ve sözlerden, görüşlerden
bildiklerini başkaları bilemez. Doktorların
da Hipokrat ve Calinos'un sözleri
ile ilgili bidikleri başkaları
tarafından bilinmez. Kısacası
herbir sanat sahibi sanatını
başkasından daha iyi bilir. Eğer
bak-kal'a güzel kokulara dair soru sorulsa yahut güzel
koku satıcısına manifatura'ya dair soru sorulsa ve buna benzer kimselere
meslekleri ile uymayan sorular sorulursa elbetteki bu pek büyük
bir cahillik olarak değerlendirilir. Ancak
Allah'ın sıfatlarını
kabul etmeyenler Yüce Allah'ın:
"O'nun benzen hiçbir şey
yoktur." (eş-Şura,
42/11) buyruğunu sahih hadisleri
reddetmek için dayanak kabul etmişlerdir.
Benmisedikleri görüş ve kaidelere, düşünce ve
içlerinden geçen
duyguların kaide diye ortaya koydukları
ilkelere muhalif bir hadis geldikçe, bunu
"O'nun benzeri hiçbir şey
yoktur" buyruğuna dayanarak reddetmeye
kalkışırlar. Böylelikle onlar,
kendilerinden olan kalbi körelrniş
kimselere karşı hakkı ba-tıl'a
karıştırıyorlar ve âyeti gerçek
manasından uzaklaştırarak
tahrif ediyorlar. Onlar,
Allah'ın sıfatlarına dair haberlerden
Allah'ın da, Rasûlünün
de mu-rad etmediğini, islam'ın önder
ilim adamlarından hiçbir kimsenin anlamadığını
anlamışlardır.
Onlara göre bu sıfatlan kabul etmek yaratılmışların
sahip oldukları sıfatlara yaratıcıyı
benzetmektir. Bu iddialarından
sonra bu sıfatların kabulü
batıl olduğuna da her iki nass'ı
tahrif ederek "O'nun benzeri hiçbir şey
yoktur" buyruğunu delil gösterirler.
Kitablar yazarlar ve: Allah'ın
emrettiği ve Allah'tan gelmiş şekliyle
İslam dininin esasları
bunlardır, derler. Kur'ân-ı
Kerîm'in bir çok bölümünü
okurlar fakat onun anlamını
Allah Rasûlünün beyan ettiği ve
Allah'ın murad ettiği manayı
haber verdiği anlamlar üzerinde
düşünmeksizin manasını
Allah bilir diye, O'na havale ederler. Yüce
Allah bu üç nitelikleri dolayısıyla,
önceden kendilerine kitab verilmiş olanları
yermiştir. Bizlere onların bu
konudaki tutumlarını haber vererek anlatmıştır.
Böylelikle biz ibret alalım,
onların gittikleri yolun benzerini izlemekten uzak kalalım,
işte Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"(Ey iman edenler) artık
bunların size inanacaklarını
mı umarsınız?
Halbuki onların bir fırkası
vardır ki Allah'ın
kelâmını
dinlerlerdi de onu anladıktan
sonra bile bile tahrif eder/erdi." (el-Bakara. 2/75) Nihayet Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Onların
arasında kuruntu dışında
Kitabın ne olduğunu
bı/meyen ümmîler
de vardır. Onlar yalnız
zannediyorlar." ( 2/78) Kuruntudan kasıt
ise, mücerred okumaktır. Daha
sonra şöyle buyurmaktadır: "Elleriyle
Kitabı yazıp,
sonra az bir paha ile satabilmek için:
'Bu Allah'ın kalındandır'
diyenlere yazıklar
olsun! Vay elleriyle yazdıklarından
başlarına
geleceklere, kazandıkları
yüzünden
vay onların ha/ine!" (el-Bakara, 2/79) Görüldüğü
gibi Yüce Allah, yazdıklarını
Allah'a nisbet ettiklerinden ötürü ve
bu yolia kazandıkları sebebiyle yermiş
bulunmaktadır. Her iki vasıf da
yerilmeye değer: Allah'tan gelmedik bir şeyi,
Allah'a nisbet eimek de bunun karşılığında
mal yahut başkanlık gibi bir karşılık
almak da. Yüce
Allah'tan söz ve amellerimizde lütuf ve
ihsanıyla bizleri yanılmaktan
korumasını dileriz. TahâvT-/v/a/7
ona rahmet etsin- ''şeriat
ve beyan" sözleriyle Peygamber -Saiiai-lahu aleyhi veseiiem-öen
sahih olarak gelenlerin iki tür
olduğuna işaret etmektedir: Ya
ibtidaî (Kitabta bulunmayan bir hükmü
koyan) bir şeriattir, yahut ta Yüce Allah'ın
aziz Ki-tabında teşrî'
buyurduğunu bir beyandır.
Bunların hepsi de uyulması
gereken bir haktır. Tahâvî'nirM//ah
ona rahme! elsin- "iman ehlî, imanın
aslı itibariyle eşittir.
Aralarında fazilet farkı ise
hakikat, hevâ'ya muhalefet ve evlâ olana
devam etmek itibariyledir." ifadelerinde geçen
nüshalarda "hakikat" ifadesi "haşyet
ve takva iledir" şeklindedir. Birinci
ibarede herkesin tasdikin aslı
itibariyle ortak olduğuna işaret
etmektedir. Ancak tasdikin bazısı,
diğer bazısından
daha güçlü ve sağlam olabilir. Nitekim
bundan önce buna görmenin sağlam
olması ile zayıf olması
örnek olarak gösterilmişti,
ikinci ibare ile de mü'minler arasında
farklılığın kalblerin amelleri ile olduğuna
işaret etmektedir. Tasdikte ise herhangi bir farklılık
bulunmamaktadır, ancak birinci mana daha güçlü
görülmektedir. Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır. "Mü'minlerin
hepsi Allah'ın velileridir." Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Haberiniz
olsun ki Allah'ın
velilerine hiçbir korku
yoktur, onlar üzülmezler
de. Onlar imarı edip
takvâlı
davrananlardır."
(Yunus, 10/62-63) Veli
terimi, düşmanlığın zıttı olan {ve dostluk anlamına
gelen) -vav harfi üstün
olarak- "velâyef'ten gelmektedir. Hamza. Yüce
Allah'ın: "Sizin on/arla hiçbir
velayetiniz yoktur." (ei-Enfal. 8/72; buyruğundaki
"velayet" kelimesinin "vav" harfini esre olarak "vilâyet"
diye okumuş; diğerleri üstün
olarak "velayet" diye de okumuşlardır.
Bu iki okuyuşun iki ayrı söyleyiş
olduğu söylendiği gibi;
"velayet" şeklindeki okuyuşun
yardım etmek anlamında,
"vilayet" okuyuşunun
emirlik anlamında olduğu da söylenmiştir. ez-Zeccâc
dedi ki: Esreli okuyuşun caiz olması,
bir takım kimselerin bir takım
kimseleri veli edinmesinde bir çeşit
sanat ve iş (amel) bulunduğundan dolayıdır.
Bu tür bir anlam ihtiva eden bütün
kelimelerde aynı durum söz konusudur. e!-Hiyâta
(terzilik) gibi... Mü'minler
-buna göre- Allah'ın velileridir. Yüce
Allah da onların velisidir. O şöyle
buyurmaktadır: "Allah iman edenlerin velisidir. Onları
karanlıklardan aydınlığa
çıkartır.
Kâfir olanların
velileri ise azgınlar
(Tağût)dır.
Onları aydınlıktan
karanlıklara çıkartırlar."
(el-Bakara, 2/257); "Bu böyledir.
Çünkü
Allah iman edenlerin velisidir. Kâfir/erin
ise hiçbir velisi yoktur." (Muhammed, 47/11) Mü'minler
de birbirlerinin velisidirler: "Mü'min
erkeklerle, mü'min
kadınlar birbirlerinin ve/ısidirler."
(et-Tevbe. 9/71); "Gerçek şu
kî, iman eden/er, hicret edenler, Allah
yolunda mallarıyla,
canlarıyla cihâd
edenler, (muhacirleri) barındıranlar
ve (Allah'ın dinine) yardımcı
olanlar (var ya), işte
onlar birbirlerinin velisidirler." fei-Enfâi,
8/72) surenin sonuna kadar... Bir
başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Sizin veliniz ancak Allah'tır,
O'nun Rasûlüdür,
namazı dosdoğru
kılan, rükû
ederek zekatı veren
mü'minlerdir. Kim Allah'ı,
Rasûlünü
ve iman edenleri veli edinirse; (bilsin ki) muhakkak Allah'ın
(dininin) taraftarları galip
gelecek olanların ta
kendileridir." (ei-Maide, 5/55-56) Bütün
bu nasslarda, mü'minlerin birbirlerinin velisi oldukları,
Allah'ın da onların hem velileri, hem de
mevlâları olduğu tespit edilmektedir.
Allah, mü'min kullarını
veli edinir. O onları sever, onlar da O'nu. O
onlardan razı olur, onlar da O'ndan hoşnut
olurlar. Kim Allah'ın bir velisine dahi düşmanlık
ederse, Allah'a karşı tek başına
savaş ilan etmiş demektir. Allah'ın
mü'minleri bu şekilde
veli edinmesi, O'nun rahmet ve ihsanından-dır.
Yaratığın yaratığa muhtaç
oluşu dolayısıyla
veli (dost) edinmesine benzemez. Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve
de ki: 'Çocuk edinmemiş,-mülk
(ve hak/miyetın)de hiçbir
ortağı olmayan, acizliğinden
ötürü
velisi (yardımcısı)
da bulunmayan Allah'a hamd olsun.' O'nu tekbir ettikçe
et!" (ei-isra, 17/111) Buna
göre acizliğinden ötürü
Yüce Allah'ın velisi (dost ve yardımcısı)
yoktur. Aksine izzet bütünüyle
Allah'ındır. Kendisine yardımcı
olacak bir veli edinmeye ihtiyacı
bulunan h ü küm d arlara ve başkalarına
benzemez O. Velilik,
bir bakıma imana benzer. O takdirde hocamızın
maksadı şu olur: Veliliğin aslı
itibariyle bütün veliler birbirine eşittir.
Ancak bunun kamil olanı var, eksik olanı
var. Kemal derecesinde velilik, takva sahibi mü'mınler
için söz konusudur. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Haberiniz
olsun ki, Allah'ın
velilerine hiçbir
korku yoktur, onlar kederlenecek de değillerdir.
Onlar iman edip îakvâ'/ı
davrananlardır Onlar
için dünya
hayatında da, âhirette
de müjde vardır."
(Yûnus, 10/62-64) Buradaki
"onlar iman edip takvâlı
olanlardır" buyruğu, iman
edip takva sahibi olanların
"Allah'ın velisi" olduklarını,
bunun onların bir özelliği
olduğunu ortaya koymaktadır. Bu üç
âyet-i kerîmede sözü
edilen vaadlere layık olanlar onlardır.
Bu ise, çok oruç tutmakla, çok
namaz kılmakla ya da üstü
başı yırtık pırtık olmakla, riyazetle (bedeni mahrumiyetlere katlanmakla) olacak
bir şey değil; sevdiği
ve gaza(.. ettiği hususlarda O'na uygun düşmektir,
(Yani sevdiklerini sevip gazap ettiklerine gazaplanrnaktır.) Bu
hususta daha önce iman meselesinde geçtiği
üzere, ehl-i sünnet
arasında lafzî. onlarla ehl-i bid'at
arasında da mana ile ilgili bir anlaşmazlık
bulunmakla birlikte, mü'rnin bir kimsede bir
bakıma velilik (dostluk), bir bakıma
düşmanlık bir arada bulunabilir, Nitekim bazen onda küfür
ve iman, şirk ve tevhid, takva ve fücur,
nifak ve iman da bulunabilir. Ancak Şarî'e
hern lafız, hem mana itibariyle muvafakat etmek, yalnızca
mana itibariyle O'na muvafakat etmekten iyidir. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Onların
pek çoğu
Allah'a şirk koşmadıkça,
bir türlü
O'na iman etmezler."(Yusuf. 12/106); "De ki: iman etmediniz. Ancak
teslim olduk, deyiniz.'" (ei-Hucurât,
49/14) Bu
âyete dair açıklamalar
ve buradaki muhatapların, konu ile ilgili iki görüşten
doğru olanına göre
münafık olmadıklarına
dair izahlar, daha önceden geçmiş
bulunmaktadır. Peygamber
-Saiiaiiahu aleyh! veseliem- de şöyle
buyurmaktadır: "Dört haslet vardır
ki, kimde bulunurlarsa katıksız
münafık olur. Kendisinde bunlardan bir tanesi bulunan kişide
de. -onu terkedinceye kadar- münafıklık
hasletlerinden birisi var demektir: Konuştu rnu
yalan söyler, antlaştı
mı bozar, söz verdi mı
sözünde durmaz, tartıştı
mı haddi aşar."1Buhârî
34. 2459, 3178; Müslim 58; Ebû Dâvûcf
4688; Tirrnizî 2632; Nesaî, VIII,
117; Müsned, II, 189. Bir rivayette de "söz
verdi mi sözünde durmaz" yerine: "ona bir emanet verildi mi hainlik
eder" denilmektedir. Buharî ve Müslim
bunu, Sahihlerinde rivayet etmişlerdir. İmanın
şubelerine dair hadis de daha önceden
geçmiş bulunmaktadır.1
Buhâıf 9; Müslim 35; Ebû
Dövdü 4676, TirmİHi2614;
lbnMSce57; Müsned, II, 414, 445. Hz. Peygamber'in: "Kalbinde
zerre ağırlığı kadar iman bulunan kimse, cehennem'den
çıkacaktır"2Buhârî
7510; Müslim 193, 326; ibn Mâce 4312;
Müsned, III, 116, 244, 247, 248. hadisi de daha önceden
geçmişti. Bundan
anlaşılıyor ki; bir kimsede münafıklığın
bir çok hasleti bulunsa dahi, imanın
(esasını teşkil eden) en az bir miktarına
sahip olmuş ise, o kişi ebedî
olarak cehennern'de kalmayacaktır. Bu
kimse sahip bulunduğu münafıklık
hasletleri miktarınca azab görecek, sonra da
cehennem'den çıkartılacaktır. Buna
göre itaatler imanın şu'beleri,
masiyetler küfrün şu'belerıdir. Küfrün
şu'belerinin en başı inkar,
iman şu'belerinin en başı da
tasdiktir. Peygamber
-saiiaiiahu aleyhi veseitem-m söylediği
rivayet edilen: "Bir araya gelip toplanan her bir topluluk arasında
mutlaka Allah'ın dostu (veli) bir kimse vardır;
ne o, onlar onun varlığını
bilirler, ne de kendisi kendisini bilir" sözü
ise asılsızdır ve bu batıl bir sözdür.
Çünkü bu topluluğun
fertleri kâfir olabilirler; ya da fâsık
olarak öleceklerden olabilirler. Allah'ın
kamil velilerine gelince; bunlar. Yüce
Allah'ın şu buyruklarında nitelikleri
belirtilen kimselerdir: "Haberiniz olsun ki, Allah'ın
velilerine hiçbir
korku yoktur, onlar kederlenecek de değillerdir.
Onlar iman edip, takvâlı
davrananlardır.
Onlar için dünya
hayatında da, âhirette
de müjde vardır."(Yunus,
10/62-64) Takva
ise Yüce Allah'ın buyruğunda
şöylece anlatılmaktadır:
"Yüzlerinizi doğuya
ve batıya döndürmeniz
birr (iyilik, takva) değildir.
Fakat asıl birr, Allah'a, ahiret gününe,
meleklere, Kitaba, peygamberlere iman edenin, ona olan sevgisine rağmen
malı akrabaya, yetimlere, yoksul/ara,
yolculara, dilenenlere, kölelere
verenlerin, namazı dosdoğru
kılan, zekatı
veren, ahitleşince
ahitlerin! yerine getirenlerin, sıkıntıda,
hastalıkta ve savaşın
kızıştığı
zamanlarda sabredenlerin yaptığıdır.
Sadakat gösteren/er işte
bunlardır. Takva sahibi olanlar da ancak, bunlardır."
(et-Bakara, 3/177) Takva
sahipleri: Muktesid (orta yollu) olanlar ile mukarreb (yakın
l aştırılmış) olanlar, olmak üzere
iki kısma ayrılırlar. Muktesid
olanlar, kalp ve azalar ile ifa edilen amellerin farz olanlarını
işleyerek Yüce Allah'a yaklaşan
kimselerdir. Sâbikun
(ileri geçen ve yakınlaştırılmış
olan mukarrebler) ise; Yüce
Allah'a farzlardan ayrı olarak nafilelerle yakınlaşan
kimselerdir Nitekim Sahih-i Buharî'de ki
rivayete göre; Ebu Hureyre -ra-den, Rasûlullah
-Sav-, şöyle buyurmuştur:
"Yüce Allah buyuruyor ki: Kim benim bir veli'me düşmanlık
ederse, bana tekelek savaş ilan
etmiş demektir. Hiçbir
kulum bana kendisine farz kıldığım
şeyleri eda etmeye denk bir amelle yakınlaşmış
değildir. Kulum nafilelerle bana yakınlaşmaya
devam edip durursa sonunda Ben de onu severim. Onu sevdim mi, artık
Ben onun kendisiyle işittiği
kulağı, kendisi ile gördüğü
gözü, kendisi ile yakaladığı eli,
kendisi ile yürüdüğü ayağı olurum. Eğer Benden dilekte
bulunursa, andolsun ki ona (dileğini)
veririm. Eğer Bana sığınırsa,
Ben de onu himayeme alırım.
Yapmayı murad ettiğim işler
arasında kendisi Ölümden
hoşlanmadığı, Ben de kendisine kötülük
yapmayı istemediğim için
mü'min kulumun canını
almakta tereddüt ettiğim kadar hiçbir
hususta tereddüt etmem.'1Buhârî
6502. Veli:
Düşmanın zıtttdır. Bu kelime, yakın
olmak, yakınlaşmak anlamındaki "el-veiy'den
türemiştir. Buna göre
veliyullah (Allah'ın velisi), Allah'ın
sevdiği şeyler hususunda O'na muvafakat etmek suretiyle Allah'a yakın
olan ve O'nun razı olacağı işleri
yaparak O'na yakınlaşmaya çalışan
kimsedir. Bunların durumu ise Yüce
Allah'ın şu buyruğunda dile getirdiği
gibidir: "Kim Allah'tan korkarsa ona bir çıkış
yolu ihsan eder ve ona ummadığı bir
yerden nzık verir." (et-Talâk.
65/2-3) Ebu
Zerr -ra- dedi ki: Bu âyet
nazil olunca Peygamber -sav- şöyle
buyurdu: "Ya Ebu Zerr, şayet
insanlar bu âyet gereğince amel ederlerse, hiç
şüphesiz onlara yeter."2lbrıMâce4220 Yüce
Allah, insanlar için darlık olan hususlarda takva
sahiplerine çıkış yolu gösterir ve ummadıkları
yerlerden kendilerine rızık
gönderir. Böylelikle Yüce
Allah, zararlı şeyleri kendilerinden uzaklaştırır,
faydalı şeyleri elde etmelerini sağlar ve
onlara açıklaması uzun vakit alacak türlü
keşib ve tesirler bağışlar. "Allah
nezdinde en kerim olanları,
Allah'a en çok itaat edenleri ve Kur'ân'a en çok
uyanlarıdır." Yani mü'mınierin
en kerim (üstün ve değerli) olanları,
Allah'a en çok itaat edip Kur'ân'a en çok
uyanlardır, işte en muttaki olan budur. En müttakî
olan da en kerim olan demektir. Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: 'Muhakkak
Allah nezdinde en kerim olanınız,
en takvâlı
olanınızdır."
(el-Hucurât, 49/13) "Sünen"
diye bilinen hadis eserlerinde de şu
hadis-i şerif kaydedilmektedir: Peygamber -sav- şöyle
buyurmuştur: "Arap olanın Arap
olmayana, beyazın siyaha, siyahın
beyaza, -takva dışında- hiçbir üstünlüğü
yoktur. Bütün insanlar Âdem'dendir,
Âdem de topraktadır.'1Müsned,
V. 411. İşte
bu delil dolayısıyla, "sabırlı
fakir mi, yoksa şükreden zengin mi faziletlidir?" meselesi ile ilgili olarak
ilim adamlarının görüş ayrılığına düşmelerinin, birini ötekine
tercih etmelerinin pek yerinde olmadığı;
tahkikin gereğinin şu sonuca varılması
gerektiği ortaya çıkmaktadır:
Birinin diğerine üstünlüğünde
fakirlik ya da zenginliğin herhangi bir ilgisi
yoktur. Mesele amellerle, hallerle ve hakikatlerle ilgilidir. Dolayısıyla
böyle bir sorunun ortaya atılması
yanlıştır Çünkü Allah nezdinde faziletli olmak, takva ve imanın
hakikatle riyle ilgilidir. Zenginlik ya da fakirlikle ilgisi yoktur. Herhalde Ömer
–ra- şu sözünü söylemesinin de sebebi bu olmalıdır:
"Zenginlik ve fakirlik iki binektir. Hangisine binersem bineyim, umurumda
değildir." Zenginlik
ve fakirlik, Yüce Allah'ın bir imtihanıdır.
Nitekim şöyle buyurmaktadır; "Ama
insan, Rabbi kendisini sınayıp
da ona ikramda bulunup, nimetler verse: 'Rabbim beni şereflendirdi,
bana lütfetti' der. " (ei-Fecr 89/15) Eğer
sabırlı fakir ile şükreden
zengin, takva itibariyle birbirine eşit
olursa, dereceleri de eşit olur. Onlardan
birinin takvası, diğerinden üstün
olursa, Allah nezdinde daha faziletli o olur. Çünkü
fakirlik ile zenginlik bizatihi ameller arasında
tartıya girmezler. Tartıya
giren yalnızca sabır ya da şükürdür. -OJÎ "İman:
Allah'a, meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine, âhiret gününe,
haynyla şerriyle, acısıyla
tatlısıyla kadere ve (hepsinin) Allah'tan geldiğine
iman etmek demektir." Bu hususların dinin
esaslarını teşkil ettiğine, sahih olduğu
ittifakla kabul edilmiş
Cibril Hadısinde Hz. Peygamber'in bunları
sayarak cevap vermiş oldu- ğuna
dair açıklamalar, önceden geçmiş
bulunmaktadır. Cebrail
-as- bedevi bir arap kılığında
ona gelmiş ve ona İslam'ın ne
olduğunu sormuştu. O da buyurmuştu
ki: "(İslam), Allah'tan başka hiçbir
ilah olmadığına,
Muhammed'in Allah'ın Rasûlü
olduğuna şahitlik etmen, namazı dosdoğru
kılman, zekalı
vermen, Ramazan (ayı) orucunu tutman, oraya
yol bu-labilirsen Beyt(ullah)ı hac
etmendir. Ona
imanın ne olduğuna dair soru sorunca da
şu cevabı vermişti:
'{İman) Allah'a, meleklerine, Kitaplarına,
peygamberlerine ve âhiret gününe
iman etmendir. (Ayrıca) hayrıyla,
şerriyle kadere de iman etmendir. Ona,
ihsan'ın ne olduğunu da sormuş
ve şu cevabı almıştı:
'(ihsan) Allah'a, O'nu görüyormuşsun
gibi ibadet etmendir. Sen O'nu görmüyorsan
dahi O, seni görür."1 Buhârî
50, 4777; Müslim 8, 9; Ebû Davüd
4695: Nesâî. VIII, 97, 101-103, Ibn Mâce 63,
64; Müsned, l, 28, 51.52. Sahih(-i
Müslim) de Peygamber –sav- sabah namazının
(sünnet olan) iki rek'atinde "ihlas sureleri" diye bilinen,
el-Kâfirûn ile el-ihlâs
surelerini okuduğu2 Müslim
726. da iman ve İslam'ı anlatan iki âyeti
okuduğu da sabittir. Bunlardan birisi el-Bakara suresindedir: "Deyin
ki: Biz Allah'a ve bize indirilene. .. iman ettik-,." (el-Bakara, 2/132) Diğeri
de Al-i İmrân süresindeki şu âyet-i
kerimedir: "De ki: Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda
âdil olan bir kelimeye geliniz...'3Müslim
727. (al-î imran.
3/64} Sahih
olduğu ittifakla kabul edilmiş
Abdu'l-Kays Heyeti ile ilgili hadisinde de imanı,
onlara söylemiş olduğu
şu sözleriyle açıklamış
bulunmaktadır: "Size bir ve tek olarak Allah'a iman etmeyi emrediyorum.
Allah'a imanın ne olduğunu biliyor musunuz?
Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına,
bir ve tek olduğuna, O'nun ortağının
bulunmadığına şehadet etmek, namazı dosdoğru
kılmak, zekatı vermek
ve ele geçirdiğiniz ganimetlerin beşte
birini vermektir."4Buhârî
53, 87, 523, 1398, 3095, 4368, 4369, 6176, 7266, 7556; Müslim
17; Tirmızl 2611; Ebû Dâvûd
3692; 4677; Nesaı, VIII, 120, 323; Müsned.
l. 228 Kalbî
iman olmadıkça bu amellerin iman demek olduğunu
kastetmemiş olduğu bilinen bir husustur. Çünkü
başka yerlerde kalbî imanın
varlığının kaçınılmaz olduğunu bildirmiş
bulunmaktadır. Bunların kalbî
iman ile birlikte (imandan olacağı) böylece
bilinmiş olmaktadır. Zaten bu hususa dair
açıklamalarımız
daha önceden geçmiş
bulunmaktadır. Tasdik
ile birlikte olmadıkça
yalnızca amel ile kişi hakkında
iman hükmünün sabit olmayacağına
delil olan buyruklar. Kitap ve sünnette
dolup taşmaktadır. Bu, namaz ve zekatın
ihtiva ettiği anlamdan daha ileri birşeydir. Çünkü
namaz ile zekatın ne demek olduklarını
(mahiyetlerini) sünnet açıklamış
olduğu halde; imanın anlamını
hem Kitap hem sünnet açıklamış
bulunmaktadır. Kitap'ta
bu husustaki buyrukların bazıları:
"Gerçek mü'minler,
ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı
zaman kalpleri titrer..." (et-Enfâi,
a/2); "Mü'minler
ancak Allah'a ve Rasûlüne
iman eden ve sonra da şüpheye düşmeyen...
kimselerdir." (ei-Hucurât,
49/15); "Hayır,
Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan
anlaşmazlıklarda
seni hakem yapıp sonra
da verdiğin hükümden
dolayı içlerinde
hiçbir sıkıntı
duymadan, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça
iman etmiş olmazlar.' (en-Ntss, 4/65) Nihaî
amaç olan bu hakem yapma ve teslimiyetin varlığı
gerçekleşmedikçe, imanın
da söz konusu olmayacağının
belirtilmiş olması, bu nihaî
amacın insanlara farz olduğunu göstermektedir.
Bu amacı gerçekleştirmeyen, tehdide muhatap kimselerden olur. Sahiplerine azabsız
olarak cennete gireceklerine dair vaatte bulunulmuş
ve gerçekleştirilmesi farz kılınmış
olan iman ehlinden olmaz. Peygamber
-sav-in Cibril hadisinde imanı açıklaması
ile Abdu'l-Kays Heyeti ile ilgili hadisteki açıklaması
arasında çelişki vardır, denilemez. Çünkü
Cibril hadisinde imanı, islam'ı
açıkladıktan sonra açıkladı.
Buna göre o hadiste iman, islam'ı açıklarken
sözünü ettiği amellerle birlikte;
Allah'a, meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine ve âhiret gününe
iman demek olur. Nitekim, ihsan da, daha önceden
açıklanan hususları da
kapsamaktadır. Abdu'l-Kays
Heyeti ile ilgili hadiste ise durum böyle değildir.
Çünkü bu hadiste ilk olarak imanı açıklamaktadır.
Ondan önce islam'a dair herhangi bir açıklama
geçmemiştir. Ancak
hocamız Tahâvî'nin
"iman"a dair açıklamaları
ile bizim bu cevabımız
arasında bir uygunluk yoktur. Onun açıklamasına
göre; Abdu'l-Kays Heyeti hadisini açıklamak
zordur. Sorulan
hususlardan birisi de şudur; Yüce
Allah'ın farz kılmış
olduğu zahirî ameller, Peygamber –sav-.
sözü geçen Cibril hadisinde verdiği cevabın
da söz konusu ettiği beş
hasletten daha çok olduğuna göre,
o neden İslam'ın bu hususlardan ibaret
olduğunu söylemiştir? Bazıları;
bunlar, islam şeârinin en açık ve en büyükleridir.
Bunları yerine getirmek suretiyle kişinin
teslimiyeti tamam olur; bunları
terketmesı ise, onun islam'a olan bağlılığının
gevşediği ya da çözüldüğü
intibaını verir, derler İşin
gerçek mahiyeti ise şudur;
Peygamber -sav- kulun Rabbine mutlak olarak teslimiyeti demek olan dini
söz konusu etmiştir. Bu
dinde, muayyen olarak herkesin katıksız
bir şekilde Allah'a ibadet etmesi gerekir. O bakımdan
buna güç yetiren herkesin Yüce
Allah'a dinini halis kılmak suretiyle bu
amellerle ibadet etmesi gerekir. Söz
konusu ameller ise sözü
edilen bu beş esas ile birlikte, bunların dışında
kalan diğer amellerdir. Bunlar da bir takım
maslahatlar sebebiyle vacib olduklarından,
bunların vacib oluşu bütün
insanları kapsamamaktadır.
Aksine cihad, emr-i bi'l-ma'ruf, nehy ani'l-münker
ve buna bağlı olarak emirlik, hakimlik, fetva vermek, Kur'ân
okutmak, hadis nakletmek ve buna benzer kifaye yoluyla farz olan ameller de
vardır. Ya
da bir takım ameller insanların
(kulların) hakkı sebebiyle vacib olmaktadır.
Bu vacib ameller ise kendisi lehine vacib olan ile kendisi üzerine
vacib olana hastırlar. Kimi zaman hak sahibinin vazgeçmesiyle
bu haklar sakıt olabilmektedir. Borçların
ödenmesi, emanetlerin ve gasbedilenlerin geri verilmesi, kan, mal,
namus, şeref ve haysiyet ile ilgili haksızlıkların
hakkının alınması, eş ve çocukların haklan, sıla-i
rahim ve benzeri haklar böyledir.
Bu gibi haklardan Zeyd'in üzerine
vacib olanlar, Amr'ın üzerine
vacib olmayabilir. Oysa
Ramazan orucu, Beytullah'ın
haccedilmesi, beş vakit namaz ve zekat böyle değildir. Zekat
her ne kadar malî bir hak ise de Allah için
yerine getirilmesi gereken bir görevdir.
Sekiz sınıf ise zekatın
harcanacağı yerleri göstermektedir. O bakımdan
zekatta niyet farzdır, Başkasının
mükellef adına onun izni olmaksızın
yerine getirmeye kalkışması
caiz değildir. Zekat kâfirlerden
de istenmez. Kul
hakları için ise niyet şartı
yoktur. Mükelleften başkası
onun izni olmaksızın, onun adına eda edecek olursa mükellefin
zimmeti ibra olur (sorumluluktan kurtulur) ve bu hakların
yerine getirilmesi kâfirlerden de istenir. Keffareî
gibi Yüce Allah için yerine getirilmesi
gereken haklar ise, kulun kendisi sebebiyle söz
konusu olur ve bunlarda bir çeşit
ceza manası da vardır. Bundan dolayı
zekât vermek için mükellefiyet
şarttır ve -ilgili yerlerde belirtildiği
üzere- Ebu Hanife ve arkadaşlarına
-Allah'ın rahmeti üzerlerine
olsun- göre küçük çocuk ve deli zekâtla mükellef
değildir. Hayrıyla
Şerriyle Kader'e İman Etmek Tahâvî'nin--:
"Hayrıyla şerriyle, acısıyla
tatlısıyla kader'e -Allah'tan geldiğine-
iman etmek..." sözlerine gelince; daha önce
Peygamber -sav- Cibril -Aleyhisselam- hadisinde: "Hayrıyla
şerriyle kader'e iman etmendir." hadisi geçmiş
bulunmaktadır. Yüce Allah da şöyle
buyurmaktadır: "De ki: 'Allah'ın
bizim için yazdığından
başkası
asla bize isabet etmez.'" (et-Tevbe. 9/51;; "Şayet
onlara bir kötülük
dokunursa: 'Bu sendendir' derler. De ki: 'Hepsi Allah'tandır'
Böyle iken bunlara ne oluyor ki hiçbir
sözü
an/amaya yanaşmıyorlar?
Sana gelen her iyilik Allah'tandır,
sana gelen her fenalık da
ken-dindendir." (an-Nisa, 4/78-79} Şayet:
"De ki: Hepsi Allah'tandır"
buyruğu ile "sana gelen her fenalık
da kendindendir" buyruğu ile
birlikte nasıl doğru bir şekilde anlaşılabilir,
denilirse şöyle cevap verilir: Yüce
Allah'ın: 'De ki: Hepsi Allah'tandır"
buyruğu şu demektir: Bolluk, kuraklık,
zafer ve yenilgi... hepsi Allah'tandır.
"Her fenalık da kendindendir" buyruğu
da sana isabet eden Allah'tan gelen herbir kötülük
senin işlediğin günah
sebebiyle sana verilen bir cezadır.
Nitekim Yüce Allah bir başka yerde
şöyle buyurmaktadır: "Size
isabet eden her musibet ellerinizle kazandıklarınız
sebebi iledir." (eş-Şura,
42/30) Yine bu kanaate ibn Abbas -Raüıyatiahu
anh-\ﷺ\ bu buyruğu "sana isabet eden
kötülük de kendindendir" ve onu senin hakkında
ben yazdım, şeklinde okuması da
buna delil teşkil etmektedir.1SuyÛII,
ed-Durru'l-Mensûr, II, 185. Burada
geçen "iyilik (el-hasene)° -en
sahih görüşe göre- ni'met, "kötülük
(es-seyyie)a ise belâ ve
musibettir, iyiliğin itaat, kötülüğün
masiyet olduğu da söylenmiştir,
ikinci anlam ise birincisi kastedilmiyorsa kesinlikle kastedilmiş
olamaz. Bununla birlikte herşey
Allah tarafından takdir edilmiş
olmakla beraber, amelin kötülüğünün
de, cezanın kötülüğünün de kişinin kendinden olması
arasında bir çelişki
yoktur. Çünkü ikinci bir masiyet, birincisinin cezası
olabilir. Buna göre yapılan bu iş
kötü amelden olmakla birlikte cezanın
sebeb olduğu kötülüklerden olabilir, ikinci iyilik de birincisinin sevabının
bir parçası olabilir. Nitekim Kitab ve sünnet
te buna delâlet etmektedir. Kaderıye'nin
Yüce Allah'ın: "Sendendir"
buyruğunu (görüşlerine)
delil diye ileri sürmelerine imkan yoktur. Çünkü
onlar şöyle derler: Kulun fiili -ister iyilik, ister kötülük
olsun- kendindendir, Allah'tan değildir.
Kuran bunlar arasında ayırım
gözetmiştir. Kendileri ise bu
hususta ayırım gözetmezler. Diğer
taraftan Yüce Allah: "Hepsi Allah'tandır"
diye buyurmakta ve böylelikle kötülükleri
Allah'tan olmakla tayin ettiği gibi,
hasenatı da Allah'tan olmakla tayin etmektedir. Kaderiye ise ameller
hususunda bu görüşü benimsemezler. Onlar ceza (amelin karşılığı)
hakkında bu kanaati taşırlar.
Bundan sonra Yüce Allah'ın: "Sana isabet
eden bir iyilik" ile "bir kötülük"
buyrukları "onlara isabet eden bir iyilik" ile "onlara bir kötülük
isabet ederse..." buyrukları
gibidir. Yüce
Allah ni'metler demek olan iyilikler ile musibetler demek olan kötülükler
arasında bir fark gözetmiştir,
iyilikleri Allah'tan, ötekilerini insanın
kendi nefsinden diye tesbit etmiştir. Çünkü
iyilik Yüce Allah'a izafe edilir. Zira her bakımdan
bu iyiliği ihsan eden O'dur. Hangi açıdan bakılırsa
bakılsın iyiliğin mutlaka Ona izafe
edilmesi gerekir. Kötülüğe
gelince, O kötülüğü ancak bir hikmet dolayısıyla
yaratır. Kötülük bu hikmet göz önünde
bulundurulacak olursa, yine O'nun ihsanı arasındadır.
Çünkü Yüce Allah asla hiçbir kötülük
yapmaz, aksine O'nun bütün
fiilleri hayırdır ve güzeldir. Allah
Katıksız Şer Yaratmaz Bundan
dolayı Peygamber -sav- istiftah duasında
(iftitah tekbirinden sonra yaptığı duada)
şöyle derdi: "Hayır tümüyle
senin elindedir. Kötülük
ise sana değildir."1Müslim
771: Ebü Dâvûd 760; TirmiZî 3422,
Nesaî II, 130 Yani sen katıksız
bir kötülük, şer yaratmazsın. Aksine
bütün yarattıklarında
bir hikmet vardır, o hikmet itibariyle şer gibi
görünen, bir hayırdır.
Ancak bazı insanlar için onda
bir şer bulunabilir, bu ise cüzî
ve izafi (göresel) bir serdir. Külli
yahut mutlak bir şer yaratmaktan ise şanı
yüce Rabbi-miz münezzehtir,
işte böylesi bir şer, O'na nisbet
edilemez. Bundan
dolayı tekil olarak, tek başına şer,
Yüce Allah'a asla izafe edilemez. Aksine ya genel mahlukatın
kapsamı içerisine sokulur, Yüce
Allah'ın: "Allah herşeyin
yaratıcısıdır."
(ez-Zümer, 39/82): "De ki: Hepsi Allah'tandır."
(en-Nisa. 4/78) buyruklarında
olduğu gibi. Ya da bir sebebe izafe edilir, Yüce
Allah'ın: "Yarattıklarının
şerrinden"(et-Feiak. 113/2) buyruğunda
olduğu gibi. Yahut ta faili hazfedilir. Cinlerin: "Doğrusu
biz yerde bulunanlar için şer
mi murad edildi, yoksa Rab/eri onlar hakkında
hayır mı
murad etli bilmiyoruz." (ei-cin, 72/10) buyruğunda
olduğu gibi. Bazı
canlıların rahatsız olduğu
şeyleri yaratmış olması,
o yaratılanda hikmet yoktur, anlamına
gelmez. Aksine Yüce Allah'ın onu yaratmakta yine Yüce
Allah'tan başkasının takdir edemeyeceği çapta
rahmet ve hikmeti vardır. Bir takım
mahlukatta göreceli bir şekilde
cüzi bir şerrin meydana gelmiş
olması, o şerrin küllî
ve genel olması demek değildir. Aksine küllî
ve genel işler kullar için
ancak bir hayır ve bir maslahattır.
Genel olarak yağan bir yağmur ve herkese gönderilen
bir peygamber gibi. Yüce
Allah'ın: "Sendendir" buyruğunda
dikkat edilmesi gereken bir takım
hususlar vardır: Kul, kendinden mutmain olmamalı,
nefsinin yapıp ettiklerinden sükûn
ve huzur bulmamalıdır. Çünkü onda şer saklıdır,
kötülük yalnız kulun kendi nefsinden
gelir. İnsanlar kendisine kötülük
yapacak olurlarsa, onları kınamak
ve yermekle uğraşmamalıdır.
Çünkü bunlar da ona isabet eden kötülüklerdendir.
Bu kötülükler de ona ancak kendi günahları
sebebiyle isabet etmiştir ve bu günahlarına
racı'dir. O
bakımdan kul, kendi nefsinin şerrinden
ve amelinin kötülüklerinden Allah'a sığınmalıdır,
Yüce Allah'tan kendisine itaat etmek üzere
yardımını dilemelidir. Böylelikle
kul, her türlü hayrı elde eder ve her türlü
kötülük te ondan uzaklaşmış
olur. En
Faydalı Dua Fatiha Duasıdır İşte
bundan dolayı en faydalı, en büyük,
en hikmetli ve muhkem dua, Fa-tiha'daki dua ifadeleridir. "Bizi dosdosru
yola ilet. Kendilerine nimet verdiğin
kimselerin yoluna, gazaba uğrayanların
ve yolunu sapıtanlarınkine değil." Çünkü
Yüce Allah, kulu bu yola iletti mi artık
kendisine itaat etmesi, masi-yetini terketmesi için
de ona yardımcı olur. Ona dünyada
da, ahirette de, kötülük
isabet etmez. Fakat
günahlar insan nefsinin ayrılmaz
parçalarıdır. Kul her an hidayete muhtaçtır.
Onun hidayete olan ihtiyacı yemeye
ve içeceğe olan ihtiyacından
fazladır. Yoksa durum bazı müfessirlerin:
Allah kuluna zaten hidayet vermiştir,
neden hidayet istemektedir? Bundan kasıt
hidayet üzere sebattır,
yahut hidayetin arttırılmasıdır,
şeklindeki açıklamalarında
değindikleri gibi değildir. Hayır,
kul Yüce Allah'ın kendisine ahvalini bütün
teferruatıyla öğretmesine, hergün yapıp
edeceği ve terkedeceği işlerin
teferruatını bilmeye ve bu şekilde
amelde bulunma ilhamına mazhar olmaya muhtaçtır. Eğer
Yüce Allah, kulunu bildikleri ile amel etme iradesine sahip kılmayacak
olursa, mücerred olarak bilgi sahibi olmak ona yeterli değildir.
Bildiğiyle amel etmeyecek olursa, bilgileri ona karşı
bir delil olur ve hidayet bulmuş da olmaz.
Kul Yüce Allah'ın kendisini bu salih
irade gereğince amel etmeye güç ye-tıren
bir hale getirmesine muhtaçtır.
Çünkü bizim için hakkın
meçhul olan bölümleri
bildiğimizin kat kat fazlasıdır. Önemsemediğimiz
ve tembellik ettiğimiz için yapmayı
istemediğimiz şeyler, yapmak
istediklerimiz kadardır yahut daha fazladır
veya ondan daha azdır. Yapmak istediklerimiz
arasından güç yetirebildıklerimiz
de aynı durumdadır. Biz
hakkın tamamını
bilemeyiz ve bunun bütün
tafsilatını bilmeye yol bulamayız. Bu işin
bütün teferruatını
tesbit etmek imkansız bir iştir.
Bizlerin tam ve eksiksiz bir hidayete ihtiyacı
vardır. İşte bütün bu hususlara kemali ile sahip olan bir kimsenin Allah'tan
dilekleri hak üzere sebat doğrultusundadır
ve bu da rütbelerin en sonuncusudur. Bütün
bunların dışında bir başka hidayet daha vardır.
O da ahirette cennete giden yola hidayettir. Bundan dolayı
insanlar her namazda dualarında bunu
istemekle emrolunmuşlardır.
Çünkü buna olan ihtiyaçları
çok fazladır. Bu duadan daha çok
hiçbir şeye ihtiyaçları
yoktur. Yüce
Allah'ın lütuf ve rahmetiyle bu duayı, hayra
götüren ve şer'den alıkoyan
en büyük sebeblerden kılmış
olduğunu bilmek gerekir. Kur'ân-ı
Kerîm, kötülüklerin -Allah'ın
kaderi ile olsa dahi- insan nefsinden olduğunu,
hasenatın tümüyle de Yüce Allah'tan olduğunu
açıkça beyan etmiş
bulunuyor. Durum
böyle olduğuna göre;
Yüce Allah'a şükretmek
gerekir. Kulun günahları dolayısıyla
O'ndan mağfiret dilemesi, O'ndan başka hiçbir
kimseye tevekkül etmemesi gerekir, iyilikleri O'ndan başka
kimse veremez, işte bu O'nu tevhid etmeyi, yalnızca
O'na tevekkül etmeyi, yalnızca
O'na şükretrneyi ve günahlar
dolayısıyla O'ndan mağfiret
dilemeyi gerektirmektedir. işte
bütün bu hususları
Peygamber -Satiaiiahu aleyhi veseiiem- namazda birlikte söz
konusu ediyordu. Nitekim. Sahih(-i Buharî)de
sabit olduğuna göre rü-kû'dan
başını kaldırdığında
şöyle derdi: "Rabbimiz, sana pek çok,
pek hoş ve mübarek kılınmış
hamd-u senalar olsun. Gökler ve yer dolusu kadar
ve bundan sonra senin istediğin
herbir şey dolusu kadar, ey hamd-u senalara, övgülere
layık olan! Kulun söylediği
en hak söz -ki hepimiz senin kulunuz."1 Buharı
799; Nesaî, II. 196; Ebû Dâvûd
770; Müsned, IV, 340; Muvatta, 1,211, 212. İşte
bu ifadeler Yüce Allah'a bir hamd-u sena'dır, O'na
bir şükürdür. O'na harndetmenin kulun söylediği
en hak söz olduğunu açıklamaktadır.
Bundan sonra da kul şunları
söyler: "Sen'in verdiğini
engelleyecek yoktur. Engellediğini de
verecek yoktur. Varlık sahibi kimsenin bu
varlığının Sana karşı hiçbir
faydası da olmaz."2 Müslim
876, 477; Ebû Dâvûd 846, 847; Müsned
III, 87, IV, 353, 354, 356; Nesaî, II,
198, 199, Tirmizî3541; ibn Mâce 878. İşte
bu Yüce Allah'ın vahdaniyetini,
rububiyetınin tevhid'ıni
-yaratmak, takdir etmek, ilkin vareimek ve hidayete iletmek bakımından-
bir tevhiddir. O verendir, engelleyendir. O'nun verdiğini
kimse engelleyemez, engellediğini kimse
veremez. Diğer
taraftan şeriat, emir ve nehiy koyucu olarak ulûhiyetinin
tevhidini de dile getirmektedir. Şöyle ki;
Kullar her ne kadar varlık, mülk,
azamet, imkan ve riyaset'e -zahiren ya da mükâşefe
ve hal'ika tasarruflarda bulunanlarda olduğu
gibi batınen-imkanlara sahip kılınıyor
iseler dahi, bu varlıklarının
Sana karşı kendilerine bir faydası olmaz,
yani bunlar o kimseyi kurtarmaz, kurtuluşa
erdiremez, işte bundan dolayı burada
"o kimseye Sana karşı faydası
olmaz" diye buyurmuş,
"Senin nezdinde ona faydası
olmaz" diye buyurmamıştır.
Çünkü böyle denilmiş olsaydı,
bu ifadeden bunlarla Sana yakınlaşılmaz,
ama bunların ona zararı
olmayabilir gibi bir mana anlaşılabilirdi. Bu
ifadeler aynı zamanda tevhid'ın
hakikatini de Yüce Allah'ın: "Yalnız
Sana ibadet eder ve yalnız
Sen'den yardım dileriz" buyruğunun da
hakikatini ihtiva etmektedir. Sebeblerden hiçbirisi
tek başına ve bağımsız
olarak istenen birşey olamaz. Herşey
ancak Allah'ın meşieti ve yoluna koymasıyla
olur O halde Allah'tan başkasından
ümitvar olmamak, O'ndan başkasına
tevekkül etmemek, O'ndan başkasından
dilekte bulunmamak, O'ndan başkasına
sığınmamak, O'ndan başkasından
yardım dilememek gerekir. Hamd yalnız
O'nadır, şekva sadece O'na yapılır.
Yalnız O'ndan yardım
istenir, yalnız O'na sığınılır,
itaate gücü de O verir, masiyetten korunma imkanını
da O verir. Çünkü hiçbir sebeb tek başına isıenen
bir şey değildir. Aksine herbir
sebebe başka bir takım sebeblerin de katılması
gerekir. Diğer taraftan engellerin ve onunla çatışan
şeylerin de bertaraf edilmesi icab eder ki maksat hasıl
olabilsin. Herbir sebebin bir ortak sebebi vardır
ve zıttı vardır. Ortağı
ona yardımcı olmayacak olursa ve onun zıttı
da uzaklaştırılmayacak olursa, Kişinin
istediği husule gelmez. Yağmur
tek başına bitkiyi yeşertmez,
ancak onunla birlikte hava, toprak ve diğer
sebeblerin de bir arada olması lazım.
Diğer taraftan ekinin yetişebilmesi
için onu telef edecek çeşitli
afetlerden de uzak kalması
gerekir. Yiyeceğin, içeceğin
besleyici bir gıda olabilmesi, ancak bedendeki aza ve güçler
ile tamam olabilir. Bütün
bunlar da bunu ifsad edecek hususlar bertaraf edilmedikçe
hiçbir fayda sağlayamaz. Sana
bir şeyler veren yahut sana yardımcı
olan mahluk, Allah'ın onda irade, güç
ve fiili yaratmış olmasına rağmen,
O'nun yaptığının tamamlanabilmesi, kendi kudreti dışında
ve istediğini yapmasına yardımcı
olabilecek pek çok sebeb olmadıkça
tamam lan amaz. isterse kendisine itaat olunan bir hükümdar
olsun. Bununla birlikte maksadı ile çatışacak
ve ona engel olabilecek birbiriyle bu hususta yardımlaşan
sebebleri de bertaraf etmesi kaçınılmaz
bir şeydir. O halde istenen bir şey,
ancak istenenin gerektirici bütün
sebeblerinin varlığı ve engellerin de bulunmaması
ile ortaya çıkabilir. Muayyen herbır sebep
ancak gerekliricı hususun bir parçasıdır.
Varlık aleminde tek başına ve
tam bir gerektirici yoktur, isterse ona gerektirici adı
verilsin ve diğer yardımcı
hususlara da şart denilsin. Bu lafzî bir
ihtilaftır. Mahlukat arasında
ma'lulünü (sonucunu) gerektirecek tam bir illetin (sebebin) varlığına
gelince, bu batıldır. Bunu
gerçek anlamıyla bilen bir kimsenin önünde,
Yüce Allah'ı tevhid'in kapısı
açılır ve O'ndan başkasına
ibadet etmek şöyle dursun, O'ndan başkasından
dilekte bulunmaya kimsenin layık olmadığını,
başkasına tevekkül olunamayacağını,
başkasından ümitvar olunamayacağını
da iyice anlar. "Biz
bütün bunlara iman edenleriz. Peygamberleri arasında
kimseyi diğerinden ayırmayız.
Hepsinin getirdiklerini tasdik ederiz." Bu
sözlerle tafsil? olarak iman edilmesi gereken ve daha önce
geçen hususlara işaret
etmektedir. "Peygamberleri arasında
kimseyi diğerinden ayırt etmeyiz..." sözlerinin
anlamı da şudur: Bazılarına
iman ederek, bazılarını inkar ederek peygamberler arasında
fark gözetmeyiz. Bilakis hepsine iman eder, hepsini tasdik ederiz. Çünkü
onların kimisine iman edip kimisini inkâr
eden hepsini inkâr etmiş olur. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "(Peygamberlerin)
kimine inanırız,
kimini inkâr ederiz, diyenler böylece
bunun arasında bir yol tutmaya yeltenir-ler. İşle
onlar gerçek kâfirlerin
ta kendileridirler." (en-Nisa. 4/150- 151) Çünkü
peygamberlerden herhangi birisine iman etmeyi gerektiren husus, (diğerlerine
iman edilmemesi halinde) kendisine iman edilmeyen peygamberde de mevcuttur. Çünkü
kendisine iman edilen peygamber, diğer
peygamberleri tasdik etme emrini de getirmiştir.
Peygamberlerin bazısına
iman edilmeyecek olursa, iman ettiğini
iddia ettiği peygamberi dahi inkâr etmiş
olur. Çünkü iman ettiği rasûl
bütün peygamberlerin tasdik edilmesi hükmünü
de getirmiştir. Bir <ısmını
inkâr etmekle, inkâr eden
kişi gerçekten kâiir
olur Halbuki o, iman ettiğini
zannetmektedir. Böylelikle dünya hayatında
yaptıkları boşa gitmekle birlikte, kendilerinin güzel
iş yaptığını
zanneden, amel bakımından
en hüsranda olan kimselerden olur. "Muhammed
-sav- ümmeti arasından büyük
günah işleyen kimseler muvahhid
olarak öldükleri, Allah'ın
huzuruna O'nu bilip tanıyanlar olarak çıktıkları
takdirde, tev-be etmemiş olsalar dahi
cehennem'de ebedi kalmazlar, unlar Allah'ın
meşiet ve hükmüne
tabidirler. Dilerse onlara mağfiret
eder, onları lütfuyla affeder. Yüce
Allah Kitabında buyurduğu gibi:
"Ve bundan başkasını
dilediği kimselere bağışlar." (en-Nisa.
4/48 ve 116) "Dilerse
adaleti gereği onları cehennem ateşinde
azaplandı-rır, sonra da onları oradan
rahmetıyle ve kendisine itaat eden şefaatçilerin
şefaatiyle çıkartır.
Sonra da onları cennetine gönderir.
Çünkü Yüce Allah kendisini bilip tanıyanların
mevlâ-sidir. Onları her
iki diyarda da kendisini inkâr eden,
hidayetinden uzaklaşıp hüsrana
uğrayan ve O'nun dostluğuna
nail olamayan kimseler gibi kılmaz,
Allah'ım, ey islam'ın ve müs-lümanların
gerçek mevlası! islâm
ile senin huzuruna çıkıncaya
kadar, sımsıkı bir şekilde İslâm'a
sarılmamızı sağla!" "Muvahhid
olarak öldükleri takdirde, Muhammed ümmetinden
olup büyük günah işlemiş
olanlar, ebedi olarak cehennemde kalmazlar..." sözleri
Haricilerle Mutezıle'nin görüşlerini
reddetmektedir. Çünkü onlar büyük
günah işleyen kimselerin
cehennem ateşinde ebediyyen kalacaklarını
savunurlar. Ancak Hariciler büyük
günah işleyenlerin kâfir
olduklarını söylerken, Mutezile imandan çıktıklarını
söyler, fakat küfre girdiklerini
söylemezler. Bunun yerine onların
iki menzile arasında bir yerde olduklarını
kabul ederler. Nitekim bunlar, daha önce Tahâvinin
-- "kıble
ehline rnensub hiçbir kimseyi helal kabul etmediği
sürece bir günah sebebiyle tekfir
etmeyiz" sözünü açıklarken geçmiş
bulunmaktadır "Muhammed
ümmetinden büyük
günah işleyenler" ifadesi
ile Muhammed ümmetini tahsis etmesinden, Muhammed ümmetinden
olmayan ve onun getirdiği şeriatle,
şeriatleri nesh olunmadan önce büyük
günah işleyen kimselerin hükmünün,
Muhammed ümmeti arasından olup büyük
günah işleyen kimselerin hükmünden
farklı olduğu manası
anlaşılmaktadır. Ancak böyle
bir anlayış tartışılır,
çünkü Peygamber -sav- bize şunu
haber vermiştir: "Kalbinde zerre ağırlığı
kadar iman bulunan kimse cehennem ateşinden çıkar." Bu
ifadesiyle Muhammed -sav- özellikle
kendi ümmetini tahsis etmemektedir, imanı
mutlak olarak zikretmiştir. Bunu dikkatle düşünmek
gerekir. Bazı nüshalarda da "ümmet"
lafzı zikredilmemektedir. İlim
adamları büyük günahların mahiyeti ve sayısı
hususunda farklı görüşlere sahiptirler: Büyük
günahlar hakkında: •
Yedidir, denilmiştir. •
Onyedidir. •
Bütün şeriatlerin haram olduğunu
ittifakla belirttiği hükümlerdir. •
Allah'ı tanıma kapısını
kapatanlardır. •
Mal ve bedenlerin gitmesidir. •
Kendisinden daha küçük günahlara
nisbetle diğerlerine büyük
günah denilmiştir. 1
Büyük günahların ne oldukları
asla bilinemez yahut ta kadir gecesi gibi saklı
tutulmuştur. •
Yediden ziyade yetmişe daha yakındır. •
Allah'ın yasakladığı herbir şey
büyük günahtır. •
Büyük günah had'di gerektiren, yahut işlenmesi
halinde cehennem ile tehdit olunan, yahut lanel ya da ilahi gazabın
söz konusu olduğu
belirtilen günahlardır. Bu
(sonuncusu), bu husustaki görüşlerin
en güzelidir. Bu görüşü
benimseyenlerin kullandıkları
ifadeler de farklı farklıdır:
Kimisi şöyle der: Küçük günah
cezası iki ceza yurdu olan, dünya ile
ahi-ret cezalarının altında bulunan günahtır. Bir
başkası: Lanet, gazab yahut ateş ile
sonuçlanmayan herbir günahtır.
Bir başkası. Küçük günah dünyada bir had cezası,
ahirette de bir tehdidi bulunmayan günahtır.
Tehdit'ten kasıt ise ateş, lanet yahut gazab gibi
özel teh-dit'tir. Çünkü
ahiretteki Özel ceza, dünyadaki
özel ceza gibidir. Yani dünyada
miktarı belirli cezalara benzer. Dünyada
ta'zir ise cehennem ateşi yahut lanet ve gazab dışında
yapılan tehdidi andırır. Böyle
bir sınırlandırma bunun dışındaki
sınırlandırmalara yöneltilen
ten-kidlerden kurtulmuştur;- Bunun
kapsamına nass ile büyük
günah olduğu sabit olan bütün
günahlar girer. Şirk,
adam öldürmek, zina, büyü,
mü'min ve bir şeyden
haberi olmayan namuslu ve iffetli kadınlara
iftirada bulunmak ve buna benzer... Savaştan kaçmak,
yetim malını yemek, faiz yemek, anne-baba haklarına
riayet etmemek, ğamûs (bilerek yalan yere) yemini, yalancı
şahitlik ve buna benzer günahlar.
Çeşitli sebebler dolayısıyla
bu görüş tercih edilir: 1-
İbn Abbas, İbn Uyeyne, ibn Hanbel ve
bunlara benzer seleften nakledilen açıklama
budur. 2-
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
'Size yasaklanan büyük
günahlardan kaçınırsanız,
sizin (diğer) günahlarınızı
örteriz ve sizi şerefli
bir mekana sokarız."
(en-Nisa. 4/31) Yüce
Allah'ın gazabı, laneti ve cehennem ateşi
ile tehdit olunan bir kirnse böyle şerefli
ve bir va'de hak kazanamaz. Aynı şekilde
kendisine had uygulanmayı hakeden
bir kimsenin günahları büyük
günahlardan kaçınmak
suretiyle örtülmez. 3- Böyle bir sınırlandırmanın
esast Yüce Allah'ın ve Rasûlünün
günahlarla ilgili nasslara dayanır.
O bakımdan bu şarî'in
hitabından çıkartılmış
bir tanımdır. 4-
Böyle bir tesbit ile büyük
ve küçük günahlar birbirinden ayırt
edilebilir. ancak diğerleri böyle
değildir. Yedi, onyedi, yetmişe daha
yakın gibi kanaal sahiplerinin bu sözleri
mücerred iddiadan ibarettir. Bütün
şeriatlerin haram olduğunu ittifakla
kabul ettikleridir -ihtilal ettikleri değil-
diyenlerin görüşüne göre içki içmenin, savaştan kaçınmanın,
kendileriyle evlenilmesi haram olan mahremlerle evlenmenin, süt
emmek yoluyla ve evlilik akrabalığı (sıhriyet)
dolayısı ile evlenilmesi haram kılınanların
ve buna benzer diğerlerinin kebair'den olmaması
gerekir. Buna karşılık yetimin malından
bir habbe almak, bir habbe çalmak, önemsiz
tek bir yalan ve buna benzer davranışlar da
büyük günahlardan sayılmalıdır.
Ancak böyle bir görüş
fasittir, Allah'ı
tanıma kapısını
kapatan yahut rnal ve bedenlerin telef olmasını
gerektiren şeylerdir, sözüne
gelince; içki içmenin, domuz, meyte ve kan yemenin, iffetli kadınlara
iftira etmenin büyük günahlardan olmaması
gerekir, bu da yanlıştır.
Kendilerinden daha aşağı
olanlara nisbetle büyük
günahlara, büyük
denilmiştir. Yahut ta Allah'ın
yasakladığı herbir şey büyük
günahtır, diyenlerin görüşlerine
göre de; günahların
kendi bünyeleri içerisinde büyük
ve küçük diye bir ayırıma
tabi olmamaları gerekir, bu da yanlıştır.
Çünkü günahların büyük
ve küçük olmak üzere kısımlara
ayrıldığına delâlet eden nasslara aykırıdır. Büyük
günahlar asla bilinemez yahut müphemdirler,
diyenlerin görüşlerine gelince, böyle bir
kimse kendisi adına onları bilemeyeceğini
haber vermiş olabilir. Ancak bu, büyük
günahların başkası
tarafından bilinmiş olmasına
mani değildir, doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır. Tahâv'ı'nin-Allah
ona rahmet etsin-: "Tevbe etmemiş
olsalar dahi" sözlerine gelince, çünkü
tevbenın günahları sildiğinde
görüş ayrılığı yoktur, görüş
ayrılığı levbe etmeyenin hali ile ilgilidir. "Yüce
Allah'ı bilen ve tanıyanlar
olarak huzuruna çıktıkları takdirde..." sözlerine
gelince, şayet "bilip, tanıyanlar"
yerine "iman edenler olarak" demiş
olsaydı, daha uygun olurdu. Çünkü
Allah'ı bilip tanımakla birlikte O'na iman
etmeyen bir kimse de kâfirdir. Yalnızca
bilip tanımakla Cehm yetinmiştir.
Onun sözü ise önceden geçtiği
üzere batıl ve merdut'tur. Çünkü
iblis de Rabbini bilen ve tanıyan
b/risi idi. "Rab-bim diriltilecekleri güne
kadar bana mühlet
ver, dedi." (el-Hîcr.
ts/36); 'Dedi ki: İzzetin
hakkı için,
onları toptan azdıracağım.
Arşlarından
ihlas'a erdirdiğin
kulların müstesna.'(sad.
38/82-83) Firavun da, kâfir'lerın
çoğu da böyledir. Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır; "Andolsun
ki onlara: 'Gökleri
ve yeri kim yarattı?' diye
sorarsan hiç şüphesiz:
'Allah' diyeceklerdir."(Lokman, 31/25); "De ki: Yer ve orada
bulunanlar kimindir? Eğer
biliyorsanız, (söyleyiniz.)
Allah'ındır,
diyeceklerdir." (el-Mu'minun, 23/84-85) Buna
benzer bu anlamı dile getiren daha pek çok âyet-i
kerîme vardır. Sanki
Tahâvî -Aiiah ona rahmet etsin- bu ifadeleriyle tarikat ehlinin işaret
ettiği, hidayet bulmak için
gerekli kâmil marifeti kastetmiş gibi görünüyor.
Bu halde olanların ise, büyük
günah işleyenlerden olmaları
düşünülemez. Aksine böylele- ri
insanların ileri gelenleri ve havassıdırlar. "Onlar
Allah'ın meşîetinde ve hükmündedirler.
Dilerse onlara mağfiret buyurur, dilerse lütfuyla
onları affeder..." sözlerine
gelince, Yüce Allah şirk ile diğer
günahları birbirinden ayırmıştır.
Çünkü şirk, Peygamber -sav-de belirttiği
gibi büyük günahların en büyüğüdür.
Yüce Allah da şirkin
bağışlanmayacağını
haber vermiştir. Şirkin dışındaki
günahların bağışlanmasını
da me-şîetine bağlı
kılmıştır. Caiz olan bir şey ise
meşiete bağlı
olarak söz konusu edilebilir. Mümteni1
(imkansız) olan şey ise böyle
değildir. Eğer bütün
günahlar bu açıdan
birbirine eşit olsalardı, böyle
bir ayırımın anlamı olmazdı.
Çünkü Yüce Allah şirkin dışındaki
günahların bağışlanmasını
meşîetine bağlamışken,
büyük ve küçük günahların
tevbeden sonra bağışlanmasının
ise meşîete bağlı
olmaksızın kat'î olduğunu
bildirmiştir. Nitekim Yüce
Allah şöyle bildirmiştir; "De
ki: Ey nefis/eri aleyhine Heri giden kullarım!
Allah'ın rahmetinden ümit
kesmeyin, çünkü
Allah bütün
günahları
mağfiret eder. Muhakkak o çok
çok mağfiret
edendir, rahmet edendir.' (ez-zümer.
39/53) Buna
göre ilahi meşîete bağlı
olan mağfiret, tevbe etmeksizin ve Allah'a şirk
koşmanın dışında kalan günahların
mağfiret edilmesi olmalıdır. "Çünkü
Allah kendisini bilip, tanıyanların
mevla'sıdır" ifadesinde az önce geçtiği
üzere, üzerinde durulması
gereken ince bir nokta vardır. "Allah'ım,
ey islam'ın ve müslümanların
gerçek mevlası! İslam
ile senin huzuruna çıkıncaya
kadar, islam'a sımsıkı sarılmamızı -bir nüshada; İslam
üzere sebat göstermemizi-
sağla." Şeyhu'l-isiam Ebu ismail
el-Ensarî, "el-Faruk" adlı eserinde
senedini kaydederek Enes -Radıyaiiatıu
an/ı-dan şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Rasûlullah -satiaiiahu
aleyhi veseilem- dualarından
birisinde şöyle demiştir: Ey İslam'ın
ve müslümanların gerçek
mevla'sı! islam üzere Senin huzuruna çıkıncaya
kadar İslam'a sımsıkı
sarılmamı sağla."1el-Heysemî,
Mecmau'z-Zevâiü.
X, 176. Az
önce geçen sözler
ile sonunda bu duanın yapılması
arasındaki ilişki açıktır.
Bu duanın bir benzerini de Yusuf es-Sıddîk
-Allah'ın salat ve selamlan üzerine
olsun- dua etmiş ve şöyle demiştir: "Rabbim,
Sen bana mülk verdin ve bana sözlerin
(Kitap ve rüyaların)
te'vi/inden (bilgiler) öğrettin-
Ey gökleri ve yen yaratan! Sen dünyada
da, âhirette de benim velimsın.
Benim canımı
müslüman
olarak al ve beni salihlere kat." (Yusuf, 12/101) Musa
(ona ve peygamberimize saiat ve selamlar otsun) ya ilk iman eden
kimseler olan sihirbazlar da şu sözleriyle
benzeri bir duayı yapmışlardır:
"Rabbimiz üzerimize
sabır yağdır
ve müslümaniar
olarak canimizi al!" (el-A'raf, 7/126} "Ehl-i
Kıble mensubu olan iyi ve günahkâr
herkesin arkasında namaz kılınacağı
ve onlardan ölenlerin cenaze namazının
kılınacağı görüşündeyiz-" Sahıh-ı
Buharî'de1Bk. ibn Hacer, et-Teltıis,
II, 43; ibn Şeybe, el-Musannef. II, 378, Beyhakl, es-Sunenu'l-Kubrâ
122. belirtildiğine göre
Abdullah b. Ömer –ra- el-Haccac b. Yusuf es-Sakafî
arkasında namaz kılarmış,
Enes b. Malik de böyle. Haccac ise fasık
ve zalim bir kimseydi. Yine
Sahih-i Buharî'de belirtildiğine göre.
Peygamber -sav-şöyle buyurmuştur;
"Onlar size namaz kıldırırlar.
İsabet ederlerse sizin de onların
da lehine, hata ederlerse sizin lehinize, onların
aleyhinedir.'2Buhârî
694. Şunu
bil ki -Allah sana da, bize de merhamet buyursun- kişinin,
bid'atçi ya da (asık olduğunu
bilmediği kimsenin arkasında
namaz kılması, imamların ittifakı
ile caizdir. İmam'a uyanın, imamının
itikadını bilmesi de, onu imtihan ederek, sen neye inanıyorsun?
diye sorması da imama uymasının
şartlarından değildir.
Aksine kişi, hali mestur (örtülü)
kimsenin arkasında namaz kılar. Bid'atıne
insanları davet eden bir bid'atçi yahut
ta fasıklığı açıkça ortada olan bir fasığın arkasında
namaz kılan bir kimsenin arkasında
namaz kıldığı bu imam, şayet cuma ve bayram
namazları imamı ile Arafe'de, hac'da
namaz kıldırmakla görevli imam ve buna
benzer başkası arkasında namaz kılma
imkanını bulamadığı muayyen (görevlendirilmiş)
bir imam ise; genel olarak selef lef'e göre ımam'a
uyacak kimse, böyle bîr imamın
arkasında namaz kılar. Günahkâr
bir imamın arkasında namaz kılmayarak
cuma ve cemaati terkeden kimse ise, ilim adamlarının
çoğunluğuna göre bid'atçi
bir kimsedir. Sahih olan böyle bir
namazı kılıp tekrar onu iade etmeyeceği şeklindedir.
Çünkü As-hab-ı Kiram -Aiiah
onlardan razı olsun- günahkâr
imamlar arkasında cuma ve cemaat namazlarını
kılar ve tekrar iade etmezlerdi. Az önce
geçtiği üzere Abdullah b. Ömer,
Haccac b, Yusuf'un arkasında
namaz kılardı; Enes -ra- da. Sahih(-i
Buhari)de kaydedildiğine göre
Osman b. Affan –ra- evi muhasara altına
alınınca insanlara bir kişi namaz
kıldırdı. Birisi Osman'a: Sen genel olarak bütün
müslümarıların imamısın,
şu insanlara namaz kıldıran
kişi ise bir fitne (zamanının)
imamıdır. Osman -ra- şöyle
dedi: Ey kardeşimin oğlu! Namaz insanların
yaptıkları işlerin en güzellerindendir. Eğer
güzel iş yaparlarsa, sen de
onlarla birlikte güzel iş
yap. Şayet kötülük
işlerlerse sen onların kötülüklerinden
uzak dur.'Buhâri 695. Fasık
ile bid'atçinin namazı özü
itibariyle sahihtir. İmam'a uyan bir kimse böyle
bir kişinin arkasında namaz kılacak
olursa, namazı batıl olmaz ama böy-lelerinin
arkasında namaz kılmayı
mekruh görenlerin bundan hoşlanmayış
se-beblerı; iyiliği emredip münker'den
alıkoymanın vacib oluşundan
dolayıdır. Bu
kabilden olmak üzere bid'at ve günahını
açıkça ortaya koyan bir kimse müslümanlara
imam olarak tayin edilmez. Böyle bit
kimse tevbe edinceye kadar ta'zir edilmeye müstehaktır.
Böyle bir kimsenin tevbe edinceye kadar terkedılme
imkanı bulunuraa, bu güzel bir
şey olur. Şayet bazı
kimseler onun arkasında namaz kılmayı
bırakıp, başkasının
arkasında namaz kıldıkları
takdirde bu durum tevbe edinceye yahut azledilinceye ya da insanlar onun işlediği
günahın benzerinden vazgeçinceye
kadar münker'in reddedilmesinde bir etkisi bulunursa, böyle
bir kimse arkasında namaz kılmayı
terketmekte hern şer'î bir maslahat olur, hem de imama uymak durumunda olan kimse, bir
cuma'yı da. cemaati de terketmemiş olur. Şayet
böyle birisinin arkasında
namaz kılmayı terketmek cemaate katılan
kimsenin cuma ve cemaatleri kaçırmasına
sebeb teşkil ediyorsa, işte o
takdirde böyle bir kimsenin arkasında
namaz kılmayı Ashab-ı Kiram'a muhalefet eden
bir bıd'atçiden başkası
terketmez. Eğer
imamı yöneticiler tayin etmiş
iseler, onun arkasında namaz kılmayı
terketmekte de ser" bir maslahat yoktur. Böyle
bir durumda bu gibi kimsenin arkasında
namaz kılmak terkedilmez. Aksine namaz daha faziletli olan kimsenin arkasında
kılınırsa. daha faziletlidir Eğer bir
kimsenin münker'i açıkça
işlemeyen bir kimseyi imamete geçirme
imkanı varsa, bunu yapması vacib
olur. Ancak başkası onu görevlendirmiş
ve böyle bir Kimseyi imamlıktan
alma imkanı yoksa yahut ta onu imamlıktan
alma imkanı ancak onun açığa çıkardığı
mün-ker'in verdiği
zarardan daha büyük bir zarar ve kötülükle
mümkün olabiliyorsa, hiç şüphesiz
büyük bir fesad ile küçük bir
fesadı önlemeye kalkışmak
caiz değildir, iki zarardan daha hafif olanının
da daha büyük bir zararla defedilmesi caiz olmaz. Çünkü
şerT hükümler,
maslahatları elde etmek ve onları
tamamlamak ile fesadı işlemez
hale getirmek ve -imkan ölçüsünde-
azaltmak maksadıyla gelmiştir. Buna göre
cuma ve cemaatlere katılmayı
kaçırmak, bu iki namazda günahkar
imama uymaktan daha büyük
bir fesattır. Özellikle cemaate katılmamak
herhangi bir günahı önlemiyor ise bu böyledir.
Geriye serî maslahatın, böyle
bir fesat önlenmeksizin işletilmemesi
kalır. Eğer
cuma ve cemaat namazları iyi kimselerin arkasında
eda edilebiliyor-sa, elbettekı bu günahkar
kimselerin arkasında eda edilmesinden daha uygundur. İşte
o vakit, mazeretsiz olarak günahkâr
bir kimsenin arkasında namaz kılacak
olursa, bu ilim adamlarının
içtihad ettikleri bir konu olarak karşımıza
çıkar. Kimisi böyle bir
namazı iade eder derken, kimisi de iade etmez, demektedir. Buna dair
geniş açıklamalar ise fürûa
dair (fıkıh) kitablardadır. Kitabın
ve sünnetin nasslan ile ümmetin
selefinin icmaı şuna delâlet etmektedir:
Veliyyu'l-Emr, namaz kıldırmak
için tayin edilmiş imam,
hakim, harb emiri, sadaka âmiline
içtihad edilecek konularda itaat olunur, içtihad
edilecek konularda bu gibi kimselerin, kendilerine uymak durumunda olanlara
itaat etmek yükümlülükleri yoktur. Aksine itaat etmek durumunda olanların
bu hususlarda ona itaat etmesi ve onun görüşünü
benimseyip kendi görüşlerini
ferket-meleri gerekir. Çünkü
cemaat ve uyuşma maslahatı ile
tefrika ve ayrılığın mefse-deti cüzî
meselelerden daha büyüktür.
Bundan dolayı hakimlerin birinin diğerinin
hükmünü nakletmesi caiz görülmemiştir. Kat"
olarak bilinen doğru ise sudur; Bu gibi kimselerin birinin diğeri
arkasındaki namazı
sahih'tır. Ebu Yusuftan rivayet edildiğine
göre o, Harun er-Reşid ile
birlikte hac ettiğinde halife (Harun) hacamat yaptırmıştı.
Malik de ona abdest almasının
gerekmediği doğrultusunda fetva vermişti.
Halife bu haliyle insanlara namaz kıldırdı.
Ebu Yusuf'a: Arkasında namaz kıldın
mı? diye sorulunca, O: Sub-hanallah, Emiru'l-Müminîn'dir
o, diye cevab vermişti Bu sözleriyle
yöneticiler arkasında
namaz kılmayı terketmenin bid'at ehlinin fiillerinden olduğunu
kastetmiştir. Buharî'nin
rivayet ettiği Ebu Hureyre yoluyla gelen hadise göre
de Rasû-lullah -sav- şöyle
buyurmuştur: "Onlar size namaz kıldırırlar. İsabet
ederlerse, sizin de, onların da
lehinedir. Hata ederlerse, sizin lehinize. onların
aleyhinedir."1Buhârt
694 Bu
hadis imam hata ettiği takdirde, bu hatası
imamın aleyhinedir, imama uyan aleyhine değildir,
gerçeğini ortaya koyan açık ve
sahih bir nasstır. Müçtehid nihayet vacib olmadığına
inandığı bir vacibi terketmekle yahut ta yasak olmadığına
inandığı bir yasağı işlemekle
hata etmiş olabilir. Ancak Allah'a ve âhiret gününe
iman eden bir kimsenin böyle bir
hadis kendisine ulaştıktan
sonra, bu açık ve sahih hadise muhalefet etmesi helal olmaz. Ayrıca
bu hadis, irnam eğer "imama uyanın vacib
olduğuna inandığı bir şeyi
terkedecek olursa, o imama uyması sahih
değildir" ifadesini mutlak olarak kullanan, Hanefi, Şafiî
ve Hambeli'lere rnensub kimselerin kanaatlerine karşı
da bir delildir. Şüphesiz ki bir arada olmak, birlikte bulunmak göz
önünde bulundurulması
gereken hususlardandır. Fesada götüren
ayrılıkların da terkedilmesi gerekir. İyilerin
de Günahkârların da Cenaze Namazı
Kılınır "Ve
onlardan ölenlerin üzerine..." sözlerine
gelince, şu demektir: Biz iyilerden de, günahkârlardan
da ölen kimselerin namazlarının
kılınacağı görüşündeyiz. Bâğî'ler ve yol kesiciler bu
genellemenin dışında ve müstesnadırlar.
-Ebu Yusuf'a hilafen- kendisini öldüren
de böyledir, ilgili yerlerde belirtildiği
üzere, Malik ve Şafiî'ye
hilafen şehit ise böyle değildir. Ancak
Tahâvî -Allah ona rahmet eısin-,
bu sözleri bizim bid'at ehli ile günahkârlardan
ölen kimselere namaz kılmayı
terketmeyeceğımızi açıklamak üzere bu zikretmiştir,
yoksa herkesi kapsayan genel bir ifade olmak üzere
kaydetmiş değildir. Ancak
İslam'ı izhar edenler iki kısımdır.
Bunlar ya mü'mındir, ya münafıktır.
Münafıklığı bilinen kimselerin namazlarını
kılmak, onlara mağfiret
dilemek caiz değildir. Münafık
olduğu bilinmeyen kimsenin ise namazı
kılınır. Bir kimse bir kişinin münafık
olduğunu bilirse, onun cenaze namazını
kılmaz. Onun münafık
olduğunu bilmeyenler namazını
kılar. Ömer -ra-, Huzeyfe
–ra- cenaze namazını
kılmadığı kimselerin namazını
kılmazdı. Çünkü
Huzeyfe, Tebûk Gazvesi'nde münafıkların
kim olduklarını bilmişti. Yüce
Allah ise Rasûlü-ne münafıkların
namazını kılmayı yasaklamış ve onlara mağfiret
dilemesi halinde bile günahlarını
bağışlamayacağını
haber vermiş, buna sebeb ise onların Allah'ı
ve Rasûlunü inkar ederek kâfir
olmalarını göstermiştir. Allah'a
ve Rasûlüne iman eden kimsenin namazını
kılması ise yasaklanmış olamaz.
Onun gerek bid'at türünden
itikadı günahları, gerekse de amelî
günahları ne olursa olsun. Aksine
Yüce Allah, peygamberine, rnü'minlere
mağfiret dilemesini emrederek şöyle
buyurmaktadır: "Onun için
bil ki: 'Allah'tan başka hiçbir
ilah yoktur.' Hem kendi günahın,
hem de mü'min erkek/er/e, mü'min
kadınlar için
mağfiret dile." (Muhammed, 47/19) Yüce
Allah ona tevhid'i, hem kendisi için, hem
de mü'min erkeklerle, rnü'min
kadınlar için mağfiret
dileğinde bulunmayı
emretmektedir. Tevhid
dinin esasıdır. Kendisi için ve
rnü'minler için mağfiret
dilemek te tev-hid'in kemâlidir.
Onlara mağfiret, rahmet ve sair hayırları
dilemek ya vacibtir, ya müstehabtır.
Bu da iki türlüdür, genel ve özel
olmak üzere. Bunun genel olması bu âyet-i
kerîme'de olduğu gibi açıktır.
Özel duaya gelince bu da, ölüye
namaz kılmaktır Ölen
herbir mü'minin cenaze namazını
kılmaları mü'minlere
mutlak olarak emredilmiştir. Onlar kıldıkları
namazlarında ona dua etmekle em rol ünmüş
l ardı ﷺ. Nitekim Ebu Davud ve ibn Mace'nin kaydettikleri rivayete göre
Ebu Hureyre -ra- şöyle
demiştir; Rasûlullah -sav-i şöyle
buyururken dinledim: "Ölünün
namazını kıldığınız vakit ona ihlasla, samimiyetle dua ediniz."1Ebu
Dâvûd 3199; ibn M3ce 1497 "Onlardan
herhangi bir kimse hakkında kesin olarak cennetliktir
ve cehennemliktir demeyiz." Tahâvî
-Allah ona rahmet etsin- şunu
anlatmak istiyor: Biz Kıble ehline men-sub
muayyen herhangi bir kimse için: O
cennet ehlindendir, yahut cehennem ehlındendir
demeyiz. Doğru sözlü peygamberin cennet ehlinden olduklarını
haber verdiği kimseler müstesna.
Aşere-i Mübeşşere2Aşere-ı
Mübeşşere. yani Hz. Peygamber tarafından
cennellik oldukları ismen belirtilmiş
on sahabi Ebu Bekir. Ömer, Osman, Ali, Talha
b. Ubeydullah, Abdurrahman b. Avt, Sa'd b. EbîVakkas,
Said b. Zeyd. Ebu Ubeyde b. el-Cerrâh ve
ez-Zubeyr b. el-Awâm -Raüıyatiahu
an/ı- dır. gibi. Bizler
her ne kadar: Büyük günah işlemiş
olanlardan Allah'ın dilediği kimseler cehenneme
mutlaka girecektir, sonra da şefaatçilerin
şefaati ile çıkacaklardır
diyorsak da muayyen kimseler söz
konusu olunca bunu söylemeyiz ve bilgi sahibi
olmadıkça kimse hakkında
cennetliktir ya da cehennemliktir, demeyiz. Çünkü
bu bizim için gizli olan bir hakikattir. Ölenin
ne üzere öldüğünü
de bilgimizle kuşatamayız. Ancak iyilikte
bulunanlar için Ümit besleriz, günahkar
kimseler için de korkarız. "Mü'minler
bu hususta herhangi bir şeyi açıkça
ortaya koymadıkça, onlar hakkında küfür,
şirk ya da münafıklık
ettiklerine dair şahitlikte bulunmayız, onların
iç hallerini yüce
Allah'a bırakırız." Çünkü
bizler zahire göre hüküm vermekle emrolunmuş; zan
ve hakkında bilgi sahibi olmadığımız
şeylerin arkasından düşmemiz
yasaklanmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Erkekler topluluğu,
başka bir erkek topluluğu
ile alay etmesin..." (ei-Hucurat, 49/11) Yine Yüce
Allah: "Ey iman edenler! Zannm bir çoğundan
kaçının,
çünkü
zannın bir kısmı
günahtır..."
tei-hucurat. 49/12) diye buyurmaktadır. Başka
yerde de Yüce Allah: "Bilmediğin
bir şeyin ardına
düşme. Çünkü
kulak, göz ve
kalbin herbiri ondan sorumludur." (ei-lsra, 17/36)
diye buyurmaktadır. "Biz
-kendilerine karşı Kılıç çekmek vacib olanlar müstesnâ-Muhammed
-sav- ümmetinden herhangi bir kimseye karşı
kılıç çekileceği görüşünde
değiliz." Sahih(-i Buharî)de.
Peygamber –sav- şöyle buyurduğu
kaydedilmektedir: "Allah'tan başka hiçbir
ilah bulunmadığına ve benim Allah'ın Rasûlu
olduğuma şehadet eden bir müslümanın
kanı ancak şu üç
şeyden birisi dolayısıyla
helal olabilir: Evli zinakâr, cana
karşılık can, dinini terk edip islam cemaatinden ayrılan
kimse."1Buhirt 6878; MüsMm
1676; Ebû Dâvûd 4352, 4353; Tirmitf 1403: Nesaî,
VII, 90, 91, 101,102. VI». 13,
23; ibn Mâce 2534; Müsned, 1, 382, 428, 444,
465, VI, 181. "(Şer'î
yönetimde) bize yöneticilik
edenlere ve emir sahiplerimize karşı çıkıp
ayaklanmayı -haksızlık
etseler dahi- uygun görmeyiz. Onlara beddua
etmeyiz, onlara itaat etmekten el çekmeyiz.
Onlara itaati Aziz ve Celil olan Allah'a itaatin bir parçası
ve bir fariza olarak görürüz.
Elverir ki bize bir masiyet emretmesinler. Onların
salah bulmaları ve esenlik için dua
ederiz." Yüce
Allah: "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Rasûle
de itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de" (en-Nisa, 4/59) diye
buyurmaktadır. Sahih(-i
Buharî)de Peygamber -sav- şöyle
buyurduğu kaydedilmektedir; "Bana itaat eden, Allah'a itaat etmiş
olur. Bana isyan eden, Allah'a da isyan etmiş
olur. (Benim tayin ettiğim) emir'e itaat eden
bana itaat etmiş olur, emir'e isyan eden bana isyan etmiş
olur."1Buharı 7137;
Müslim 1835 Ebu
Zerr -ra-dan dedi ki: Can dostum bana, Habeş'li,
azaları kesik dahi olsa (basımdaki
hak yöneticiye) dinleyip, itaat etmemi tavsiye etti."2 Müslim
648. 1837; ibn Mâce 2862. Buharî'de, ki
rivayette de: "isterse başı kuru üzüm
tanesi gibi Habeş'li olsa dahi. .."3Buharı
693, 696, 7142; Müsned, III. 114; ibn Mâce
2860. ifadesi de vardır. Yine Buharî
ve Müslim'de şu hadis yer almaktadır:
"Masiyet ile emrolun-ması hali müstesna
müslüman kişiye hoşuna
ve gitmeyen hususlarda dinleyip, itaat etmek görevi
vardır. Şayet masiyet ile emrolunursa ne dinlemek, ne de itaat söz
konusudur."4Buharî 2955,
7144; Müslim 1839 Huzeyfe
b. el-Yeman'dan şöyle dediği nakledilmektedir;
insanlar Rasûlul-lah -sav-e hayra dair sorarlardı.
Ben de ona, beni gelir bulur korkusuyla şerre
dair sorardım, Ey Allah'ın RasûKJ!
dedim. Biz cahiliye döneminde ve şer
arasında idik. Allah bize bu hayrı gönderdi,
bu hayırdan sonra bir şer
olacak mı? O: "Evet" buyurdu. Peki bu şer'den
sonra bir hayır olacak mı? diye sordum. O:
"Evet, ancak bünyesinde bir parça
fesad bulunacak" dedi. Ben: Peki bünyesindeki
fesadı nedir9 diye sordum. Şöyle
buyurdu: "Bir kavim (gelecek) ve bunlar benim sünnetimden
başka bir sünnet izleyecekler, benim
hidayetimden başka bir yola uyacaklar. Bir takım
işlerini uygun görecek,
bir takım işlerini münker göreceksin."
Yine ben: Peki, bu hayırdan sonra bir şer
olacak mı? diye sordum. Şöyle
buyurdu: "Evet, cehennem kapılan üzerinde
bir takım davetçiler olacak. Bu
davetlerini kabul edenleri içine
(cehennem ateşine) atacaklar." Ey Allah'ın
Rasûlü! Onları bize vasfeder misin?
dedim. Şöyle buyurdu; "Evet (niteliklerini belirteyim). Bunlar etiyle,
kemiğiyle bizden bir topluluktur. Bizim dillerimizi konuşurlar."
Ey Allah'ın Rasulül dedim. Eğer
ben bu döneme yetişecek olursam, ne yapmamı
tavsiye edersin? Şöyle buyurdu: "Yine müslümanlar
cemaatine ve onların hak imamlarına
bağlı kalacaksın." Ben: Eğer
bir cemaatleri de, bir imamları da
bulunmayacak olursa (ne yapmamı
emredersin?) diye sordum. Şöyle
buyurdu: "O takdirde bütün
bu fırkalardan uzaklaş, velev
ki bir ağacın kökünü azı dişlerinle yakalayacak olsan bile. Ölüm
sana gelip yetişince-ye kadar sen bu hal üzere
kalmaya devam et."1 İbn
Abbas –ra-dan dedi ki: Rasûlullah -sav-şöyle
buyurdu: "Her kim emirinden hoşuna
gitmedik bir şey görürse sabretsin. Çünkü
cemaatten bir karış kadar dahi ayrılıp
ta ölen bir kimsenin o ölümü
cahiliye ölümüdür."2 Bir
başka rivayette; 'islam'ın
boyunduruğunu boynundan çıkartmış
olur"3 denilmektedir. Ebu
Said el-Hudrî -Radıyatfahu anh-dan dedi ki:
Rasûlullah -sav- şöyle
buyurdu: "iki halifeye bey'at edildiği
takdirde, siz o ikisinden sonrakini öldürünüz,"4 Avf
b. Malik -ra-, Rasûlulllah
-Sallatlahu aleyhi vesellemJn şöyle buyurduğunu
nakletmektedir: "Sizin en hayırlı
imamlarınız (devlet yöneticileriniz),
sizin kendilerini sevdiğiniz ve kendilerinin
sizi sevdiği, kendilerine dua ettiğiniz
size dua eden yöneticilerdir. En kötü
yöneticileriniz ise kendilerine buğz
etti ğiniz, kendileri de size buğz eden.
kendilerine lanet ettiğiniz ve size lanet edenlerdir."
Ey Allah'ın Rasûlü
dedik, o takdirde biz kılıçlarımızla
onlara karşı çıkmayalım mı?
dedik. Şöyle buyurdu: "Aranızda
namazı kıldırdıkları sürece hayır. Şunu
biliniz ki her kimin başına bir yönetici
gelir de onun Allah'a isyanı
gerektiren bir iş yaptığını
görürse, yaptığı bu Allah'a karşı
masiyet olan işten hoşlanmasın.
Bununla birlikte itaatten de asla el çekmesin."1Müslim
1855; Müsnect, VI, 24, 28. Görüldüğü
gibi Kıtab da, sünnet de masiyet ile
emretmedikleri sürece ulu'l-emr'e itaatin farz olduğunu
ortaya koymaktadır. Yüce Allah'ın şu
buyruğunu düşünelim: "Allah'a
itaat edin. rasûle de
itaat edin ve sizden olan emir sahip/erine de" (en-Nisa, 4/59) Burada
Yüce Allah, "rasûle
itaat edin" diye buyurduğu
halde, sizden olan emir sahiplerine de itaat edin diye buyurmamıştır.
Çünkü emir sahipleri bağımsız
olarak kendilerine itaat edilecek kimseler değildirler.
Onlara ancak Allah'a ve Rasûlüne
itaat etmeleri halinde itaat olunur. İtaati
emreden fiil, Allah Rasûlü
ile birlikte tekrarlanmıştır.
Çünkü Allah Rasûlüne
itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur.
Zira Allah Rasûlü, Allah'a itaat olmayan bir işi
emretmez. O böyle bir emir vermekten yana korunmuştur.
Yöneticiler ise bazen Allah'a itaat olmayan işler
emredebilirler. Onlara ancak Allah'a ve Rasûlüne
itaat olan hususlarda itaat olunur. Zulmetseler
dahi onlara itaat etme gereğine
gelince, buna sebeb onlara itaatin dışına çıkıp,
ayaklanmanın sebeb olacağı kötülükler,
onların zulümlerinden hasıl
olacak kötülüklerden kat kat fazla olmasıdır.
Şüphesiz (zalimlikleri halinde} Yüce
Allah onları bizlere ancak amellerimizin fasit oluşu
dolayısıyla bize musallat kılmıştır.
Ceza da amelin cinsindendir. O halde bize bütün
gayretimizle Allah'tan mağfiret
dilemek, O'na tevbe etmek ve amellerimizi ıslah
etmek düşer. Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Size
isabet eden her musibet elleriniz/e kazandıklarınız
sebebiyledir. Çoğunu
da affeder." (eş-Şura,
42/30); "Böyle
iken başlarına
iki katını
getirdiğiniz bir musibet gelip size çatınca
mı 'bu bize nereden geldi?' dediniz. De ki:
'O kendinizdendir.' Şüphesiz
Allah herşeye güç
yeti- rendir."
(Al-i imran, 3/165); "Sana gelen her iyilik Allah'tandır,
sana gelen her fenalık da
kendindendir." (en-Nisa, 4/79); "işte
Biz kazanmakta oldukları yüzünden
de zalimlerin kimini kimine böylece
musallat ederiz.' (el-En'âm,
6/129) O halde yönetilenler,
eğer zalim yöneticinin zulmünden
kurtulmak istiyorlarsa, bizzat kendileri zulmü
terketsinler. "Sünnet'e
ve cemaate tabi oluruz. Şaz görüşlerden,
ihtilâftan ve tefrikadan da uzak dururuz." Sünnet,
Rasûlu||ah –sav- yoludur. Cemaat de müslüman
cemaattir. Bunlar ise Ashab-ı Kiram,
Tabiîn ve kıyamet gününe
kadar güzel bir şekilde onlara tabi
olanlardır. Onlara tabi olmak bir hidayettir, onlara muhalefet etmek bir
sapıklıktır. Yüce Allah peygamberine hitaben şöyle
buyurmaktadır: "De ki: 'Eğer
Allah'ı seviyorsanız,
bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın.
Allah Ğalur'dur, Hahim'dir." (al-î imran,
3/311 Yüce
Allah şoyie buyurmaktadır: "Kim
kendisine doğru yol
apaçık belli olduktan sonra, peygambere karşı
gelir, mü'minlerin yolundan başkasına
uyup giderse, onu döndüğü
o yolda bırakır
ve cehenneme atarız. O ne
kötü
bir dönüş
yeridir!" (sn-Nisa, 4/115)\ "Şüphesiz
ki bu benim dosdoğru
yolumdur. O halde ona uyun. başka
yollara uymayın.
Sonra sizi O'nun yolundan ayırırlar,
işte sakınasınız
diye Allah size bunları
tavsiye etti." (-En'âm. 6/753]; "Sız
kendilerine apaçık
deliller geldikten sonra parçalanıp
(dinlerinde) ayrılığa
düşenler gibi olmayın.
İşte onlar için
pek büyük
bir azab vardır."
(aı-i İmran,
3/w5)\ "Dinlerini
parça parça
edip, fırka fırka
ayrılan/ar var ya, senin onlarla hiçbir
ilişkin yoktur. Onların
işi ancak Allah'a aittir. Sonra o yaptıklarını
kendi/erine haber verecektir." (ei-En'âm,
e/159) Sünen'lerde
Tirmizî'nin sahih diye nitelendirdiği el-İrbad
b. Sâriye'den şöyle dediği
sabit olmuştur: Rasûlullah -sav- bize
son derece etkili bir öğüt verdi. Bundan dolayı
gözler yaşardı,
kalpler ondan ötürü titredi. Birisi: Ey Allah'ın Rasûlü!
Bu Öğüt sanki veda eden birisinin Öğüdüne
benziyor. Sen bize neyi emredersin? dedi. Şöyle
buyurdu: "Ben size dinleyip, itaat etmeyi emrediyorum. Gerçek
şu ki aranızdan benden sonra
yasayacak olanlar çok ihtilaflar göreceklerdir.
Sizler benim sünnetimden ve benden sonra gelecek olan hidayete iletilmiş,
raşid halifelerin sünnetinden
ayrılmayın. Ona sımsıkı
yapışın, onu azı dişlerinizle
kavrayın. Sonradan çıkan
uydurma işlerden sakının;
çünkü herbir bidat dalâlettir."1Tirmızi
2676; Ebû Davûd 4603; lbnMâce42; Müsned.
IV: 126, 127. Yine
Peygamber -sav- şöyle buyurmaktadır:
"Gerçek şu ki (sizden önceki) ıkı
Kitab ehli dinleri hususunda yetmişiki fırkaya
ayrıldılar. Şüphesiz bu ümmet de yetmışuç
fırkaya ayrılacaktır.
Birisi müstesna, hepsi cehennemdedir. Müstesna
olan da cemaatfin izlediği
yoljdur."1 Müsned.
III, 120, 145; ibn Mâce 3992. Bir
rivayette de ashab. Bu fırka
hangisidir? Ey Allah'ın Rasûlü!
diye sormuş, o da: "Benim ve ashab'ımın
üzerinde gittiği
yoldur" diye buyurmuştur.2Tirmizî2641 Böylelikle
Peygamber -Saiiaiiahu aleyhi veseliem- genel olarak ihtilaf edenlerin
Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat dışında her
iki tarafta olanların da helak olacaklarını
açıklamış olmaktadır. Abdullah
b. Mes'ud -Radıyaiiahu
anfı-ın şu sözleri ne kadar da güzeldir:
Kim aranızdan bir sünnet izleyecek olursa, Ölmüş
olanların sünnetini takib etsin. Çünkü
hayatta olanın fitneye düşmeyeceğinden
emin olamazsın. Sözünü ettiğim bu ölmüş
kimseler Muhammed -Saiiaüahu
aleyhi vese«em-in ashab'dır.
Onlar bu ümmetin en faziletlileri, en iyi kalplileri, en derin bilgilileri
ve yapmacığa sapmaktan ve böylece
kendilerini külfetlere sokmaktan en uzak olanlarıydı.
Bunlar Allah'ın, peygamberine arkadaş
olmaları için, dinini dimdik ayakta tutmaları
için seçtiği
bir topluluktu. Onların faziletlerini bilip
kabul ediniz, izledikleri yollarında
onların arkasından gidiniz. Elinizden
geldiği kadarıyla onların
ahlâklarını huy edininiz, onların yapıştıkları
gibi dininize yapışınız. Çünkü gerçekten onlar dosdoğru
hidayet üzere idiler.3 Ebu Nuaym, Hilye. l, 305. Yüce
Allah'ın izniyle Tahâvî'nin
-Allah ona rahmet etsin-: 'Cemaati hak ve sa-vab olarak görürüz.
Tefrika'yı da sapıklık
ve azab olarak görürüz" sözlerini açıklarken
bu hususa dair daha geniş açıklamalar
gelecektir. "Adalet
ve emanet ehlini severiz, zulüm ve hıyanet
ehline de buğzederiz." Bu
ilke imanın kemali ve ubudiyetin eksiksizlığinin
bir neticesidir. Çünkü ibadet muhabbetin kemalini ve en son derecesini, zilletin
kemalini ve en son derecesini ihtiva eder. Allah rasûllerini.
peygamberlerini ve mü'min kullarını
sevmek Allah'ı sevmenin bir parçasıdır.
Her ne kadar Allah'a ait Çünkü
seven kimse, sevdiği kimsenin sevdiklerini
de sever. Onun buğ-zettiklerine buğzeder,
dost edindiklerini dost edinir, düşmanlık
ettiklerine düşmanlık eder. O razı olduğu
için o da razı olur,
o gazablanırsa ondan dolayı o da
gazablanır. Onun emirleri ile emreder, yasaklarından
o da yasaklar Kısacası her durumda o sevdiğine
uygun tutum sergiler, Allah
ihsan edicileri sever, takva sahiplerini sever, tevbe edenleri sever, tertemiz
olanları sever. Biz de Allah'ın
sevdiklerini severiz. Allah,
hainleri sevmez, fesatçıları
sevmez, müstekbirleri sevmez. Bizler de onları
sevmeyiz. Yüce Allah'a uyarak biz de onları
sevmeyiz ve onlara buğzederiz. Buharî
ile Müslim'de, Peygamber –sav- şu
hadisi kaydedilmektedir: "Üç özellik
vardır ki, kimde bulunurlarsa o kimse imanın
lezzetini alır: Allah ve Rasûlünü
onlardan başka herkesden daha çok
seven, sevdiği kimseyi yalnız Allah
için seven ve Yüce
Allah kendisini küfürden kurtardıktan
sonra tekrar küfre dönmekten tıpkı
cehennem ateşine atılmaktan hoşlanmadığı
gibi hoşlanmayan."1 Buharı
16. 21, 6941; Müslim 43. Tam
ve eksiksiz bir sevgi, sevilen zatın sevdiği
ve hoşlanmadığı bütün
hususlarda, dostluklarında ve düşmanlıklarında
eksiksiz bir muvafakati, ona uygunluğu
gerektirir. Bilindiği gibi Allah'ı
gereği gibi seven bir kimsenin, O'nun düşmanlarına
buğzetmesi kaçınılmazdır;
onun buğzettiği kimselere karşı
cihad etmeyi sevdiği gibi, onun da aynı
şeyi sevmesi kaçınılmaz
bir şeydir. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: 'Gerçek
şu kî
Allah kendi yolunda birbirine kenetlenmiş
bina gibi saf bağlayarak
çarpışanları
sever." (es-Saf, 61/4) Sevgi ve buğz
(nefret) ise o şeydeki hayır ve şer
hasletlerine göredir. Kulda hem velayet (dost edinme), hem adavet (düşman
edinme) sebebleri ile birlikte sevilmenin ve buğzedilmenin
sebebleri de bulunabilir. Bundan dolayı aynı
kişi bir açıdan bakıldığında
sevilen, bir başka açıdan bakıldığında
buğzedilen bir kişi olur.
Hüküm ise galib olana göre
verilir. Kulun Allah nezdindeki hükmü
de bu şekildedir. Şüphesiz
Yüce Allah bir şeyi,
bir açıdan sever, bir başka bakımdan
ondan hoşlanmaz. Nitekim Peygamber -sav- Aziz ve Celil olan Rabbın-den
şöyle buyurduğunu
rivayet etmektedir: "Ben yapacağım bir işte
ölümden hoşlanmayan, benim de
kendisine kötülük yapmak istemediğim mü'min
kulumun canını kabzetmekte tereddüt ettiği
kadar hiçbir işte tereddüt
etmiş değilim."2Buharî 6502 Halbuki
ölüm onun için de kaçınılmaz
bir şeydir.olan sevgiye, O'ndan başka
hiçbir kirnse layık değilse
de Allah'tan başkaları Allah için
-Allah'la birlikte değil- sevilir. Böylelikle
Yüce Allah tereddüt etliğini
beyan etmektedir. Çünkü
tereddüt iki iradenin birbiriyle çalışmasıdır.
Yüce Allah mü'min kulunun sevdiğini
sever, hoşlanmadığı şeyden
hoşlanmaz. Kul ölümden
hoşlanmıyorsa Yüce Allah da bundan dolayı
onun ölümünden hoşlanmaz. Nitekim: "
Ve ben ona kötülük yapmaktan hoşlanmadığım
halde..." diye buyurmaktadır.
Halbuki Yüce Allah ölümü
de takdir etmiştir. Ölümün
tahakkuk etmesini istemektedir, işte bu
hale tereddüt adı verilmiştir. Daha sonra da bu İşın
gerçekleşmesinin kaçınılmaz
olduğunu beyan etmektedir. Zira bu mü'min
kulu daha da sevdiği bir sonuca götürmektedir.
"İlmi bizim için müteşâbih
olan hususlarda Allah daha iyi bilir, deriz." Daha
önce Tahâvî
-Allah ona rahmet elsin- şunları
söylemişti: "Allah ve Rasû-lüne
teslimiyet gösterip, hakkında şüpheye
düştüğü hususların bilgisini gerçek
alimine havale eden kimseler dışındakiler
dinlerinde selamete eremezler." Bilgisizce
konuşan ancak kendi hevasına
uyar. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:
"Allah'tan bir hidayet olmaksızın,
havasına uyandan daha sapık
kim olabilir ki?" (el-Kasas, 28/50); " insanların
bazısı
Allah hakkında bilgisizce tartışır
ve azgın her şeytana
uyar. Onun hakkında şu
yazılmıştır:
'O, kendisini dost edinen herkesi mutlaka saptırır
ve onu alevli ateş azabına
götürür.
" (el-Hac, 22/3-4); "Onlar ki kendilerine gelmiş
bir delil olmaksızın
Allah'ın âyetleri
hakkında tartışırlar.
Gerek Allah indinde, gerek mü'minler
yanında (buna) öfke
oldukça büyüktür.
Allah büyüklük
taslayan her zorbanın
kalbini işte böyle
mühürler."
(ei-Mu'min, 40/35}; "De ki: 'Rabbim ancak hayasızlıkları,
onların açık
olanını,
gizli olanını,
bununla beraber günahı,
haksız isyanı,
Allah'a -hakkında
asla bir delil indirmediği-herhangi
bir şeyi ortak koşmanızı
ve Allah hakkında
bilmediğiniz şeyleri
söylemenizi haram kılmıştır.
" (ei-A'raf, 7/33) Yüce
Allah, Peygamberi Muharnmed -sav-e bilmediği
hususları kendisine havale etmesini emretmiştir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
'De kî: 'Allah ne kadar kaldıklarını
en iyi bilendir. Göklerin
ve yerin gaybı yalnız
O'nun-dur.'"(el-Kehf, 17/26); "De ki: Rabbim onların
sayısını
en iyi bilendir." (el-Kehf, 18/22) Peygamber
-sav- de müşriklerin çocukları
hakkında soru sorulunca:
"Allah (büyümüş olsalardı) ne şekilde
amel edeceklerini en iyi bilendir.'1 Buhârt
13B4, 6599, 6600; Müslim 2659 Ömer
–ra- arttı- da
şöyle demiştir: Din hususunda re'yi
itham altında biliniz. (Hudeybıye) günü
Ebu Cendel hakkındaki kanaatimi bir bilseydiniz. Ben kendi görüşüme
dayanarak Rasûlullah –sav- emrini reddediyordum. Ebu Cendel günü
elimden geldiğince gayret ediyor, bütün
gayretimi ortaya koyuyor, elimden geleni esirgemiyordum. O sırada
antlaşma metni de yazılıyordu.
(Rasûlullah): Bismillahirrahmanirrahiym, diye yaz, diye buyurdu. Ancak
(Kureyş delegesi): Senin adınla
Allah'ım yaz, dedi. Rasûlullah -sav-
razı oldu ve bu şekilde
yazıldı. Bense karşı çıktım,
Peygamber -Saiiallahu aleyhi veseitem-. "Ey Ömer!
Sen benim razı olduğumu görüyorken,
kendin nasıl yüz çevirirsin" dedi.2Taberânl.
el-Mu'cemu'l-Kebir, 82. Yine
Ömer -ra- şöyle
demiştir: Sünnet Allah ve Rasûlünün,
sünnet olarak ortaya koyduğudur.
Sizler hatalı görüşleri ümmete sünnet
yapmayınız. Ebu
Bekr es-Sıddîk -ra- şöyle
demiştir; Eğer ben Allah'ın
Kitabındaki bir âyet hakkında
dahi olsa, kendi görüşümü
yahut ta bilgi sahibi olmadığım şekilde
bir söz söyleyecek olursam, hangi arz beni taşır
ve hangi sema beni gölgelendirir. el-Hasen b. Ali el-HülvanVnin
naklettiğine göre; Bize Ârim
anlattı, bize Hammad b. Zeyd anlattı. O
Said b. Ebi Sadaka'dan, o İbn Sîrin'den
şöyle dediğini rivayet eder:
Bilmediği hususlardan Ebu Bekr kadar korkup çekinen
hiçbir kimse yoktu. Ebu Bekr'den sonra da bilmedikleri hakkında
söz söylemekten Ömer kadar korkan hiçbir
kimse yoktu. Ebu Bekr bir mesele hakkında hüküm
vermek zorunda kalmıştı.
O mesele ile ilgili Allah'ın Kitabında
asıl bir dayanak bulamamıştı,
sünnet'de de bir rivayet tesbit edememişti.
Kendi görüşüne dayanarak içti-had
etti, sonra şöyle dedi: Bu benini görüşümdür.
Şayet doğru olursa Allah'tandır,
eğer hata olursa bendendir. Bunun için
de Allah'tan mağfiret dilerim. "Yolculukta da, mukîm
iken de -rivayetlerde geldiği üzere-mestler
üzerine mesh edileceği görüşündeyiz." Rasûiullah
-sav- den mestler üzerine
mesh ve ayakların yıkanması hususunda sünnet
mütevatır olarak bize kadar
gelmiştir. Rafizîler ise bu mütevaîir
sünnete muhalefet ederler. Onlara şöyle
denilir: Peygamber -sav-den
söz ve fiil olarak abdesti aktaranlar, ondan abdest almayı
öğrenenler, onun döneminde
gözünün önünde abdesi aldıkları
halde kendilerine itiraz etmediği
kimseler ve bunu kendilerinden sonra gelenlere aktaranlar, bu âyetin
lafzını nakleden kimselerden sayıca daha
çokturlar. Çünkü
bütün müslümanlar onun döneminde
abdest alıyorlardı, abdesîi
de ancak ondan öğrenmişlerdi. Bu uygulama da
cahiliye döneminde onlar arasında alışılmış
bir şey değildi. Yüce
Allah'tan başka hiçbir kimsenin sayısını
bilmediği kadar çok kimse, onu abdest alırken
görmüşlerdir. Yüce Allah'ın
dilediği kadar pek çok sayıda
hadiste de ayaklarının
yıkandığının söz konusu edildiği rivayetleri
nakletmişlerdir. Öyle ki sahih hadis
kitaplarında olsun, başkalarında
olsun bir kaç yoldan onun şöyle
buyurduğu nakledilmiştir:
'Ateşten dolayı topuklara ve ayakların
iç taraflarına veyl olsun!"1Müsned,
IV, 191; ibn Huzeyme 163; Dârakutnî,
f, 95; Beyhakî, l, 70. Ayrıca; Butıârî
60, 96, 163, 165; Müslim 241, 242. 6bû
Dâvûd 97; Nesaî, l. 77; Tırmizî
41; İbn Mâce 451. 453, 454, Müsned,
H, 193, 201,205, 211,226, 451.111,316, VI. 112, 192,258. Bununla
birlikte şayet ayağın üst
tarafını meshetmek farz olsaydı, ayağın
tamamını yıkamak tabiatın
-riyaset ve mal talebinin aksine- kabul edemeyeceği
bir külfet olurdu. Eğer
abdestin şeklinin mütevatir olarak geldiği
hususunda ten-kıd düşünülebilirse, abdest âyetinin
lafzının nakledilmesi hususunda böyle bir
tenkidin söz konusu olması daha
bir ihtimal dahilinde olurdu. Şayet;
âyetin lafzı yalan söylemenin
de, hatanın da mümkün
olamayacağı bir tevatür ile sabit olmuştur,
diyecek olurlarsa şunu belirtelim ki:
Abdest almanın ondan nakledilmesine dair tevatürün
subutu öncelikli ve daha kamil bir manada söz
konusu olmuştur. Ayrıca âyetin
lafzı mütevatir olarak gelen sünnete
de muhalif değildir. Çünkü
"mesh1 lafzı,
mutlak olarak kullanılıp
bununla bir şeyi isabet ettirmek manası kastedılebildiği
gibi, bu lafız ile suyu akıtmak
anlamı da kastedilebilmektedir.Nitekim Araplar şöyle
derler: Ben abdest için mestlendim Ayet-ı
kerîme'de ayakların
meshedilrnesiyle, guslün diğer
bir kısmı olan meshin kastedilmediğine,
aksine guslün kendisinin bir parçasını
teşkil ettiği mes-hin kastedildiğine
bir delil vardır. Çünkü Yüce Allah: "iki aşık kemiğine
kadar" diye buyurmuş 'aşık
kemiklerine kadar" diye buyurmarnıştır.
Halbuki "ellerinizi dirseklere kadar" diye buyurmuştur.
İşte bu herbir elde tek bir dirsek olduğu
gibi, tek bir topuk olmadığına
delil vardır Aksine herbir ayakta iki topuk vardır.
Buna göre Yüce Allah rnesh ile burada çıkıntı
teşkil eden iki kemiğin
meshini emretmiş olmaktadır. Surdaki emir ise yıkamak
anlamındadır. Çünkü meshı özel
anlamı ile kabul edenler, ayakların üst
tarafı için meshi öngörürler.
Ayet-i kerîme'de iki topuğun nihaî
sınır olarak belirlenmiş olması,
onların görüşlerini reddetmektedir. Onların
iddiasına göre farz olan bacak ile ayağın birleştikleri
nokta olan ve ayakkabı bağlarının
bağlandığı yer olan topuklar kastedilmekte olup, iki ayağın
üst tarafının
nıesh edilmesi farzdır, işte
bu iddia görüldüğü gibi Kitab ve sünnet
ile merduttur. Ayet-i kerîme'de
meşhur iki kıraat vardır.
(Ayaklarınızı anlamına gelen kelimenin)
nasb ve cer ile okunması. Bu iki okuyuşun
ı'rab'ı ilgili yerlerde genişçe
yapılmıştır. Nasb okuyuşu
ayakların yıkanmasının
farzıyeti hususunda açık bir
nasstır. Çünkü mahalle yapılan atıf
ancak anlamın bir olması
halinde söz konusudur. Şairin şu
mısraında olduğu gibi: "Biz
dağda değiliz, demir de değiliz," :
Başıma ve ayaklarıma
mesnettim, ifadesi ( : Başımı
ve ayaklarımı meshettirn, ifadesi ile aynı anlamda
değildir. Birincisinde "be: ile" mücerred
mesh'ten ayrı bir mana ifade eder. Bu ise bir miktar suyu başa
değdirmektir. O bakımdan atıf
"ellerinize" buyruğuna yapılmış
olmaktadır, Mütevatir sünnet de bazı
insanların Kur'ân'ın
zahirinden anladıklarının aleyhine hüküm
vermektedir. Çünkü Rasûiullah -sav- Kur'ân-ı
Kerîm'in lafız ve manasını
açıkça beyan etmiştir.
Nitekim Ebu Abdu'ﷺ-Rahman es-Sülemî
şöyle demektedir; Bize Kur'ân
okutanların anlattıklarına
göre Osman b. Alfan, Abdullah b. Mes'ud ve başkaları
Peygamber -sav-den on âyet-i
kerîme öğrendiler mi bu âyetlerin
anlamlarını öğrenmedikçe başka
âyetleri öğrenmeye geçmezlerdi." Ayakların
meshinin söz konusu edilmesinde ayaklar yıkanırken
kullanılacak suyun az miktarda döküleceğine
dikkat çekmek içindir. Çünkü
mutad olan ayakların yıkanmasında
suyun israf derecesinde çokça
kullanılmasıdır. Bu mesele bilinen bir husustur, buna dair açıklamalar
furû'a dair (fıkıh)
eserlerindedir. "Hac
ve cihad iyileriyle, kötüleriyle
müslüman olan ulu'l-emr ile birlikte Kıyamet
gününe kadar geçerlidir.
Hiçbir şey bunları iptal etmez ve bunların
farziyetlerlni kaldırmaz." İyiye
de, Tahâvî
- Allah ona rahmet etsin-, "Muhammed -Ssllalls.hu aleyhi
vese/!em-\n Soyundan er-Rıza çıkıp
da sema'dan bir münadi ona tabi olunuz, diye sesleneceği
vakte kadar Allah yolunda cihad yoktur" diyen, Rafızîlerin
görüşlerinin reddedildiğine değinmektedir.
Bu görüşün batıl olduğu,
ona karşı herhangi bir delil getirmeye gerek bırakmayacak
kadar açıktır. Rafızîler
imamın herhangi bir delile dayanmaksızın
masum olmasını şartı koşmuşlardır Oysa Müslim'in Sahih'inde Avf
b. Malik el-Eşcaî'nin şöyle dediği
kaydedilmektedir: Rasûlullah -sav-i şöyle
buyururken dinledim: "imamlarınızın
en hayırlıları kendilerini sevdiğiniz ve
sizleri seven, kendilerine dua ettiğiniz ve
sizlere dua eden kimselerdir. En kötü
imamlarınız ise kendilerine buğzettiğiniz
ve size buğz eden, kendilerine lanet ettiğiniz
ve size lanet okuyan kims el erdir." Ey Allah'ın
Rasûlü, dedik. Biz bu durumda onlarla çarpışmayalım
mı? Şöyle buyurdu: "Aranızda
namazı kıldırdıkları sürece hayır! Şunu
bilin ki her kimin başına bir yönetici
gelir de o yöneticinin Allah'a isyan olan bir işi
yaptığını görürse, Allah'a karşı
masiyet olarak yaptığı bu işten
hoşlanmasın. Bununla birlikte ona
itaat etmekten de el çekmesin."' İmamet
meselesini ele alırken bu hadise benzer başka
hadisler de geçmiş bulunmaktadır. Bu
hadislerin herhangi birisinde; imamın masum
olması gerekir, denilmemektedir. Rafızî'ler
bu meselede insanlar arasında en
hüsranda olanlardır, çünkü
onlar masum olan imam ile madûm
(mevcut olmayan) imamı aynı
şey kıldılar. Bu imamın dinde
de, dünyada da kendilerine hiçbir
faydası yoktur. Onlar beklenen imamın
Muhammed b. el-Hasen el-Askerî olduğunu
iddia ederler. Onlara göre bu
imam ikiyüzaltmış yılında
yahut ona yakın bir tarihte Samerra'da bir sirdab'a girmiş
ve çıkmamıştır. Oradan çıktığı
vakit binsin diye sürekli olarak bir katır
yahut bir at bulundururlar. Yine orada tayin ettikleri vakitlerde; "Ey
efendimiz çık, ey efendimiz çık"
diye seslenecek kimseler bulundururlar ve bu vakitlerde silahlarını
kuşanıp çekerler. Halbuki orada kendileri ile savaşacak
hiç kimse de yoktur. Buna benzer aklı
basında insanların
kendilerine gülüp geçeceği başka uygulamaları da vardır "iyileriyle,
kötüleriyle yöneticilerle
birlikte" ifadesine gelince, çünkü
hac ile cihad farzdırlar ve yolculuk yapmayı
gerektirirler. Dolayısıyla
bu iki ibadette de insanları idare
edecek ve düşmana karşı direnecek bir yöneticiye
kaçınılmaz olarak ihtiyaç vardır.
İşte bu husus iyi olan imam ile husule gelebildiği
gibi, günahkar imamla da husule gelebilir. "Kirâmen
Kâtibin Melekleri'ne iman ederiz. Allah oniarı
üzerimize koruyucular olarak tayin etmiştir." Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Halbuki
şüphe yok ki üzerinizde
bekçiler, çok
şerefli yazıcılar
(kirâmen kâtibin)
vardır. Onlar ne yaparsanız,
bilirler." (ei-İnfitâr,
82/10-12); "Unutma
ki sağında ve solunda oturan, yaptıklarını
tesbit eden iki (melek) vardır. O
bir söz söylemeye
dursun, mutlak onun yanında görüp,
gözetlemeye hazır
birisi vardır."
(Kat, 50/17-18); "Onun önünden,
arkasından kendisini Allah'ın
emriyle gözetleyecek izleyici/eri vardır."
(er-Rad, 13/11); "Yoksa onlar gizlediklerini ve fısıltılarını
işitmez miyiz sanırlar?
Öyle değil,
hatta e/çilerimiz de yanlarında-dır,
yazıp duruyorlar." (ez-Zuhıuf,
43/80); "işte bu
size hakkı söyleyen
kitabımızdır.
Esasen, Biz işlediklerinizi
yazdırıyorduk."
(ei-Casiye, 45/29); "Elçilerimiz
kurduğunuz tuzakları
hiç şüphesiz
yazıyorlar." (Yunus, 10/21) Sahih-i
Buharî de, Peygamber -sav-in şöyle
buyurduğu kaydedilmektedir: "Aranızdan
gece melekleri ile gündüz
melekleri birbiri ardından görev
yaparlar. Sabah namazı ile ikindi namazında
bir arada bulunurlar. O vakitlerde aranızda
bulunan melekler yukarı çıkar.
(Rableri) onların halini en iyi bilen olduğu halde
onlara: Kullarımı ne halde bırakıp
geldiniz, diye sorar. Onlar da, biz yanlarına
namaz kılarken gittik, yine namaz kılarken onlardan
ayrıldık."' BuhârT 555,
3223, 7429. 7486; Müslim 632, Mesaî,
1. 240, 241; Muvatta, l, 170, Müsned,
II, 257. 312,486 Bir
başka hadiste de şöyle
denilmektedir: "Sizinle birlikte tuvalete girdiğiniz
vakit ile cima hali dışında, sizden ayrılmayan
(melek)ler vardır. O bakımdan onlardan haya
ediniz, onlara ikramınız
olsun."2Tirmizi2800 ikrime
de ibn Abbas'tan Yüce Allah'ın:
"Onun... Allah'ın
emriyle gözetleyecek izleyicileri vardır."
(er-Râd, 13/11) buyruğu
hakkında şöyle dediğini nakletmektedir:
Bunlar önünde de, arkasında da
onu gözetleyen meleklerdir. Onu korurlar, Allah'ın
kaderi geldi mi onu kaderiyle başbaşa
bırakırlar." Müslim
ve imarn Ahmed de Abdullah (b. Mes'ud)'un şöyle
dediği rivayetini kaydederler: Rasûlullah
-sav- buyurdu ki: "Aranızda
cinlerden arkadaşı ile meleklerden arkadaşı
(onunla birlikte bulunmak üzere) görevlendirilmemiş
tek bir kimse yoktur. Sen de mi ey Allah'ın Rasûlü!
dediler, şöyle buyurdu: "Ben de, ama Allah bana ona (cinlerden olana)
karşı yardım etti de islam'a
girdi. O bakımdan bana hayırdan başka
bir şey emretmiyor."1Müslim
2814; Müsned, 1,385. Buradaki
"islam'a girdi" ifadesi konu ile ilgili iki görüşten
daha sahih olanına göre bana teslimiyet gösterdi,
bana itaat etti demektir. İşte
bundan dolayı 'bana hayırdan başka
bir şey emretmiyor" diye buyurmuştur. Yüce
Allah'ın: 'Onun... kendisini Allah'ın
emriyle gözetleyecek izleyicileri vardır"
(er-Râd, 13/11) buyruğu
şöyle açıklanmıştır:
Meleklerin onu Allah'ın emri ile korumaları,
Allah'ın onlara bunu emretmiş
olmaları demektir. Buna da bu manayı pekiştirecek
bir kıraat de tanıklık
etmektedir. Diğer
taraftan sözü geçen nasslarla sabit olduğuna göre,
melekler sözü ve fiili de yazarlar. Niyeti de aynı
şekilde yazarlar, çünkü
niyet te kalbin bir fiilidir. Bu da Yüce
Allah'ın: "Onlar ne yaparsanız
bilirler." (ei-lnfitar, 82/12} buyruğunun
genel kapsamı içerisine girmektedir. Buna Peygamber -Saiiatiahu aleyhi
vese/iem-ın şu
hadisi de tanıklık etmektedir: "Aziz ve celil olan Allah buyurdu ki: Kulum bir
kötülük yapmak istedi mi; onun aleyhine onu yazmayınız
(derim). Şayet onu işleyecek olursa aleyhine
onu bir kötülük olarak yazınız
(derim). Eğer kulum bir iyilik yapmak ister de onu yapmayacak olursa, onu
onun lehine bir iyilik olarak yazınız(de-rim).
Şayet yapacak olursa, bu sefer onu on iyilik olarak yazınız(derim)."2Buhhari
7501, Müslim 128. Yine
Rasûlullah -sav- şöyle
buyurmaktadır: 'Melekler dediler ki: işte şu
kulun bir kötülük yapmak istiyor. -O kulunu daha iyi gören
olduğu halde- şöyle buyurur: Onu gözetleyiniz,
şayet o kötülüğü
işlerse, onu misli ile kaydediniz. Şayet
terkederse o kötülüğü onun lehine bir iyilik olarak yazınız,
Çünkü o onu Benim için
terketmiştir.' Bu iki hadisi de Bühtan ve
Müslim eserlerinde kaydetmişlerdir,
lafız Müslim'e aittir.3Müslim
129; Müsned. II, 315. "Âlemlerin
ruhlarını kabzetmekle görevli
olan Ölüm Meleğine de iman
ederiz." Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: 'De ki:
Size vekil kılınan
ölüm
meleği, sizin ruhunuzu alır
Sonra da Rabbinize döndürüleceksiniz."
(es-Secde, 32/11) Bu âyet-i
kerime ile Yüce Allah'ın: "Nihayet
birinize ölüm
gelse, elçilerimiz onun ruhunu alırlar.
Onlar eksik de yapmaz/ar." (ei-En'am, 6/61) buyruğu
ile "Allah ölümleri
vaktinde ruhları alır.
Öimeyeninkini de uykusunda (alır),
Hakkında ölüm
hükmünü
verdiği (kimselerinki)ni tutar, diğerini
ise belirli bir süreye
kadar salıverir.'ez-Zumer, 39/42) âyetleri
arasında herhangi bir çatışma
söz konusu değildir. Çünkü
ölüm meleği ruhun kabzedilıp,
çıkartılmasını üstlenir. Daha sonra o ruhu ondan rahmet melekleri yahut azap
melekleri alır ve ondan sonra onlar o ruh ile ilgili görevli
olurlar. Bütün bunlar Yüce Allah'ın
izni, kazası, kaderi ve hükmü
ile olur. O halde ölüm
esnasında ruh'un kabzedilme işinin sözü
edenlerden her birisine duruma uygun bir şekilde
izafe edilmesi, doğru bir izafedir. "Layık
olan kimseler için kabir azabına,
kabir'de Münker ve Nekir'ın kişiye
Rabbi, dini ve peygamberi hakkında
-gerek Rasûlullah -saiiaiiahü
aleyhi ve senem-üen, gerek
Ashab-ı Kiram'dan (Allah tümünden
razı olsun) gelen haberlere uygun olarak- soru sormalarına
da (iman ederiz.) Kabir ya cennet bahçelerinden
bir bahçedir yahut ateş çukurlarından
bir çukurdur." Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: 'Firavun
hanedanını
ise kötü
azab kuşattı.
Ateştir o. Sabah, aksam onlar ona arzolunuriar.
Kıyametin kopacağı
gün de: 'Firavun hanedanını
azabın en şiddetlisine
sokun' (denilecek.)" (ei-Mu'min, 40/45-46) el-Berâ
b. Âzib -Radıyatiatv
anh-dan rivayete göre o şöyle
demiştir: Bakî el-Garkad'de bir cenaze
dolayısıyla bulunuyorduk Peygamber -Saiiaiiabu aleyhi veseitem- yanımıza
geldi oturdu, biz de etrafına
gelip oturduk. Başlarımız üzerinde adeta kuşlar
vardı, O sırada ölenin
de lahdi hazırlanıyordu. Üç defa: "Kabir azabından
Allah'a sığınırım" diye buyurdu. Sonra şöyle
devam etti; "Mü'min kul dünyadan
(ilişkisi) kopup, ahirete doğru yöneleceği
sırada onun yanına yüzleri
güneşi andıran melekler iner.
Beraberlerinde cennet kefenlerinden kefenler, cennet hanut'undan (hoş
kokularından) kokular bulunur. Gözün
görebileceği kadar bir mesafede yanına
otururlar. Sonra ölüm meleği gelir ve başının
yanında oturur. Ey hoş ve iyi
nefis! Allah'tan bir mağfiret ve bir rızaya
kavuşmak üzere çık, der. Bunun üzerine
onun canı kaptan bir damlanın akması
gibi akarak çıkar. Ölüm
meleği, o ruhu alır. Onu
alması ile birlikte elinde bir göz açıp
kırpacak kadar bir süre dahi
bulundurmaksızın o diğer melekler gelir. Onu
alırlar, o kefene ve o kokular arasına
koyarlar. Ondan yeryüzünde
bulunan en güzel misk kokusundan daha güzel hoş
kokular çıkar. O ruhu alıp yükseklere
çıkarlar. O ruhla beraber geçtikleri
herbir yerde -melekler topluluğunu
kastederek- mutlaka: Bu güzel
ruhta ne oluyor? derler. Onlara bu filan oğlu
filandır deyip dünya hayatında
iken onu adlandırdıkları en güzel isimlerini
zikrederler. Nihayet semaya ulaşırlar,
onun için kapıların
açılmasını isterler ve ona kapılar açılır.
Herbir semadaki mukarreb melekler onu bir sonraki semaya uğurlarlar.
Nihayet yedinci semaya ulaşınca,
aziz ve celil olan Allah şöyle
buyurur: Kulumun kitabını
îlliyyln'de yazınız
ve onu tekrar yeryüzüne
iade ediniz. Çünkü Ben onları oradan yarattım,
tekrar oraya iade ederim, ikinci bir defa daha onları
yine oradan çıkartacağım. Peygamber
devamla buyurdu ki: Bunun üzerine
ruh'u cesedine geri döndürülür.
Ona iki melek gelir, onu oturturlar ve ona Rabbın
kimdir? derler. O da: Rabbim Allah'tır der,
dinin nedir? diye sorarlar. O da, dinim islam'dır
der. Ona, şu aranızda peygamber olarak gönderilen
adam nedir? diye sorarlar, o da: O Allah'ın
Rasûlüdür, der. Yine iki melek ona: Senin bilgin nedir? diye sorarlar, o:
Ben Allah'ın Kitabını
okudum, ona iman edip tasdik ettim. Bunun üzerine
serna'dan bir münadî; Benim kulum doğru söylemiştir,
ona cennetten bir döşek yayınız
ve ona cennetten bir kapı açınız,
diye seslenir. Bunun üzerine cennetin hoş
ve güzel kokuları ona
gelir ve gözünün alabildiği kadar bir mesafe
kabrinde ona genişlik verilir Güzel yüzlü,
güzel elbiseli, hoş kokulu
bir adam ona gelir. Bu adam ona: Seni sevindirecek şeylerin
müjdesini sana veriyorum, işte bugün
sana vadolunan gündür, der. Ona: Sen kimsin? Yüzün
hayır ile gelen kimsenin yüzüne
benziyor, diye sorar. Ona, ben senin salın
amelinim der. Bu sefer o kişi:
Rabbim kıyameti kopart ki ben de aile halkımın
yanına ve malıma geri döneyim,
diye yakarır. Peygamber
-Saiiaitahu aleyhi veseiiem- devamla buyurdu ki: Kâfir
kulun da dünya ile ilişkisi
kesilip ahirete doğru yöneleceği
vakit, onun üzerine semadan siyah yüzlü,
beraberlerinde kancalar bulunan melekler inerler. Gözün
görebileceği kadar bir mesafede
otururlar, sonra ölüm meleği gelip onun yanıbaşına
oturur. Ey kötü nefis! der, Allah'tan bir gazab ve öfke
ile çık! Bunun üzerine ruh'u cesedine dağılır.
O da kancaları bulunan bir demir çubuk ıslak
yünden nasıl sıyrılıp,
çekiliyor ise ruh'u öylece sıyırıp
alır. Onu aldıktan sonra elinde bir göz
açıp kırpacak
kadarlık bir süre tutmaksızın
diğer melekler bu ruh'u o kancalar arasında
tutarlar. Ondan yeryüzünde
görülmüş en kötü
ve pis bir koku gibi bir koku etrafa yayılır
O ruh ile yukarı çıkarlar, meleklerden bir topluluğun
yanından geçtikleri her seferinde
mutlaka: Bu kötü ruh da ne oluyor? derler. (Taşıyanlar).
Dünya hayatında adlandtrıldtğı
en kötü isimlerini zikrederek, filan oğlu
filandır, derler. Nihayet o ruh ile dünya
semasına varırlar. Onun için
kapıların açılmasını isterler. Ona kapılar açılmaz,
daha sonra RasûJullah -sav- Yüce
Allah'ın: "Hiç şüphesiz
(onlara) gök kapılan
açılmayacaktır.
Onlar deve iğne deliğinden
geçmedikçe
cennete giremezler,' buyruğunu
okudu. (ei-A'raf, 7/40) Aziz ve celil olan Allah şöyle
buyurur: Bunun kitabını
en aşağılık yerde Siccîn'de
yazınız. Bunun üzerine ruh'u şiddetli
bir şekilde atılıp
bırakılır. Sonra: 'Kim Allah'a ortak koşarsa
o, sanki gökyüzünden
düşüp kuşların
kaptığı yahut rüzgarın
kendisini uzak bir yere attığı
kimseye benzer." (ei-t-tac. 22/31) buyruğunu
okudu. Nihayet
ruh'u cesedine geri döndürülür.
Yanına iki melek gelir, onu oturturlar ve ona Rabbin kimdir? derler.
O da: hı, hı bilmiyorum der. Bu sefer ona: Aranızda
peygamber olarak gönderilen bu adam ne idi?
derler. O yine, hı, hı bilemiyorum der. Bunun üzerine
semadan bir münadî: O yalan söyledi.
Ona cehennemden bir döşek yayınız
ve ona cehennem ateşine giden bir kapı
açınız, diye seslenir. Cehennemin o yakıcı
ve kavurucu sıcağı ona gelir. Kabri üzerine öyle
bir daralır ki kaburga kemikleri birbirine girer. Son derece çirkin
yüzlü, çirkin elbiseli, pis kokulu bir adanı
ona gelerek: Senin hoşuna gitmeyecek şeyleri
müjdelemeye geldim, işte (dünyada
iken) sana vadolunan günün
budur, der. Sen kimsin? diye sorar. Senin yüzün
kötü şeyler getiren birisinin yüzüne
benzer, der. O da: Ben senin kötü
amelinim, der. Bu sefer o kimse: Rabbim kıyameti kopartmal
der."1 Bu
hadisi İmam Ahmed ve Ebu Davud rivayet etmişlerdir.
Nesaî ve ibn Mace onun baş
taraflarını rivayet ettikleri gibi, Hakim ile Ebu Avane el-İsferayinî,
Sahihlerinde ve İbn Habban da rivayet etmiştir. Bütün
ehl-i sünnet ve hadis ehli bu hadisin gereğini
kabul etmişlerdir. Bu hadisin Sahih(-i Buhari)de de destekleyici rivayetleri
vardır Buharî -Allah'ın
rahmeti üzerine olsun- Said'den, o Katade'den, o Enes:ten
kaydettiğine göre Rasûlullah
-sav- şöyle buyurmuştur:
"Kul kabre konulup da arkadaşları
onu bırakıp geri döndüklerinde
henüz daha o onların ayak
seslerini işitiyorken, yanına iki
melek gelir. Onu oturtur ve ona şöyle
derler' Sen Muhammed -Saiiatiaku aleyhi veseitem- diye bilinen bu adam
hakkında ne derdin? Mü'min
olan kimse: Ben şahitlik ederim ki o, Allah'ın kulu
ve Rasûlüdür, diye cevap verir. Bu sefer (melek) ona: (Böyle
inanmamış olsaydın) senin cehennemdeki
yerine bir bak. İşte Allah onun yerine sana cennette bir yer vermiştir
(der) ve her iki yeri bir arada görür."2 Katade
dedi ki: Bize rivayet olunduğuna göre
onun kabri ona genişletilir... deyip hadisi
zikretmektedir. Yine
Buharî ile Müslim'de, ibn Abbas -ra-dan
rivayete göre Peygamber -sav- iki kabrin yanından
geçerken şöyle buyurmuş:
"Bu iki kişi azab görmektedirler. Ancak büyük
bir günah sebebiyle de az-ab görmüyorlar.
Onlardan birisi sidikten kendisini korumuyordu, diğeri
ise laf götürür getirirdi. Daha sonra Peygamber kurumarrtış
bir çubuk getirilmesini istedi. Onu -iki parçaya
ayırdı ve bunlar kurumadıkları
sürece onların azablarının
hafifletileceği ümit olunur, dedi."1Buharî
216, 218, 1361, 1373, 6052; Müslim
292. Kabir
Azabı Sabit Olmakla Birlikte
Keyfiyetini Bilemeyiz Ehil
olan kimseler için kabir azabı ve
kabir nimetinin, meleklerin soru sormalarının
sabit olduğu hususunda Rasûlullah -sav-den
gelen haberler tevatür derecesindedir. O bakımdan
bunun sabit olduğuna itikad etmek ve buna inanmak icab eder. Ancak
bunun keyfiyeti hakkında bir söz
söylemeyiz. Zira akıl bunun
keyfiyetine vakıf olamayız, çünkü
bu dünyada buna benzer bir şey
bulunmamaktadır. Şeriat
aklın imkansız kabul ettiği
bir hususu emretmemiştir. Ancak bazen akılların
hayrete düşeceği türden hükümler
getirebilir. Ruh'un bedene geri dön-Tiesi,
dünya hayatında bilinen bir şekilde
değildir. Aksine ruh dünya
hayatında alışıla gelmiş
şekilden başka bir surette kula iade
olunacaktır. Ruh'un
beden ile hükümleri birbirinden farklı beş
türlü alakası vardır: 1-
Anne karnında cenin iken ruh'un beden ile alakası. 2-
Yeryüzüne geldikten sonra ruh'un beden ile alakası. 3-
Ölüm halinde iken ruh'un beden ile alakası.
Bu halde ruh bir bakıma neden ile alakalıdır,
bir bakıma ondan ayndır. 4-
Ruh'un Berzah âleminde beden ile alakası. Ruh
her ne kadar ondan ayrılmış, ondan
soyutlanmış ise hiçbir şekilde
onunla bir ilişkisi bulunmayacak ;bir surette büsbütün
ondan ayrılmaz. Çünkü
müslümanın selam verişi esnasın-ia
ruh'un bedenine tekrar geri döndürüldüğü
2Bu Peygamber'e has bir özellik
olarak vârid olınusiıtr.
Ebû Dâvûd 2041, kabirdekinin kendisini gömüp
geri dönmeleri sırasında
onların ayak seslerini işittiği
3Buharî 1338, 1346; Müslim
2870 ne dair rivayetler varid ılmuştur.
Bu geri çevriliş de kıyamet
gününden önce bedenin, hayatta
olmasını gerektirmeyecek bir şekilde,
özel bir geri çevrilmedir. 5-
Cesetlerin diriltileceği günde
ruh'un beden ile alakası. Bu ruh'un beden ile
alakalı olduğu şekillerin
en mükemmelidir. Bundan önceki
ilişki türleri ile hiçbir
nisbeti söz konusu değildir.
Zira bu şekildeki alakalı oluş
dolayısıyla artık beden hakkında
bir daha ölüm, uyku veya bozuluş söz
konusu olmayacaktır. Çünkü
uyku ölümün kardeşidir. Bu
hususları iyice düşündüğümüz
takdirde, bu konu ile ilgili bir çok içinden
çıkılamayan mesele kendiliğinden çözülmüş
olur. Şunu
belirtelim ki kabir azabı
Berzah'taki bir azabtır. Azabı
hakederek ölen herbir kirnse bu kabir azabından
payına düşeni alır. Kabre ister gömülmüş
olsun, ister gömülmemiş
olsun. Onu ister yırtıcı
hayvanlar yemiş olsun, ister kül
oluncaya kadar yakılmış
olsun ve külü de havaya savrulmuş olsun,
ister asılmış, ister denizde boğulmuş
olsun. Tıpkı kabre gömülen
kimsenin azab görmesi gibi böylelerınin
de ruhu da bedeni de azab görecektir. Rivayetlerde
varid olan kabrinde oturtulup kemiklerinin birbirine girmesi ve buna benzer
hallere gelince, bunlarla Rasûlullah -sav-ın
maksadının herhangi bir ifrat ve tefrit'e gidilmeden anlaşılması
icab eder. Onun sözlerine ifadelerin kaldıramayacağı
anlamlar yüklenmemesi gerektiği gibi,
onun maksadına ve maksad olarak gözettiği
hidayet ve beyanına aykırı
manalar da çıkartılmamalıdır.
Çünkü böyle bir şey ihmal edildiği
için ve bu maksat gözetilmediği
için pek çok sapıklıklar
ortaya çıkmıştır. Yüce Allah'tan başkasının
bilemediği türden, doğrudan ayrılmalar
ve sapmalar meydana gelmiştir.
Hatta Allah ve Rasûlünden
gelenlerin kötü anlaşılması
İslam tarihinde görüle
gelmiş her türlü
bid'at ve sapıklığın esasını
teşkil eder. Feri ve aslî bütün
hususlardaki hataların temel sebebi budur.
Hele bir de buna kötü
maksat ta ilave edilecek olursa... Allah'tan yardımını
taleb ederiz. Üç
Ayrı Yurt ve Bunların Hükümleri Hulâsa
üç tane yurt vardır: Dünya
yurdu, berzah yurdu ve ebedi kalınacak
ahiret yurdu. Yüce
Allah herbir yurda ait özel hükümler
tesbit etmiştir. Bu insanı da beden
ve candan yaratmıştır. Dünya ahkâmı
bedenler ile alâkalıdır, ruhlar da bedenlere tabidir. Berzah ile ilgili hükümler
ruhlar üzerindedir, bedenler de onlara tabidir. Bedenlerin hasredilip,
insanların kabirlerinden kalkacağı gün
gelince, hüküm, nimetler ve azab hem ruhlar hem de bedenler hakkında
söz konusu olacaktır. işte
bu husus gerçek anlamda düşünülecek
olursa, o zaman kabrin cennet bahçelerinden
bir bahçe yahut cehennem çukurlarından
bir çukur olacağı gerçeğinin
akla uygunluğu ortaya çıkar ve bunun tartışılmaz
bir gerçek olduğu anlaşılır.
Böylelikle gayb'a iman eden mü'minler
ile böyle olmayanlar da birbirlerinden ayırt
edilir. Şunu
da bilmek gerekir ki, kabirdeki ateş ile
kabirdeki nimetler ne dünyadaki ateş
türündendir; ne de dünyanın
nimetleri türündendir. Yüce Allah onun toprağını,
üstündeki ve altındaki taşları,
dünyadaki kor ateşten çok
daha sıcak olacak hale gelinceye kadar kızdırır.
Ancak dünya ehlinden bir kimse elini ona değdirirse
hiç te bunu hissetmez. Bundan
daha hayret edilecek husus şudur:
iki kişi yanyana gömülmekle
birlikte, onlardan birisinin çukuru
cehennem çukurlarından bir çukur
olabilir, di-ğerininki de cennet bahçelerinden
bir bahçe olabilir. Ateş çukurunda
olan kimsenin ateşinin hararetinden komşusuna
hiçbir şey gitmediği gibi, ötekinin
de nimetlerinden yanında bulunana hiçbir
şey ulaşmaz. Elbetteki Yüce
Allah'ın kudreti bundan da daha geniştir
ve bundan da daha hayret vericidir Şu
kadar var ki nefisler bilgisini kuşatamadıkları
şeyleri yalanlama eğilimindedir.
Yüce Allah ise bu dünya
yurdunda kudretinin akıllara durgunluk veren öyle
şeylerini göstermiştir
ki; bunlar bu sözünü ettiğimiz hususlardan çok
ileri derecededir. Yüce Allah kullarının
bazılarına bunu göstermeyi dilediği
takdirde gösterir, başkalarına
da bunu göstermez, gayb olarak muhafaza eder. Şayet
Allah bütün kullara bunları gösterecek
olsa idi, elbetteki teklif ve gayb'a imanın
hikmeti ortadan kalkardı. İnsanlar
birbirlerini gömmeye kalkışmazlardı.
Nitekim, Sahih'de şöyle b uyuru l m aktadır:
"Eğer birbirinizi gömmemek
gibi bir durum söz konusu olmayacak olsaydı, ben Yüce
Allah'a sizlere kabir azabından
benim duyduklarımı sizlere duyurması için
dua edecektim."1 Hayvanlar
hakkında böyle bir hikmet
(birbirlerini gömmeme) kesin olarak ortada olduğundan
dolayı, hayvanlar bu sesleri işitir ve
bunu idrâk etmektedirler. "Ba's'a
{öldükten sonra dirilişe), Kıyamet
gününde amellerin karşılıklarının
verileceğine, arz'a, hisab'a, kitapların
(amel defterlerinin} okunmasına,
sevaba, cezaya, Sırat'a ve Mi-zan'a da iman ederiz." Meâd
(öldükten sonra diriliş) Kıtab'ın.
sünnetin, aklın ve
selim fıtratın delâlet ettiği
hususlardandır. Yüce Allah aziz Kitabında ona
dair haberler vermiş, bu hususta deliller
ortaya koymuştur. Kur'ân-ı
Kerîm, surelerinin bir çoğunda
onu inkâr edenlerin kanaatlerini reddetmiştir. Çünkü
peygamberler (hepsine salat ve selam olsun) âhirete
iman gereğini ittifakla bildirip tebliğ
etmişlerdir. Âlemlerin Rabbinin varlığını
kabul etmek Âdemoğullarında umumi bir özelliktir
ve bu fıtrîdir. Hepsi âlemlerin
Rabbini kabul eder. Firavun gibi inat edenler müstesna. Âhiret
gününe iman ise böyle değildir,
onu inkâr edenler pek çoktur.
Mu-hammed -sav- de peygamberlerin sonuncusu olduğundan
ve onun peygamber olarak gönderilmesi
ile Kıyametin kopması, şehadet
parmağı ile orta parmağın
biribirlerine yakınlığı gibi yakın oluşundan1Bk.
Buharı 4936, 5301, 6503: Müslim
295 ve o Haşir ve Mu-kaffi unvanlarına
sahip olduğundan dolayı, âhiret
ile ilgili olarak daha önceki peygamberlerden hiçbirisinin
kitabında bulunmayan türden
geniş açıklamalarda bulunmuştur. işte
bundan dolayı kimi felseie'ciler ve onlara yakın
bazıları Muhammed -sav-den başka
bedenlerin tekrar yaratılacağını
açıkça ifade eden olmadığı zannına
kapılmışlar ve bunu ahiretin bir çeşit
hayallendirme, canlandırma ve topluluğa
yapılan hitab kabilinden olduğu şeklindeki
görüşlerine delil göstermişlerdir. Kur'ân-ı
Kerîm ölüm halinde nefsin dönüşünü,
büyük Kıyamet esnasında da
bedenin dirilişini birden çok
yerde açıklamış bulunmaktadır.
Bunlar ise büyük Kıyameti ve bedenlerin yeniden dirilişini
inkar ederler ve onlardan kimisi şöyle
der: Bunu Muhammed -sav-den başka
hayal ve temsil yolu ile haber veren olmamıştır. Ancak
bu bir yalandır, büyük Kıyamet Âdem'den Nuh'a kadar
ibrahim'e, Musa'ya, isa'ya ve diğer
peygamberlere varıncaya kadar bütün
peygamberler tarafından bilinen ve
bildirilen bir husustur. Yüce
Allah, Adem'ın yeryüzüne
indirilişini haber verirken şöyle
buyurmaktadır: "Buyurdu ki: 'Kiminiz kiminize düşman
o/arak inin. Siz yeryüzünde
b/ﷺ süreye kadar yerleşip,
kalacak ve orada geçineceksiniz.
Orada yaşayacaksınız.
orada öleceksiniz. Yine oradan çıkarılacaksınız'
buyurdu." (ei-A'ral, 7/24-25) Lanet
olasıca iblis de şöyle
demişti: "Rabbim, o halde tekrar diriltilecek/e-n güne
kadar bana mühlet
ver. Buyurdu ki: 'O halde sen kendisine mühlet
verilenlerdensin. O belli zamanın
gününe
kadar." (Şad,
33/79-81) Nuh
-Aieyhısselam- da şöyle
demişti: "Ve Allah sizi yerden bir bitki gibi bitirmiştir.
Sonra sizi yine oraya iade edecek ve sizi bir defa daha çıkaracaktır."
(Nuh, 71/17-ieı ibrahim
-Aleyhısselam- da şöyle
demişti: "Kıyamet gününde
bana günahımı
bağışlamasını
ümit ettiğim
de O'dur..." (eş-Şvara.
26/82) Yine o şöyle demişti:
"Rabbimiz hesabın ayağa
kalkacağı gün
beni, ana-babamı ve bütün
iman edenleri bağışla."
(ibrahim, i4/4i)Y\ne şöyle
demişti: "Rabbim, ölüleri
nasıl dirilttiğini
bana göster..."(el-Bakara, 2/260) Musa
-Aleyh/sselam-a gelince, Yüce
Allah kendisine seslendiğinde şöyle
buyurmuştu: "Muhakkak Kıyamet
saati gelecektir. Her nefis yaptığının
karşılığını
görsün
diye vaktini gizli tutarım. Ona
iman etmeyen ve hevâsına
uyan kimse ondan seni alıkoymasın.
O takdirde helak olursun." (Tâhâ,
2o/i5-i6) Hatta
Firavun hanedanından olup iman eden kişi de öldükten
sonra dirilişi biliyordu. O, Musa -Aieyhisseiam-a iman etmişti.
Yüce Allah bize onun şu sözleri
söylediğini nakletmektedir: "Ey
kavmim! Muhakkak ben sizin için bağtrışıp
çağı-nşma
gününden
korkarım. O günde
arkanızı
dönüp
gideceksiniz ve sizi Allah'a karşı
koruyacak kimseniz olmayacaktır. Allah'ın
saptırdığını
doğru yola iletecek kimse bulunmaz."
fel-Mu'min, 40/32-33) O bu şekilde
sözlerini sürdürmüş
ve nihayet: "Ey kavmimi Bu dünya
hayatı ancak bir geçimliktir.
Âhiret ise doğrusu
asıl kalınacak
yurdun ta kendisidir." lei-Mu'min, 40/39;
diyecek noktaya kadar gelmişti
Nihayet Yüce Allah'da: "Firavun hanedanını
azabın en şiddetlisine
sokun (denilecek)" (ei-Mu'min, 40/46) diye
buyurmuştur. Musa -Aieyhisseiam- da şöyle
demişti: "Bize hem bu dünyada,
hem de âhirette iyilik yaz. Çünkü
biz, Sana döndük,"
(ei-A'ıai, 7/156) Yüce
Allah (sureye adını veren) İnek (Bakara) kıssasında
bize şunu haber vermektedir: "O sebeble: 'Onun bir parçasıyla
ona vurun' dedik. İşte
Allah ölüleri
böyle diriltir.-Akledersiniz diye size âyetlerini
gösterir." (ei-Bakara, 2/73) Yüce
Allah Kur'ân-ı Kerîmin bir çok âyet-i
kerîmesinde rasûlleri müjdeie-yiciler
ve uyarıcılar olmak üzere gönderdiğini
haber verdiği gibi, cehennem ehli hakkında
cehennem bekçilerinin kendilerine şöyle
diyeceklerini de bildirmektedir: "Size aranızdan
Rabbinizin âyetlerini
üzerinize okuyan ve bugününüze
kavuşmakla sizi korkutan peygamberler gelmedi mı?
Onlar: 'Evet' diyecekler. 'Fakat azab sözü
kâfirler aleyhine hak olmuştur.'"
(ez-zomer, 39/71) işte
bu cehenneme girecek kâfirlerin bazılarının,
rasûllerin bugünleri ile karşılacakları
hususunda kendilerini uyardıklarına
dair bir itiraftır. Kısacası bütün
rasûller son peygamberin uyarıp
korkuttuğu şekilde'günahkarların
dünya ve âhirette görecekleri
cezalan bildirip korkutmuşlardır.
Va'd ve vâid'in (tehdidin) söz
konusu edildiği Kur'ân-ı
Kerîm'in bütün
surelerinde bu husus böylece dünyada
da, âhirette de söz
konusu edilmektedir. Yüce
Allah peygamberine kendi zatı adına
öldükten sonra dirilişin gerçekleşeceğine
dair yemin etmesini emrederek şöyle buyurmaktadır:
"Kâfirler: 'Sa'at (Kıyamet)
bize gelmeyecek' dediler. De ki: 'Hayır,
gaybı bilen Rabbim hakkı
için elbette o size gelecektir.'"
(Sebe', 34/3); "O gerçek
midir? diye senden haber almak isterler. De ki: 'Evet, Rabbim hakkı
için o elbette haktır
ve siz Allah'ı âciz
bırakacak değilsiniz.'"
(Yunus, 10/53); "ö kâfir
olanlar öldükten
sonra as/a dirilîilmeyeceklerini
iddia ettiler. De ki: 'Hayır,
Rabbim hakkı için
e/bette diriltileceksiniz. Sonra da işlediğiniz
mut/aka size haber verilecektir. Hem bu Allah'a göre
pek kolaydır.'" (et-Teğâbun.
64/7) Yüce
Allah kıyametin yakın olduğunu
da haber vererek şöyle buyurmaktadır: "O
saat (Kıyamet) yaklaştı
ve ay yarıldı."
(ei-Kamer, 54/1); "İnsanların
hesaba çekilecekleri vakit yaklaştı.
Onlar ise gaflet içerisinde
yüz çeviricidirler."
(el-£nbi-ya, 21/1); "isteyen biri inecek
azabı istedi o kâfirler
içindi'. Onu önleyebilecek
yoktur." (ei-Mearic, 70/1-2) ve daha sonra da şöyle
buyurmaktadır: "Çünkü
onlar, onu (azabı) uzak
gördüler.
Biz ise onu yakın görürüz."
(ei-Mearic, 70/6-7) Yüce
Allah öldükten sonra dirilişi inkâr
edenleri kınayarak şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a kavuşmayı
yalanlamış bulunanlar hem en büyük
zarara uğramışlardır,
hem de doğru yolu bulamamışlardır."
(Yunus, 10/45); "Bilin ki o saat hakkında
tartışanlar elbette (Haktan) uzak bir sapıklık
içindedirler." (eş-Şura,
42/18); "Halbuki âhirete
dair bilgileri ardarda (kendilerine) ulaştırılmıştır.
Onlar ise ondan yana şüphe içindedir/er.
Hatta onlar ona karşı kördürler."
(en-Neml. 27/66); "Onlar var güçleriyle:
'Ölecek kimseyi Al/ah diriltmez' diye Allah'a
yemin ettiler. Hayır öyle
değil, bu O'nun gerçekleştirmeyi
üzerine aldığı
hak bir vaaddir... inkar edenler de kendilerinin gerçekten
yalancı kimseler olduklarını
bilsinler diye." (en-Nahi, 16/39); "Elbette Kıyamet
mutlaka gelecektir. Bunda hiç şüphe
yoktur Sakat insanların çoğu
iman etmezler." (ei-Mu'min, 40/59); "Biz
onları Kıyamet
günü
körler, dilsizler ve sağırlar
olarak yüzü
koyun hasredeceğiz,
varacakları yer cehennemdir. Alevi yavaşladıkça
Biz onlara alevini arttırırız.
Bu onların cezasıdır,
çünkü
onlar âyetlerimizi inkar ettiler ve: 'Bir yığın
kemik ve ufalanmış toprak
olunca mı sahi biz mi yeniden yaratılıp
diriltileceğiz?'
dediler. Onlar gökleri
ve yeri yaratmış olan
Allah'ın kendilerinin benzerini yaratmaya kadir
olduğunu görmediler
mi? Hem onlar için bir
ecel tayin ettik ki onda hiçbir şüphe
yoktur. Faka! zalimler küfürde
kalmaktan başkasında
ayak diretmediler.' (et-isra, 17/97-99); "Ve
dedi/er ki: 'Bir yığın kemik
ve ufalanmış toprak olduğumuz
zaman mı, biz mı
yeniden yaratılıp,
diriltileceğiz?' De
ki: 'Taş veya demir olun yahut gönlünüzce
büyük
kabul ettiğiniz herhangi bir yaratık.'
'Bizi kim diriltecek?' diyecekler. Hemen deki: 'İlk
defa sizi yoktan yaratmış olan.'
Sana kafalarını
sallayacaklar ve: 'O ne vakit olacaktır'
diyecekler. De ki: 'Yakın olması
umulur.' Sizi çağıracağı
gün O'na hamdederek çağrısına
uyup geleceksiniz ve ancak pek az b:' süre
kaldığınızı
zannedeceksiniz." (ei-isra. 17/49-52) Yüce
Allah'ın: "Kendi yaratılışını
unutarak bize bir misal getirip dedi ki-'Çürümüş
haldeki kemikleri kim diriltecek?'" (Yasin. 36/78) buyruğundan
itibaren surenin sonuna kadar devam eden buyruklar da bu kabildendir. Şayet
insanların en bilgilisi, en fasihi ve en güçlü
anlatıma sahip olanları bu
delilden daha güzel yahut buna benzer bir delili veciz oluşları
ve delillerin ortaya konulup sağlıklı
ve yerinde oluşları bakımından benzer lafızlarla
böyle bir şeyi ifadeye kalkışacak
olursa, elbetteki buna güç
yetiremezdi. Yüce
Allah bu husustaki delilin başına bir
cevap gerektirecek şekilde, inkarcı
birisinin sorduğu bir soruyu sözkonusu
etmiştir. Yüce Allah'ın:
"Kendi yaratılışını
unutarak" ifadesinde zaten yeterli cevap vardır,
gerekli delil ortaya konulmuştur. Eğer
Yüce Allah delili pekiştirmek
ve daha bir açıklamak murad etmemiş olsaydı,
bu bile şüpheyi izale etmek için
yeterli olurdu. O
bakımdan Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: " De ki: "Onları ilk
defa yaratan kim ise onları dirıltecektir."
Böylelikle ilk yaratmayı tekrar
yaratmaya, birinci var etmeyi ikinci var edişe
delil göstermiştir. Çünkü
aklı başında olan herkes şunu
kesinlikle bilir ki: Bunlardan birisine güç
vetiren, ötekine de güç
yetirebilir. Eğer ikincisini meydana getirmekten aciz ise, birincisini (yoktan
var etmeyi) gerçekleştirmekteki aczi çok daha
ileri derecede olmalıydı.
Böylece yoktan yaratma, yaratıcının
yarattığına muktedir olmasını
da gerektirmezdi, tvlahlukatı ile
ilgili etraflı bilgi sahibi olmasını
icab ettirmezdi, işte bundan dolayı
Yüce Allah: "O her türlü
yaratmayı en iyi bilendir."(Yasin, 36/79) diye
buyurmaktadır. O
ilk yaratmanın her türlü
tafsilatını ve cüz'iyatını,
maddelerini ve suretini bildiği gibi,
ikincisini de bu şekilde etraflı olarak
bilir. O'nun ilmi tam, kudreti kamil olduğuna
göre çürümüş halleri ile kemikleri diriltmek, O'nun için
imkansız olabilir mi? Daha
sonra Yüce Allah karşı
konulamaz bir delil ve apaçık bir
belge ile du- rumu
daha da pekiştirmektedir. Bu da bir başka
inkarcının soru ve cevabını
ihtiva etmektedir: Kemikler çürüdükleri
takdirde kuru ve soğuk tabiatına
geri dönerler. Hayatın
maddesi ve hayatı taşıyan varlığın tabiatı
ise öldükten sonra dirilişe delil
teşkil edecek şekilde
sıcak ve nemli olmasını
gerektirmektedir, işte bu ifadede aynı
anda hem delil, hem de cevab bulunmakta ve şöyle
buyurmaktadır: "O sizin için
yeşil ağaçtan,
ateş çıkarandır.
Hemen ondan ateş yakıyorsunuz
' (Yasin. 36/80) Yüce
Allah nemlilik ve soğukluk ile dolup taşan
yeşil ağaçtan, son derece sıcak ve
kuru olan bu unsuru çıkartmış
olduğunu haber vermektedir. Bir şeyi
onun zıttı özelliklere sahip olan bir başka şeyden
çıkartan, bütün
yaratıkların madde ve unsurlarıyla
kendisine itaat ettiği ve asla karşı
koyamadığı zat kim ise, şu
inkarcının kabul edemediği çürümüş
kemikleri diriltecek olandır. Daha
sonra Yüce Allah bunu daha büyük
ve daha değerli olan bir şeyin
daha kolay ve daha küçük olana delâleti
yöntemini kullanarak pekiştirmektedir.
Akıl sahibi herkes şunu
bilir ki: Büyük ve üstün
olana güç yetiren bir zat, ondan çok daha
aşağılarda olan bir şeye
daha bir muktedirdir. Bir kantar ağırlığı
taşıyabilen bir kimse, bir okkayı çok
daha kolaylıkla taşıma gücüne
sahip demektir. işte bu maksatla Yüce
Allah şöyle buyurmakladır: "Gökleri
ve yeri yaratan onlar gibisini yaratmaya kadir değil
midir?' (Yasin, 36/81) Böylelikle
Yüce Allah, üstünlük
ve büyüklüklerine, cisimlerinin azametine, genişliklerine,
yaratılışlarındaki akıllara durgunluk veren
niteliklerine rağmen, gökleri ve yeri yoktan var
edenin, çürümüş olan kemikleri diriltip eski haline geri döndürmeye
çok daha ileri çapta
muktedir olduğunu haber vermektedir. Nitekim Yüce
Allah bir başka yerde de şöyle
buyurmaktadır: "Göklerle
yerin yaratılması
andûlsun ki insanların
yaratılışından
daha büyüktür.
Fakat insanların çoğu
bilmezler.' (et-Mu'min, 40/57} Bir başka
yerde de şöyle buyurmaktadır: "Peki
göklerle yeri yaratmış
ve onları yaratmaktan dolayı
yorulmamış olan Allah'ın
ölüleri
diriltmeye de kadir olduğunu görmezler
mi?" lei-Ankat, 46/33) Daha
sonra Yüce Allah bu hususu daha bir pekiştirmekte
ve bir başka şekilde de açıklamaktadır.
O da şudur: Yüce Allah'ın
fiili; bir takım araçlarla, bir takım
külfetlerle, yorgunluk ve meşakkatlere
maruz kalarak iş yapabilen ve o fiili tek başına ve
bağımsız olarak yapma imkanı
bulunamayan varlığın fiiline benzemez. Böyle bir
varlığın mutlaka bir takım
aletlere ve yardımcılara ihtiyacı vardır.
Halbuki Yüce Allah'ın dilediğini
yaratması ve meydana getirmesi için
bizatihi o işi irade etmesi ve meydana gelecek olan varlığa
da "ol" demesi yeterlidir. O derhal O'nun dileyip, irade ettiği
şekilde var olur. Daha
sonra Yüce Allah bu delili herşeyin
mutlak egemenliğinin elinde bulunduğunu ve
fiiliyle, emriyle dilediği gibi
tasarrufta bulunduğunu haber vererek: "Yalnız
O'na döndürüleceksiniz."(Yasin,
36/83} buyurarak, sona erdirmektedir. Yüce
Allah'ın şu buyruğu da bu kabildendir: "Yoksa
insan başıboş
bırakılacağını
mı sanır?
O dökülen
meniden bir dam/a değil
miydi? Sonra o bir sülük
gibi yapışan kan pıhtısı
olmuş, sonra (Allah onu) yaratmış,
düzenlemiştir.
Ondan erkek ve dişi iki sınıf
yaratmıştır.
Bunları yapanın
ölüleri
diriltmeye gücü
yetmez mi?" (el-Kıyame,
75/36-40} Böylelikle
Yüce Allah insanı emir
ve nehy vermeksizin, yaptıkları
karşılığında mükafai ve ceza söz
konusu olmaksızın ihmal edilmiş bırakmayacağını,
hikmet ve kudretinin bunu asla kabil olmadığını
belirterek Kıyamete delil göstermektedir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Acaba siz, Bizim sizi boşuna
yarattığımızı
ve sizin Bize gerçekten döndürülmeyeceğinizi
mi zannetti-niz?"(el-Mu'minun, 23/115) Surenin
sonuna kadar bu gerçeği
ifade etmektedir. Şüphesiz
ki insanı nutfeden, sülük
gibi yapışan bir kan damlacığına, sonra
bir çiğnem ete dönüştüren,
daha sonra ona gözler ve kulaklar var edip ona duyu organlarını,
güç ve kabiliyetlerini, kemikleri ve çeşitli
menfaat araçlarını yerleştiren, güç
ve kuvvetini teşkil eden sinirleri ve lifleri koyan, hilkatini son derece sağlam
ve muhkem kılıp en mükemmel olan bu suret ve
bu sekliyle onu dünyaya çıkartan, nasıl
olur da onu ikinci bir defa yaratıp var
etmekten aciz olabilir? Yahut O'nun hikme! ve inayeti, onu başıboş
bırakıp terketmesini nasıl gerektirebilir?
Elbetîeki bu O'nun hikmetine yakışmaz ve
O'nun kudreti böyle bir şeyi gerçekleştirmekten
de acze düşmez. Şimdi
ondan daha vecizi asla mümkün
olmayan son derece veciz sözler-
-le bu akılları hayrete düşüren demlendirmeye, daha
açığı asla düşürülemeyen
fevkalâde açıklamaya ve hiçbir şekilde
daha yakın bir örnek düşünülemeyecek
şekilde bu örneğin
son derece yakın bir yerden verilmiş olmasına
gerçekten dikkat etmek gerekir. Kur'ân-ı
Kerîm'de bu tür delillendirme pek çoktur.
Mesela Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ey insanlar! Eğer öldükten
sonra d iri itilmekten yana şüpheniz
varsa muhakkak Biz sizi topraktan yarattık.
Sonra nutfeden... onda hiç şüphe
yoktur ve Allah muhakkak kabirdekileri dirıltecektır."
(ei-Hac, 22/5-7); "Andolsun ki Biz insanı
süzülmüş
bir çamurdan yarattık...
sonra da şüphesiz ki sizler Kıyamet
gününde
elbette diriltileceksiniz." (ei-Mu'minun, 23/12-16} Yüce
Allah ayrıca Ashab-ı Kehf kıssasını,
onları güneş hesabıyla üçyüz
yıl, kamerî sene hesabıyla
üçyüzdokuz yıl nasıl
ölü olarak bıraktığını
söz konusu etmektedir. Bu kıssada
da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Böylece bulunmalarını
sağladık
ki Allah'ın (insanları
dirilteceğine dair) va'dınin
gerçek olduğunu ve
Kıyametin kopacağında
asla şüphe bulunmadığını
bilsinler" (el-Kehf, 13/21) Selefin
ve akıl sahibi kimselerin büyük
çoğunluğunun kabul ettiğine göre,
cisimler bir halden bir hale dönüşmektedir.
Toprağa dönüştükten sonra Yüce
Allah onu yeni bir şekilde yaratmaktadır.
Nitekim o, ilk yaratılışında
da yeni bir yaratılışa bürünmüştü. Önce o bir nutfe idi, sonra bir kan pıhtısı
oldu, sonra bir çiğnemlik et, sonra et ve kemik oldu. Sonra mükemmel
ve gayet muntazam bir hilkat halinde onu yarattı,
işte sonradan tekrar yaratmak da böyledir. Yüce
Allah, "acbu'z-zeneb" denilen kuyruk sokumu müstesna
tamamıyla çürüdükten sonra tekrar onu yaratacaktır.
Nitekim Sahih(-i Buharî)de sabit olduğuna
göre Peygamber -sav- şöyle
buyurmuştur: "Bütün
Ademoğlu çürür. acbu'z-zeneb müstesna.
Ademoğlu ondan yaratılmıştır
ve terkibi ondan yapılacaktır."1Burıârl
4814, 4935: Müslim 2955. O
halde iki yaratış aynı cinsin iki türüdür.
Bir bakıma birbirleriyle uyum arze-derler ve birbirlerine benzerler. Bir
diğer açıdan ise birbirlerinden ayrı ve
farklıdırlar. Meâd (yeniden yaratma)
ilkin aynısıdır. Tekrar yaratmanın
gerekleri ile ilk yaratmanın
gerekleri arasında fark olsa bile bu böyledir.
(Çürümeden) geriye kalan acbu'z-zeneb'dir. Bedenin diğer
bölümleri ise şekil değiştirir
ve dönüştüğü ilk maddeden tekrar yaratılır. Bilindiği
gibi birisi küçük bir kimseyi görse,
sonra da onu yaşlanmış haliyle görse bu
gördüğü kişinin önceden çocuk
olarak gördüğü kişi ile aynı şahıs
olduğunu bilir. Halbuki her zaman bir halden bir hale geçmiş
bir varlıktır. Diğer canlılar
ve bitkilerde de durum böyledir.
Bir kişi küçük bir fidanı görse,
sonra onu büyümüş haliyle görse bu odur der. Halbuki
ikinci yaratmanın nitelikleri bu yaratmanın
nitelikleri ile aynı değildir.
O bakımdan değişmeye
uğrayanlar sadece niteliklerdir, denilemez. Bilhassa
cennet ehli cennete -Buharî ve Müslim
ile diğer hadis kitaplarında
sabit olduğu üzere- Âdem'in sureti üzere
altmış arşın boyunda gireceklerdir. Eninin yedi arşın
olacağı da rivayet edilmiştir. İşte
bu, çeşitli değiştirici
etkenlere maruz olmayacak kalıcı
bir yaratılış olacaktır. Dünyadaki
bu yaratılış ise bozulan ve çeşitli
olumsuz etkenlere (afetlere) maruz bir yaratmadır. Tahâvî'nin
-Allah ona rahmet etsin-: "Kıyamet gününde
amellerin karşılıklarının görüleceğine,.." şeklindeki
ifadesine gelince; Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "(O) din gününün
mâlikidir." (el-Fatiha, 24/3)\ "O gün
de Allah onlara hak ettikleri cezalarını
bütünüyle
verecektir ve Allah'ın apaçık
hakkın ta kendisi olduğunu
da bileceklerdir.' (en-Nur, 24/25) Din,
ceza (karşılık) demektir. Mesela "sen nasıl
tedeyyün edersen, sana da öylece
diyanet olunur," denilirken sen nasıl karşılık
verirsen, sana da öylece karşılık
verilir, demektir. Yüce
Allah: "Yaptık/arına
ceza (karşılık)
olmak üzere..." (es-Secde. 32/17, et-Ahkaf,
46/14. ei-Vakıa,
56/24); "Bu (amellerine) uygun bir karşılıktır."
(en-Nebe: 73/26); 'iyilik/e gelene bunun on misi: vardır.
Bir günah ile gelen de ancak onun misliyle
cezalandırılır.
Onlara zulmedilmez." (ei-En'âm,
6/160); "Kim iyilikle gelirse ona, ondan hayırlısı
vardır. Hem onlar o günde
dehşetli bir korkudan yana güvenlik
içindedirler. Kim de kötülükle
gelirse, yüzleri üzere
ateşe dökülürler.
İşlediğinizden
başkası
ile mi cezalandırılırsınız
ki?' (denilir.)" (neml, 27/89-90); "Kim iyilikle gelirse, onun için
ondan hayırlısı
vardır. Kim de kötülükle
gelirse, kötülükleri
işleyenlere ancak yaptıklarının
karşılığı
verilir." (ei-Kasas. 28/84) ve buna benzer bir çok
buyrukta bu anlam ifade etmektedir. Peygamber
-sav- de Aziz ve Celil olan Rabbinden şu
rivayette bulunduğunu Ebu Zerr el-Gıfarî
-Raûıyaiiahu anh- naklettiği
hadisinde bize şöylece bildirmekledir: "Ey kullarım!
Bunlar ancak (Sizin karşılığını
göreceğiniz) amellerinizdir. Ben onları
sizin için tesbit ediyorum, sonra da onların
karşılıklarını size eksiksiz olarak vereceğim.
Kirn bir hayır bulursa, bundan dolayı
Allah'a hamdetsin. Kim başka bir şey
bulursa, kendisinden başka kimseyi kınamasın.'1Müslim
2577 Yüce
Allah'ın izniyle biraz sonra buna dair daha geniş
açıklamalar gelecektir. Arz
ve Hesab Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: 'İşte
o günde olan (vakıa)
o/muştur. Gök
yarılmış
ve o günde o gevşemiş
olacaktır. Melek de onun çevresinde
olacsk. o günde üstlerinde
bulunan sekiz (melek) Rabbinin Arşını
yüklenir. O günde
-hiçbir şeyiniz
gizli kalmaksızın-
arzolunursunuz." (ei-Hakka, 69/15-18) ve
surenin sonuna kadar. "Ey
insan! Gerçekten sen Rabbine doğru
durmadan çalış/p,
çabalayacaksın.
Sonunda O'na kavuşacaksın.
Kiîab'ı
sağ eline verilecek kimseye gelince, o kolay
bir hesab ile hesaba çekilecek
ve o ailesine sevinçli dönecektir.
Kitabı arkasından
(sol eline) verilecek kimseye gelince, o hemen ölümü
çağıracaktır
ve alevli ateşi
boylayacaktır. Çünkü
o ailesi arasında şımarıktı,
çünkü
o asla dönmeyeceğinî
sanmıştı.
Hayır, şüphe
yok ki Rabbi onu çok iyi
görendi.'(et-inşikak,
84/6-15) "Saf
halinde Rabbine arzedilecekler. 'Andolsun ki ilk kez sizi nasıl
yaratmış idiysek, öylece
Bize geldiniz.'" (ei-Kehf, 18/48)', "Kitab
konulmuş olacak günahkârları
onun içindekilerinden korkuya kapılmış
göreceksin. Vay bizim halimize; bu kitaba ne
olmuş. Küçük
büyük
hiçbir şey
bırakmayıp,
sayıp dökmüş'
diyecekler. Onlar işlediklerini
de hazır bulacaklardır.
Rabbin kimseye zulmetmez."(ei-Kehf. 18/49); "O
gün yer başka
bir yerle değiştirilecektir,
gökier de. (insanlar da) bir olan, kahhâr
olan Allah'ın
huzurunda toplanacaklardır..."
ibrahim, u/48) itibaren surenin sonuna kadar. "ö
dereceleri yükseltendir,
arşın sahibidir... Şüphesiz
Allah hesabı çok
çabuk görendir."
(ei-Mu'mın, 40/15-17) "Bir
de Allah'a döndürüleceğiniz
bir günden korkun. Sonra herkese kazandığı
eksiksiz verilecek ve onlara zulmedilmeyecektır."
(ei-Bakara, 2/231) Buharî,
-Allah'ın rahmeti üıerine
o/sun- Sahih'inde kaydettiği
rivayete göre Âişe -ra-, Peygamber -sav-in şöyle
buyurduğunu nakletmektedir: "Kıyamet gününde
hesaba çekilen kişi mutlaka helak olur.'
Ben: Ey Allah'ın Rasûlü!
dedim. Yüce Allah: "Kitabı
sağ eline verilecek kimseye gelince, o kolay
bir hesab ile hesaba çekilecek"
(ei-înşikak.
84/7-8) diye buyurmuyor mu? Rasûlullah -sav-
şöyle buyurdu: "O arz'da olacaktır.
Yoksa Kıyamet gününde
inceden inceye hesaba çekilen bir kimse mutlaka
azaplandırılır."'1 Bunarİ 103,
4939, 6536, 6537; Müslim 6876 Yani
eğer Yüce Allah kullarını
hesaba çektiğinde, inceden inceye onları hesaba çekecek
olursa, mutlaka onları azaplandırır
ve bu durumda da onlara zulmetmiş olmaz.
Ancak Yüce Allah affedip bağışlar, ileride
Yüce Allah'ın izniyle buna dair
daha geniş açıklamalar da gelecektir. Yine
Sahih(-i Buharî)de, Peygamber –sav- Şöyle
buyurduğu kaydedilmektedir: "Şüphesiz
Kıyamet gününde
insanlar baygın düşeceklerdir, ilk ayılacak
kişi ben olacağım.
Musa'nın Arş'ın bir bacağını
yakalamış olduğunu göreceğim.
Bilemiyorum, acaba benden önce mi
kendisine gelmiş olacak, yoksa Tur günü
baygın düşmesinin karşılığını
mı ona verilmiş
olacak?'" Bunarİ 103, 4939, 6536, 6537;
Müslim 6876 işte
bu. Yüce Allah insanlar arasında hüküm
verip ayırdetmek üzere geleceği,
yeryüzü onun nuru ile aydınlanacağı
vakit, Kıyametin mevkıf'inde
(durulan yerde) ki baygınlıktır.
O vakit bütün mahlukat baygın düşecektir. Şayet hadis-i şerifte
geçen: 'Kıyamet gününde
bütün insanlar baygın düşeceklerdir.
Üzerinden yerin ilk yarılacağı
kişi ben olacağım.
Musa'nın Arş'ın bir bacağını
yakalamış olduğunu göreceğim."1Buhârî
2412, 3298. 4238, 6916, 6917, 7427; Müslim
2374. hadisi hakkında ne dersiniz? diye sorulacak olursa, şu
şekilde cevap veririz: Şüphesiz
bu lafız böylece varid olmuştur, işte
izah edilmesi gereken mesele de bu lafızın
böyle oluşundan ötürüdür.
Ancak ravi bu lafzı naklederken bazı
hadislerin ifadelerini diğerine
karıştırmıştır. Böylelikle o, iki hadisin lafzını
bir araya getirmiş
olmaktadır. O bakımdan bu iki hadis de bu şekilde
gelmiştir. Hadislerden birisi şu şekildedir:
"Kıyamet gününde
insanlar baygın düşerler, ilk ayılan kişi
ben olurum." Az Önce geçtiği
gibi. İkinci hadis de şu şekildedir:
"Kıyamet gününde
arzın üzerinden yarılacağı
ilk kişi ben olacağım."
Ravi bu hadisin lafızlarını
diğerine karıştırmıştır.
Buna dikkat çekenlerden birisi de Ebu'l-Hac-cac e!-Mizzî'dir.
Ondan sonra da eş-Şeyh Şemsu'd-Din İbnu'l-Kayyim
ile hocamız imadu'd-Din ibn Kesir de buna dikkat çekmişlerdir.
Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun. Aynı
şekilde kimi ravi de bu hususta tereddüte
düşüp şöyle demişlerdir:
"Bilemiyorum, benden önce mi
ayılmış olacak yoksa Yüce
Allah'ın istisna ettiği
kimselerden mi? olacak." Ancak sahih rivayetlerin ittifakla kaydettikleri
mahfuz şekil birincisidir. Sahih olan mana da odur Çünkü
Kıyamet gününde
baygın düşmek, Yüce Allah'ın
kullar arasında hüküm
vermek üzere geleceği
vakit, kullarına tecelli etmesi dolayısıyla
olacaktır. Musa -as- da eğer
onlarla birlikte baygın düşmeyecekse,
o takdirde yüce Rabbinin dağa
tecelli edip dağt darmadağın ettiği
esnadaki baygınlığının karşılığı
ona verilmiş olacaktır. Böylece
o tecellinin baygınlığı Kıyamet gününde
Rabbin tecellisi dolayısıyla
bütün yaratıkların
baygın düşecekleri baygınlığın
bedeli olmuştur, işte bu önemli
hususu dikkatle düşünmeli ve bunu gözden
uzak tutmamalıyız. imam
Ahmed, Tirmizî, Ebu Bekr b. Ebi'd-Dünya,
el-Hasen'den şöyle dediğini rivayet
etmektedirler: Ebu Musa el-Eşarî'yi
şöyle derken dinledim: Rasûlullah -sav-
buyurdu ki: 'Kıyamet gününde
insanlar üç defa ar-zed ileceklere! i ﷺ. İki
arz tartışma ve mazeret belirtme arzıdır.
Diğer arzda ise amel defterleri (sahiplerini bulmak üzere)
uçuşacaklardır. Kitabı
sağ tarafından verilen kolay bir şekilde
hesaba çekilecek ve cennete girecektir. Kitabı
sol tarafından verilen de cehenneme girecektir."2Tirmizî
2427; İbn Mâce 4277; Müsned, IV, 414. Sırat Tahavî'nin
- - "Sırat'a" ifadesi Sırata
da iman ederiz, demektir. Sırat
cehennem üzerindeki bir köprüdür,
insanların hesab için duracakları
yer olan Mevkıf'den ayrılacak olduktan sonra Sırai'm
önündeki bir karanlığa ulaşacaklardır. Nitekim
Âişe -ra- böyle
demiştir: Rasûlullah -sav- şöyle
soruldu: Yer başka bir yere ve semavat ta başka
semalara dönüştürüleceği vakit insanlar nerede olacaklardır?
O: 'Köprünün berisinde, bir karanlığın içerisinde
olacaklar" diye buyurmuştur.1
Müslim 315. İşte
münafıkların mü'minler-den ayrılacakları
ve geride kalarak mü'rninlerin önlerine
geçecekleri, aralarına münafıkların,
mü'minlerin yanına ulaşmalarını
engelleyecek bir sur çekilip engel olunacağı
yer burasıdır. Beyhakî
senedini kaydederek, Mesruk'dan, o Abdullah {b. Mes'ud)dan şöyle
dediğini rivayet etmektedir: 'Kıyamet gününde
Allah insanları bir arada toplar... Amelleri rniktarınca
herbirisine nur'u verilir Kimisine nur'u önündeki
bir dağ gibi verilir. Kimisine nur'un bundan daha fazlasıyla
verilir. Kimisine de nur'u sağ tarafındaki
bir hurma ağacı gibi verilir. Kimisine de yine sağ
tarafında ama bundan daha aşağı
şekilde verilir. Nihayet en sonuncu kişiye
nur'u ayağının başparmağı üzerinde
verilir. Kimi zaman aydınlatır,
kimi zaman da söndürülür. Aydınlattığı
vakit ayağını öne doğru atar, söndürüldüğünde
olduğu yerde kalır. Bu
kimse ve diğerleri Sırat'ın
üzerinden geçerler.
Sırat ise kılıcın
keskin tarafı gibidir, oldukça
kaygandır. Onlara nur'larınız
rniktarınca yol alınız,
denilir. Kimisi yıldızın akması gibi hızlıca
gider, kimisi rüzgar gibi geçer.
Kimisi göz açıp kapamak gibi geçer, kimisi
hızlı deve gibi geçer ve hızlıca
koşar. Kısacası
amelleri rniktarınca yol alırlar. Nihayet nur'u ayağının
başparmağı üzerinde
olan kişi de bir eli çekilir,
bir eli bir tarafa yapışır. Bir ayağı
çekilir, bir ayağı bir
yere takılır. Sağı, solu cehennem ateşine
değer. Nihayet hepsi (Sırat'ı
geçip) kurtulurlar. Kurtuldukları
vakit: Bize seni gösterdikten sonra, bizi
senden kurtaran Allah'a hamdederiz. Allah bizlere kimseye vermediğini
vermiştir, derler "2 el-Haysemî,
Mecmau'z-Zevâıd, X, 340-343 "Cehenneme
Uğrama"nm Anlamı Yüce
Allah'ın; 'Şüphe yok
ki aranızda oraya uğramayacak
hiç kimse yoktur." (Meryem, t9/7i) buyruğu
hakkında sözü
edilen "cehenneme uğrayış'dan
ne kastedildiği hususunda tefsir alimlerinin farklı
görüşleri vardır. Daha güçlü
ve daha açık anlaşılan görüş
bunun Sırat'in üzerinden geçiş
olduğudur. Çünkü
Yüce Allah: "Bundan sonra takva sahiplerini kurtarırız,
zalimleri ise orada diz/eri üzerine çökmüş
olarak terkeöeriz."
(Meryem, 19/72) diye buyurmaktadır. Sahih(-i
Müslim)deki rivayete göre de
Peygamber -Saiisiishu aleyhi veseiiem-şöyle
buyurmuştur: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki ağacın
altında bey'at eden hiçbir
kirnse asla cehenneme girmeyecektir." Hafsa -Hadıyaiiahu
anh- dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü!
dedim, Yüce Allah: "Şüphe
yok ki aranızda
oraya uğramayacak hiç
kimse yoktur." diye buyurmuyor mu? O da şöyle
buyurdu: "Peki onun: "Bundan sonra takva sahiplerini kurtarırız,
zalimleri ise oradan dizleri üzerine çökmüş
olarak terkeöeriz.'(Meryem,
19/72) diye buyurduğunu da
duymadın mı?"1 Böylece
Peygamber -Saiiaitahu aleyhi veseilem- cehenneme uğramanın,
cehenneme girmeği gerektirmediğine işaret
etmiş olmaktadır. Aynı
şekilde şer'-den kurtulmanın
önce o şerrin husule gelmesi
gerektirmediğini, aksine onun sebebinin gerçekleşmiş
olmasını gerektirdiğini
belirtmektedir. Bir
kimseyi öldürmek üzere düşmanın
takip edip de buna imkan bulamamaları
halinde: Allah onu onlardan kurtardı,
denilir. Bundan dolayı Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Emrimiz
gelince Hud'u da... kurtuluşa
erdirdik." (Hud, Ti/58); "Emrimiz gelince Salih'i... kurtardık."
(Hud. n/66); "Emrimiz gelince Şu-ayb'ı...
kurtardık."(Hud, n/94) Halbuki
azab onlara isabet etmemişti.
Ancak azab başkalarına isabet etmişti.
Yüce Allah'ın kendilerine özellikle
lütfetmiş olduğu
kurtuluş sebebleri olmasaydı,
elbette kavimlerine isabet eden azab kendilerine de isabet edecekti. işte
ateşe uğrayacakların durumu da böyledir.
Onlar Sırat'ın üzerinde ateşin üst
tarafından geçeceklerdir, sonra da Yüce
Allah takva sahibi olanları kurtaracak,
zalimleri de orada diz üstü
çökmüş olarak bırakacaktır.
Nitekim Peygamber -sav-de anılan
Cabir -ra- yoluyla gelen hadiste bunu şöylece
açıklamıştır: Burada uğramak
(vurûd)dan kasıt, Sırat'ın
üzerinden geçmektir. "Ve
Mizan'a" ifadesi Mizan'a da iman ederiz, demektir. Yüce
Allah şöyle bu-yurmaktadır: "Kıyamet
gününe
has adalet terazilerini koyarız.
Kimseye en ufak bir zulüm yapılmaz.
Bir harda/ tanesi ağırlığınca
olsa bile Biz onu getiririz. Hesaba çekenler
olarak Biz yeteriz." (ei-Enbıya,
21/47); "Kimlerin tartılan ağır
gelirse, işte onlar felah bulanların
ta kendileridir. Kimlerin de tartıları
hafif gelirse işle
onlar kendileri- 1
Müslim 2496. ne
zarar verenlerdir. Cehennemde ebedi kalıcıdırlar"
(ei-Mu'minun, 23/102-103) Kurtubî
der ki: İlim adamları derler
ki: Hesab bittikten sonra arkasından
amellerin tartılmasına sıra gelir. Çünkü
tartı karşılık vermek içindir. Dolayısıyla
hesaba çekmekten sonra olması
gerekir Hesaba çekiş ise amellerin tesbiti içindir.
Tartı da ona göre karşılık
vermek maksadıyla amellerin miktarını
ortaya çıkarmak için yapılır.
Yüce Allah'ın: 'Kıyamet
gününe
has adalet terazilerini koyarız"
buyruğuna göre
amellerin tartıldığı bir çok Mizan'ın
olması ihtimal dahilinde olduğu gibi,
tartılan şeylerin kastedilmiş olma
ihtimali de vardır. Çoğul olması ise tartılan
âmellerin çeşitli
olmaları göz önünde bulundurularak kullanılmıştır.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Sünnet'in
delalet ettiği husus ise şudur:
Amellerin kendisinde tartılacağı
Mizan'ın hissedilir ve gözle
görülür iki tane kefesi bulunacaktır, İmam
Ahmed'in kaydettiği rivayete göre Ebu
Abdu'ﷺ-Rahman el-Hubullî şöyle
demiştir: Ben Abdullah b. Amr'ı -ra-
şöyle derken dinledim: Rasûlullah -sav-
buyurdu ki: "Muhakkak Yüce
Allah benim ümmetimden Kıyamet gününde
herkesin gözü önünde bir kişiyi çıkartacaktır.
Onun aleyhine tam doksandokuz tane sicil yayacaktır.
Her bir sicil'in uzunluğu göz
alabildiği kadar olacaktır.
Sonra da ona bunlardan herhangi birşeyi inkâr
ediyor musun? Benim koruyucu yazıcılarını
sana zulmettiler mi? diyecek, o: Hayır,
Rabbim diyecektir. Yüce Allah: Herhangi bir
mazeretin yahut bir iyiliğin var
mı? diye soracak, adam şaşırıp
kalacak ve: Hayır, Rabbim diyecektir. Yüce
Allah şöyle buyuracak: Bilakis senin Bızirn
nezdimizde yapmış olduğun bir iyiliğin
var. Bugün senin aleyhine sana zuimedilmeyecektir. Bunun üzerine
ona üzerinde, "eşhedu
enla ilahe illallah ve enne Muhammeder Rasûlullah,"
yazılı bir parça çıkartılır.
(Yüce Allah): Onu huzura getirin, diye buyurur. O kişi:
Rabbim, diyecek bu parçanın
bu siciller karşısındaki ağırlığı ne
olacak ki? Yüce Allah: Şüphesiz ki sana zulm
olunmaz, diye buyuracak. Bunun üzerine
o siciller bir kefeye konulur. O parça da
bir kefeye konulur. (Tartı sonucu)
siciller havaya doğru kalkar ve o parça
ağır basar. Rahman ve rahim olan Allah'ın
adı karşısında hiçbir şey
ağır basmaz." Tirmızî
2639; ibn Mâce 4300; Müsned. II, 213 Bu
hadisi Tirmizî, İbn Ivlace ve ibn Ebı'd-Dünya
böylece el-Leys yoluyla rivayet etmişlerdir.
Tirmizî şunu da ekler. Allah'ın ismi
ile birlikte hiçbir şey ağır basmaz." Bir başka
rivayetinde de şöyle denilmektedir: "Kıyamet gününde
mizanlar konulur. Adam getirilir ve bir kefeye konulur..."2
Tirmizî 2639; Müsned,
II, 221-222 Bu
hadisin ifadelerinde çok önemli
bir husus dile getirilmektedir. O da amelde bulunan kimsenin ameli ile birlikte
tartılacağıdır. Buna Buharî'nin
kaydettiği şu rivayet te tanıklık
etmektedir: Ebu Hureyre -ra-dan, Rasûlul
lah -Saiiattahu aleyhi veseitem- şöyle
buyurdu: "Kıyamet gününde
oldukça iri yan, şişman
adam getirilicek, faka! Allah nezdinde bir sivrisinek kanadı
kadar bir ağırlığı olmayacaktır.
(Devamla) buyurdu ki: Dilerseniz Yüce
Allah'ın: 'Biz kıyamet
günü
on/ar için ölçü
tutmayacağız." (ei-Kehf, 18/105) buyruğunu
okuyunuz."1 Buharı 4729;
Müslim 2785. İmam
Ahmed de ibn Mes'ud'dan şu
rivayeti kaydetmektedir: 'ibn Mes'ud bir seferinde Erak ağacından
bir misvak koparıyordu. Bacakları oldukça
ince idi, rüzgar onun dengesini bozar gibi oldu. Onu görenler
buna güldüler, Bunun üzerine
Rasûlullah -Saiiaiia/ıu
aleyhi vesei/em-; "Ne diye gülüyorsunuz?'
diye sordu. Ey Allah'ın Rasûlü,
bacaklarının inceliğine, dediler. Şöyle
buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki onlar Mizan'da Uhud'dan
daha ağır basacaklardır
" Mûsned. I. 420, 421; Tabelânı
8452 Bizzat
amellerin tartılacağına dair hadisler de varid olmuştur.
Müslim'in, Sahihinde yer alan Ebu Malik el-Eşarî'den
gelen şu hadiste olduğu gibi:
O dedi ki: Rasûlullah -sav- şöyle
buyurdu: "Abdest almak imanın yarısıdır,
elhamdülillah da mizan'ı
doldurur"3 Müslim
223; Tirmizî 3512; Müsneö,
V, 342. Yine
Buharî ve Müslim'de yer alan ve aynı
zamanda Buharî'nin kitabının
son hadisini teşkil eden şu buyruk da böyledir:
"İki söz vardır ki bunlar dile hafif
gelir. Rahman tarafından sevilirler,
terazide de ağır basarlar: SubhanaNahi ve bi-hamdihi subhanallahil aziym."4
Buharî 6406. 6687, 7563; Müslim
2694. Bu
durumda, şöyle diyen inatçı bir
inkarcının sözüne iltifat edilmez: Ameller araz'dırlar,
tartılmaları kabil değildir.
Tartılmaları mümkün
olan şeyler cisimlerdir, Şüphesiz
ki Yüce Allah önceden de geçtiği
üzere araz'ı cisimlere dönüştürecektir.
Nitekim İmam Ahmed'in kaydettiğine göre
Ebu Hüreyre -ra-, Rasûlullah -sav-
şöyle buyurduğunu
rivayet etmektedir: "Kıyamet gününde
ölüm beyaz bir koç
suretinde getirilir. Cennet ile cehennem arasında
durdurulur ve: Ey cennet ehli, diye seslenilir. Onlar da boyunlarını
uzatarak bakarlar. Ey cehennemlikler, diye de seslenilir, onlar da boyunlarını
uzatıp bakarlar. Artık
kurtuluşun gelmiş olduğunu
zannederler. O koç (suretindeki ölüm)
boğazlanır ve artık
ebedi kalacaksınız, ölüm diye bir şey
olmayacaktır denilir."5 Müsned,
11,423 Bu hadisi, bu manada Buharî de
rivayet etmiştir.6 Buhâri
4730; Müslim 2849. Böylelikle
hem amellerin, hem amelde bulunanların, hem
de amel sahifele-rinin tartılacağı
sabit olduğu gibi, terazinin iki kefesinin olduğu
da sabit olmaktadır. Artık
bunun ötesinde ne gibi keyfiyetlerin olduğunu
en iyi bilen Allah'tır. . Bize
düşen o doğru sözlü
peygamberin (salat ve selam ona) bize haber verdiği
şekilde, eksiksiz ve fazlalıksız
olarak gayba irnan etmektir. Bu
konuda hikmeti kavrayamadığı için
sarfın haber verdiği şekilde
Kıyamet gününe
mahsus, adalet terazilerinin konulacağını
kabul etmeyen ve: teraziye bakkal ile manav'dan başka
kimsenin ihtiyacı olmaz, sözleri ile nasslara dil
uzatan kimselerin hüsranı
ne kadar da büyüktür. Yüce Allah'ın Kıyamet
gününde onlara hiçbir ağırlık
vermemesi bu gibi kimselere ne kadar da layıktır.
Eğer amellerin tartılmasında
Yüce Allah'ın bütün
kulları tarafından adaletinin görülmesi
dışında hiçbir hikmet olmasaydı,
bu dahi yeterdi. Çünkü yaptığı isinin mazeret ve
gerekçesinin olmasını
Allah kadar hiç kimse sevmez. Bundan
dolayıdır ki O, rasûlleri müjdeleyiciler
ve uyarıcılar olmak üzere göndermiştir.
Hele bunların ötesinde bizim muttali olamadığımız
pek çok hik-meller de varsa... Yüce
Allah'ın sözlerine karşılık
meleklerin verdiği belirtilen ce-vab üzerinde
de düşünelim: "Hani Rabbin meleklere: 'Muhakkak Ben yeryüzünde
bir halife yaratacağım' demişti.
Melekler: 'Biz seni hamdinie teşbih
ve takdis edip dururken, orada bozgunculuk yapacak, kanlar dökecek
bir kimse mı yaratacaksın
' demişlerdi. 'Sizin bilmediğinizi
herhalde Ben bilirim' demişti.'
(ei-Bakara, 2/30): "Size bilgiden ancak pek az bırşey
verilmiştir." (ei-isra, 17/85) "Cennet
ve cehennem yaratılmışlardır. Ebediyyen sonları gelmez
ve yokolmazlar. Şüphesiz yüce Allah cennet ve
cehennem'i diğer mahlukattan önce
yaratmıştır. Her ikisine de girecekleri yaratmıştır.
Onlardan dilediği kimseleri kendisinin bir lütfü
olarak cennete, yine onlardan dilediği
kimseleri adaletinin bir tecellisi olarak cehennemedir. Herkes de kendisi hakkında
hüküm verilip bitirilmiş sonuç
için amel eder ve ne için
yaratılmış ise sonunda oraya varacaktır. Hayır
ve şer de kullar hakkında
takdir edilmiştir." "Cennet
ve cehennem yaratılmışlardır' sözlerinin ifade etliği gerçek
ile ilgili olarak şunu belirtelim ki; ehl-i
sünnet ittifakla cennet ve cehennemin yaratılmış
ve şu anda mevcut olduklarını
kabul etmektedirler. Ehl-i sünnet
ve'l-cemaat, Mutezile ve Kaderiye'ye mensup bir takım
kimseler ortaya çıkıp da bunu inkâr
etmelerine ve; Hayır, Yüce
Allah bunları Kıyamet gününde
yaratacaktır, demelerine rağmen bu
kanaate sahip olmaya devam etmiştir. Mutezile
ve Kaderiye'yi bunu inkâr etmeye iten ise onların.
Yüce Allah'ın fiilleri için
bir şeriat olarak tesbit ettikleri ve O'nun şunu
yapması gerekir, bunu da yapmaması
gerekir diye koydukları fasit ilkeleri sebep
olmuştur. Onlar yaratıklarının
fiillerini O'na kıyas ederek, bu gibi iddialarda bulunmuşlar
ve böylelikle onlar filleri itibariyle Müşebbihe
arasına katılmışlardır.
Cehmiyye kanaatleri onların arasına
da girmiş ve aynı zamanda Muattile de
olmuşlardır. Hatta; cennetin amellerin karşılığının
verilmesinden önce yaratılmış
olması abestir, demişlerdir,
çünkü bu durumda cennet çok uzun
bir süre atıl kalır
ve hiçbir işe yaramaz. Böylelikle
onların Yüce Rab için tesbit ettikleri bu
batıl şeriata muhalif olan nassları
reddettiler, nassları yerlerinden kaydırarak
tahrif ettiler, kendilerinin tesbit ettikleri şeriate
muhalefet edenlerin sapık ve bid'atçi
olduklarını ileri sürdüler. Kitabın
bu husustaki nasslannın bazıları
şunlardır: Yüce
Allah cennet hakkında: "O, takva sahiplen için
hazırlanmıştır"
(Al-i imran, 3/133): 'Allah'a ve rasûlüne
iman edenler için hazırlanmıştır.'
(-Hadid. 57/21) diye
buyurmaktadır Cehennem hakkında da:
"O, kâfirler
için hazırlanmıştır."
(aı-i imran.
3/131); "Şüphesiz
ki cehennem bir pusudur, azgınların
dönüp
varacaklar/ bir yerdir." (en-Nebe: 78/21-22); "Andolsun ki onu diğer
bir inişinde görmüştü.
Sidretu'l-Müntehâ
yanında Cennetu'l-Me'va'da onun yanındadır."
(en-Necm, 53/73-75; diye buyurmaktadır. Peygamber
-sav- Sidretu'l-Müntehâ'yı
gördüğü gibi, onun yanında
Cennetu'l-Me'va'yı da görmüştür.
Nitekim Buharî ile Müslim'de, Enes –ra- yoluyla
gelen isra'yı anlatan hadiste de böyle
denilmektedir. O hadisin sonlarında şu
ifadeler yer alır: "Sonra Cibril beni, Sidretu'l-Münte-hâ'ya
getirinceye kadar yola koyuldu. Onu mahiyetlerini bilemediğim
renkler bürüdü- Sonra cennete girdim, orada yüksek
kubbeleri andıran inciler gördüm,
toprağı misk'ten idi.'1 Buharî3207,
3787; Müslim 164 Yine
Buharî ile Müslim'de, Abdullah b. Ömer
-ra-dan gelen rivayete göre Rasûlullah
-sav- şöyle buyurmuştur:
'Sizden herhangi bir kimse öldükten
sonra sabah-akşam ona kalacağı yer gösterilir.
Şayet cennet ehlinden ise, cennet ehli arasındaki
yeri eğer cehennem ehlinden ise cehennem ehli arasındaki
yeri gösterilir ve: Bu senin kalacağın yerdir,
Kıyamet gününde
Allah seni ölümden sonra diriltinceye kadar (oraya) girmeyeceksin,"
denilir.1 Muvatta, l, 239; Buharî
1379; Müslim 2866. el-Berâ
b. Âzib –ra- yoluyla gelen hadis daha önceden
geçmiş bulunmaktadır. O
hadiste şu ifadeler yer almaktadır:
Semadan bir münadı: Kulum doğru
söyledi, ona cennetten bir döşek yayınız
ve cennete giden bir kapı açınız,
diye seslenir. Bunun üzerine ona cennetin hoş
ve güzel kokuları
gelmeye başlar..."2 Müsned.
IV, 287. 295-296: Ebû Dûvûd
4753 Yine
el-Berâ'nın bu hadisinin manasında
Enes yoluyla gelen hadis de daha önceden
geçmiş bulunmaktadır. Müslim'in
Sahihinde, Âişe -ra-dan şöyle
dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah -sav-
hayatta iken güneş
tutuldu.-, deyip, hadisi nakletti: Hadiste şu
ifadeler de yer almaktadır: Rasûlullah
-sav- buyurdu ki: "Ben şu
bulunduğum yerde size vadolunmuş herbir
şeyi gördüm.
Öyle ki kendimi, siz beni öne doğru
ilerler gördüğünüzde cennetten bir salkım aldığımı
dahi gördüm. Andolsun sız beni
geri doğru gelirken gördüğünüzde
cehennemin birbirini yiyip bitirdiğini de
gördüm.'3 Buhârî
1212; Müslim 901. Buharî
ve Müslim'de, -lafız Buharî'nin
olmak üzere- Abdullah b. Ab-bas'tan şöyle
dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah -sav-in
döneminde güneş
tutuldu. Hadisin geri kalan bölümlerini
zikrettikten sonra şu ifadeleri de
zikretmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü,
biz seni bulunduğun bu yerde bir-şey alır
gibi gördük; sonra da senin geriye doğru
geldiğini gördük.
Şöyle buyurdu: "Ben cenneti gördüm
ve oradan bir salkım almak üzere
elimi uzattım, eğer elime geçirmiş
olsaydım, dünya kaldığı sürece
siz de ondan yemeye devam ederdiniz. Cehennem ateşini
de gördüm, asla bugünkü
gibi korkunç bir manzara görmüş
değilim. Cehennem ehlinin çoğunlukla
kadınlar olduğunu da gördüm.'
Bunun sebebi nedir ey Allah'ın Rasûlü,
diye sordular. "İnkarcılık
ederler" diye buyurdu. Yanı onlar
Allah'ı mı inkar ederler, diye sorulunca şöyle
buyurdu: "Onlar kocalarına karşı
nankörlük ederler, yapılan
iyiliğe karşı nankörlük
ederler. Sen onlardan birisine ömür
boyu iyilik yapsan da sonra senden küçük bir
kusur görse; ben senden asla hayır namına
hiçbir şey görmedim, der."4 Buharî
1052; Müslim 907. Müslim'in
Sahihinde, Enes'den gelen rivayette de (Peygamber –sav- şöyle
buyurduğu kaydedilmektedir): "Nefsim elinde olana yemin ederim ki, şayet
benim gördüklerimi görmüş
olsaydınız, pek az gülerdiniz,
çok ağlardınız."
Neler gördün ey Allah'ın Rasûlü,
diye sordular: "Cenneti ve cehennemi gördüm"
diye buyurdu.1 Müslim
426 Muvatta'
da ve Sumenlerde Kâb b. Malik yoluyla gelen
hadiste şöyle dediği kaydedilmektedir1
Rasûlullah -sav- buyurdu ki: 'Mü'minin
canı cennet ağaçlarına
konan bir kuştur, Taki Yüce
Allah, Kıyamet gününde
onu tekrar cesedine geri döndürünceye
kadar."2 Muvatta, l, 240; Tirmizi 1641; Nesai, IV. 108: ibn Mâce
1449; Müsned. III, 455, 456, 460, Vı. 386. işte
bu, Kıyamet gününden
önce ruh'un cennete girişi
hususunda çok açık bir ifadedir. Müslim'in
Sahih'inde. Sünen'lerde ve Müsned'de
Ebu Hureyre -ra- yoluyla gelen hadiste belirtildiğine
göre Rasûlullah -sav-şöyle
buyurmaktadır: "Allah cennet ile cehennemi yarattıktan
sonra Cibril'i cen-i net'e gönderdi
ve: Git te orayı gör. Orada, oraya girecekler için hazırladıklarıma
da bak, dedi Cibril gidip oraya, orada oraya girecekler için
hazırlananlara baktı ve geri
döndü, dedi ki: izzetin hakkı için
yemin ediyorum. Onun bu halini kim duyarsa mutlaka buraya girecektir. Bunun üzerine
Yüce Allah emir vererek cennetin etrafı
hoşlanılmayan şeylerle çepeçevre
kuşatıldı. Yine: Dön ve tekrar ona ve oraya
girecekler için orada hazırladıklarıma
bir bak, dedi. Tekrar gitti oraya baktı, sonra
geri döndü ve dedi ki: izzetin hakkı için
oraya hiç kimsenin giremeyeceğinden
korkmaya başladım. Sonra onu cehenneme gönderdi
ve. Git oraya ve orada, oraya girecekler için
hazırladıklarıma bir bak, dedi. Cibril oraya gitti ve baktı.
Herbir bölümünün diğerinin üstüne
çıkmış olduğunu gördü,
sonra da geri dönüp şunları söyledi:
izzetin hakkı için onun bu halını
kim işitirse buraya mutlaka girmez. Bunun üzerine
(Cenab-ı Allah) emir vererek etrafı arzu
ve şehvetlerle çepeçevre
kuşatıldı. Sonra tekrar ona: Git, orada oraya girecekler için
neler hazırladıklarıma bir bak, diye buyurdu. O da gitti ve ona bakıp
geri döndü ve şöyle dedi: İzzetin hakkı
için buraya girmeksizin hiç
kimsenin kurtulmayaca-ğından korkmaya başladım."3
Ebû Dâvûd 4744; Tırmizî
2563, Nesaî. VII, 3-4; Müsned,
II, 332, 354. Sünnet'te
buna benzer rivayetler çok fazladır. Vadolunan
cennet, Adem'in içinde yaratıldığı
ve sonradan çıkartıldığı cennet'tir diyenlerin görüşlerine
gelince, cennetin şu anda var olduğuna
dair görüş açık bir görüştür.
Ancak bu cennet'in Adem'in yaratılıp
çıkartıldığı cennet olup olmadığı ile
ilgili görüş ayrılıkları da bilinen bir husustur. Cennet
henüz yaratılmamıştır.
Çünkü eğer şu anda yaratılmış
olsaydı, zorunlu olarak Kıyamet gününde
sonunun gelmesi, içinde bulunan herkesin
helak olup, yok olması gerekirdi. Çünkü
Yüce Allah; 'O'nun vechinden başka
herşey helak olacaktır.'
(ei-Kasa$, 28/88)', "Her can Ölümü
tadtcıdır.'
(aı-i Imran,
3/185) diye buyurmaktadır,
diyenlerin bu husustaki şüphelerine
gelince; Tirmizî,
Sünen'inde ibn Mes'ud -Radıyaiiahu
anfı-dan şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Rasûlullah -saiiaiiat>u
aleyhi veseitem- buyurdu ki: "isra'ya götürüldüğüm
gece ibrahim ile karşılaştım.
Bana; Ey Muhammed, ümmetine benden selam söyle
ve onlara haber ver ki; cennetin toprağı hoş,
suyu tatlıdır ve orası dümdüz
bir arazidir. Oraya dikilecek olan ağaçlar
ise subhanallahi velharndulillahi ve la ilahe illallahu vallahu ekber sözleridir,
dedi."1 Tirmizî; Bu
hasen, garib bir hadistir dedi. Yine Tirmizî'de
Ebu'z-Zübeyr'ın, ibn Cabir'den
rivayetine göre Peygamber -sav- şöyle
buyurmuştur: "Kim subhanallahi ve bihamdihi diyecek olursa cennette
onun için bir hurma ağacı
dikilir."2 Tırmızl
dedi ki; Bu hasen, sahih bir hadistir. Bu
şüphe sahipleri derler ki- Şayet
cennet yaratılmış ve bitirilmiş olsaydı,
dümdüz bir arazi olmazdı ve bu
gibi ağaç dikmelerinin bir manası olmazdı. Yine
derler ki; Yüce Allah'ın Firavun'un hanımının:
"Rabbim benim için
nezdinde cennette bir ev yap." Tahrim. 66/11 dediğine
dair buyruk da bu kabildendir. Buna cevab; Eğer
sizler bu sözlerinizle cennet şu anda
yoktur, Sûr'a üfü-rülmek gibi, insanların
kabirlerinden kalkması gibi bir şeydir,
demek istiyorsanız bu batıl bir iddiadır.
Bu iddiayı bundan önce kaydetmiş
olduğumuz deliller ile sözünü
etmediğimiz benzeri deliller reddetmektedir. Şayet
bu sözlerinizle Yüce Allah'ın
cennette, cennete girecekler için hazırladıklarının
tamamını yaratması henüz
tamamlanmamıştır. Yüce Allah orada yine ardı arkasına
bir takım şeyler yaratmaktadır. Mü'minler
oraya girdirilecekler! vakit te yine o esnada başka
hususları da yaratacaktır,
demek istiyorsanız bu haktır, bunun reddedilmesine
de imkan yoktur. Sizin ileri sürdüğünüz
deliller de ancak bu kadarına
delalet etmektedir. Yüce
Allah'ın: "O'nun vechinden başka
herşey helak olacaktır"
(el-Kasas, 28/88) buyruğunu
delil getirmenize gelince, sizler âyet-i kerîme'nin
anlamını yanlış anladığınızdan
ötürü bunu delil diye göstermektesiniz.
Bu buyruğu cennet ve cehennemin şu anda
var olmadığına dair delil göstermeniz
size benzer görüşleri ileri sürenlerin
cennet ile cehennemin yok olacaklarına,
harab olacaklarına, oradakilerin de öleceklerine
dair delil getirmelerini andırmaktadır.
Bundan dolayı sizler de sizin gibi görüşleri
savunanlar da bu âyeti kavrama muvaffakiyetine mazhar değilsiniz.
Bunu anlayabilme muvaffakiyetine İslamın
önder ilim adamları mazhar
olmuşlardır. Onların
bu husustaki açıklamalarının
bir kısmı şöyledir: Buradaki "her-şey'den
kasıt, Yüce Allah'ın yok olup fena bulacağını
takdir etmiş olduğu herşe-yin
helak olacağı, yok olacağı anlamındadır.
Cennet ile cehennem ise yok olmak için değil,
baki kalmak için yaratılmışlardır.
Arş da bu şekildedir ve o cennetin
tavanıdır. Bu O'nun mülkü
müstesna, diye de açıklandığı
gibi, O'nun zatının rızası aranarak yapılmış
olanlar müstesna diye de açıklanmıştır.
Yine şöyle bir açıklama da yapılmıştır:
Yüce Allah: "Onun üzerindeki
her canlı fanidir" (&•-Rahman,
55/26) buyruğunu indirince, melekler:
Yeryüzü ahalisi helak oldular, dediler ve kendileri ebedi kalacakları
ümidine kapıldılar.
Yüce Allah da semadakıle-rin
de, yerdekilerin de öleceklerini bildirdi ve:
"O'nun vechinden başka herşey
helak olacaktır."
(ei-Kasas, 28/88) diye buyurdu. Yani O hayy'dır
ve ölmeyecektir. işte o
vakit melekler de öleceklerine kesin olarak
inandılar. Bu
açıklamaları yapanlar, bu nasslar
ile -Yüce Allah'ın izniyle biraz sonra
zikredileceği üzere- cennet ile cehennemin kalıcılığına
delâlet eden muhkem nassları bir
arada uygun bir şekilde anlamak için yapmışlardır Tahâvî'nin
-Allah ona rahmet ets/n-: "Ebediyyen yok olmazlar, fena
bulmazlar" sözlerine gelince, selef ve haleften imamların
cumhur'unun kabul ettiği görüş
budur Cennetin
kalıcılığı, cehennemin ise yok olacağı görüşünü
selef ile haleften bir topluluk da kabul etmiştir
Her iki görüş de (yani cennet ile cehennemin kalıcılığı
ile cennetin kalıcılığı, cehennemin son bulacağı görüşleri)
pek çok tefsir kitabında ve
başkalarında da zikredilmişlerdir. Hem
cennet, hem de cehennemin yok olacağı görüşünü
ise Muattıle'nir imamı
el-Cehm b. Safvan kabul etmiştir. Bu
hususta onun seleften uyduğu hiçbir
kimse yoktur. Ne Ashab-ı Kiram'dan, ne de güzel
bir şekilde onlara tab' olanlardan, ne de müslümanların
imamlarından, ne de sünnet
ehlinden. Genel olarak bütün
ehl-i sünnet onun bu kanaatini reddetmiş
ve bundan dolayı onun kâfir olduğunu
söylemiş, onu ve yeryüzünün
dört bir yanından ona tabi olanları
teşhir etmişlerdir. | Bu
görüşü kabul etmesine sebeb ise inanmış
olduğu temel ilkesidir. O da: Hadis (sonradan yaratılmış}
olan varlıklardan sonsuz bir şekilde
var oluş, imkansız bir şeydir.
Bu ise yerilmiş kelam bilginlerinin cisimlerin sonradan hadis olduklarına
ve hâdis'lerden uzak kalmayan varlıkların
da hadis olduklarına delil olarak gösterdikleri
bir ilkeleridir. Onlar kainatın yaratılmış
olduğuna bu ilkeyi temel dayanak kabul etmişlerdir.
Cehm de geçmişte başlangıcı
bulunmayan ha-rjis'lerın imkansız
olduğu bir varlık, gelecekte de bunları
kabil değildir, görüşündedir.
Ona göre Yüce Allah'ın fiilinin gelecekte de
sürekli olarak devam etmesi imkansızdır.
Nitekim geçmişte de O'nun hakkında
bunun imkansız olması gibi. Mutezile'nin önder
hocalarından Ebu'l-Huzeyl el-Allâf ela
bu hususta ona muvafakat etmiş
olmakla birlikte şöyle der: Bu hareketlerin son bulmalarını
gerektirir. O bakımdan şunları
da ekler: Cennet ve cehennem ehlinin hareketleri -onlardan hiçbir
kimse hareket edecek gücü
bulamayacağı ve sürekli bir sükûn
içerisinde kalacağı zamana
kadar- devam edecek ve o zaman son bulacaktır. Cennetin
ebediliğine ve onun son bulup yok olmayacağına
gelince, bu Rasûlullah -sav-in kati olarak haber verdiği
bilinen hususlardandır. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
"O bahtiyar olanlara gelince, onlar da cennettedirler. Gökler
ve yer ayakta durduğu müddetçe
orada ebediyyen kalıcıdırlar.
Rabbinın di/ediği
kadarı müstesnadır.
Bu arkası kesilmeyen bir bağıştır."
(Hud. 11/108)Bu buyruğa göre
onların mükafatlarının
ardı arkası kesilmeyecektir. Yüce
Allah'ın: "Rabbinin dilediği
kadarı müstesnadır"
buyruğu da buna aykırı
değildir. Selef
bu istisnanın anlamı hususunda farklı
görüşlere sahiptir. Bir görüşe
göre bunun anlamı: Onların
ateşte kalacakları süre
müstesnadır, şeklindedir.
Bu da aralarından cehenneme girmiş olup
sonradan çıkartılmış olanlar için söz
konusudur, hepsi için değildir. Bir
başka açıklamaya göre burda kasıt,
onların Mevkıfte kaldıkları
süre müstesnadır. Bir başka
açıklamada: Onların
kabirlerinde ve Mevkıfte kaldıkları
süre müstesnadır, şeklindedir.
Bir başka görüşe göre buradaki istisna Rabbin yaptığı
fakat gerçekleştirmeyeceği bir istisnadır.
Nitekim: "Allah'a yemin ederim, mutlaka seni döveceğim.
Başka bir görüşe
sahib olmam müstesnadır" deyip bu görüşe
sahip olmamak aksine onu vurmayı kat'î
olarak kararlaştırmak gibi. Sibeveyh
ise buradaki istisna edatını
"lâkin" anlamında
kabul etmektedir. O takdirde istisna munkatf olur. ibn Cerır
de bu görüşü tercih etmiş ve şöyle
demiştir: Şüphesiz Yüce
Allah sözünden caymaz. Nitekim o bu istisnayı:"
Bu arkası kesilmeyen bir bağıştır"
diyerek bağlamıştır. Bu görüşün
sahipleri derler ki: Bir kimsenin: Senin evimde -dilediğim,
kadar müstesna- bir yıl süreyle
kalmana izin veriyorum, deyip de arkasından:
Lakin buna daha fazla bir süre
eklemek isteme halim müstesnadır,
demeye benzer. Bir
diğer açıklamaya göre buradaki istisna
onlara ebedi kalacak olmalarına rağmen
Allah'ın meşîetinin hükmüne
tabi olduklarını bildirmek içindir.
Onların ilahi meşîetin dışına
çıkamayacaklarını
anlatmaktır, bu ise Yüce
Allah'ın onların ebediliklerini
kesinlikle kararlaştırmış
ve takdir etmiş olmasına aykırı
değiidir. Yüce Allah'ın
şu buyruklarında
olduğu gibi: "Andolsun ki dilersek sana vahyetti-ğimizi
bütünüyle
alıveririz. Sonra onu geri almak için
bize karşı duracak bir kimse de bulamazsın."
(st-isra, 17/86); "Allah dilerse, senin kalbini mühürler."
(eş-şura:
42/24); "De ki: 'Eğer
Allah dileseydi, onu size okumazdım
ve onu size (Allah) bildirmezdi. " (Yunus, 10/16) Buna
benzer buyruklar pek çoktur. Yüce
Allah böylelikle bütün
işlerin kendi meşîeti iie
olduğunu kullarına haber vermektedir.
O'nun dilediği olur, dilemediği
olmaz. Buradaki
"mâ; (mealde kadarı)'mn
'men: kimseler" anlamında
olduğu da söylenmiştir.
Yani Yüce Allah'ın bahtiyarlar arasından
günahları sebebiyle cehennem ateşine
gireceklerini dilediği kimseler müstesnadır.
Bunun dışında başka açıklamalar
da yapılmıştır. Durum
ne olursa olsun, buradaki istisna müteşabih
türündendir. Yüce Allah'ın:
"Bu arkası kesilmeyen bir bağıştır"
buyruğu ise rnuhkern'dir. Aynı şekilde
Yüce Allah'ın: "işte
muhakkak bu Bizim nzkımızdır,
tükeneceği
yoktur.' (Şad, 38/54); "Oranın
yiyecekleri de, gölgeleri
de devamlıdır."
(er-Rad, 13/35); "Onlar oradan çıkarılacak
da değillerdir.' (ei-Hıcr,
15/48) buyrukları da aynı
şekilde rnuhkern'dirler. Yüce
Allah cennet ehlinin ebedi kalacaklarını
Kur'ân-ı Kerîmin pek çok yerinde
"ebed" lafzını
da zikrederek te'kid etmiş ve
onların: "Orada ilk ölümden
başka ölümü
tatmazlar." (ed, Duftan, 44/56) buyruğunda
ölümü tatmayacaklarını
haber vermiştir.
Buradaki istisna ise munkatı'dır.
Şayet bu istisnayı
"Rabbinin dilediği müstesna"
istisnası ile birlikte ele alacak olursak, her iki âyetten
maksadın ne olduğu açıkça
anlaşılmış olur. Onların
cennette bulunmayacakları zamanı
ifade eden istisna, ebedi kalacakları
süreden yapılmış
bir istisnadır. Böyle bir istisna da ilk ölümün
genel olarak bütün ölümlerden istisna edilmesini andırmaktadır.
İlk ölüm onların ebedi hayatlarından
önce gerçekleşmiştir,
öbür âyette sözü
edilen, cennetten ayrı kalış
ise onların cennette ebedi kalmak üzere
girişlerinden önce olacaktır. Cennetin
ebedilik ve devamlılığına
dair sünnet'ten deliller de pek çoktur.
Yüce Allah'ın şu
buyruğu gibi: "Kim cennete girerse orada nimetlere garkolur, orada
sıkıntı çekmez, ebedi kalır ve
asla Ölmez."1 Müslim
3836; Müsned, II. 370, 407. "Bit
münadi şöyle seslenecek: Ey
cennetlikler! Burada sizin için
ebedi olarak sağlıklı olmak ve hastalanmamak vardır. Yaşlanmayacaksınız
ve ebediyyen kocamayacaksınız.
Ebediyyen hayat bulacak ve asla ölmeyeceksiniz."2
Müslim 2837 Ölümün
cennet ile cehennem arasında boğazlanacağına
ve: "Ey cennet ehli! Artık
ebediyyen hayattasınız,
ölüm olmayacaktır. Ey
cehennem ehli! Artık ebedisiniz ölüm
olmayacaktır"3Buhârî
4730; Müslim 2849; Müsned,
III. 9. denileceğine dair rivayet de daha önceden
geçmiş bulunmaktadır. Cehennemin
ebediliği ve devamlılığı
hususunda insanların sekiz görüşü
vardır: 1-
Oraya giren ordan bir daha ebediyyen çıkmayacaktır.
Bu Haricilerle, Mutezıle'nin görüşüdür, 2-
Oraya girenler, orada azab görecekler,
sonra tabiatları değişecek ve kendilerinin narî (ateşsel)
bir tabiatları kalacaktır. Tabiatları
ile cehennemin tabiatı arasındaki
uygunluk dolayısıyla cehennemden lezzet dahi alacaklardır.
Bu ise vahdet-i vücutçuların önderi olan İbnu'l-Arabî
et-Taî'nin görüşüdür. 3-
Cehennem ehli orada belli bir süre azap
görecekler, sonra oradan çıkacaklar.
Onların arkasından başka
bir kavim oraya girecektir. Bu ise yahudile-rin Peygamber -sav-e naklettikleri
bir görüştür. O da onların bu
kanaatlerini yalanlamıştır.
Yüce Allah da bu kanaatlerinin gerçek
olmadığını belirterek şöyle
buyurmaktadır: "Onlar bir de: 'Sayılı
günler dışında
bize ateş as/a dokunmaz'
dediler. De ki: 'Buna dair Allah'tan bir ah/d mi aldınız?
Allah asla ahdinden dönmez,
yoksa Allah'a karşı
bilmediğiniz bir şeyi
mi söylüyorsunuz?
Hayır, kim kötülük
/ş/er ve günahı
kendisini çepeçevre
kuşatırsa
onlar cehennemliklerdir, orada ebedi kalıcıdırlar."
(el-Bakara, 2/80-81) 4-
Cehennemlikler oradan çıkacaklar ve o da içinde
hiçbir şey olmaksızın,
olduğu halde kalacaktır. 5-
Hadis (sonradan yaratılmış)
olduğundan, kendi kendisine yok olacaktır.
Sonradan hadis olduğu sabit olan bir şeyin
baki kalması imkansızdır.
Bu ise Cehm'in ve taraftarlarının
görüşüdür. Az önceden de geçtiği
üzere bu hususta cennet ile cehennem arasında
da ona göre bir fark yoktur. 6-
Cehennem ehlinin hareketleri son bulacak ve onlar hiçbir
acı duymayan, cansız varlıklara
dönüşeceklerdir. Bu da -az önce
geçtiği üzere- Ebu'l-Hu-zeyl el-Allaf'ın
görüşüdür. 7-
Yüce Allah -sünnette
varıd olduğu üzere-
oradan dilediği kimseleri çıkartır,
sonra da dilediği kadar bir süre varlığını
devarn ettirir. Sonra da yok eder, çünkü
O, cehennem için son bulacağı bir süre
takdir etmiştir. 8-
Yüce Allah oradan sünnet'te
varid olduğu üzere dilediği
kimseleri çıkartır. Orada kâfirler ise -Tahâvî'nin
dediği şekilde- sonu gelmeyecek ve ebedi olmak üzere
kalacaklardır. Bu
son iki görüş dışındaki görüşlerin
batıl oldukları açıkça
ortadadır. Ehl-i sünnetin benimsediği
bu iki görüşün de delillerini tetkik edelim: Birinci
görüşü benimseyenlerin delillerinin bazıları
şunlardır: Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Şöyle
buyuracak: 'Allah'ın
dilediği müstesna
olmak üzere içinde
ebedi kalıcılar
olarak ateş sizin barınağınızda
' Şüphesiz Rabbin hikmeti sonsuz olandır,
herşeyı
bilendir." (el-En'âm.
e/128); "Bedbaht o/anlar ateştedirler.
Onlar orada yüksek hırıltılarla
ve inleyerek solurlar. Onlar gök/er
ve yer ayakta durdukça,
orada ebediyyen kalıcıdırlar,
Rabbinin dilediği kadarı
müstesna. Şüphesiz
Rabbin dilediğini
yapandır." (Hud, 11/116-117) Bu
buyruklarda sözü edilen iki istisnadan sonra cennetlikler için
sözü edilen istisna yapılmamıştır.
O da Yüce Allah'ın: "Bu arkası
kesilmeyen bir bağıştır."
(Hud. 11/108) buyruğudur. Yüce
Allah'ın: "Sonsuz devirler boyunca, içinde
kalacaklar." (en-Nebe; 78/23) buyruğu
da bu görüşlerine delil gösterilmiştir. işte
bu görüş yani cehennemin sonunun geleceği,
cennetin ebedi olacağı görüşü
Ömer, ibn Mes'ud, Ebu Hureyre, Ebu Said ve başkalarından
da nakledilmiştir.1Bu nakillerin kaynakları
ve sıhhat dereceleri ile ilgili etraflı
açıklamaları; tercümesini
sunduğumuz 'Tehzıb'in esas şerhim
lam olarak yayınlayan ve tahkiK eden Dr. et-Türkî
ile Şuayb el-Arnavut'un orada kayd ettikleri noktta görmek
mümkündür. Bu nottaki açıklamalardan
anlaşıldığına göre; adı geçen
bütün sahabilere bu hususta nisöet
edilen rivâyeilerin senetleri zayıf olup
bu konuda delil olabilmeye elverişli değildir,
{s.626-627) Abd
b. Humeyd meşhur Tefsir'inde senedini kaydederek Ömer
–ra- şöyle dediğini zikretmektedir:
"Eğer cehennemliklerin, cehennemde kalacakları
süre alic denilen yerin kum tanelen kadar dahi olsa mutlaka o vakit
gelip, bitecek ve onlar oradan çıkacaklardır."
Abd b. Humeyd bunu Yüce Allah'ın:
"Sonsuz devirler boyunca içinde
kalacaklar" (en-Nebe'. 78/23) buyruğunu
tefsir ederken zikretmektedir. Yine
bu görüşün sahiplen derler ki: Cehennem ateşi
O'nun gazabının bir gereğidir, cennet te
rahmetinin bir gereğidir. Peygamber -sav-
de şöyle buyurmuştur:
"Yüce Allah mahlukaiı
yaratmayı takdir buyurunca Arş'ın
üzerinde nezdinde bulunan bir kitaba şunu
yazdı: Benim rahmetim gazabımı
geçmiştir.' Bir başka
rivayette de: "Gazabıma
galip gelmiştir" denilmektedir. Bu hadisi Bu-harî
Sahih'inde, Ebu Hureyre -ra-dan gelen bir senetle rivayet etmiştir. Yine
derler ki: Yüce Allah azab hakkında
onun: 'Büyük
bir günün
azabı" (el-En'âm,
6/i5),"Can yakıcı"
(Huti. Ti/26) ve'Akîm
(merhamet olunmayacak)" (ei-Hacc, 22/55) diye
nitelendirmektedir. Tek bir yerde ise ihsan edeceği
nimetlerin bir günün nimetleri olduğunu
bildirmemiştir. Yine Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah
buyurdu ki: Ben kimi dilersem, onu azabıma
uğratırım-
Rahmetim ise herşe-yi kuşatmıştır."
(el-A'raf, 7/156) Yine Yüce
Allah bizlere meleklerin şu sözlerini
nakletmektedir: 'Rabbimiz, rahmetin ve ilmin herşeyi
kuşatmıştır."
(el-Mu'min, 4o/7j O
halde (derler) O'nun rahmetinin bu azab görenleri
de kuşatması kaçınılmaz
bir şeydir. Eğer sonu gelmeyecek bir
vakte kadar azabta kalacak olurlarsa, rahmeti onları
kuşatmış olmaz. Sahih hadiste de kıyamet günü
ellibin yıl ile takdir edilmiştir.1Muslum
987,Ebu Davud 1658 Orada azab göreceklerin
azabta kalacakları süre ise günahlarına
göre olacaktır. Ahkemu'l-Hakimîn
ve Erhamu'ﷺ-Rahimîn olan Yüce Allah'ın
ebedi, sonu gelmeyecek, bitip tükenmeyecek
bir şekilde azablandıracağı
bir takım yaratıkları
yaratmak, O'nun hikmet ve rahmetine sığmaz.
Kendilerine ebedi olarak nimetler ihsan edeceği
ve sonu gelmez lütuflarda bulunacağı varlıklar
yaratması ise hikmetin bir gereğidir,
ihsan bizatihi istenen bir şeydir,
intikam ise arizî bir sebeb dolayısıyla
istenir. Yine
bu görüş sahipleri derler ki: Cehennemde ebedi olarak kalıp
oradan çıkılmayacağına, cehennem azabının
kalıcı olduğuna ve bütünüyle
büyük bir ziyan olduğuna
dair varıd olmuş bütün
haberler haktır ve hak oldukları kabul
edilir. Bu hususta hiçbir tartışma
olmaz. Bu da cehennem bakı kaldığı
sürece o azab yurdunda ebedi kalmayı
gerektirir. Ancak oradan cehennemin kalıcılığı
mevzubahisken tevhid ehli çıkartılacaktır.
Dolayısıyla hapsın, hapis olarak kalmaya
devam ettiği sürece hapisten çıkan
kimse ile hapis yıkılıp harab olduğu için
hapsi sona eren kimse arasında
elbettekı bir fark olacaktır. Cehennemin
ebedi kalıcılığını ve yok olmayacağını
kabul edenlerin delillerinin bazıları
şunlardır: Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır; "Onlar
için sürekli
bir azab vardır'
(et-Maıde, s/37)', "Onlara (azablan)
hafifletilmez. Onlar o azab içinde ümitsiz
kalacaklardır.
" (ez-Zut>rvf. 43/75); 'İşte
tadın; artık
azabtan başka bir şeyinizi
artırmayacağız.
" (en-Nebe; 78/30); "Onlar orada ebediyyen kalacaklardır.
" (ei-dn, 72/23); 'Onlar oradan çıkarılacak
da değillerdir. ' (ei-Hıcr.
15/4$) (Ancak bu buyrukta söz
konusu edilenler cennetliklerdir. -Çeviren-};
'Ve onlar ateşten çıkacak
da değil/erdir." (ei-Bakara, 2/167); 'Onlar
deve iğne deliğinden
geçmedikçe
cennete giremezler.' (ei-Araf. 7/40); "Onlar hakkında
hüküm
verilmez ki ölsünler,
onların üzerinden
(cehennem) azabından
birşey hafifletilmez. " (Fatır,
35/36); " Çünkü
gerçekten O'nun azabı
kalıcı
ve yakayı bırakmayandır."
(et-Furkan, 25/66) Yani azabı sürekli
ve terketmeyendir. Sünnet'ten
pek yaygın şekilde gelmiş
rivayetler de cehennemden la ilahe illallah diyenlerin çıkartılacaklarını
göstermektedir. Şefaat
hadisleri de günahkar muvahhidlerin cehennem ateşinden
çıkartılacakları hususunda açık
ifadeler taşımaktadır. bu ise onlara has bir hükümdür,
şayet kâfirler de oradan çıkacak
olurlarsa, onlar da onların
durumunda olacaklar, cehennem ateşinden çıkış
iman ehline mahsus olmayacaktır
Cennet ve cehennemin kalıcılığı
ise bizatihi o ikisinin sahip olduğu bir
kalıcılık hususiyeti ile değil, Yüce
Allah'ın onları kalıcılar
kılmasıyla olur. Allah
Cennet'e de Cehennem'e de Girecekleri Yaratmıştır: Tahâvî'nin
- "Her ikisine de girecekleri yaratmıştır"
ifadesi ile ilgili olarak Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun
ki Biz cehennem için cin
ve insanlardan çok
kimseler yaratmışızdır.
"(el-A'raf, 7/179) Âişe
-ra-dan şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Rasûlullah -sav-, Ensar'dan bir çocuğun
cenazesine çağırıldı. Ben: Ey Allah'ın Ra-sûlü
dedim, ne mutlu buna, cennet kuşlarından
bir kuştur. Hiç kötülük
yapmadı ve o çağa
da erişmedi. Şöyle buyurdu: "Yahut
başka bir şey de olabilir, ey Âişe.
Şüphesiz Allah cennet'e girecekleri yaratmıştır.
Onları daha henüz babalarının
sülblerinde iken cennet için
yaratmıştır. Cehenneme girecekleri de yaratmıştır.
Onları kendileri henüz
babalarının sulbunde iken de orası için
yaratmıştır." Bu hadisi Müslim,
Ebu Davud ve Nesaî rivayet etmiştir. ] Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: 'Gerçekten
Biz insanı karışık
bir nutfeden yarattık. Onu
sınar dururuz. Bu sebebten onu işiten
ve gören yaptık.
Gerçekten Biz ona yolu gösterdik,
ister şükredici olsun, ister nankör
bir kâfir. " (el-insan. 76/2-3) Burada
hidayetten kasıt ise umumi hidayettir. Bundan da daha umumi olanı
Yüce Allah'ın: "Rabbimiz bütün
herşeye hilkatini verip sonra da doğru
yolu gösterendir." Tâ'hâ,
20/50) buyruğunda söz
konusu edilen hidayettir.1 l Bu hususta geniş
açıklamalar için Kurtubî,
el-Câmi'ti Ahkami'l-Kur'ân,
l. 160'a bakını?. Varlıklar
iki türlüdür. Birisi tabiatı
itibariyle musahhar kılınmış
olanlar, diğerleri ise iradesiyle hareket edenler. Birincisinin hidayeti
tabiatı gereği Yüce
Allah'ın onu ne için musahhar kılmış
ise, ona doğru yol bulması şeklindedir.
ikinci türün hidayeti ise kendisine neyin faydalı,
neyin zararlı olduğuna dair bilgi ve şuuruna
tabi, olarak iradesi ile doğru yolu
bulma hidayetidir. Daha sonra bu kısım
da üç türe ayrılmıştır: Bir
tür, hayırdan başka
bir şey irade etmez ve ondan bunun dışında
bir şeyi irade etmesi dahi beklenmez. Melekler gibi. İkinci
kısım serden başka bir şey
irade etmez ve ondan serden başka bir şey
irade etmesi dahi beklenmez, Şeytanlar
gibi. Üçüncü
kısım ise, iki tür irade
sahibidir, insan gibi. Sonra bunlar da üç sınıfa
ayrılırlar: Bir kesimin imanı,
marifeti ve aklı, hevâ ve arzularına
galib gelir, bu da meleklere katılır. Diğer
bir kısım bunun tam aksi olup bu da şeytanlara
katılır. Üçüncü bir kısım
ise hayvani arzuları aklına
galip gelir ve o da hayvanlara katılır. Maksat
şudur- Her iki varlığı yani
aynî olanı da ilmî
olanı da veren Yüce
Allah'tır, O'nun var etmesi olmadan hiçbir
varlık olamayacağına göre,
O'nun öğretmesi olmaksızın
hiçbir hidayet de olmaz. Bütün
bunlar ise O'nun kudretinin kemaline, vahdaniyetinin sübutuna,
rububiyetinin muhakkak oluşuna
delillerdendir. O her türlü
kusurdan yüce ve münezzehtir. Tahâvî'nin
- -' "Onlardan dilediklerini kendisinden bir lütuf
olmak üzere cennete, yine onlardan dilediklerini adaletinin bir tecellisi
olmak üzere de cehenneme koyar...' sözlerine
gelince, bilinmesi gerekir ki Yüce
Allah, mükafat kazanma sebebi ortadan kalkmadıkça
mükafatı, sevabı
engellemez. Mükafatın sebebi ise salih
ameldir, çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Kim mü'min
olduğu halde salih ameller işlerse
o zulme uğratılmaktan
da korkmaz, eksiltilmesinden de." (Tâha,
20/112) Aynı
şekilde Yüce Allah ceza görmeyi
gerektiren sebeb meydana gelmedikçe de
kimseyi cezalandırmaz. Çünkü
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
'Size isabet eden her musibet ellerinizle kazandıklarınız
sebebi iledir. Çoğunu
da affeder." -Şûrâ,
42/30) Veren
de, alıkoyan da Yüce Allah'tır,
O'nun verdiğini kimse engelleyemez, vermediğini
de kimse veremez. Ancak O, insana iman ve şalin
ameli de lütfedecek olursa, bunun gereği olan
mükâfatı da asla insandan alıkoymaz.
Aksine ona hiçbir gözün
görmediği, hiçbir
kulağın işitmediği ve hiçbir
kimsenin hatırından geçirmediği
şekilde mükâfatlar
ihsan eder ve kendisine yakınlaştırır.
Ona böyle bir mükâfatı
vermeyecek olursa, bu onun sebebi olan salıh
amelin bulunmayışından dolayıdır. Şüphesiz
ki O, dilediğine hidayet verir, dilediğini de
saptırır. Ancak bütün
bunlarda O'nun belli bir hikmeti vardır ve
adaletinin bir gereğidir. Mükâfat
görmenin sebebini teşkil
eden şalin amellerde bulunmayı
engellemesi, O'nun hikmeti ve adaletindendir. Sebeblerinin ortaya çıkmasından
sonra, sonuçlara gelince hiçbir şekilde
onları engellemez. Şayet
bunları engellemesi ve cezalandırması
söz konusu olursa, bu da iman ve salih amel olmadığından
dolayıdır. O kendisinin bir hikmeti ve adaletinin bir gereği
olarak ta baştan bunları vermemiştir.
Her iki halde de O'na hamdedılır.
O her türlü hal dolayısıyla
kendisine hamdedilendir. O'nun herbir bağışı
bir lütuftur. O'nun herbir cezası da
adaletidir. Yüce Allah hikmeti sonsuz olandır,
herşeyı en uygun olan yerine koyar. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onlara bir âyet
gelse: 'Allah'ın
peygamberlerine verilen gibi bize de verilmedikçe
asla iman etmeyeceğiz' derler.
Allah peygamberliğini
kime vereceğini çok
iyi bilendir.~ (ei-En'âm.
6/24)\ "Biz böylece
onların bir kısmını
diğer bir kısmı
ile denedik ki: 'Allah aramızdan
bunlara mı lütfetti?'
desin/er diye. Allah şükredenleri
en iyi bilen değil
midir?" (el-En'âm.
e/53) ve buna benzer başka
buyruklar. Yüce
Allah'ın izniyle buna dair daha geniş
açıklamalar gelecektir. "Kendisi
ile fiilde bulunmanın gerekli olduğu
istitââ (güç yeti-riş) fiil ile birlikte olup
da mahluk'un kendisi ile nitelendirile-meyeceği
tevfîk kabilindendir. Sağlıklı
oluş. genişlik ve imkân buluş,
araçların esenlikte oluşu yönünden
istitââ ise fiilden öncedir
ve hitab da bununla alâkalıdır.
Bu da Yüce Allah'ın: "Allah hiçbir
kimseye gücünün yeteceğinden başkasını
yükle-mez." bakara, 2/286J buyruğunda
dile getirdiği gibidir." istitââ.
takat, kudret, vüs'at (genişlik) anlam itibariyle
birbirine yakın lafızlardır.
TahâvTnin zikrettiği şekilde
istitââ'mn iki kısma ayrılması
genel olarak Ehl-i Sünnet'in kabul ettiği
görüştür, orta yollu görüş
olan da budur. Kaderiye
ve Mutezile de şöyle demektedir: Kudret ancak fiilden önce
olur. Bunların tam aksine Ehl-i Sünnet'ten
bir kesim ise istitââ, ancak fiil ile birlikte
bulunur, demişlerdir. Genel
olarak ehl-i sünnet'in görüşü
de şu şekildedir: Kulun emir ve ne-hy'in esas sebebini teşkil
eden belli bir kudreti vardır. Bu
da tekliften önce olur, teklif ile birlikte olması
icab etmez. Kendisi vasıtasıyla
fiilin yapılabildiği kudretin ise fiil ile
birlikte olması zorunludur. Dolayısı
ile olmayan bir kudretle fiilin var olması
da mümkün değildir. Sağlıklı
oluş, güç yetiriş, imkan bulmak ve araçların
sağlıklı olması bakımından
kudret ise fiillerden önce olabilir. İşte
bu Yüce Allah'ın: "Ona bir yol
bulabilenlerin o Ev'i haccetmesi Allah'ın
insanlar üzerindeki bir hakkıdır."
(aı-i Imran.
3/97) buyruğunda sözü
geçen kudret de budur. Yüce
Allah haccı güç yetirene tarz kılmaktadır.
Şayet ancak hacceden kimsenin güç
yetirmesi söz konusu olsaydı, o
takdirde hac, ancak hacceden kimseler için farz
olur ve kimsenin haccı terketmek dolayısıyla,
cezalandırılmaması gerekirdi. Bu ise islam
dininin kesin bilinen gerçeklerinin
aksinedir. Yüce
Allah'ın; "O halde gücünüzün
yettiği kadar Allah'tan korkun." (et-Teğa-bun,
64/16) buyruğu da böyledir.
Yüce Allah istitââ (güç
yetirebilrne) oranında takvayı
farz kılmıştır. Eğer Allah'tan korkmayan takvalı
olmaya güç bulamayacak olsaydı, Yüce
Allah takvayı yalnızca güç
yetirenler için vacib kılmış
olur ve takvalı olmayanları da
cezalandırmazdı. Bu ise tutarsızlığı
apaçık ortada olan bir husustur. Yüce
Allah'ın: "Kim güç
yetişemezse o zaman altmış
yoksul doyurmalıdır."
(ei-Mücadele, 58/4) buyruğu
da bu şekildedir. Bundan kasıt ise
sebep ve araçlara güç yetirebilmektir. Yüce
Allah'ın bize naklettiği münafıkların
şu sözleri de bu kabildendir: "Gücümüz
yetseydi herhalde biz de sizinle beraber çıkardık."
(et-Tevbe, 9/42) An çak Yüce
Allah onların bu sözleriyle yalan söylediklerini
belirtmiştir. Çünkü
onlar bir işe güç yetirebılmenin hakikati demek
olan istiîâa'yı (güç yetirebilmeyi) kastetmiş
olsalardı, böyle bir güce sahip olmadıklarını
söylemekle yalan söylemiş
olmazlardı. Yüce
Allah'ın onları yalanlamış
olması, onların bu sözleriyle
hastalığı yahut ta gerekli malî imkanı
bulamamayı kastettiklerini göstermektedir.
Nitekim Yüce Allah bunu daha sonraki buyruklarında
şöylece açıklamaktadır:
'Allah'a ve Rasûlüne
karşı samimi olmak şart:
ile zayıflara, hastalara..- bir günah
yoktur... Yol ancak zengin oldukları
halde (geri kalmak için)
senden izin isteyenlerin aleyhinedir." (ei-Tevbe, 9/91-93) Yüce
Allah'ın şu buyrukları da böyledir:
'İçinizden hür
olan mü'min kadınları
nikahlayacak bir bolluğa güç
yediremeyenler..."(en-Nisa. 4/25) Bu
buyruğunda ki istitâa (güç
yetirebilme)dan kasıt, gerekli araç
ve sebeplere sahip olmaktır. İmran
b. Husayn'a, Peygamber -sav-in söylediği
şu sözlerde de bu manadadır:
"Ayakta namaz kıl, eğer
buna gücün yetmiyorsa oturarak, buna gücün
yetmiyorsa yanın üzere yatarak {namaz kıl.)"
işte bunlara güç
yeti-rilememesı halinde fiile de güç
yetirememek söz konusu olur. Kudretin
(güç yetirebilmenin) hakikatini teşkil
eden istitâa'nın sabit oluşunun
deliline gelince, bu hususta Yüce
Allah'ın şu buyruğu delil olarak
zikredilmektedir: "(Çünkü)
onların işitmeye
güçlen yetmezdi ve görmez/erdi.'
(huğ, 11/20)
Bu buyrukta kastedilen ise araç
ve sebeblerin bulunmadığını
anlatmak değil, kudretin gerçek
anlamıyla bulunmadığını
anlatmaktır. Çünkü gerekli araç ve
sebebler vardı. İleride "onlar ancak Allah'ın
kendilerini mükellef kıldığı
şeylere takat (güç) yetirebilirler"
sözlerini açıklarken buna dair daha
geniş açıklamalar gelecektir. Yine
Musa -as- arkadaşının
söylediği: "Doğrusu
sen benimle beraber o/maya asla güç
yetiremezsin" (ei-Kehf, 18/67) buyruğu
ile: 'Ben sana benim/e beraber olmaya güç
yetiremezsin, demedim mi?" (ei-Kehf. 18/72) sözleri
de bu
kabildendir, Bundan
kasıt ise sabra güç
yetirebilmenin hakikatidir, sabrın sebeb
ve araçları değildir. Çünkü
bunlar vardı. Nitekim bundan dolayı ona
sitem ettiğini de görüyoruz.
Halbuki bir fiilin işlenmesi için
gerekli araç ve sebebi elinde bulunduramayan bir kimse, o fiili yapmadığı
takdirde kınanamaz. Ancak fiili yapmaya yanaşmayan
bir kimse, o fiile güç yetirebilmeyi yitirdiği
için kınanır. Buna sebeb ise emrolunduğundan
başka bir şeyle uğraşmadır
yahut ta bu kudretini emrolunduğunun
tam zıttı olan bir yönde
kullanmasıdır. Kudret
ancak fiilin işlendiği zamanda bulunur
diyenler, şunu da söyler: Kudret iki zıt
şeye elverişli değildir.
Fiil ile birlikte bulunan kudret ancak, o fiili işlemeye elverişlidir
ve o kudret o fiil ile birlikte bulunur O fiil olmadan, o kudret de olmaz. Bozuk
esaslarına binaen Kaderiye'nin söyledikleri
de şudur: Allah'ın mü'mini
ve kâfiri, iyi'yı ve kötü'yü
muktedir kılması eşit şekildedir. Onlar, Yüce
Allah'ın itaatkar mü'mine özellikle
kendisi vasıtasıyla imanın hasıl
olduğu yardımını
verdiğini kabul etmezler. Bilakis kişi,
kendiliğinden itaati tercih etmiştir, diğeri
de kendiliğinden masiyeti tercih etmiştir,
derler. Bir babanın oğullarından herbirisine bir kılıç
vermesi gibidir. Onlardan birisi Allah yolunda o kılıçla
cihad ederken, diğeri ise o kılıçla
yol kesicılik yapmıştır. Bu
görüş ise kader'i kabul eden Ehl-i Sünnet
ve'l-Cemaat'in ittifakı ile fasit bir görüştür.
Onlar ittifakla şunu kabul etmişlerdir:
Allah'ın itaatkâr kulu üzerinde
dinî bir nimeti vardır ve
O', bu nimetini kâfir bir yana özellikle
ona vermiştir. Kâfire vermemiş
olduğu bir yardımı
ile de itaat etmesi için mü'mine
yardımcı olmuştur. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: 'Fakat
Allah size imanı sevdirdi,
onu kalplerinizde süsledi
ve küfrü,
fışkı
ve isyanı size çirkin
gösterdi, işte
onlar doğru yolu bulanların
ta kendileridir.' -Hucurat, 49/7J Kaderiye
bunu şöyle açıklar: Bu sevimli ve süslü
gösteriş, bütün
insanlar hakkında umumidir. Bu da hakkın
delillerinin açıkça ortaya konulması ve
beyan edilmesi manasınadır. Halbuki
âyet-i kerîme bunun mü'mine
has olmasını gerektirmektedir. Bundan dolayı
Yüce Allah." işte
onlar doğru yolu bulanların ta
kendileridirler" diye buyurmaktadır. Kâfirler
ise doğru yolu bulmuşlar değillerdir. Yine
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
'Allah kimi doğru yola
iletmeyi dilerse, göğsünü
İslam'a açar.
Kimi de saptırmayı
dilerse, onun da göğsünü
-gökyüzüne
tırmanıyormuş
gibi- daraltır, sıkıştırır
Allah iman etmeyenlerin üstüne
işte böyle
murdarlık çökertir."
(el-En'am. 6/125) Buna
benzer âyet-i kerîme'ler, Kur'ân-ı
Kerîm'de pek çoktur. Bunlarla Yüce
Allah mü'mine hidayet verenin kendisi olduğunu,
berikini saptıranın da kendisi olduğunu
beyan etmektedir. Bir
başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Allah kime hidayet verirse o doğru
yola erdirilmiştir
Kimi de saptınrsa,
artık onun için
doğru yola erdirecek bir veli (dost ve yardımcı)
bulamazsın.'(el-Kehf, 18/17) İleride
Yüce Allah'ın izniyle bu meseleye
dair daha geniş açıklamalar da gelecektir, "Kulların
fiilleri Allah'ın yaratması ve kulların
da kesbi iledir." Kulların
Fiilleri insanlar
kulların ihtiyarî fiilleri hakkında
farklı görüşlere sahiptir. Başlan
el-Cehm b. Safvan et-Tirmizî olan
Cebriye'nin iddiasına göre
mahlukatın fiillerindeki tedbirin tümü
Yüce Allah'a aittir ve büiün
fiiller mecburi ve zorunludur. Tıpkı
felç olanın titremesi gibidir.
Damarların seyirmesi, ağaçların
hareket etmesi gibidir. Bu fiillerin mahlukata izafe edilmesi mecazdır.
Bu izafe de bir şeyin mahalline izafe edilmesi Kabilinde n di ﷺ. Yoksa bir şeyi
meydana getirene izafe edilmesi kabilinden değildir. Bunların
tanı aksine Mutezile de şöyle
der: Canlı varlıkların
yapmış oldukları bütün
ihtiyarî fiilleri kendileri yaratırlar. Yüce
Allah'ın yaratmasıyla ilgileri yoktur.
Mutezile kendi aralarında: Yüce
Allah kulların fiillerine kadir midir, değil midir?
hususlarında farklı görüşlere
sahiptirler. Hak
ehli ise şöyie demektedir: Kullar fiilleriyle Allah'a itaatkâr
veya isyankâr olurlar. Fiilleri Yüce
Allah tarafından yaratılır.
Yüce Allah tek pasına bütün
mahlukatı yaratandır. O'ndan başka
hiçbir yaratıcı
yoktur. Cebriye
kaderi kabulde aşırılığa kaçarken, kulun hiçbir
fiilinin olmadığını söylemişlerdir. Nitekim Müşebbihe
de sıfatları kabulde aşırıya
gitmiş ve Allah'ı yaratıklara
benzetmişlerdir. Kader'i
reddeden Kaderiye ise kullan Allah ile birlikte yaratıcı
konumuna yükseltmişlerdir. O bakımdan
Kaderiye bu ümmetin Mecusi'leridirler. Başkalarının
anlaşmazlığa düştüğü hakka Yüce Allah, mü'min
sünnet ehlini hidayet eylemiştir.
Allah dilediğini dosdoğru yola iletir.
Cebriye'ys mensup kimsenin ortaya koyduğu
herbir sahih delil, Yüce Allah'ın
herşeyin yaratıcısı
olduğuna, O'nun herşeye
kadir olduğuna, kulların
fiillerinin de O'nun yarattıklarının
bir bölümü olduğuna, dilediğinin
olup dilemediğinin olmadığına delil teşkil
etmekle birlikte, kulun hakikat anlamda fail olmadığına
irade ve ihtiyar sahibi olmadığına da
delil teşkil etmemektedir. Onun ihtiyarî
hareketlerinin de felçten titreyen kimsenin
hareketleri, esen rüzgarın
ve ağaçların hareketleri türünden
olmadığını göstermektedir. Kaderiye
mensubu bir kimsenin ortaya koyduğu
herbir sahih delil de an- cak
kulun gerçek manada fiilinin faili olduğuna,
o fiili iradesiyle ve gerçek manada
ihtiyarı ile yaptığına, fiilin ona izafe ve
nisbet edilişinin gerçek anlamıyla
bir izafet olduğuna delil teşkil
etmekte, ancak yapılan bu fiilin Allah'ın
kudreti dahilinde olmadığına ve Allah'ın
meşîet ve kudreti dışında
meydana geldiğine de delâlet etmemektedir. Bundan
dolayı herbir kesimin sahip olduğu hak
delilleri diğerlerinin hak delillerine kattığımız
takdirde ancak Kur'ân'ın
ve Yüce Allah'ın indirmiş
olduğu sair kitapların delâlet
ettiği şekilde, Allah'ın kainatta
bulunan her türlü ayn ve fiile kadir olup bunların
kendi meşîetiyle meydana geldiğine,
kulların kendi fiillerini hakikat manasıyla
yaptıklarına ve bundan dolayı da övülmeyi
ya da yerilmeyi hakettıklerine delâlet
etmektedir. İşte
bizatihi olan budur. Şüphesiz ki hakkın
delilleri birbirleriyle çatışmazlar.
Hak biri, diğerini tasdik eder. Bu özet açıklamalar
ise her iki kesimin delillerini ayrıca
zikretmeye elverişli değildir. Ancak bu
delillerin biri diğerini çürütür.
Buna karşılık herbir kesimin ileri sürdüğü
delillerden diğerinin iddiasının
batıl olduğu ortaya çıkar.
Bununla birlikte her iki kesimin delil olarak gösterdiği
bazı hususları kaydettikten sonra,
kabul ettikleri batıl'a bu delillerinin
deli! olamayacağını açıklayalım. Cebriye'nin
gösterdikleri delillerden birisi şudur:
"Attığın zaman
da sen atmadın, ama
ancak Allah attı."(ei-Enfâi,
8/T7) Burada Allah, Peygamberinin atmadığını
belirtirken, atanın kendisi olduğunu açıklamaktadır,
işte bu, kulun herhangi bir fiilinin olmadığının
delilidir, derler ki: Ceza (amellerin karşılıkları)
ise amellere tertib edilen (ameller dolayısıyla
verilen) birşey değildir. Buna delil de Peygamber
–sav- şu buyruğudur: "Hiçbir
kimse cennete kendi ameliyle giremez." Ashab: Sen de mi ey Allah'ın
Rasûlü? deyince, şöyle
buyurdu: "Ben dahi; Allah'ın kendi
lutfuyla ve insanıyla bir rahmete beni daldırması
hali müstesna."1Bulıârî
5673, 6363; Müslim 2816; İbn Mâce
4201; Müsned, II, 235. 256. Kaderiye'nin
gösterdikleri delillerden birisi de Yüce
Allah'ın şu buyruğudur: "Yaratanların
en güzeli olan Allah'ın
şanı
ne yücedir!" (ei-Mu'minûn,
23/14) Kaderiye der ki: Cezanın
(amellerin karşılığının) amellere karşılık
olması, bedelin karşılığı
kabindendir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Onların
yaptıklarına
bir ceza (karşılık)
olmak üzere" (Fussilet. 41/17. ei-Ahkaf,
46/14. el-Vakıa, 56/24); " İşte
bu cennet, yapageldiğiniz
ameller sebebi ile size miras verilmiştir."
(ez-Zuhruf, 43/72) ve buna benzer buyruklar. Cebriye'nin
delil olarak gösterdiği Yüce
Allah'ın: "Attığın zaman
da sen atmadın ama
ancak Allah attı"
(el-Enfal, 8/17) buyruğu aslında
onların aleyhine bir delildir. Çünkü
Yüce Allah: "Attığın zaman"
buyruğu ile rasûlünün
de bir atışının varlığını
dile getirmektedir. Böylelikle tesbit edilen
ile nefyedilenin aynı şey
olmadığı, ayrı şeyler
olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu da şudur: Atmanın bir
başlangıcı
ve bir de bitişi vardır. Atmanın
başlangıcı elden çıkarmak ve fırlatmaktır,
bitişi ise isabet etmesidir. Bunların
her ikisine de atma tabiri kullanılır.
O takdirde mana -doğrusunu en iyi bilen Yüce
Allah'tır ya- sen elinden fırlattığın
zaman, isabet ettiren sen olmadın,
isabet ettiren Allah oldu, demektir. Yoksa onların
bu açıklamalarını
kabul edecek olursak, şöyle demek gerekir: Namaz
kıldığın zaman sen kılmadın
ama Allah namaz kıldı. Oruç tuttuğun
zaman sen oruç tutmadın, zina ettiğin
zaman sen zina etmedin, hırsızlık
yaptığın zaman sen hırsızlık
etmedin... bu sözlerin tutarsızlıkları
ise açıkça ortadadır, Cezanın
amellere bağlı olmasına gelince; Cebriye'de,
Kaderiye'de bu hususta sapıtmıştır.
Allah ehl-i sünnet'i ise doğruya
iletmiştir, hamd ve minnet duygularımız
yalnız O'nadır. Gerçek
şu ki nefy halinde "be" harfinin kullanılması,
olumlu halde "be" harfinin kullanılması
gibi değildir. Hz. Peygamberin: "Hiçbir
kimse cennete ameli ile giremeyecektir" derken nefy'de kullandığı
"be" harfi ivaz besi diye bilinir. O da amelin bir kimsenin cennete girmesi
için bir bedel olması anlamını
verir. Nitekim
Mutezilede bu kanaattedir. Onlara göre
amelde bulunan bir kimse ameli dolayısıyla
cennete girmeye hak kazanır ve bu
onun Rabbi üzerindeki bir hakkıdır.
Oysa bu Allah'ın rahmet ve lütfü
iledir. Yüce
Allah'ın: "Yaptıklarına
bir karşılık
olmak üzere" (Fussilet,
41/17) buyruğunda ve benzerlerindeki "be" harfi ise sebeblilik
bildirir ve bu da amelleriniz sebebiyle anlamındadır.
Sebeblerl de, sonuçları
da yaratan ise Yüce Allah'tır. Böylelikle
hepsi katıksız olarak lütuf ve rahmetine raci
olmaktadır. Mutezile'nin
Yüce Allah'ın: "Yaratanların
en güzeli olan Allah'ın
şanı
ne yûce-dir!" -Mu'minun, 23/14) buyruğuna
gelince, âyet suret verip takdir edenlerin en güzeli
demektir. "Yaratmak" fiili zikredilmekle birlikte "takdir"
anlamı kastedildiği de
olur. işte burada da kastedilen odur. Buna Yüce
Allah'ın: "Allah herşeyi
yaratandır." (er-râd,
13/16, ez-Zumer, 49/62) buyruğu
buna delildir. Yani Allah mahluk olan herşeyin hâlik'idır,
yaratıcısıdır. Böylelikle kulların
fiilleri de "herşey"in kapsamına
girmektedir. Onların
Yüce Allah'ın kelâmını
bu "herşey" lafzının
genel kapsamına sokmaları şeklindeki
görüşleri ne kadar da tutarsızdır!
Halbuki kelâm Allah'ın sıfatlarından
bir sıfat'tır. O'nun mahluk olması
imkansız bir şeydir. Diğer
taraftan on- lar
"herşey" lafzının
genel çerçevesinin dışına yaratılmış
bulunan fiillerini çıkart-rnışlardır.
Peki "herşey" lafzının
genel kapsamına mahluk olandan başka bir şey
girer mı? O'nun mukaddes zatı ve sıfatları
ise bu lafzın ulvî kapsamına
girmez. Diğer taraftan sair bütün
mahlukat bu lafzın genel kapsamı içerisindedir. Yüce
Allah'ın: "Allah sîzi
ve yaptığınız
amelleri de yaratandır."
(es-Saffat, 37/96) buyruğu da böyledir.
Bizler buradaki "mâ" mastar manası
içindir, diyemeyiz. Çünkü
O, sizi ve sizin amellerinizi yaratmıştır
demektir. Zira ifadelerin akışı
"mâ"nın mastar anlamını
vermesine engeldir. Çünkü
ibrahim -A/ey/ı/sse/am- kavminin yontma eylemini değil,
yontulmuş varlıklara ibadetleri
reddetmiştir. Ayet-i kerimede yontulan nesnelerin Yüce
Allah tarafından yaratılmış
olduklarına delildir. Halbuki bu yontulan şeyler
ancak onların fiilleriyle yontulmuştur.
Buna göre onların fiillerinin bir etkisi
ve sonucu olan bir iş, Yüce
Allah'ın da mahluk'u olmaktadır. Eğer
yontma işi Yüce Allah'ın mahluk'u olmamış
olsaydı, yontulan şey de
O'nun mahluku olmazdı. O'nun mahluku sadece
tahta yahut ta taş olurdu, başka bir şey
olmazdı. Mutezile'ye
mensub müteahhirlerin imamı
Ebu'l-Hüseyin el-Basrî'nin
naklettiğine göre, kulun kendi fiilini
ihdas edeceğinin bilinmesi zaruridir (kesindir.) er-Razî'nin
zikrettiğine göre de mümkün,
muhdes (sonradan yaratılan) bir fiilin, tercih
edici bir sebebe muhtaç olması,
o fiilin var olması halinde gereklidir; olmaması
halinde gerekli olmaması ise zaruri (zorunlu)
bir şeydir. Her
ikisinin de sözünü ettiği bilginin zaruriliği
doğrudur. Fakat herbirisinin kalkıp:
bu zaruri bilgi diğerinin iddia ettiği
zorunluluğu çürütür, iddiasında bulunmasını
kabul edemeyiz. Aksine her ikisi de zaruri bilgi ile ilgili iddialarında
doğru söylemektedir. Ancak yanlışlıkları
diğerinin iddiasındaki
hakkı inkâr etmekte ortaya çıkmaktadır. Çünkü
kulun kendi fiilini ihdas edici olması ile bu
ihdas'ın varlığının
Yüce Allah'ın meşîeti
ile vacib oluşu arasında bir aykırılık
yoktur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Herbir nefse ve onu düzenleyene,
sonra da ona hem kötülüğü
hem de takva 'yi ilham edene yemin olsun..." (eş-Şems,
91/7-8} Yüce
Allah'ın:" Sonra da ona hem kötülüğü
hem de takva'yı ilham edene" buyruğunda
"ona ilham edene" ifadesinde kader isbatlanrnakta, aynı
şekilde kötülüğü
ve takvayı nefsine izafe etmekle, kulun fiilini de isbat etmektedir. Böylelikle
günahkâr ya da takva sahibinin o nefis olduğu
bilinsin diye. Bundan sonra Yüce
Allah'ın: "Onu temizleyen muhakkak felah bulmuştur,
onu örten kimse de muhakkak ziyana uğramıştır."
(eş-şems,
91/9-10) diye buyurması, aynı
şekilde kulun fiilini ısbat
etmektedir. Bunun benzerleri de pek çoktur. Velhasıl
kulun fiili gerçek anlamıyla kul'a aittir, ancak
Yüce Allah'ın da yaratığıdır,
Allah'ın yaptığıdır.
Bu, bizatihi Allah'ın fiilinin kendisi değildir.
Çünkü etmek ile edilgen aynı şeyler
değildir, yaratmak ile yaratık aynı
şeyler değildir, işte
Tahâvi --. "Kulların
fiilleri Allah'ın yaratığı, kullar için
de bir kes-b'dir" derken bu hususa işaret
etmekte ve kulların fiil ve kesbinin olduğunu
tesbit ederken, yaratmayı Yüce
Allah'a izafe etmektedir. Kesb de, fayda ya da zarar olarak yapanına
kendisinden bir şeyler avdet eden fiilin adıdır.
Yüce Allah'ın: 'Herkesin kazandığı
kendisine, yaptığı da
onun aleyhinedir" (ei-Bakara, 2/286) buyruğu
gibi. "Yüce
Allah onları ancak takat getirebilecekleri şeylerle
mükellef tutmuştur.
Onlar da ancak kendilerini mükellef
tuttuğu şeylere takat getirebilirler. İşte
bu da "la havle ve la kuvvete illâ
billah" sözünün açıklamasıdır.
Biz fbu sözle): Hiçbir kimse Allah'ın
yardımı ile olmadıkça
Allah'a isyandan uzak kalmaya çare
bulamaz, başka bir tarafa yönelemez
ve herhangi bir harekette bulunamaz. Yüce Allah'ın
tevfıki ile olmadıkça
da hiçbir kimse Allah'a itaati yerine getirmeye, onun üzerinde
sebat göstermeye güç bulamaz, demek
istiyoruz. Herşey
Yüce Allah'ın meşîeti.
ilmi, kaza ve kaderi ile cereyan eder. O'nun meşîeti
bütün meşietlere galip gelir, O'nun kazası
da bütün çareleri yenik düşürmüştür.
O dilediğini yapar ve -*_^_
______^^_^_ asla
zulmetmez: "O işlediklerinden sorumlu
tutulmaz. Halbuki onlara sorulur." (el-Enbıyâ.
21/23? Tahâvî'nın
-Aitah ona rahmet etsin-. "Yüce
Allah onları ancak takat gösterebildikleri
şeylerle mükellef tutmuştur"
sözü ile ilgili olarak Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah
hiçbir kimseye gücünün
yeteceğinden başkasını
yüklemez." (ei-Bakara, 2/286)', 'Biz
kimseye gücünün
yettiğinden başkasını
yüklemeyiz." (el-En'âm.
6/152, el-A'ral, 7/43. el-Mu'minun, 23/62) Ebu'l-Hasen
el-Eşârî'den nakledildiğine göre,
takat dışında kalan şeylerle mükellef
tutmak aklen caizdir. Ancak onun mezhebine mensub olanlar bu şeriatta
varid olmuş mudur, değil midir? hususunda
farklı görüşlere sahiptirler. Bunun varid olduğunu
kabul edenler Ebu Leheb'e iman etmesi emrinin verilmiş
olmasını delil gösterirler. Yüce
Allah onun iman etmeyeceğini ve
alevli bir ateşi boylayacağını
haber vermiştir. Bununla birlikte o iman etmeyeceğine
inanmakla emrolunmuş idi. Bu ise zıt
iki şeyi bir arada bulundurmak kabilinden bir tekliftir ve bu da imkansızdır. Böyle
bir imkansızlık iddiasına cevap şudur:
Bizler onun iman etmeyeceğine
inanmakla emrolunmuş olduğunu
kabul etmiyoruz. Kendisi vasıtasıyla
iman edebileceği istitaat da onda vardı. O
imanı elde etmekten âciz değildi.
Daha önce istitâa'nın
açıklamasında geçtiği
üzere ancak güç
yetirebildiği şeyle mükellef tutulmuştu. Yüce
Allah'ın meleklere: "Sana bunların
isimlerini haber veriniz," (el-Bakara, 2/31) diye
buyurmuş olması, isimlerini bilmemekle
birlikte, bu varlıkların isimlerini haber vermeleri gerekli değildir.
Kıyamet gününde
suret yapıcılara: "Yarattığınıza
hayat veriniz."1Buhârî
5951, 7558; Müslim 2108
denilmesi de onların böyle
bir şeyi yapabilecek durumda olmalarını
gerektirmemektedir. Buna benzer örnekler
çoktur. Çünkü
bu yapanına mükâfat verilecek, terkedeni de cezalandırılacak
bir fiilin yerine getirilmesi şeklinde
bir teklif değildir Bu, âciz bırakmak
maksadıyla yöneltilecek bir hitabtır. Aynı
şekilde Yüce Allah'ın
şu buyruğunda yer alan: "Rabbimiz,
güç yetinemeyeceğimiz
şeyi bize yükletme"
(et-Bakara, 2/286) buyruğunda
yer alan mü'minlerin duasından da
böyle bir teklifin lüzumu
anlaşılmaz. Çünkü
güç yetı-n'lemeyen bir şeyin yükletilmesi
teklif değildir. Aksine kula takat getiremeyeceği
ve ölümü ile sonuçlanacak bir dağı
taşımasını istemesi mümkündür. İbnu'i-Enbarî
der ki: Bu şu demektir: Bizlere edası ağır
gelecek bir yük yükleme. Her ne kadar sıkıntılara
katlanarak, zorlanarak ve hoşa
gitmeyen şey, lere tahammül
ederek, güç yetirecek olsak dahi. ö.
Araplara akıllarıyla kavrayabilecekleri üslupla
hıtab etmiştir. Onlardan herhangi
bir kimse nefret eitiği bir şahsa
-aslında böyle bir şeye
takati olmakla birlikte-: Seni görmeye
tahammül edemiyorum, der. Ancak onu görmesi,
ona ağır geldiğinden dolayı
böyle söyler Hikmet açısından
yapması halinde mükâfat
göreceği, yapmaması
halinde de ceza göreceği şekilde bir dağı taşımakla
mükellef tutmak caiz değildir.
Nitekim Yüce Allah, kendi zatı hakkında
hiçbir kimseye takati dışında ve
güç yetireme-yeceği bir
hususu yüklemeyeceğini haber vermektedir. Onlardan
kimisi de şöyle demektedir: Bizatihi imkansız
olanı değil de adeten imkansız olanın
teklifi mümkündür. Çünkü bizatihi imkansız olan
bir şeyin varlığı, zaten düşünülemez.
Öbürünün aksine böyle bir şeyi
emretmek de akla sığmaz. Kimileri
de şöyle der: Âciz bıraktığından
ötürü güç yetirilemeyen bir şeyin
teklifi caiz değildir. Onun zıttı
ile meşgul olunduğundan dolayı
güç yetirilemeyen şey ise
böyle değildir. Bununla mükellef
tutmak caizdir. Bunlar mana itibariyle selefe ve imamlara uygun kanaat
belirtmişlerdir. Ancak onların kulun
terkettiği bir işi, zıttı
ile meşgul olduğundan Ötürü
onu terkedip güç yetirılemez, olarak değerlendirmeleri
hem seri bakımdan, hem dil açısından
bir bid'attir. Çünkü bu ifadenin muhtevası kul
yapmadığı bir işi yapmaya güç
yeîiremez, şeklindedir. Onların
böyle bir kanaati kabul etmelerine sebeb ise şu
görüşü benimsemeleridir: istitâa
ile Kudret ile aynı şey
olan takat (güç yetirmek), ancak fiil
ile birlikte olur. O bakımdan
derler ki: Bir fiili yapmayan her kimse, ona takat getiremez demektir. Bu ise
Kitab'a, sünnet'e ve selefin icma'ına
muhaliftir. Aynı zamanda daha önceden
istitâa'nın söz konusu edildiği
esnada işaret edildiği üzere,
genel olarak akıl sahibi kimselerin kabul ettiklerine de muhaliftir. Ancak
fiil ile birlikte var olan güç
yetirmeye gelince, bu teklifte aranan bir şart
değildir. Bununla birlikte gerçekte
fiilî bir irade de vardır. Bu görüşü
benimseyenler Yüce Allah'ın: "Onların
işitmeye güçleri
yetmezdi." (Hud, 11/20); "Sen benimle beraber sabretmeye güç
bulamazsın." (ei-Kehf, 18/67) buyruğunu
da delil göstermişler, fakat bu
buyruklarda onların istitâa adını
verdikleri şey kastedilme-mektedır.
Onların istitâa dedikleri şey
ise ancak fiil ile birlikte olandır. Yüce
Allah (Hud suresinde) sözü
edilen bu kimseleri işitmeye güç
yetire-meyişleri dolayısıyla
yermektedir. Eğer burada fiil ile birlikte olan istitâa'yı
kastetmiş olsaydı, elbettekı
bütün mahlukat işitmeden
önce işitebilme gücüne
sa- hip
değildirler. Dolayısıyla
onların böyle bir yergj ile özellikle
söz konusu edilmelerinin bir anlamı
da olmazdı. Fakat bunlar -hakka olan nefretleri ve hakkın
onlara ağır gelmesi dolayısıyla
ya hak sahibini kıskandıklarından
ya da nevalarına tabi oldukları için-
işitmeye güç yetiremiyorlardı. Musa
-as- da şeriatın zahirine muhalif
olarak gördüğü bu hususta ona dair bilgi sahibi olmadığı
için sabredemiyordu. Arapça'da
da, diğer dillerde de böyledir.
Başkasına buğzeden kimse hakkında:
Ona iyilik yapma gücünü
bulamaz, denilir. Sevdiği kimse
hakkında da: Ona ceza verecek gücü
bulamaz, denilir. Buna sebeb ise o kimseye karşı
beslediği sevgidir, onu cezalandırmaktan
aciz oluşu değildir. Bu gibi ifadeler de mübalağa
için kullanılır.
Mesela, ölesiye kadar onu mutlaka döveceğim,
demek gibi. Maksat ileri derecede vurmaktır.
Ancak (onların bu hoşlanmayışları)
bir mazeret teşkil etmez. Zira Yüce
Allah kullara sadece hoşlarına
giden emirler vermiş olsaydı,
göklerin ve yerin düzeni
bozulurdu. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Eğer hak havalarına
uysaydı, göklerle
yer ve içlerinde bulunanlar fesada uğrardı."
(ei-Mu'minun, 23/71) Tahâvî'nin
-Allah ona rahmet etsin-'. "Onlar da ancak kendisiyle mükellef
tuttuğu şeylere güç yetirebilirler..."
sözleri de şu demektir: Onlar ancak
kendilerini muktedir kıldığı
şeylere takat getirebilirler, işte
bu bir çeşit ilahi tevfık türünden
olan takat'tir. Yoksa sağlık,
güç yetirebilmek, imkan bulmak ve araçların
esenlikli olması anlamındaki takat türünden
değildir. "La
havle velâ kuvvete illâ billâh"
sözü de kader'in varlığını
isbat eden bir delildir. Bundan sonraki ifadeleriyle de Tahâvî
bunun anlamını açıklamıştır. Ancak kendisinin -Atiah ona rahmet etsin- ifadesinde açıklanması
gereken bir taraf vardır. Çünkü
teklif muktedir kılmak manasına kullanılmaz,
ancak emir ve nehiy manasına
kullanılır. O
ise şöyle demiştir: "Onları
ancak takat gösterebildikleri şeylerle
mükellef tutmuştur ve
onlar, O'nun kendilerini mükellef
tuttuğu şeylere ancak güç
yetirebilirler." Bu ifadeler zahiren aynı
manayı dile getirmektedir. Ancak böyle bir
şey sahih değildir.
Zira kullar Allah'ın kendilerini mükellef
tuttuğunun üstünde
de bir takım şeylere güç yetirebilmektedirler,
fakat Yüce Allah kulları için
kolaylığı ve yükümlülüklerini
hafifletmeyi murad etmiştir. Şu
buyruklarda olduğu gibi: "Allah size kolaylık
diler, güçlük
istemez." (ei-Bakara, 2/185); "Allah üzerinizdeki
yükleri hafifletmek ister." (en-Nısa,
4/28); "Dinde size güçlük
vermedi." (ei-Hacc, 22/78) Şayet
Yüce Allah bizi mükellef
tuttuğu hususları daha da arttırmış
olsaydı, onlara da güç
yetirebilirdik. Ancak O, bize lütufta
bulunmuş, merhamet etGörüldüğü
gibi kendisinin ifadesinde nisbeten düzeltmeyi
gerektiren bir taraf vardır Bunu
iyice düşünmek gerekir. Şer'î
Kaza İle Kevnî Kaza "Herşey
Allah'ın meşîeti, ilmi, kaza ve kaderi ile cereyan eder" sözleri
ile Allah'ın kazalından şer'î
olanı değil, kevnî kazayı
kastetmektedir. Çünkü kaza hem
kevnî, hem şer'î
olabilir. İrade, emir, izin, Kitab, hüküm,
haram kılmak, kelimeler ve buna benzer tabirler de böyledir. Kevnî
kaza Yüce Allah'ın: "Böylece
onları yedi gök
olmak üzere iki günde
yarattı.(Kadâhunne)"
(Fussilet, 47/72; buyruğunda
dile getirilmektedir. ] 1
Dini ve şer7 kaza (hüküm)
Yüce Allah'ın şu
buyruğunda ifade edilmiştir: 'Rab-
î bin
şunları
hükmetti (Kadâ):
Kendisinden başkasına
ibadet etmeyin." (ei-isra. 17/23} Kevnî
ve dini iradeye gelince, buna dair açıklamalar
daha önceden Ta-hâvî'nin:
"Ve ancak O'nun dilediği
olur" sözleri açıklanırken
geçmişti. Kevnî
emir Yüce Allah'ın şu
buyruğunda söz konusu edilmektedir: "O
bir şeyi diledi mi, ona emri sadece ol,
demesidir. O da oluverir." (Yasın,
36/82) Şer'î
emir, şu buyruklarda dile getirilmektedir: 'Muhakkak Allah adaletle,
iyilikle.,, emreder." (en-Nahl, 16/90): 'Şüphesiz
Altöh size emânetleri
ehline vermenizi emreder." (en-Nisa, Yüce
Allah'ın şu buyruğu ile kevnî
izine değinilmektedir: "Allah'ın
izni olmadıkça,
onun/a hiçbir kimseye zarar verebilecek değillerdi.'
(el-Bakara. 2/102) Yüce
Allah'ın: "Herhangi bir hurma ağacını
kesmeniz, yahut onu kökleri üzere
dikili bırakmanız
hep Allah'ın izni ile olmuştur."
(gi-Haşr, 59/5) buyruğunda
da seri izin dile getirilmektedir. Kevnî
kitab'a (yazısına) gelince, bu da Yüce
Allah'ın şu buyruklarında ifadesini
bulur: "Uzun ömürlünün
ömrünün
uzatılması
da, ömrünün
eksiltilmesi de ancak bir kitabtadır.
Şüphesiz ki bu Allah'a göre
pek kolaydır.' (Fatır,
35/11 y, "An-dolsun ki Biz Tevrat'tan sonra Zebur'da: 'Arza Benim salih
kullarım mirasçı
olur' diye yazdık,"
(el-Enbiya. 21-1Q5) Serî,
dini kitab'a (yazmaya) gelince, bu da Yüce
Allah'ın şu buyrukların-l da
ifade edilmektedir: "Biz onda (Tevrat'ta) onlara şunu
(farz olarak) yazdıkl
Can'a can..." (ei-Maîde,
5/45); 'Ey iman edenleri Oruç sizden
öncekilere (farz ola] rak) yazıldığı
gibi sizin üzerinize
de yazıldı."
(et-Bakara, 2/183) Kevnî
hüküm de Yüce Allah'ın
Yakub -as-ın oğlunun
söylediğini nak- iettiği
şu ifadelerde dile getirilmektedir: "Artık
ya babam izin verinceye, yahut benim için
Allah hükmedinceye kadar katiyyen bu yerden ayrılmam.
O hükmedicilerin
en hayırlısıdır."
(Yusuf, 12/80); "Dedi ki: 'Rabbim, hak ile hükmet.
Bizim Rabbimiz Hah-man'dır, sizin
niteleyege/diklerinize karşı yardımı
istenen O'dur." (et-Enbiya, 21/112) Şer'î
hükümden de Yüce Allah'ın
şu buyruklarında söz
edilmektedir: "İhramda
iken avlanmayı helal
saymamak şartı
ile ve size okunacak olanlar hariç olmak
üzere, size dört
ayaklı davarlar helal kılındı.
Şüphesiz Allah dilediği
hük-mü
koyar." (ei-Maide. 5/26) "Bunlar Allah'ın
hükümleridir,
aranızda O hükmeder."
(ei-Mumtehıne, 60/10) Kevnî
haram kılmak da Yüce Allah'ın
şu buyruklarında söz
konusu edilmiştir: 'Buyurdu ki: 'Artık
orası onlara kırk
yıl haram edildi. Onlar o yerde (Tîh'de)
şaşkın
şaşkın
dolaşacaklardır."
(ei-Maide, 5/26); 'Helak ettiğimiz
bir ülke halkının
(mahşere) dönmemeleri
haramdır (imkansızdır.)"
(ei-Enbiya. 21/95) Şeri
tahrim'de Yüce Allah'ın: "Leş,
kan... size haram kılındı."
(ei-Maide, s/3); "Size anneleriniz... haram kılındı,'(en-Nisa,
4/23)buyruklarında dile getirilmiştir. Kevnî
kelimeleri de Yüce Allah'ın şu
buyruğunda söz konusu edilmektedir: "Rabbinin
İsrailoğullanna
olan o pek güzel
kelimesi sabretmelerinden ötürü
bütünüyle
yerini buldu." (el-A'raf, 7/13?) Peygamber
-sav-in: 'İyi ya da kötü
hiçbir kimsenin kendilerini aşıp ileri
geçemediği o tam ve eksiksiz olan
Allah'ın kelimeleri ile (Allah'a) sığınırım"1el-Heysemî.
Mecmau'z-Zovâiö.
X, 127 hadisinde de bu kevnî
kelimeler kastedilmektedir. Seri,
dini kelimeler de Yüce Allah'ın:
"Hani Rabbi ibrahim'i bîr
takım kelimelerle imtihan etmişti,
O da bunları
eksiksiz yerine getirmişti"
(et-Bakara. 2/124) buyruğunda
dile getirilmektedir. Yüce
Allah Kendisi Üzerine Rahmeti Yazmıştır Tahâvî'nin
-Allah ona rahmet etsin-: "O dilediğini
yapar ve O asla zulmedici değildir"
sözlerine gelince, Kur'ân'ın
delalet ettiği husus Yüce Allah'ın
kullarına zulmetmekten kendi zatını
tenzih ettiği şeklindedir. Bu da Kaderiye ile Cebriye'nin görüşleri
arasında orta bir kanaati benimsemeyi gerektirmektedir. Ademoğullan
tarafından zulüm ve çirkin
olarak değerlendirilen bir husus -Kaderiye, Mutezile ve benzerlerinin
dedikleri gibi- onun tarafından
zulüm ve çirkin bir iş
olarak değerlendirilmez. Çünkü
bu Yüce Allah'ı yarattıklarına
benzetmektir. O'nu, onlara kıyas
etmektir. O Ganî (asla muhtaç
olmayan) ve herşeye kadir olan bir Rab'tir. Kendileri ise Allah'ın
kahrı altında O'na muhtaç olan
kullardır. Zulüm
ise kelam'cıların ve diğerlerinin söyledikleri
gibi kudretin kapsamı içerisine
girmeyen imkansız şeyler anlamında değildir.
Onlar şöyle derler: Kudret çerçevesi
içerisinde olup mümkün
olan şeylerde zulüm olmasına
imkan yoktur. Aksine mümkün
olan herbir şey O'ndandır, onu yapacak olursa
adalettir. Zira zulüm, ancak başkası
tarafından kendisine emir ve yasaklar verilmiş
kişi tarafından yapılır.
Allah ise böyle değildir. Yüce
Allah'ın şu buyrukları bu görüşün
tam aksini ortaya koymaktadır: "Kim
mü'min olduğu
halde salih ameller işlerse,
o zulme uğratılmaktan
da korkmaz, (mükafatının)
eksiltilmesinden de." (Tâ'hâ.
20/12); "Benim yanımda söz
değiştirilmez
ve Ben kullara as/a zulmedici de değilim."(Kaf,
50/29); "Biz onlara zulmetmedik fakat onlar bizzat zalimler idiler."
(ez-zuhruf. 43/76); "Onlar işlediklerini
de hazır bulacaklardır.
Rabbin kimseye zulmetmez. ~ (ei-Kehf, 18/49); "Bugün
de herkese kazandığının
karşılığı
verilir, bugün
zulmetmek yoktur. Şüphesiz
Allah hesabı pek çabuk
görendir.' (ei-Mu'mın.
40/17) Allan
Rasûlünün, Rabbinden rivayet ettiği şu
buyruklar da bu türdendir: "Ey kullarım! Şüphesiz
ki Ben kendime zulmü haram kıldım.
Aranızda da cnu haram kıldım.
O halde birbirinize zulmetmeyiniz."1 Müslim
2577, Müsned. V, 160 İşte bu, iki
hususa delil teşkil etmektedir: 1-
Yüce Allah, kendisine zulmü haram
kılmıştır, imkansız olan bir şey
ise böyle nitelendirilemez. 2-
O, zulmü kendisine haram kıldığını
haber vermektedir. Tıpkı
kendisi üzerine rahmeti yazdığını
haber verdiği gibi. Bu da onların zulmün
ancak kendisine emir ve nehy verilen kimse tarafından
söz konusu olabileceği, Yüce
Allah'ın ise bu durumda olmadığı şeklindeki
delillerini çürütmektedir. Çünkü
onlara şöyle denilir: Her türlü
eksiklikten münezzeh olan Yüce
Allah kendisi üzerine rahmeti yazmış ve
kendisine zulmü haram kılmıştır.
Görüldüğü gibi O, kendisi üzerine
rahmeti yazdığı gibi, güç ve kudreti çerçevesinde
olup kendisi için imkânsız
olmayan bir hususu da kendisine haram kılmıştır. Aynı
şekilde Yüce Allah'ın:
'O zulme uğratılmaktan
da korkmaz, (mükafatının)
eksiltilmesinden de.' (Tâ'hâ.
20/112) buyruğunu selef zulüm,
onun üzerine başkasının
günahlarının
yükletilmesi, eksiltilmesi ise yaptığı
iyiliklerin eksiltilmesi diye açıklanmıştır.
Nitekim Yüce Allah bir başka
yerde: 'Hiçbir
nefis bir başka
nefsin günah yükünü
yüklenmez" (ei-isra, 17/15} diye
buyurmaktadır. Diğer
taraftan insanın kudret çerçevesi
içerisine girmeyen ve imkansız olan
bir şeyden korkması söz
konusu değildir ki, bu açıdan ona
ayrıca teminat verilmesine gerek duyulsun. Olsa olsa mümkün
olan birşeye karşı ona teminat
verilebilir. Yüce Allah: "Korkmaz" buyruğu
ile zulümden yana ona teminat verdiğine göre,
bunun mümkün ve kendisine güç ve
kudret yetirilebiien bir iş olduğu
da anlaşılmış olmaktadır. "Benim
huzurumda çekişmeyin" buyruğundan
itibaren; "Benim huzurumda çekişmeyin...
ve Ben kullara asla zulmedîci de
değilim."(Kaf, 50/28-29) buyruğunda
da aynı şekilde Allah'ın
kudreti çerçevesinde olan ve kendisinin yapması imkansız
olan bir husus nefyedilmemektedir. Nefyedilen, Yüce
Allah'ın kudreti çerçevesinde
bulunan ve mümkün olan bir husustur. O da kulların
amellerinden başkası ile cezalandırılmalarıdır. Aksi
kanaati savunanların görüşüne
göre Yüce Allah, hiçbir
fiilden münezzeh değildir ve hiçbir
fiili işlemekten yana mukaddes değildir.
Aksine hepsi mümkündür. O hiçbir fiili işlemekten
tenzih edilmez, aksine O'nun bütün
işleri güzeldir. Kötü
fiilin de hakikati yoktur. Hatta bu imkansız
bir şeydir, imkansız olan
bir şeyin de hakikati olmaz. Kur'ân-ı
Kerîm ise bir çok yerde bu görüşün
tam aksine delâlet etmektedir. Bu buyruklarda Yüce
Allah kendi zatını, kendisine layık
olmayan ve yakışmayan işlerden tenzih etmiştir.
Böylelikle O'nun kötü
fiillerden, kusurlu ve yerilen işlerden
münezzeh ve mukaddes olduğu
ortaya çıkmaktadır. Nitekim O, kötü
vasıflardan, kusurlu ve yerilen sıfatlardan
da münezzeh ve mukaddestir. Bu da Yüce
Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır:
"Acaba siz, Bizim sizi boşuna
yarattığımızı
ve sizin Bize gerçekten
döndürülmeyeceğinizi
mi zannettiniz?" (ei-Mu'minun. 23/115) Yüce
Allah kendi zatını mahlukatı boşu
boşuna yaratmış olmaktan tenzih etmekte
ve böyle bir zannı taşıyanların
kanaatlerini reddetmektedir, bu ise bir fiildir. Yüce
Allah'ın: "Biz müslümanlan
o günahkârlar
gibi kılar mıyız
hiç?' (et-Kalem, 68/35) buyruğu
ile: "iman edip, salih amel isleyenleri, yeryüzünde
fesad çıkaranlar gibi mi kılarız?
Yahut takva sahiplerini günahkarlar
gibi mi kılarız?'
(Sad. 38/28) buyruğu ile Yüce
Allah'ın bu iki kesimi birbirine eşit kılmasını
mümkün gören kimselerin bu kanaatlerini reddetmektedir. Şu
buyruk ta böyledir: "Yoksa kötülük
işleyenler kendilerini iman edip, salih amel
işleyenler gibi kılacağımızı
ve hayatları ile ölümlerinin
bir olacağını
mı sandılar?
Ne kötü
hüküm
veriyorla!."(ei-Casiye, 45/21) Bu
buyrukta da O'nun bu şekilde hareket edeceğini
zannedenlerin kanaatleri reddedilmekte, böyle
bir hükmün kötü ve çirkin bir hüküm
olduğu ve yüce Rabbin bundan münezzeh
olduğu bildirilmektedir. Ebu
Davud ile Hakim'in el-Müstedrek'te kaydettikleri
ibn Abbas, Ubade b. es-Samit ve Zeyd b. Sabit yoluyla gelen rivayete göre
Peygamber -sav- şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz ki Allah semavatında ve
arzında bulunanların
hepsini azaplandıracak olursa, onlara zulmetmesi söz
konusu olmaksızın onları azaplandırmış
olur Eğer onlara rahmet buyuracak olursa, elbetteki O'rıun
rahmeti onlar için öz amellerinden daha hayırlı
olur."1 Ebû Davûd
4699; Ibn Mâce 77. Bu
hadis Cebriye'ye karşı gösterilen
delillerdendir. Kaderıye'ye gelince, onların
benimsedikleri bozuk usûl ve ilkelere uygun düşmemektedir.
Bundan dolayı onlar, bu hadisi ya yalanlamışlardır
yahut ta olmadık şekilde te'vil etmişlerdir. Bu
hadise karşı takındıkları tutumları dolayısıyla
en bahtiyar olan kimseler ehl-j sünnettir.
Çünkü onlar bu hadisi tasdik ile karşılamışlar,
onun Yüce Allah'ın azamet ve celâlini,
mükellefler üzerindeki nimetinin üstün
değerini iiade ettiğini
bilmişlerdir. Bu hadis ayrıca
mahiukatın üzerlerindeki nimetlerin hakkını
ödemekten aciz olduklarını
da ortaya koymaktadır. Bu da ya onların
acizlikleri, ya cahillikleri, ya kusurlu davranışları
ve buna aldırmayışları dolayısıyladır.
Yahut ta güç ye-tirebildikleri kadarıyla
dahi şükürde bulunmayışlarıdır.
Bazı yönleriyle dahi bunu ihmal edişleridir. O'nun
semavat ve arz ehli üzerinde hakkı,
O'na itaat edilip isyan edilmemesi, anılıp
unutulmaması, şükredilip O'na nankörlük
edilmemesidir. O'na karşı duyulan sevginin gücü
ve O'na dönüşün tevekkül ve haşyetin
gözetimi altında bulunma şuuru,
korku ve ümidin hepsinin O'na yönelik
olması ve O'na bağlı
olması gerekir. O kadar ki kalb O'nun muhabbetine ve O'nun uluhiyetine
kulluk etmeye kendisini vermelidir. Münhasıran
bu şekilde O'na yönelmelidir,
dil de sadece O'nu anmalı.
organlar da O'na itaate adanmalıdır. Bunun
genel anlamıyla güç yetirilen bir şey
olduğunda şüphe yoktur. Fakat
nefisler bu hususta cimrilik ederler. Bu cimrilik mertebeleri ise, Yüce
Allah'tan başkasının sayısını
bilemediği kadar pek çoktur,
itaatkârların çoğunun da nefisleri bazı yönleriyle
bunun gereğini yerine getirseler bile, diğer
bazı yönleriyle yine cimrilik ederler. Allah'ın
muradına karşı bir irade ortaya
koymayan, yahut yapmasını
sevdiği işten başkasını
istemeyen bir kimse bulunabilir mi? Yaratılış
maksadına muhalif bir iş
yapmayan -zamanlardan bir zamanda olsa dahi-kimse var mıdır?
Eğer şanı yüce Rabbımiz semavat ve arz
ehline adaletinin gereğini uygulayacak olursa,
elbetteki adaletiyle onları
azaplandırır ve yine de onlara zulmetmiş
olmaz. Kulun
yapabildiği en ileri iş bu
kusurlarından tevbe edip, onları itiraf
et mektir. Tevbeyi kabul etmek ise O'nun katıksız
bir lütuf ve ihsanıdır.
Yoksa eğer O, günahları
dolayısıyla kulunu azaplandıracak
olursa ona zulmetmiş olmaz. Tevbe ettiği
varsayılacak olsa dahi. Ancak
Yüce Allah, lütuf ve
rahmetinin gereği olarak tevbe edeni azaplan-dırmamayı
kendi üzerine yazmıştır.
Yine O, kendisine rahmet'i yazmıştır,
o bakımdan O'nun rahmet ve affetmesinden başka,
mahlukatı hiçbir şey kuşatmaz. Onlardan
hiçbirisinin ameli kendisini ateşten
kurtaracak yahut ta ameli dolayısıyla
cennete girebilecek dereceye asla ulaşamaz.
Nitekim insanlar arasında Rabbine en itaatkâr,
ameli itibariyle en üstün
ve Rabbine ta'zım ve saygısı en
ileri derecede olan yüce zat şöyle
demiştir: 'Aranızdan hiçbir
kimseyi kendi ameli kurtaramaz." Sen de mi, ey Allah'ın
Rasulü? demeleri üzerine şöyle
buyurdu: "Ben dahi, Allah'ın kendi
nezdinden bir lütuf ve bir rahmet'e beni daldırması
hali müstesna.'1 Buhârî
5673, 6363, 6464, 6467; Muslini 2816, 2818; Müsned.
II, 235, 256..., III, 52, 337, 362. VI,125. Ebu
Bekr es-Sıddîk. Peygamber -sav-den namazında
yapacağı bir duayı kendisine öğretmesini
isteyince şöyle buyurdu: "De ki: Allah'ım
gerçekten ben kendi nefsime çok büyük
zulmettim. Günahları da Sen'-den başka
kimse bağışlamaz. Sen bana nezdinden bir mağfiret
ile mağfiret eyle, bana rahmet buyur. Şüphesiz
ki Sen Gafur'sun, Rahim'sin."2 Buhârî
834, 5326, 8388, Müslim 2705. Peygamberler
ve rasûllerden sonra insanların en
faziletlisi olan Ebu Bekr es-Sıddik'in
durumu bu olduğuna göre onun dışındakiler
hakkında ne düşünülebilir?
Hatta o, bu makama ancak hakkını
eksiksiz vermekle sıddîk
olmuştur. Bu makam ise Rabbıni,
Rabbınin hakkını,
azametini, Rabbine karşı yapılması
gerekenleri, Rabbinin kulu üzerindeki
hakkını bilmeyi de kendi kusurunu gereği
gibi bilmeyi de ihtiva etmektedir. Yaratılmışın
Rabbinin mağfiretine muhtaç olmadığını,
buna gereği olmadığını
söyleyenler bizden uzaktırlar.
Artık bunun ötesinde Allah ve O'nun
haklarına dair cehalet düşünülemez,
eğer bunu gereği gibi
kavrayamayan varsa bu sefer nimetlere ve bu nimetler dolayısıyla
yerine getirilmesi gereken vazifelere bir bakılsın.
Bu nimetlere karşı şükür ve nankörlük
arasında bir karşılaştırma
yapılsın, işte o vakit Yüce
Allah, eğer göklerde ve yerde bulunanları
azaplandıracak olursa, onlara hiçbir şekilde
zulmetmesi söz konusu olmaksızın
azaplandırmış olacağı gerçeği
de anlaşılmış olur. "Hayatta
olanların dua ve sadakalarının
ölülere bir faydası vardır." Ehl-ı
sünnet, ölülerin
hayatta olanların yaptıkları
işlerden şu iki yolla yararlanacaklarını
ittifakla kabul etmektedirler: 1-
Ölünün hayatta iken sebeb olduğu işler, 2-
Müslümanların Ölene
dua etmeleri, mağfiret dilemeleri, sadaka ve haccetmeleri. Bununla
birlikte haccın sevabından ölüye
ne ulaşacağı hususunda görüş
ayrılığı vardır. Muhammed b. el-Hasen -rh-şöyle
demiştir: Ölüye
sadece hac için yapılan harcamanın
sevabı ulaşır. Haccetmenin sevabı ise
haccedenedir. Genel
olarak ilim adamları ise, haccın
sevabı kendisi adına hac
yapılanadır, sahih olan görüş
de budur. Oruç,
namaz, Kur'ân okumak ve zikir gibi bedenî
ibadetler hususunda da görüş
ayrılığı vardır. Ebu Hanife, Ahrned ve
selefin cumhuru, ulaşacağı
görüşündedirler. Şafiî'nin
meşhur görüşü
ile Malik'in görüşü, ulaşmayacağı
şeklindedir. Kelamcılardan
bid'at ehli bazı kimselerin kanaatine göre ise,
ne dua ne de başka hiçbir şey
ölüye ulaşmaz. Onların
bu kanaatleri ise Kitab ve sünnetle
reddotunur Şu kadar var ki onlar Yüce
Allah'ın müteşabih bir takım
buyruklarım da delil göstermişlerdir:
"insan için çalıştığından
başkası
yoktur." (en-Necm, 53/39)', "Ve siz ancak iş/ediğinizin
karşılığını
görürsünüz."(Yasin,
36/54)', "Herkesin kazandığı
kendisine, yaptığı da
aleyhinedir."(el-Bakara, 2/286) •
Peygamber -sav- da şöyle
buyurduğu sabittir: "Âdemoğlu
öldüğü takdirde ameli kesilir. Üç şey
müstesna: Sadaka-i cariye, yahut kendisine dua edecek salih bir
evlat, yahut kendisinden sonra kendisiyle yararlanılacak
bir ilim."1 Müslim
1631; Tirmizî 1376; Ebû Dâvûd
2880; Nesat, VI, 251. Peygamber,
böylelikle kendisi hayattayken sebeb olduğu
hayırlardan faydalanabileceğini
haber vermektedir. Kendisi hayatta iken eğer
sebeb olmamışsa bunların sevabı
kendisinden kesilir, ona ulaşamaz. Sadece
sadaka ve hac gibi vekaletin söz
konusu olduğu ibadetlerin ulaşacağını
kabul edenler de şunu delil gösterirler:
İslam'a girmek, namaz, oruç ve
Kur'ân okumak gibi herhangi bir şekilde
vekaletin caiz olmadığı ibadet türlerinin
mükafatı onları
yapana hastır, onu aşıp başkasına
ulaşmaz. Nasıl ki hayatta iken bunları
kimse kimsenin yerine yapamıyor ve
bu fiillerde kimse başkasının
yerine vekalet edemiyorsa (öldükten
sonra da böyledir.) Nesaî
senedini kaydederek, ibn Abbas'ın
Peygamber –sav- şöyle buyurduğunu
kaydetmektedir: "Kimse kimsenin yerine namaz kılamaz.
Kimse kimsenin yerine oruç tutamaz,
ancak onun adına herbir gün karşılığında
bir mud buğday yedirir."1 Nesaî,
es-Sunnerıu'l-Kûbrâ,
IV/43/1; Tahâvî,
Müşkilu'1-Âsâr,
III, 141. (Mevkuf alarak) Ölünün
kendisinin sebeb olmadığı amellerden de
faydalanacağına delil ise Kitab. sünnet,
icma ve sahih kıyastır. Kıtabtan
delil Yüce Allah'ın şu
buyruğudur: "Onlardan sonra gelenler derler ki: 'Rabbimiz bizi
ve bizden önce iman etmiş
kardeşlerimizi mağfiret
eyle..." (el-Haşr,
59/10) Yüce
Allah kendilerinden önceki mü'minlere
mağfiret diledikleri için onlardan
övgüyle söz etmektedir, işte
bu, önceden gidenlerin hayatta olanların
kendilerine mağfiret dilemelerin den faydalandıklarının
delilidir. Yine ümmetin ıcma'ı
da cenaze namazında ölüye yapılan duadan ölünün
faydalanacağına delil teşkil
etmekdir. Sünnette
cenaze namazı duaları oldukça
büyük bir yekûn tutmaktadır.
Definden sonra ölüye yapılan dua da böyledir. Ebu
Davud'un, Sünen'inde Osman b. Affan -ra-dan rivayete göre
Peygamber -sav-, ölünün
defni bittikten sonra mezarı başında
durur ve şöyle derdi: "Kardeşinize
mağfiret dileyiniz, ona sebat dileyiniz Çünkü
şu anda ona soru sorulmaktadır."2
Ebû Dâvûd 3221. Aynı
şekilde kabirlerin ziyareti esnasında
onlara dua yapılacağı da pek çok rivayetle sabittir.
Nitekim Müslim'in Sahih'inde Bureyde b. el-Husayb'den şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah -sav-
onlara kabristana gittiklerinde şu sözleri
söylemelerini öğretiyordu:" :
Ey mü'min ve müslümanlardan
sakinlerin bulunduğu bu diyarın
ehli! Selam sizlere! Şüphesiz bizler de Yüce
Allah'ın izniyle sizlere kavuşacağız.
Bize de size de Allah'tan esenlik dileriz."1 Müslim
249: Ebû Dâvûd 3237; İbn Mâve
4306; Müsned, II, 300, 375, 408... Yine
Müslim'in Sahih'inde, Aişe -ra-dan
Peygamber -sav-e şöyle
sorduğu rivayet edilmektedir: Kabirdekilere mağfiret
dilediğin vakit ne söylersin?
Peygamber şöyle buyurdu. "Şöyle de: :
Ey mü'min ve müslümanlardan
oluşan bu diyarın ehli'
Selam sizlere. Allah bizden önden gidenlere
de, sonradan kavuşacak olanlara da rahmet buyursun. Şüphesiz
biz de inşaallah size kavuşacağız.'2Müslim
974 Sadakanın
sevabının ulaşacağı
ile ilgili olarak Buharî ve Müslim'de,
Âişe -ra-dan gelen rivayete göre
bir adam Peygamber -save gelerek şöyle
dedi: Ey Allah'ın Rasûlü!
Annem ansızın öldü ve bir vasiyette bulunamadı.
Zannederim konuşabilseydi, tasadduk'ta bulunurdu. Ben onun yerine sadaka verecek
olursam, onun için ecir almak söz
konusu olur mu? Peygamber -sav-: "Evet" diye buyurdu.3Buharî
1388, 2760: Müslim 1004 Buharî'nın
Sahih'inde Abdullah b. Abbas -ra-dan rivayete göre
Sâd b. Ubâde'nin annesi -kendisi
yanında bulunmadığı bir sırada-
vefat etti. Peygamber -sav-e gelerek: Ey Allah'ın
Rasûlü, dedi. Annem ben onun yanında
bulunmadığım bir vakitte vefat etti. Onun yerine ben tasadduk'ta bulunacak
olursam, ona bir faydası olur mu? Peygamber:
"Evet" diye buyurdu. Bunun üzerine
Sâd dedi ki: Ben seni el-Mihraf denilen yerdeki bahçemi
onun adına sadaka olarak bağışladığıma
şahit tutuyorum.4Buharî
2756. 2762, 2870: Ebû Dâvûd
2882, Buna
benzer sünnet te pek çok
rivayet vardır. Orucun
sevabının ulaşacağına
gelince, Buharî ile Müslim'de Âişe
-ra-dan nakledildiğine göre
Rasûlullah -sav- şöyle
buyurmuştur: "Her kim üzerinde
oruç borcu olduğu halde
vefat ederse, onun velisi onun yerine oruç
tutar."5 Buharî 1952;
Müslim 1147; Ebû Dâvûd
2400; Müsned, VI, 69 Buharide bunun benzeri daha başka
rivayetler de vardır. Fakat
Ebu Hanife -Allah'ın
rahmeti üzerine olsun- ölü
adına oruç tutmaktansa, yemek
yedirme görüşünü benimsemiştir, Buna sebeb de az önce
geçen İbn Abbas yoluyla gelen hadis-i şeriftir.
Bu husustaki açıklamalar ise fıkıh
kitaplarından öğrenilebilir. Haccın
sevabının ulaşması
hususunda da Sahih-i Buharî'de İbn
Abbas -ra- dan şu rivayet delil teşkil
etmektedir: Cüheyne'den bir kadın Peygamber
-sav-e gelerek şöyle sordu: Benim annem
haccetmeyi adamıştı, fakat ölünceye
kadar haccedemedi. Ben onun yerine haccedeyim mı?
Peygamber şöyle buyurdu: "Evet, onun yerine haccet. Eğer
annenin üzerinde bir borç
bulunsaydı, ne dersin sen o borcu öder
miydin? Allah'ın hakkını ödeyiniz,
çünkü Allah hakkı ödenmeye
en layık olandır."1Buharî
1852, 6699, 7315; Müsned, l, 279. Bunun
benzeri de pek çoktur. Müslümanlar
borcun ödenmesi halinde ölünün
zimmetinin ibra olacağını icma
ile kabul etmişlerdir. İsterse bu ödemeyi
yapan yabancı birisi olsun ve teri-kesinden yapmamış
olsun. Buna Ebu Katade yoluyla gelen hadis delil teşkil
etmektedir Çünkü o ölen birisi adına
borcu olan iki dinarı ödemeyi
taahhüd etmişti. Bunları
ödeyince Peygamber -sav- şöyle
buyurdu: "Şimdi onun teninin (sıcaktan
kurtularak) serinlemesini sağladın.'2Müsned.
II. 330. Bütün
bunlar serî kaidelere uygundur ve kıyas da
bunu göstermektedir. Mükâfat
amelde bulunanın bir hakkıdır,
o bunu müslüman kardeşine bağışlayacak
olursa buna engel olunmaz. Hayatta iken malından
ona bir şeyler bağışlaması
ve vefatından sonra da borcunu ibra etmesi engellenmediği
gibi. Şarî'
orucun sevabının ulaşacağını
belirterek, kıraatin ve benzeri bedeni ibadetlerin sevabının
da ulaşacağına dikkatlerimizi çekmektedir.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: Oruç,
nefsin oruç bozucu hususlardan niyet ile birlikte alıkonulmasıdır.
Sari' orucun sevabının
ölene ulaşacağını
açıkça ifade etmiştir.
Hem amel, hem de niyet olan kıraat nasıl
ulaşmasın? "İnsan
İçin Çalıştığından Başkası
Yoktur" Buyruğunun Anlamı Yüce
Allah'ın: "insan için
çalıştığından
başkası
yoktur" (en-Necm, 53/39) buyruğunun
delil gösterilmesine karşılık
verilecek cevaba gelince, ilim adamları buna çeşitli
cevaplar vermişlerdir. Bunların en
sahih olanları şu iki cevabtır. 1-
Kişi kendi çalışmasıyla,
güzel geçimiyle arkadaş
kazanır, çocuk sahibi olur, eşleri
olur, hayırlarda bulunur, insanları sever,
sevilir, onlar da ona rahmet okurlar, dua ederler, itaatlerin sevabını
ona hediye ederler. İşte bu, onun çalışmasının,
sa'yinin bir neticesidir. Hatta müslümamn
islam akide bağı çerçevesinde müslümaniar
arasına girmesi dahi bütün
müslümanların menfaatinin kişiye
hayattayken de, ölümünden sonra da ulaşmasında
en büyük sevaplar arasındadır.
Müslümanların yaptıkları
dua da onların hepsini çepeçevre
kuşatır. Yüce
Allah'ın, imanı kişinin
mü'min kardeşlerinin dua ve çalışmalarıyla
yararlanmalarına sebep kılmış
olması buna açıklık
getirmektedir. Kişi iman etti mi artık bütün
bunların kendisine ulaşabilmesini
sağlayan sebeb uğrunda
gerekli sa'yi, gayreti göstermiş
dernektir. 2-
Bu birincisinden daha güçlüdür.
Şöyle ki Kur'ân-ı
Kerîm, bir kimsenin başkasının
çalışması ve gayretinden faydalanmayacağını
belirîmemektedir. Aksine sadece kişinin
kendi öz çalışmasından başkasına
malik olmasını kabul etmemektedir. Her iki durum arasında
ise açık bir fark vardır. Yüce
Allah insanın ancak kendi çalışmasına
malik olacağını haber veriyor. Başkasının
çalışması ise o çalışmayı
yapanın mülküdür. Eğer bir kimse bu mülkünü
başkasına bağışlamak isterse, bağışlayabilir.
Kendisinin kalsın isterse, bunu da yapabilir. Yüce
Allah'ın: "Hiçbir
kimse başkasının
günah yükünü
yüklenmez, insan için
kendi çalıştığından
başkası
yoktur' (en-Necm, 53/38-39) buyrukları
muhkem iki âyettirler ve Yüce Rabbın
adaletini gerektirmektedir. Birinci
âyet-i kerîme -dünya
hükümdarlarının
yaptıklarının aksine- kimsenin başkasının
suçunun cezasını
çekmemesini, kimsenin başkasının
günahından sorumlu tutulmamasını
gerektirir. İkincisi
de kişinin ancak kendi ameli ile kurtulabileceğini
hükme bağlamaktadır.
Böylelikle herkes atalarının,
geçmişlerinin, hocalarının,
şeyhlerinin ameli ile kurtulacağından
yana ümidini kessin Yalan yere umutlanan kimseler gibi olmasın.
Ama Yüce Allah: Kendi çalışmasından
başka hiçbir şeyden
faydalanmaz, da dememektedir. Yüce
Allah'ın: "Kazandığı
kendisinedir." (ei-Bakara, 8/286): "Siz işlediğinizin
ancak karşılığını
görürsünüz"
(Yasin, 36/54) buyrukları
da bu şekildedir. Bu âyet-i
kerîme'ler kulun başkasının
amelinin cezasını çekmeyeceğine delildir. Çünkü
Yüce Aliah şöyle buyurmaktadır:
"O günde hiçbir
kimseye en ufak bir zulüm yapılmaz
ve siz işlediğinizin
ancak karşılığını
görürsünüz."
(Yasin, 36/54) Karşı
görüşü savunanların.
Peygamber -sav-in. "Âdemoğlu
öldü mü, artık onun ameli
kesilir" hadisini delil göstermelerine
gelince, bu yerinde olmayan bir demlendirmedir. Çünkü
hadis "faydalanması kesilir"
dememektedir, amelinin kesileceğini
haber vermektedir. Başkasının
arneli ise o ameli işleyene aittir, eğer
o amelin sahibi onu ölene bağışlayacak
olursa amelde bulunan kimsenin yap- tığı
amelin sevabı da ona ulaşır.
Kendisinin amelinin sevabı değil.
Bu da bir kimsenin başkasına
ait olan borcu ödemesine benzer. Böylelikle
borçlu, borçtan kurtulur. Ancak
borcunun ödenmesini sağlayan şey,
kendisine ait olan bir şey değildir. Malî
ibadetler ile bedenî ibadetler arasında
fark gözetenlere gelince, peygamber -sav az önce
de geçtiği üzere ölen yerine oruç
tutmayı meşru
kılmıştır. Halbuki oruçta
vekalet cereyan etmemektedir. Cabir -Ra-- yoluyla gelen hadiste de böyledir.
O dedi ki: Rasûlultah -Sav- ile birlikte kurban bayramı
namazı kıldım. Namazı bitirdikten sonra bir
koç getirildi ve onu boğazladı
ve şöyle buyurdu: "Bismillahı
vallahu ekber. Allah'ım bu hem benim adıma,
hem de ümmetimden kurban kesmeyenlerin adına
olsun." Hadisi Ahmed, Ebu Davud ve Tırmizî
rivayet etmiştir.1 Müsned,
III, 356; Ebu Davûd 2810; Tirmizî 1521 Diğer
taraftan iki koç kestiğine dair bir başka
hadis de vardır, Bunlardan birisi hakkında:
"Allah'ım, bu benim bütün
ümmetimin adına
olsun" demiş, diğerini keserken de: "Allah'ım,
bu Muhammed adına ve Muhammed:in aile halkı adına
olsun" demiştir.2 Müsned,
VI, 391-392. Kurban
kesmekte Allah'a yakınlaştırıcı
taraf kanın akıtıimasıdır. Görüldüğü gibi burada bu yakınlığı
{İbadeti} başkası
adına yapmıştır. Aynı
şekilde hac ibadeti de bedeni bir ibadettir. Mal sahibi olmak haccın
bir rüknü değildir, sadece bir araçtır.
Nitekim Mekke'de bulunan bir kimseye -mal şartı
aranmaksızın- Arafat'a yürüyebilmesi
halinde hac farzdır. Daha kuvvetli görülen
görüş de budur, yani haccın malî
ve bedeni bir ibadet şeklinde mü-rekkeb
bir ibadet olmayıp, -Ebu Hanife mezhebine mensub müteahhir
ilim adamlarından bir topluluğun da açıkça
belirttiği gibi- sadece bedeni bir ibadet olduğu
görüşü daha kuvvetlidir. Bir
de kifaye farzlarda bir kısmın
yerine getirmesiyle, diğerlerinin de adına
yerine getirmiş olduklarına bir bakalım. Çünkü
bu da bir sevabın bağışlanmasıdır.
Vekâlet kabilinden değildir.
Nitekim hususi bir ecir (işçi)nin
kendisinden başkasını vekil tutmak hakkı
yoktur, ama aldığı ücreti dilediğine
verme hakkına sahiptir. Kur'ân
okumak ve onu ölüye hediye etmek üzere
Kur'ân okuyucularını
ücretle tutmaya gelince, bu işi
seleften hiçbir kimse yapmış değildir.
Din imamlarından kimse de bunu emretmediği gibi,
ruhsat da vermemiştir. Bizatihi
tilavet için ucreile tutmak herhangi bir görüş
ayrılığı söz konusu olmaksızın
caiz değildir. Görüş
ayrılığı Kur'ân öğretmek
ve buna benzer başkasına da ulaşan bir faydası
bulunan hususlar için ücret
almanın caiz olup olmadığı ile
ilgilidir. Sevabın ölüye ulaşması
ise, ancak amelin Allah için yapılması
halinde söz konusudur. Ücretle
yapılan böyle bir amel ise halis
bir ibadei değildir. Dolayısıyla
bundan elde edilecek sevap, ölülere
hediye edilecek nitelikte de olamaz. Bundan dolayı hiçbir
kimse oruç tutacak, namaz kılacak
ve bunun sevabını ölüye hediye edecek bir kimseyi kiralar dememiştir.
Ancak Kur'ân okuyan ve Kur'ân öğreten
ve öğrenen kimseye, Kur an ehline bu konuda bir yardım
ve destek olmak üzere bir şeyler verecek olursa, bu
ölü adına verilen bir sadaka kabilinden olur ve caizdir. el-ihtiyar,
da şöyle denilmektedir: Şayet
malının bir bölümünün
kabri şında Kur'ân okuyacak kimseye
verilmesini vasiyet edecek olursa, bu vasiy^ batıldır.
Çünkü böyle bir şey {bu iş
için) ücret manasınadır. ez-Zahidî,
el-Kınye adlı eserde şöyle
demektedir: Şayet kabri üzerindi
Kur'ân okuyacak kimselere bir vakıf
yaparsa, böyle bir tayin batıl olur. Ücretsiz
olarak kendi bağışı olmak üzere Kur'ân
okuyup onu ölüye hecl| ye etmeye gelince; bu da ölüye
-oruç ve haccın sevabının
ulaştığı gibi- ulaşır. s
Şayet: Bu selef arasında
bilinen bir şey değildi. Peygamber -sav-
de onlara böyle bir yol göstermiş
değildir, denilecek olursa cevabı!
mız şu olur: Bu
soruyu soran kişi eğer hac, oruç ve
dua'nın sevabının
ulaşacağını ka bul eden bir kimse ise ona şöyle
denilir: Peki bunlar ile Kur'ân
okumanın seva binin ulaşması
arasındaki fark nedir? Selefin böyle bir
şeyi yapmamış olmalar sevabının
ulaşmayacağına dair bir delil değildir.
Biz böyle genel bir nefyi nerejj den çıkartabiliyoruz? Şayet:
Rasûlullah -Sav- oruç, hac
ve sadaka'nın ulaşa-, cağını
onlara göstermiş, ancak Kur'ân'ın
sevabının ulaşacağını
gösterimemiştir, denilecek olursa şöyle
denilir: Peygamber
-sav- bizzat öncelikle onlara böyle
bir yo» göstermiş değildir.
Aksine onun bu yol göstermesi onların
sorularına bir cevap vermesi suretiyle olmuştur.
Birisi ölmüş yakını adına haccetmeye dair ona sorul sormuş,
bu hususta ona izin vermiş. Diğeri
ölen yakını
adına oruç tutmaya dair| ona
soru sormuş, ona da bu hususta izin vermiştir.
Bunların dışında kalan hususları da
onlara yasaklamamıştır. Şimdi mücerred bir niyet ve
orucu bozan şeylerden uzak durmak (irnsak)den ibaret olan orucun sevabının
ulaşması ile, Kur'ân ve zikrin sevabının
ulaşması arasındaki fark nerededir? Rasûlullah
-sav-e sevabı bağışlamak
hususunda ne dersiniz? diye sorulursa, ona da şöyle
cevab veririz: M üte ah hin n'd e n bunu müsîe-hab
görenler olduğu gibi,
bid'at görenler de vardır. Çünkü
Ashab-ı Kiram böyle bir şey
yapmadılar. Peygamber -saiiaiiahu aleyhi veseiiem- de ümmetinden
hayır işleyen herbir kimsenin amelinin aldığın
ecrin mislini alır ve amelde bulunan kimsenin ecrinden de bir şey
eksilmez. Çünkü ümmetine her türlü
hayrın yolunu gösteren ve o hayra kendilerini
irşad eden odur. Ölü
yakınında okunan Kur'ân-ı
Kerîm'den -Allah'ın kelâmını
işitiyor olması dolayısıyla-
faydalanır, diyenlerin görüşlerine
gelince, bu hususta meşhur imamlardan herhangi
birisinin böyle bir görüşe
sahip olduğu sahih değildir. Ölünün
okunan Kur'ân'ı işittiğinde şüphe yoktur Ancak Kur'ân'ı
dinlemekle faydalandığı görüşü
sahih olarak gelmemiştir. Çünkü
dinleme dolayısıyla sevap kazanmak hayatta olma şartına
bağlıdır ve bu ihtiyarî bir
ameldir. Ölüm ile ihtiyar ortadan kalkar, hatta belki ondan dolayı
zarar da görebilir ve acı da çekebilir.
Çünkü bu kimse hayatta iken Allah'ın
emirlerini ve yasaklarını
yerine getirmeyen bir kişi
olabilir, yahut ta fazla hayır
yapmamış bir kimse de olabilir, ilim
adamları kabir başlarında
Kur'ân okumanın hükmü
hususunda üç farklı görüş
ortaya koymuşlardır: Mekruhtur, sakıncası
yoktur; defin vaktinde sakıncası
yoktur: ondan sonra mekruhtur şeklinde. Ebu
Hanife, Malık ve bir rivayete göre
Ahmed gibi mekruh olduğunu söyleyenler
şöyle derler: Çünkü
bu muhdes'tir (sonradan çıkmış
bir bid'attir.) Bu hususta da sünnet
varid olmuş değildir. Kıraat de namaza benzer,
Kabirlerin yanında namaz ise yasaklanmıştır,
kıraat de böyledir. Muhamrned
b. el-Hasen ve bir rivayete göre de
Ahmed gibi, sakıncası yoktur, diyenler de ibn Ömer -ra-dan
nakledilen şu rivayeti delil göstermişlerdir:
ibn Ömer -ra- defnedileceği vakit
kabrinin başında Bakara suresinin ilk âyetleri
ile son âyetlerinin okunmasını
tavsiye etmişti. Muhacirlerden birisinden de Bakara suresinin okunmasını
vasiyet ettiği de nakledilmiştir. Sadece defin zamanında
mahzur yoktur -ki bu Ahmed'den gelen bir rivayettir- diyenler de bu konuda ibn
Ömer ve muhacirlerden birisinden nakledilen rivayeti delil alırlar. Bundan
sonra kabirlerin başlarında
nöbetleşe Kur'ân
okumaya gelince-bu mekruh'tur. Çünkü
bu konuda sünnet varid olmuş değildir,
seleften herhangi bir kimseden de asla böyle bir
şey nakledılmemiştir.
Bu görüş konu ile ilgili her iki delili de bir arada değerlendirdiğinden
ötürü, diğerlerinden belki de daha güçlüdür. "Yüce
Allah duaları kabul eder, ihtiyaçları
karşılar." Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: 'Rabbiniz
buyurdu ki:' 'Bana dua edin, ben de duanızı
kabul edeyim..." (et-Mu'min, 40/60)', "Kullanın
sana Beni sorarlarsa, işte
muhakkak Ben pek yakınım.
Bana dua etliğinde
dua eden/erin duasına karşılık
verir, kabul ederim. " (ei-Bakara, 2/186) Hem
müslümanlar, hem sair dinlere mensub olanlar ve başkaları
büyük bir çoğunlukla
duanın menfaatleri sağlamak,
zararları önlemek hususunda en güçlü
sebeblerden birisi olduğunu kabul etmektedirler.
Yüce Allah kâfirlerin de-.nizde bir sıkıntı
ile başbaşa kaldıkları
takdirde dinlerini Allah'a halis kılarak
O'na dua ettiklerini, insana bir zarar dokunacak olursa yanı
üzere bulunurken, otururken yahut ayaktayken dua ettiğini
bizlere haber vermektedir. Yüce
Allah'ın kulunun duasını
kabul etmesi -müslüman ya da kâfir
olsun-ve dileğini ona vermesi, onlara rızık
vermesi, onlara yardımcı
olması kabilinden-dir. Bu, Yüce
Allah'ın kulunun mutlak olarak Rabbinin olmasının
bir gereğidir. Diğer taraftan duanın
kabulü kişi hakkında bir zarar ve bir
fitne sebebi de olabilir, eğer onun
kâfirliği ve fasıklığı
bunu gerektirmekte ise. ibn
Mace'nin, Sunen'inde Ebu Hureyre -ra-dan şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah -Sav-
buyurdu ki: "Allah'tan dua edip dilekte bulunmayana Allah gazab
eder."1 Ibn Mâce 3827;
Müsneü, II, 477 Bir takım
filozoflar ile aşırı mutasavvıfların
kanaatine göre duanın bir faydası
yokmuş. Bunlar derler ki: İlahi meşıet
şayet istenen şeyin
var olmasını gerektirmiş ise
duaya gerek yoktur, eğer gerektirmemiş
ise bu sefer duanın faydası yoktur. Hatta
onların bazıları
ariflerden havas olanlarının
Özel bir makamı olduğunu
kabul ederler. Ancak bu kimi şeyhlerin
hatalarından birisidir. Böyle bir
kanaatin islam dininin gerçeklerinden
ve aklın kabul ettiği hükümlerden
kesin olarak tutarsızlığı
bilindiği gibi, duanın
faydalı olduğu, ümmetlerin
tecrübeleriyle, ittifakla sabit olmuş
bir husustur. Hatta filozoflar şöyle
derler: ibadet için yapılmış heykeller
etrafında çeşitli dillerle ve şekillerle
yükselen sesler, etkin feleklerin bağladığı
düğümlen çözer. Ancak
bu, müşriklerin bir vehmidir. (Filozoflarla,
aşırı mutasavvıfların)
şüphesine verilecek cevab ileri sürdükleri
iki önermenin de yersiz olduğunu
belirtmekten ibarettir Onların ilahî
meşîet ile ilgili olarak belirttikleri, ilahî
meşlet ya bunu gerektirir, ya gerektirmez şeklindeki
önermelerinin dışında üçüncü
bir önerme daha vardır. O da
şudur: ilahi meşiet,
duada istenilen şeyi bir şart ile öngörmüş,
şartsız olarak öngörmemiştir,
Dua etmek, bunun şartı olabilir. Nitekim
ilahi rneşietin salih amel olması
halinde mükafatı gerekli kılması,
olmaması halinde bunu gerektirmemesi buna benzer. Ayrıca
ilahi rneşiet yemek ve içmek
halinde tok olunacağını
ve su ihtiyacının karşılanacağını
gerektirmiş, bunların yapılmaması
halinde böyle bir şeyi gerektirmemiştir.
Evlilikle çocuğun hasıl olacağını,
ekinin tohumla hasıl olacağını
hükme bağlamıştır...
Eğer duada istenen şeyin
meydana gelmesi dua ile birlikte olması
halinde takdir edilmiş ise, duanın
faydası yoktur, demek doğru
olamaz. Tıpkı yemenin, içmenin,
tohum ekmenin vs. sebeblerin faydası
yoktur, denilemeyeceği gibi. O halde bu gibi
kimselerin, bu sözleri şeriate muhalif olduğu
gibi, aynı şekilde hisse ve fıtrata
da muhaliftir. Bir
kesim ilim adamının söylediği şu
görüş bilinmesi gereken hususlardandır:
Esbaba iltifat etmek tevhid'de bir şirktir.
Esbabı silerek, onların esbab
olmayacaklarını kabul etmek de aklî bakımdan
bir eksikliktir. Esbab'tan büsbütün
yüz çevirmek ise şeriati
tenkid etmektir. Tevekkül ve umudun manası
ise. tevhidin, aklın ve şeriatın
gereklerini yerme getirmekle gerçekleşir. Bunu
şöylece açıklayabiliriz: Sebebe yönelmek
demek, kalbin ona güvenip dayanması;
ondan ümit beslemek demek, kalbin ona bel bağlamasıdır.
Ancak mahlukat arasında buna layık
hiçbir kimse, hiçbir şey
yoktur. Çünkü hiçbir mahluk tek başına ve
bağımsız olarak var değildir.
Onun bir takım ortaklarının
ve zıtlarının da bulunması kaçınılmazdır.
Bütün bunlarla birlikte eğer
esbab'ın müsebbibi onu musahhar kılmayacak
olursa, o sebeb müsahhar kılınmaz. Dua'yı
faydasız görenlerin: Eğer
ilahi meşîet istenenin gerçekleşmesini
hükme bağlamış
ise duaya gerek yoktur, sözlerine
karşılık şu cevabı veririz: Aksi ne bazen
ister dünyevî, ister uhrevî bir
maslahatın elde edilebilmesi ve ister dünyevî,
ister uhrevî bir başka zararın
önlenebilmesi için
duaya gerek duyulabilir. Yine
duayı gereksiz görenlerin:
Şayet ilahi meşiet
bunu gerekli görmüyorsa onda bir fayda yoktur, sözlerine
karşılık da şöyle deriz: Aksine dua'nın
menfaatleri sağlamak, zararları önlemek
bakımından pek büyük
faydalan vardır. Nitekim Peygamber -sav- bunlara dikkatimizi çekmiştir.
Hatta dua sebebiyle kula acilen dünyada
verilen Rabbini bilip tanımak,
O'nun rububi-yetini ikrar ve itiraf etmek, O'nun herşeyi
işiten, pek yakın, herşeye
kadir, herşe-yi bilen, merhameti sonsuz olduğunu
dile getirmek, kul olarak kendisinin O'na muhtaç
olduğunu, zorunlu olarak O'nsuz olamayacağını
dile getirmek ve buna bağlı
olarak pek üstün bilgiler ve pek değerli
haller -ki bunlar en büyük
talepler ve istekler arasında yer
alırlar- dua ile gerçekleşirler. Denilse
ki: Eğer kendisinden istekte bulunulan kimsenin, istekte bulunana bir şeyler
vermesinden aklımızla kavradığımız
şekilde, Yüce Allah'ın
bir şeyler vermesi, kul'un (dua etmek şeklindeki)
fiiline bağlı ise; o takdirde bu dua eden kimsenin kendisine dua edilene
-istediğini verinceye kadar- etki etmiş
olmaz mı? Deriz
ki: Kul'u kendisine dua etmek üzere
harekete getiren de Yüce Rabbi-mizdir. Bu hayır
O'ndandır, O'nun kuluna hayrını
tamamlamasının bir tecellısidir. Nitekim
Ömer -ra- şöyle
demiştir: Ben dua'mın kabul
edilip, edilmeyeceğini düşünmem.
Beni düşündüren dua edebilmektir, o bakımdan
bana dua etmem ilham edildiği
takdirde duamın kabulü de onunla birlikte
dernektir. Yüce
Allah'ın şu buyruğu da bu anlamı
dile getirmektedir: 'O herşeyî
gökten
yere doğru tedbir eder (düzenler.)
Sonra miktarı sizin
saymanıza göre
bin yıl olan bir günde
O'na yükselir.' (es-Secde, 32/5) Yüce
Allah bu buyruğu ile tedbir'i kendisinin başlattığını,
sonra da tedbir ettiği bu işin
kendisine yükseldiğini haber vermektedir. O
halde kulun kalbine dua etme duygusunu veren ve bunu kendisine vereceği
hayırlara sebeb kılan
O'dur. Tıpkı amellere karşılık
mükafat vermesi gibi. Kulu tevbe etmeye muvaffak kılan,
sonra o tevbeyı kabul eden de O'dur. Kulu amelde bulunmaya muvaffak kılıp
sonra da mükâfatlandıran O'dur. işte
dua etme tevfık'ini kul'a veren de, sonra bu duayı
kabul eden de O'dur. Mahlukattan hiçbir şey
bu hususta O'na etki etmiş
olamaz. Aksine bizzat O, yaptığı birşeyi
yapacağı bir şeye sebeb kılmıştır.
Tabiîn'ın imamlarından birisi olan
Mutarrif b. Abdillah b. eş-Şihhîr
şöyle der: Ben bu işe baktım,
iyice düşündüm. Baktım ki başlangıcı
da Allah'tandır, tamamlamak ta Allah'a aittir. Bütün
bunların anahtarının
da dua olduğunu gördüm. "O
herşeye mâlik'tir, hiçbir
şey O'na mâlik olamaz. Bir göz
açıp kırpacak bir an dahi Allah'a muhtaç
olmamak düşünülemez. Bir göz açıp
kırpacak kadar bir süre
Allah'a muhtaç olmadığını
zanneden küfre sapar ve helak olanlardan olur." Bu, açık
bir gerçek ve hiçbir kapalılığı
bulunmayan bir ifadedir. "Yaratıklardan
kimseye benzemesi söz konusu olmaksızın
Allah hem gazab eder, hem razı
olur." Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
"Allah onlardan razı olmuştur."
(ei-Maide, 5/119, ei-Mücadele,
58/22, ei-Beyyine, 93/8)', "Andolsun ki ağacın
altında sana bey'at ederlerken, Allah mü'minlerden
razı olmuştur.'
(ei-Feth, 48/18} Yine
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın
kendilerine lanet ettiği, üzerlerine
gazab ettiği-., kimseler" (et-Maide, 5/60);
'Allah ona gazab etmiş, lanet
etmiş..."(en-Nisa, 4/93); 'Allah'tan gelen
bir gazaba uğradılar.'
(ei-Bakara, 2/62 Buna benzer buyruklar pek çoktur. Selefin
vs. imamların benimsediği görüş
gazab, rıza, adalet, velayet, sevmek, buğzetmek
ve buna benzer Kitab ve sünnette
varid olan sıfatları kabul etmek, diğer
taraftan bunları Yüce Allah'a yakışan gerçek
manalarından uzaklaştıracak
türden olan te'vili de benimsememek şeklindedir.
Nitekim semi', basar, kelam vs. sıfatlar
hakkında da buna benzer kanaattedirler. Tahâvî
de -Allah ona rahmet etsin- daha önce geçen:
"Çünkü ru'yetin (Allah'ın görülmesinin)
te'vili ve rububiyete izafe olunan herbir anlamın
te'vili, te'vili terketmektir, teslime yapışmaktır.
Rasûllerin dini de bu şekildedir."
sözleriyle işaret etmiş
idi. istiva
sıfatının nasıl olduğu
hususunda İmam Malik -ra-ın verdiği
şu cevaba da dikkatle bakalım:
Istiva'nın ne demek olduğu
bilinmektedir, keyfiyeti ise meçhulümüzdür.
Yine Ummu Seleme -ra-dan mevkuf olarak bu cevab nakledildiği
gibi, Peygamber -sav-e merfu olarak da nakledilmiştir.
Aynı şekilde Tahâvî
de -Aitah ona rahmet etsin- daha önceden
şunları söylemiştir1
Her kim nefy'den ve teşbih'ten korunmazsa ayağı
kayar ve tenzih'i isabet ettiremez. İleride
de şu sözleri gelecektir; "Gerçek şu
ki islam ifrat ile tefril arasıdır.
Teşbih ile ta'til arasıdır." Tahâvî'nin
-Allah ona rahmet etsin-: "Mahlukattan hiçbir
kimse gibi olmamak üzere" ifadesi teşbih'i
nefyetmektedir. Rıza
iyilik yapmak iradesi, gazab da intikam almak iradesidir denilemez. Çünkü
böyle bir açıklama sıfatı
nefyetmektir. Ehl-i sünnet de ittifakla şunu
kabul etmişlerdir: Allah sevdiği ve
razı olduğu şeyleri
emreder. Velev ki bunları irade
ve mesîeti ile istemesin. Buna karşılık
gazab ettiği ve hoşlanmadığı,
buğzeltiği şeyleri
nehyeder ve bunları yapanlara da gazab
eder. Bunu meşîet ve iradesiyle istemiş olsa
dahi. Çünkü Yüce Allah irade etmemekle birlikte bir takım
hallerini sevip razı olabilir. Bununla
birlikte irade ettiği bazı
şeylere de gazab edebilir. Gazab'ı
ve nza'yı iyilik yapma isteği diye
te'vil edenlere: Niye böyle bir teVil'de
bulundun? diye sorulursa, şüphesiz şu
cevabı verecektir: Çünkü
gazab kalbteki kanın kaynayıp
coşması, rıza ise eğilim ve arzu duymak
demektir. Böyle bir şey ise Yüce
Allah'a yakışmaz. Ona
şöyle cevab verilir: Kalbteki kanın
kaynayıp coşması insanoğlunda gazab sıfatından
meydana gelen bir haldir, yoksa o gazabın
kendisi değildir. Yine şöyle
denilir: Bizim irade ve meşietimiz.
hayatta olan kimsenin bir şeye ya
da kendisine uygun ve mülayim gelene eğilim
duymasıdır. Bizden hayatta olan bir kimse ancak kendisine fayda sağlayacak
yahut ta bir zararı önleyecek
bir şeyi irade eder ve iradesiyle istediği
şeye muhtaçtır.
İsteğini elde etmekle de varlığı artar,
etmemesi halinde de eksilir. Buna göre (siz
bu te'vili yaparken) Allah hakkında
uygun görmediğiniz mana ile sizin
uygun gördüğünüz mana arasında hiçbir
fark yoktur. Eğer bu caiz ise öteki de
caizdir, bu caiz değiise öteki
de caiz değildir. Dese
ki: Herbirisinin bir hakikati bulunsa bile Allah'ın
sıfatı olan iradenin, kulun sıfatı
olan irade gibi anlaşılmasından
korkulur. Ona şöyle cevab verilir: Bunun yerine: Herbirisinin bir hakikati olmakla
birlikte, Allah'ın sıfatı oian gazab ve rıza,
kulun vasfı olan gazab ve rtza'ya muhaliftir, de. Eğer
irade ile ilgili olarak söyledikleri
bu sıfatlar hakkında da
söylenebiliyor ise o takdirde te'vil kaçınılmaz
bir yol olmaktan çıkar, aksine terkedilmesi gerekir. Çünkü
bu durumda sen çelişkiden kurtulmuş olacağın
gibi, Yüce Allah'ın isim ve sıfatlarını
gereksiz yere ta'til etmekten de kurtulmuş
olursun. Çünkü Kur'ân-ı
Kerîmi gereksiz yere zahirî anlamından
ve hakikatinden başka manalara çekip
yorumlamak haram- dır.
Başka manaya çekip, yorumlamayı
gerektiren de kişinin aklının
gösterdiği sebeb olamaz. Zira akıllar
farklı farklıdır,
çünkü herkes başkasının
söylediğinden farklı
bir şeyi aklının
gösterdiğini söylemektedir. Bu
sözler; "Bu adın
verildiği sıfatlar mahlukta da vardır. O
bakımdan Yüce Allah hakkında
bunları düşünmek imkansızdır"
gerekçesiyle Yüce Allah'ın
sıfatlarından herhangi birisini
nefyeden herkese aynen söylenebilir.
Çünkü varlık sıfatı
dahil, insanın bilip tanıdığından
farklı olmayan herhangi bir şeyi Yüce
Allah hakkında kabul etmek kaçınılmaz
bir şeydir. Çünkü
kulun vücudu (varlığı) ona yakışan
bir şekildedir. Yaratıcının
vücud sıfatı
da O'na yakışan bir şekildedir. Yüce
Allah'ın vücud sıfatı
hakkında yokluk imkansızdır.
Mahluk'un vücud sıfatı
hakkında ise yokluk imkansız değildir.
Yüce Rabbimizin kendi zatına İsım
olarak verdikleri ile mahlukatına
verilen isimler -Hayy, Alim, Kadir gibi- yahut ta gazab ve rıza
gibi kullandığı bazı sıfatları aynı
şekilde bir takım
kulları hakkında kullanılmış
ise şunu bilelim ki bizler, akıllarımızla,
kalplerimizle Yüce Allah hakkında bu
isimlerin manalarını idrak edip kavrayabiliriz. Bunlar haktır,
sabittir ve vardır. Aynı şekilde
bu isimlerin mahlukat hakkında
kullanılması halinde ne manaya geldiklerini de kavrayabiliyoruz. Her iki mana
arasında bir ortak noktanın bulunduğunu
kavramakla birlikte, elbetteki bu ortak noktanın
hariçte (zihnin dışında
varlık aleminde) varlığı söz
konusu değildir. Çünkü
külü müşterek mana ancak zihinlerde ortak olarak bulunur, hariçte
ise ancak muayyen ve tahsis edilmiş (şart,
sıfat ve nitelikleri belirlenmiş)
olarak var olabilir. Böylelikle halik ile
mahluk arasında ortak sıfatların
herbirisi ilgili olduğu zat hakkında
ona yakışan şekilde sabit olur. Hatta. Cehennem bekçisi
olan mâlîk'in gazabı ile meleklerden bir başkasının
gazabı söz konusu edilecek olursa, bu gazabların
Ademoğullarının
gazab keyfiyetinin aynısı
olması icab etmez. Çünkü
melekler dört unsurun karışımından
meydana gelmiş varlıklar değildir
ki insanoğlunun kızması
halinde kalbindeki kanın kaynaması
gibi, onların da kalblerindeki kanın
kaynaması söz konusu olabilsin, O halde Yüce
Allah'ın gazabının,
Ademoğlunun gazabından
farklı olması öncelikle
söz konusudur. "Rasûlullah
-sa/ia/iahu aleyhi veseiiem-m ashabını
sever onlardan herhangi birisinin sevgisinde aşırıya
kaçmayız. Onlardan herhangi birisinden de beri olduğumuzu
söylemeyiz. Onlara buğzedenlere
ve hayırdan başka türlü
onları yadedenlere biz de buğzederiz.
Onlardan ancak hayırla söz
ederiz. Onları sevmek dindir, imandır,
ihsandır. Onlara buğzetmek
ise küfürdür, nifaktır, tuğyandır." Tahâvî
-Allah ona rahmet etsin-, Rafızîler'in
ve Nevasıb'ın kanaatlerinin reddine işaret
etmektedir. Yüce Allah da, Rasûlü
de Ashab-ı Kiram'dan övgüyle
söz etmiş, onlardan razı
olmuş ve onlara el-Hiısna'yı
(cennet'i) vadetmiştir. Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: İleriye
geçen muhacir ve ensar ile onlara güzellikle
uyanlardan Allah razı olmuştur.
Onlar da O'ndan hoşnut
olmuşlardır.
Bunlar için orada ebediyyen kalmak üzere
altından ırmaklar
akan cennetler hazırlamıştır.
İşte bu en büyük
kurtuluştur. "(et-Tevbe, 9/100) "Muhammed
Allah'ın Rasûlüdür.
Onunla bir/ikte o/anlar, kâfirlere
karşı sert ve katı,
kendi aralarında
merhametlidirler.' (ei-Feth. 43/29) Surenin sonuna kadar "Andolsun
ki ağacın
altında sana bey'at ederlerken, Allah mü'minlerden
razı olmuştur."
(el-Feth, 48/18) 'İman
edip, hicret eden, Allah yolunda malları
ve canlarıyla cihad edenlerle (onları)
barındırıp
yardım edenler (ensar): işle
onlar birbirlerinin velileridirler..." (ei-Enial. 8/72) surenin
sonuna kadar. "Aranızdan
fetih'ten önce infak edip, savaşanlar
(diğerleriyle) bir olmaz. Onların
dereceleri fetih sonrasında
infak edip savaşanlardan
daha büyüktür.
Bunun/a beraber Allah hepsine de ei-Hüsna'yı
(cenneti) vadetmiştir.
Allah yap-tıklarınızdan
hakkıyla haberdardır."
(ei-Hadid, 57/:o) "(O
fey) yurtlarından ve
mallarından çıkartılıp,
uzaklaştırılmış
olan ve Allah'ın lütuf
ve rızasını
isteyen, Allah'a ve peygamberine yardım
eden fakir muhacirler içindir,
işte onlar sadıkların
ta kendi/eridir. Onlardan evvel Medine'yi yurt edinip iman 'a sahip olanlar ise
kendilerine hicret edenleri severler ve bunlara ve- rilen
şeylerden dolayı
kalplerinde bir çekememezlik
duymaz/ar. Kendileri fakirlik içinde
bulunsa/ar dahi (muhacirleri) öz
nelis/erine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden
korunursa, işte
onlar umduklarını
bulanların ta kendileridir. Onlardan sonra gelenler
der/er ki: 'Rabbimız bizi
ve bizden önce iman etmiş
kardeşlerimizi mağfiret
eyle, kalplerimizde /man eden/ere karşı
hiçbir kin bırakma.
Rabbi-miz şüphesiz ki sen çok
esirgeyicisin, çok
merhametlisin." (ei-Haşr,
59/8-10) Bu
âyet-i kerîmeler muhacir ve
ensar'a, onlardan sonra gelip onlar için mağfiret
dileyen, Yüce Allah'tan kalplerinde onlara karşı
bir kin bırakmamasını
isteyenlere övgüleri ihtiva ettiği gibi,
fey'de hak sahibi olanların da işte
bunlar olduğu hükmünü de ihtiva etmektedir. Kalbinde iman edenlere karşı
bir kin besleyen, onlar için mağfiret
dilemeyen bir kimse Kur'ân nass'ı
ile fey'de hak sahibi değildir. Buharı
ve Müslim'de, Ebu Said
el-Hudrî -ra-dan şöyle
dediği kaydedilmektedir: Halid b el-Velid ile Abdurrahman b. Avf arasında
bir anlaşmazlık oldu. Halid ona sövecek
oldu, Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle
buyurdu: "Ashab'ımdan kimseye sövmeyiniz.
Sizden herhangi bir kimse eğer Uhud
dağı kadar altın infak edecek olsa,
onlardan birisinin infak ettiği bir
mud-de ve hatta onun yansına dahi
erişemez."1Buharı 3673:
Müslim 2541; Dâvûd
4656. Halid'in, Abdurrahman'a sövmesini
sadece Müslim söz konusu etmekte, Buharî
ondan söz etmemektedir. İşte
Peygamber -sav- Halid'e ve benzerlerine: "Ashab'ıma
sövmeyiniz* diyor ve bununla Abdurrahman ve benzerlerini kastediyor.
Çünkü Ab-durrahrnan b. Avf ve benzerleri ilk iman edenler arasındadırlar.
Onlar ayrıca Fetih'ten Önce
islam'a girip savaşmış
olanlardır. Rıdvan bey'atinde de bulunmuşlardır.
O bakımdan onlar, Rıdvan
bey'atinden sonra islam'a giren kimselere nisbetle daha faziletlidirler ve onun
daha has ashab'ı d ı ﷺ lar. Diğerleri ise Hudeybiye'den
sonra ve Peygamber -Sav- Mekke'lilerlg barış
yapmasından sonra İslam'a
girmişlerdir. Halid b el-Velid de onlardan birisidir. Bunlar da Mekke
fethedilinceye kadar müslüman
olmaları geciken kimselerden daha önce müslü-man
olmuşlardır. Mekke feshedildiği gün
İslama girenlere de "et-Tulaka" adı
verilmiştir. Ebu Sufyan ile onun iki oğlu
Yezid ve Muaviye de bunlardandır. Hadis'ten maksad Peygamber -sav
sonradan ashab arasına karışmış
olanların, önceden ashab'dan olanlara dil uzatmalarını
yasaklamaktır. Çünkü bunların sonradan ashab arasına
katılanlara göre bir imtiyazları
vardır ve sonradan ashab arasına katılanların
bu hususta onlara ortak olmalarına
imkan yoktur. Hatta onlardan birisi Uhud dağı
kadar altın infak edecek olsa dahi bu, diğerlerinden
birisinin infak ettiği bir mudde yahut onun
yarısına dahi denk düşmez. Hudeybiye'den
sonra -Mekke'nin fethinden önce
olsa bile- islam'a girenlerin hali bu olduğuna
göre, hiçbir şekilde
ashab arasında sayılmayan kimselerin
as-hab'a karşı durumu ne olur? Allah onların
hepsinden razı olsun. Ensar
ve muhacirlerden ilk islam'a girenler Fetih öncesinden
infak edip, savaşan kimselerdir. Rıdvan
bey'atinde bulunanların hepsi de onlardandır
ve bunların sayısı
bındörtyüz kişiden fazla idi. Şöyle
de açıklanmıştır:
"ilk önde gidenler" iki kıbleye
doğru da namaz kılanlardır.
Ancak bu zayıf bir görüştür,
çünkü Kudüs'e doğru namaz kılmak
neshedil-miş bir hükümdür,
tek başına bir fazilet değildir. Çünkü
nesh onların işi değildir, ayrıca bu şekilde
bir namaz kılmanın daha faziletli olduğuna
delil olabilecek şerT bir delil de yoktur. Halbuki infak ile cihad ile ve ağaç
altında Rıdvan bey'atınde
bulunmak suretiyle öncelikli oluşun
faziletine dair delil teşkil
eden buyruklar vardır. Peygamber
-sav-den rivayet edilen: "Ashab'ım
yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız
hidayet bulursunuz."1 hadisine gelince; bu zayıf
bir hadistir. el-Bezzar der ki: Bu, Rasûlullah -Saiiaiiahu
aleyhi veseiiem-üen sahih
olarak gelen^ bir hadis değildir,
güvenilir hadis kitaplarında da
yoktur. Müslim'in
Sahih'inde ise Cabir'den şöyle
dediği kaydedilmektedir: Âişe
-" ra-ya: Bazı
insanlar Rasûlullah –sav- ashabını
hatta Ebu Bekr ve Ömer'i dillerine
doluyorlar denilince, dedi ki: Siz bunun neresine hayret ediyorsunuz ki1
ibn Abdılberr, Câmiu Beyânfl-itm.
II. 91.? Onların
amelleri (vefatlarıyla) kesildi, Yüce
Allah da onların ecirlerinin kesilmesini murad etmedi. İbn
Batta, sahih bir isnad ile ibn Abbas'ın şöyle
dediğini kaydetmektedir: 'Muhammed'in ashab'ına
sövmeyiniz. Onlardan herhangi birisinin -Peygamber -sav- ile
birlikte- bir anlık bulunması, sizden herhangi
birisinin kırk yıllık amelinden daha hayırlıdır.'2
imam Ahmed. Fedâ-ilu's-Sahâbe
20 Vekî' yoluyla gelen
rivayette de: "Sizden herhangi birisinin ömür
boyu ibadetinden daha hayırlıdır"
denilmektedir. Buharı
ile Müslim'de, İrnran b. Husayn ve başkalarının
rivayet ettiği hadise göre Rasûlullah
-sav- şöyle buyurmuştur:
"İnsanların en hayırlısı
benim çağdaşlarındır,
sonra onlardan sonra gelenler, sonra onlardan sonra gelenler." imran dedi
ki: Kendi çağından sonra iki mi, üç mü
çağ zikretti bilemiyorum.3 Buhâri
2561. 3650, 6428, 6695; Müslim
2535; Tilmizi 2221. 2222, 2303. Müslim'in
Sahih'inde, Cabır -ra-dan rivayete göre
Peygamber -sav- şöyle buyurmuştur:
"Ağaç altında bey'at edenlerden hiçbir
kimse cehennem ateşine girmeyecektir.'4Müslim
2496. Tirmızî 3859, Ebû DSvûd
4653. Yüce
Allah da şöyle buyurmaktadır: "Andolsun
ki Allah peygamberini de içlerinden
bir gurubun gönülleri
az kalsın eğrilmek
üzere iken dar zamanda ona tabi olan
muhacirlerle ensar'ı da îevbeye
muvaffak etti. Sonra onların bu tövbelerini
kabul buyurdu.. -" (et-Tevbe, 9/7; 7 ile
ondan somaki diğer âyetler...) Andolsun
ki Abdullah b. Mes'ud -Radyaiiahu anh- şu
sözleriyle onları
nitelendirirken doğru söylemiştir:
Allah kulların kalplerine nazar etti. Muhammed'in kalbinin kulların
kalplerinin en hayırlısı
olduğunu gördü.
O bakımdan onu kendisi için seçti
ve risaletiyle onu gönderdi. Muhammed -Saiiatiabu
sieyh: vese/tem-in kalbinden sonra diğer
kulların kalplerine nazar etti. Ashab'ının
kalplerinin, kulların kalplerinin en hayırlısı
olduğunu gördü.
O bakımdan onları peygamberinin yardımcıları
yaptı. dini uğrunda savaştılar.
Müslümanların güzel
gördükleri şey bundan dolayı
Allah nezdinde de güzeldir, onların
kötü gördükleri şey bundan dolayı
Allah nezdınde de kötüdür. Bir
başka rivayette şu şekildedir:
Muhammed'in ashab'ının
tamamı Ebu-bekr'i halife seçmek görüşünde
birleştiler. İbn
Mes'ud'un: Sizden her kim bir sünnete
uyacaksa, ölmüş olanların sünnetine
tabi olsun... şeklindeki sözleri
Tahâvî'nin: "Ve biz sünnet'e
ve cemaate tabi oluruz' sözlerini
açıklarken geçmiş
idi. Mü'minlerin
en hayırlılarına ve Yüce Allah'ın
peygamberlerden sonraki gerçek
dostlarının efendilerine, Önderlerine
kalbinde bir kin taşıyan bir kimseden daha
sapık kim olabilir? Hatta onlara kin duyanlardan yahudi ve
hristiyanlar bir hasletleriyle bu bakımdan
onlardan üstündürler. Çünkü
yahudiler'e: Sizin ümmetinizin en hayırlıları
kimlerdir? diye sorulduğunda onlar: Musa'nın
as-hab'ıdır, derler. Hristiyanlar'a: Sizin ümmetinizin
en hayırlıları kimdir? diye sorulunca onlar da: İsa'nın
ashab'ıdır derler. Rafızî'lere:
Ümmetinizin en kötüleri
kimdir? diye sorulunca, onlar da: Muhammed'in ashab'ıdır
der, çıkarlar ve aralarından çok
az kimseler dışında istisna da yapmazlar. Halbuki onların
dil uzatıp, sövdüğü kimseler arasında
istisna ettikleri kimselerden kat kat daha hayırlıları
bile vardır. Tahâvî'nin
- Allah ona rahmet etsin-: "Onlardan herhangi birisinin sevgisinde
aşırıya kaçmayız'
yani onlardan kimseyi sevmekte -Şia'nın
yaptığı gibi- haddi aşmayız.
O takdirde bi? haddi aşanlardan oluruz. Yüce
Allah ise: 'Ey kitab ehli! Dininizde aşırıya
gitmeyin' (en-Nisa. 4/171) diye buyurmaktadır. Ashab'dan
Herhangi Bir Kimse Hakkında
Haddi Aşmak Caiz Değildir Tahâvî'nin
- Allah ona rahmet etsin-: "Rafızî'lerin
yaptıkları gibi onlardan herhangi birisinden beri olduğumuzu
da söylemeyiz" sözlerine
gelince, çünkü Rafızîlere göre Berâ
olmaksızın veiâ olmaz. Yani Ebu Bekr ve
Ömer -ra-dan te-berri etmedikçe
(onlardan uzak olmadıkça)
ehl-i beyt tevelli (dost) edinilmez Ehl-i
sünnet ise onların
hepsini veli edinirler ve layık
oldukları konumlarında görürler.
Bu konuda adalet ve insaf ölçülerini
kullanırlar, heva ve taassubla hareket etmezler. Çünkü
bütün bunlar haddi aşmanın
ta kendisi olan bağy'in bir bölümüdür.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onlar kendi/erine ilim geldikten sonra ancak aralarındaki
bağy'den dolayı
anlaşmazlığa
düştüler."
(ei-Câsiye, 45/17) İşle
seleften birisinin şu sözünün
manası da şudur: Şehadet te bid'attır,
beraet te bid'attir. Hatta bu ashab ve tabiîn:den
olan bir grub seleften dahi rivayet edilmektir. Ebu Said el-Hudrî,
Hasan-ı Basrî, ibrahim en-Nehaî,
ed-Dahhak ve başkaları bunlar arasındadır. Burada
sözü geçen şehadet'in anlamı şudur:
Müslümanlardan muayyen bir kimse hakkında
cehennemliklerden olduğuna yahut kâfir
olduğuna -bu hususta Allah'ın onun
vefatı halindeki durumuna dair bir bilgisi olmaksızın-
şahitlik etmek demektir. Tahâvî'nin-
Allah ona rahmet etsin-: "Onları
sevmek din'dir, iman'dır, ihsan'dır"
sözlerine gelince, çünkü
bu daha önce kaydettiğimiz
nass'larda sözü geçen Al-; lah'ın
emirlerine uymak demektir. Tirmizî,
Ab.dullah b. Muğaffel'in şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Rasû-lullah -sav- şöyle
buyururken dinledim. "Ashab'ım hakkında
Allah'tan korkun. Allah'tan. Benden sonra onları
(atışlarınıza, saldırılarınıza)
hedef edinmeyin. Çünkü onları seven beni sevdiği
için onları sever, onlara buğzeden
de bana olan buğzundan dolayı onlara
buğzeder. Onlara kim eziyet ederse, bana eziyet etmiş
olur. Bana eziyet eden de Allah'a eziyet etmiş
demektir. Allah'a eziyet edeni de fazla zaman geçmeden
Allah yakalar."1Tirmizî 3862:
Müsned, IV, 87, V, 54, 57 Ashab'ı
sevmeye iman demek, Tahâvî
-Allah ona rahmet etsin- adına izahı
zor bir şeydir. Çünkü
sevmek kalbin bir amelidir, tasdik ile de aynı
şey değildir. Buna göre
amel de iman adının kapsamı içerisine
girmektedir. Halbuki daha önce onun:
"iman dil ile ikrar ve kalb ile tasdiktir" dediğini
görmüştük ve o ameli iman kapsamı içerisine
sokmamaktadır Ebu Hanife mezhebinin bilinen görüşü
budur. Ancak böyle bir adlandırma
mecazi kabul edilirse, izah edilmiş olur. "Onlara
buğzetmek küfür'dür,
münafıklıktır ve tuğyan'dır"
sözlerine gelince, bid'at sahibi kimselerin tekfir'i ile ilgili açıklamalar
daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
Burada sözü edilen küfür
de Yüce Allah'ın: "Allah'ın
indirdikleriy-le hükmetmeyenler,
onlar kâfir/erin ta kendileridir" (ei-Maide.
5/44) buyruğunda sözü
edilen küfrü andırmaktadır. Bu hususa dair açıklamalar
da daha önceden geçmiş
bulunmaktadır. "Rasûlullah
-satiaitahu aleyhi vese/tem-den sonra, halifeliği
ilk -ve onun faziletinin, bütün
ümmetin de önünde
oluşunun bir belirtisi olarak- Ebu Bekr es-Sıddîk
-Radıyaiiahuann- için
sabit kabul ederiz." Ebu
Bekr es-Sıddîk –ra- halifeliği nass
ile mi: yoksa ihtîyar (seçim)
ile mi sabit olduğu hususunda ehl-i sünnet
arasında görüş
ayrılığı vardır. Hasan-ı
Basrî ve hadis ehlinden bir topluluk bunun gizli nass ve işaret
ile sabit olduğu görüşündedir. Onlardan açık nass
ile sabit olmuştur, diyenler de vardır.
Hadis ehlinden. Mutezile ve Eşarîyeden,
bir grubun kanaatine göre ise halifelik ihtiyar
ile sabit olur. Ebu
Bekr -ra- hakkında halifeliğin
nass ile sabit olduğuna delil olabilecek bazı
rivayetler bulunmaktadır. Bunlardan birisi Buharî'nın
senedini kaydederek Cubeyr b. Mutim -ra-dan kaydettiği
şu rivayettir: Bir kadın
Peygamber -sav- e geldi, o kadına
kendisine tekrar geri gelmesini emretti. Kadın
-ölümü kasteder-cesine-: Şayet
gelip de seni bulamayacak olursam ne emredersin? diye sorunca: "Beni
bulamazsan Ebu Bekir'e git" diye buyurdu.1Buharı
3659, 7220, 7360; Müslim 2386; Müsned,
IV, 32 Buharı bu hadisin bir başka şeklini
de ve daha başka hadisler de kaydetmektedir, işte
bunlar Ebu Bekir'in imameti hususunda açık bir
nass'tır. Huzeyfe
b. el-Yeman dedi ki: Rasûlullah -sav-
şöyle buyurdu: "Benden sonraki iki kişiye
Ebu Bekir ve Ömer'e uyunuz." Bunu da Sünen
sahipleri rivayet etmiştir.1Tirmizl
3662, 3663; ibn Mâce 97, Müsnecf, V, 382, 385. Buharî
İle Müslim'de Âişe
-Allah ondan ve babasından
razı olsun-'nin şöyle
dediği kaydedilmektedir: Rasûiullah -sav-,
hastalığı başladığı günü yanıma geldi ve bana: "Bana babanı
ve kardeşini çağır ki Ebu Bekir'e bir kitap (ahidnâme)
yazayım." Sonra da şöyle
buyurdu: "Zaten Allah da, müslümanlar
da Ebu Bekir'den başkasını
kabul etmez." Bir
rivayette: "Bu işe hiçbir
kimse göz dikmesin." denilmektedir. Bir
diğer rivayette de şöyle
buyurmuştur: "Bana Abdu'ﷺ-Rahman b. Ebu Bekr'i çağır
ki Ebu Bekir'e -ona karşı muhalefet olmasın
diye- bir yazı (ahidnâme) yazayım.
Sonra da şöyle buyurdu: "Ebu Bekir hususunda mü'minlerin
ihtilafa düşmelerinden Allah'a sığınırım."2Müsiim
2387; Müsned, VI, 47, 106, 144. Namazda
imamete geçirilmesi ile ilgili hadisler ise hem meşhurdur,
hem de bilinmektedir. Peygamber -sav- şöyle
buyurmuştur: "Ebu Bekir'e emredin, insanlara namaz kıldırsın."3Buhârİ
664, 679, 712, 713, 716. Buharî
ile Müslim'de ki rivayete göre Ebu
Hureyre -Radıyaltahu
anh-da dedi ki:
Rasûiullah -sav- şöyle
buyururken dinledim: "Ben uyurken kendimi bir kuyu başında
gördüm. Kuyunun üzerinde
bir kova vardı. Allah'ın dilediği
kadar o kuyudan su çektim. Sonra o kovayı
benden Ebu Kuhafe'nin oğlu (Ebu Bekir) aldı.
Kuyudan bir ya da iki kova çekti, çekişinde
biraz zayıflık vardı. Allah ona mağfiret
buyursun. Sonra bu kova daha da büyük
bir kova halini aldı ve ibnu'l-Hattab (Ömer)
onu aldı, insanlar arasında
onun çekişi gibi çeken müthiş
birisini görmedim. Öyle ki sonunda insanlar
onun etrafında kalabalık bir şekilde
toplandılar."4Buharî 3664,
7021, 7022, 7475; Müslim 2392. Sahih
hadiste de belirtildiğine göre
Rasûiullah -sav- minberi üzerinde
şöyle demiştir: "Eğer
yeryüzündekilerden bir hali! (candan dost) edinecek olsaydım,
eibetteki Ebu Bekir'i hali! edinirdim. Mescid'e açılan
ne kadar kapı varsa -Ebu Bekir'in kapısı
müstesna- hiçbirisi açık
kalmasın, kapatılsın."5
Buharî 3654; Müslim 2382, 23S3; Tırmızl
3656, İbn Mâce 93; Müsned, l, 377. 379, 409,
433 Ebu
Davud'un Sünen'inde ve başkalarında
da el-Eş'âs, el-Hasen'den, o Ebu Bekre'den gelen rivayete göre
Peygamber -Satiaitahu aleyhi vese/iem- bir gün:
"Aranızdan kim rüya gördü"
diye sorunca, bir adam: Ben gördüm
dedi, sanki semadan bir terazi indirildi. Sen ile Ebu Bekir tartıldınız,
sen Ebu Bekir'e ağır bastın. Sonra Ömer
ile Ebubekir tartıldı, Ebu Bekir ağır bastı.
Sonra Ömer ve Osman tartıldı,
Örner ağır bastı.
Sonra da terazi kaldırıldı.
Peygamber –sav- yüzünde
hoşlanmadığının
belirtilerini gördüm: şöyle buyurdu: "(Bu) nübüvvet
hilâfetidir, sonra Yüce
Allah mülkü dilediğine verecektir."1Ebu
Dâvûd 4634. 2287; Müsned.
V, 44, 50. Böylelikle
Rasûiullah -sav- bunların yönetimlerinin
nebe-vî halifelik olduğunu,
bundan sonra ise melik'lik olacağını
beyan etmektedir. Bu
hadiste Ali -Hadıyaiiabu
anft-dan söz edilmeyişinin
sebebi, insanların onun döneminde birlik olmayışından
dolayıdır. Aksine onlar ihtilaf halinde idiler. Onun döneminde
ne nebevî hilafet düzenli bir şekilde
vardı, ne de mülk Yine
Ebu Davud'da yer alan rivayete göre
Cabir -ra-, Rasûlullah -sav-in şöyle
buyurduğunu naklederdi: "Bu gece salih bir adam rüyasında
Ebu Bekir'in Rasûiullah -sav-e askıyla bağlandığını,
Ömer'in de Ebu Bekr'e aynı şekilde
bağlandığını, Osman'ın da Ömer'e
öylece bağlandığını
gördü." Öabir dedi ki: Rasûlullah
–sav- yanından kalkınca şöyle
dedik: "Salih adam, Rasûlullah -sav-der.
Biri diğerine bağlanan kişiler
de Allah'ın peygamberi ile göndermiş
olduğu bu işteki yöneticilerdir."2Ebu
Dâvüd 4636; Müsned, III, 355. Yine
Ebu Davud'da yer alan Semura b. Cündeb'den
gelen rivayete göre bir adam şöyle
demiş: Ey Allah'ın Rasûlü,
sanki sema'dan kova gibi bir şey
sar-kıtıldığını rüyamda gördüm.
Ebu Bekir geldi ve bu kovanın ağzında
bulunan değneği tuttu, az birşey içti.
Sonra Ömer de geldi, azğzındaki
değneği tuttu ve doyasıya içti.
Arkasından Osman geldi, o da değneğinden
tuttu ve o da doyasıya içti.
Sonra Ali gelip değneğinden
tuttu ve suyu sıçratacak şekilde çalkalandı,
onun üzerine de ondan biraz su döküldü."3Ebu
Dâvûd 4637; Müsned, V, 21. Said
b. Cuhman'dan, o Süfeyne'den şöyle
dediğini rivayet etmektedir: Rasûiullah -Sallallahu
aleyhi vesellem- buyurdu ki: "Nübüvvet
hilafeti otuz senedir. Sonra Allah dilediği
kimseye mülkünü -yahut mülkü-
verir."4 Ebu Dâvûd
4646,4647. Peygamber -sav- halife
olarak kimseyi tayin etmemiştir diyenler
de bu hususla rivayet edilen haberi delil gösterirler.
Abdullah b. Ömer'den, o da Ömer'den
-Radıyaiiahu anh- şöyle
dediğini nakletmektedir: Eğer ben
halife tayin edersem, benden daha hayırlı
olan halife tayin etmiştir. -Ebu Bekir'i
kastediyor.- Şayet halife tayin etmezsem, yine benden daha hayırlı
olan -Rasû-lullah -sav-i kastediyor- halife tayın
etmemiştir.1Buhari 7218; Müslim
1823; Ebu Dâvûd 2930, Tirmizî 2225;
Müsned, 1,43, 47. Âişe
-ra>dan gelen şu
rivayeti de delil gösterirler: Ona Rasûlullah
-sav- eğer halife tayin etmiş olsaydı,
kimi tayin ederdi, diye sorulmuştur.2Müslim
2385 Kuvvetli
görünen görüşe
göre, -doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır- o kimseyi halife tayin etmemiştir,
diyenlerin maksadı yazılı bir ahidnâme bırakmamıştır,
şeklindedir. Eğer yazılı
bir ahidnarne bırakmış olsaydı, bunu Ebu Bekir -ra-
lehine yazacaktı. Çünkü
o böyle bir ahidnâme
yazmayı istemiş, sonra da bundan vazgeçmiş
ve: "Allah da, müslümanlar
da Ebu Bekir'den başkasına
razı olmazlar" demiştir.3 işte
bu mücerred bir ahidnâme bırakmaktan
daha beliğ'dir. Peygamber -sav- müslümanlara
Ebu Bekir'i halife tayin etme yolunu göstermiş
ve onlara bu yolu söz ve fiilleriyle bir çok
yolda göstermiştir. Onun halife olacağını,
bu işten hoşnud olan ve bundan övgü
ile söz eden bir eda ile haber verdiği
gibi, bu hususta bir ahidnâme
yazmayı da kararlaştırmış
idi. Sonra da müslümanların onun etrafında
birleşeceğini bildiği için
bununla yetinerek yazılı bir
ahidnâme bırakmayı terketrniştir.
Sonra hastalığı esnasındaki perşembe
günü de buna karar vermiş, ancak
bazılarının bu hususta acaba onun bu sözleri
hastalığın bir etkisi ile midir yoksa uyulması
gereken bir söz müdür? diye şüpheye düşmesi
üzerine4Buharî 7366,
Müslim 1637. yazı yazmayı
terkederek Yüce Allah'ın da, mü'minlerin
de Ebu Bekir'i halifelik makamına seçeceklerini
bilmekle yetinmiştir. Eğer
tayin ümmet için şüpheye
düşülen bir husus olacak olsaydı,
elbet-teki bunu bu hususta bir mazeret kalmaması
için kat'î bir şekilde
açıklayacaktı, fakat Ebu Bekir'in
halife seçilmesi gereğini bir
çok yolla onlara gösterip
onlar da bunu anladıklarından
maksat hasıl olmuştur. Bundan dolayı
Ömer -ra- muhacir ve ensar'ın
hazır bulunduğu bir sırada
irad ettiği hutbesinde şunları
söylemiştir: Sen bizim en hayırlımızsın,
efendimizsin. Rasûluilah -sav- aramızda en çok
sevdiği kişi sensin. O
bu sözleri söylediği
halde kimse onun bu sözlerine karşı
çıkmadığı gibi, Ashab-ı
Kiram'dan bir kimse kalkıp hayır
Ebu Bekir'den başka muhacirlerden herhangi bir kimse hilafet'e ondan daha bir hak
sahibidir, demediği gibi, ensar'dan bir kaç kişi
dışında -ensar'dan bir emir, muhacirlerden de bir emir olur umuduyla-halifetıği
hususunda kimse onunla tartışmamıştır. Daha
sonra ensar bütünüyle -Sâd b. Ubade müstesna-
Ebu Bekir'e bey'at ettiler. Çünkü
Sad'ın kendisi yöneticiliğe
talıbti. Ashab'tan hiçbir
kimse asla; Peygamber -sav-den', Ebu Bekir dışında
Ali. Abbas veya bir başkası
olsun -bid'at ehlinin söyledikleri gibi- diye açık
ifadeler kullandığını söyleyen olmamıştır. Özetle:
Ebu Bekir'den başkasının yönetime talib olduğu
nakledilenlerin hiçbirisi dini ve şer'î
bir delil zikretmediği gibi Ebu Bekir'den başkasının
ondan daha faziletli yahut bu işe daha
layık ve hak sahibi olduğunu da
belirtmemiştir. Bu husustaki ifadeler sadece kabilesini ve kavmini sevdiğinden
ortaya çıkmıştır. Onlar Ebu Bekir -ra-ın
faziletini, Rasûluilah –sav-
onu sevdiğini biliyorlardı. Nitekim
Buharî ile Müslim'de yer alan
rivayete göre Amr b. el-Âs'ı,
Rasûluilah -sav-Zatu's-Selasil Gazvesi'ne giden ordunun başında
kumandan olarak göndermişti. Amr der ki:
Peygamberin yanına vardım, ona: İnsanlar
arasında en çok kimi seviyorsun? diye
sordum. O: "Âi-şe'yi" diye buyurdu. Ben: Erkeklerden? diye sordum. O:
"Babasını" diye cevap verdi. Sonra kimi diye sordum: "Ömer'i"
dedi ve daha başka şahıslar saydı.1Buharı
3662. 4358; Müslim 2384; Tirmizî 3885:
Müsned, IV. £03 Yine
Buharı ile Müslim'de yer alan
rivayete göre Ebu'd-Derdâ şöyle
demiştir: Peygamber -sav-în
yanında oturuyordum. Aniden Ebu Bekir elbisesinin bir yanını
diz kapakları açığa çıkıncaya kadar tutmuş olarak
geldi. Peygamber -sav- şöyle
buyurdu: "Sizin bu arkadaşınız,
birisiyle tartışmış ve öfkelenmiştir." Sonra gelip,
selam verdi ve şöyle dedi: Benimle Hattab'ın oğlu
arasında bir anlaşmazlık
oldu. Ben acele ederek ona ağır sözler
söyledim, sonra pişman
oldum. Beni affetmesini istedim, kabul etmedi. Ben de senin yanına
geldim. Peygamber: "Allah sana mağfiret
buyursun. Ey Ebu Bekir" dedi ve üç defa
bu sözünü tekrarladı. Daha sonra Ömer
de pişman oldu. Ebu Bekir'in evine gitti ve: O burada mı
diye sordu, hayır dediler. Peygamber –sav- huzuruna geldi, ona selam
verdi. Peygamber –sav- yüzü
değişmeye başladı.
Ebu Bekir korktu, dizleri üzerine
çökerek: Ey Allah'ın Rasûlü!
Allah'a yemin ederim, daha haksız idim,
dedi ve bu sözlerini iki defa tekrarladı. Bunun
üzerine Peygamber -sav-şöyle
buyurdu: "Allah beni size peygamber gönderdi.
Sizler: Yalan söylüyorsun, dediniz. Ebu Bekir doğru
söylüyorsun, dedi. Malıyla,
canıyla bana karşı
fedakarca davrandı. Şimdi sız arkadaşımı
bana (ona zarar vermeksizin) bırakmaz
mısınız?" Bu sözlerini
de iki defa tekrarladı. Bundan sonra kimse Ebu
Bekir'i rahatsız edecek bir iş yapmadı.
Buharı 3661. 46-101 Ebu
Bekir'in faziletlerini sayıp dökmeye
bu küçük hacimli eserimiz yeterli değildir. Yine
Buharî ile Müslim'de kaydedildiğine
göre Âişe -ra- şöy|e
demiştir: Rasûlullah -sav- vefat
ettiği sırada. Ebu Bekir es-Sunh'da bulunuyordu. -Hadisi nakletti ve şunları
söyledi-: Ensar, Sâd b.
Ubade'nin etrafında Benu Saıde
Sakile'sinde toplandı ve bizden bir emir
olsun, sizden de bir emir olsun dedi. Ebu Bekir, Ömer
b. el-Hattab ve Ebu Ubeyde b. el-Cerrah onların
yanına varıp gitti Ömer
konuşmak istedi, Ebu Bekir onu susturdu. Ömer
şöyle derdi: Allah'a yemin ederim. Ben konuşmak
isterken beni memnun edecek şekilde
tasarladığım bir konuşmayı
yapmak istemiştim ve Ebu Bekir'in bunları söylemeyeceğinden
korkmuştum. Daha sonra Ebu Bekir konuştu
ve insanların en beliğ konuşanı
olarak sözlerini söyledi. Bu konuşmasında
dedi ki: Emir'ler bizleriz, vezirler de sizlersiniz, Hubab b. el-Münzir
dedi ki: Allah'a yemin olsun, böyle
yapmayacağız. Bizden bir emir, sizden bir emir olsun. Ebu Bekir şu
cevabı verdi: Hayır ama
emir'ler bizleriz, vezirler sizlersiniz. Onlar (Kureyş'liler)
Arap'ların her bakımdan en uygunlarıdır.
Şeref ve mevkileri itibariyle en azizleridir. O bakımdan
Ömer'e yahut Ebu Ubeyde b. el-Cerrah'a bey'at ediniz. Bunun üzerine
Ömer: Hayır, biz sana bey'at edeceğiz,
sen bizim efendirnizsin, bizim hayırltmızsın.
Rasûlullah –sav-in aramızda en
sevdiği kişi sensin. Sonra Ömer
elini yakaladı, ona bey'at etti. Daha sonra da insanlar ona bey'at ettiler.
Onlardan birisi: Sâd'ı
öldürdünüz, dedi Bu sefer Ömer:
Onu öldüren Allah'tır, diye
cevap verdi.2 Buharı 3668 Sunh
ise el-Aliye diye bilinen yerdir ve bu, Medine bahçelerinden
bu isimle bilinen bir bahçedir. "Sonra
Ömer b. el-Hattab -ra- halifeliğini
(kabul ederiz.)" Yani
Ebu Bekir'den sonra halifeliği Ömer
-ra- için sabit kabul ederiz. Bu da Ebu Bekir -ra-in halifeliği
ona havale etmesi ve ondan sonra da ümmetin
bu hususta Ömer üzerinde ittifakı ile
olmuştur. Faziletleri inkar olunamayacak kadar ünlü,
zikredilemeyecek kadar çoktur. Muhammed
b. el-Hanefiye'den şöyle dediği
rivayet edilmiştir: Ben babama: Babacığım, Rasûlullah
-sav-den sonra insanların en
hayırları kimdir? O şöyle
dedi: Oğulcağızım, bilmiyor musun? Ben: Hayır,
dedim. O: Ebu Bekir'dir, dedi. Ben: Sonra kimdir? diye sordum. O: Ömer'dir,
dedi. Bu sefer sonra Osman'dır,
diyeceğinden korktuğum için
hemen: Sonra sen, değil mi? dedim. Şöyle
dedi: Ben ancak müslümanlardan bir adamım.1Buharî
3651; Ebu Dâvûd 4629 Peygamber
-sav-in; "Benden sonraki iki kişiye
Ebu Bekir ve Ömer'e uyunuz." seklindeki buyrukları
da daha önceden geçmiş
bulunmaktadır. Müslim'in
Sahıh'inde, İbn Abbas –ra- şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Ömer
divan'ına (teneşire) konuldu. İnsanlar
-cenazesi kaldırılmadan- etrafını
sardılar övgüyle söz edip ona dua etmeye
koyuldular. Aralarında ben de vardım,
arkamdan birisinin omuzumu yakaladığını
farkettim. Ona döndüm: Ali olduğunu gördüm.
Ömer'e rahmetler diledi ve şöyle dedi:
Geriye yaptığı amelin bir benzerini yaparak, Allah'ın
huzuruna çıkmayı senden daha çok
istediğim bir kimse bırakmadın.
Allah'a yemin ederim ki ben Allah'ın seni
iki arkadaşın ile birlikte bulunduracağını
sanıp durmuştum. Çünkü
ben Rasûlullah -sav-in: "Ben Ebu Bekir ve Ömer
geldik. Ben Ebu Bekir ve Ömer
girdik. Ben Ebu Bekir ve Ömer çıktık,
dediğini çok duyuyordum. O bakımdan
ben Allah'ın seni o ikisi ile beraber kılacağını
ümit ederdim -yahut zannederdim.-'2 Buharî
3677, 3685: Muslini 2389. Ebu
Hureyre –ra- Rasûlullah -sav-in gördüğü
rüyasına dair hadisi de daha önceden
geçmişti. Bu hadise göre
Peygamber, gördüğü rüyasında önce kendisi bir kuyudan su çekiyor,
daha sonra Ebu Bekir su çekiyor.
Daha sonra su çektikleri kova büyükçe
bir kovaya dönüşüyor, sonra Ibnu'l-Hattab (Ömer)
bunu alıyor. (Peygamber de şöyle
buyuruyor): "Ben insanlar arasında Ömer'in
çektiği gibi muazzam bir şekilde
su çeken kimse görmedim.
Öyle ki insanlar onun etrafında çok
kalabalık bir şekilde toplandı." Buharî
ile Müslim'de, Sâd b. Ebi Vakkas'ın
şöyle dediği rivayet edilmektedir:
Ömer b. el-Hattab, Rasûlullah -sav-in
huzuruna girmek için izin istedi. Huzurunda Kureyş'ten
ve onunla yüksek sesle konuşan
Kureyş'ten bazı kadınlar
vardı.. Bu hadiste Peygamber -sav- şöyle
buyurmuştur: "Yeter, ey Hattab'ın oğlu!
Nefsim elinde olana yemin ederim ki, şeytan
senin gitmekte olduğun bir yolda seninle karşılaşacak
olursa, mutlaka senin gittiğin
yoldan başka bir yolu izler."1Buharı
3294, 3683; Müslim 2396, Musned, l, 171 Yine
Buharîile Müslim'de, kaydedildiğine
göre Peygamber -sav- şöyle
dermiş: "Sizden önceki ümmetlerde
ilhama mazhar insanlar vardı. Eğer
benim ümmetimde onlardan birisi varsa şüphesiz
ki Ömer b. el-Hattab onlardandır."2Buhârî
3469, 3689: Müslim 2398 Osman
-ra- Halifeliği Yani
halifeliği Ömer'den sonra Osman -ra- için
sabit kabul ederiz. Buhari
-Allah'ın rahmeti üzerine
olsun- Ömer –ra- Öldürülmesi
ile şûra'nm durumunu ve Osman -Radıyaüahu
anh-a bey'at edilmesini, Sahih'inde kaydetmiş
bulunmaktadır. Ben de onun rivayet ettiği şekilde
senediyle bu rivayeti serdetmeyi uygun gördüm: Amr
b. Meymun'dan dedi ki: Ömer –ra- Medine'de
öldürülmesinden birkaç gün
önce gördüm.
Huzeyfe b. el-Yeman ile Osman b. Huneyf'in yanında
durdu ve: Ne yaptınız? diye sordu. Sizler araziye (Irak sevad'ına)
kaldıramayacağı kadar bir yük
yükletmiş olmaktan korkuyor
musunuz? Onlar, biz o araziye kaldırabileceği
kadar bir yük yükledik. Çünkü
yüklediğimiz fazla bir şey
değildir. Onlara: Yine sizler o araziye kaldıramayacağı
kadar bir yük yükletmiş olup olmadığınızı
gözden geçirin, dedi. Onlar; Hayır
(fazla yük yüklemedik) dediler. Bunun üzerine Ömer
-ra- şöyle dedi: Eğer
Allah bana esenlik verecek olursa, Irak ahalisinin dul kadınlarını
benden sonra hiçbir erkeğe muhtaç
bırakmayacağım. (Amr) dedi ki: Üzerinden
dört gün geçmeden öldürüldü. (Amr
devamla) dedi ki: Öldürüldüğü
gün sabahı ben (safta) ayakta duruyordum
ve benimle onun arasında sadece Abdullah b.
Abbas vardı. İki saf arasından geçti
mi: Saflarınızı düzeltiniz, derdi. Nihayet saflar arasında
bir bozukluk görmedi mi bu sefer öne geçer
ve tekbir alırdı. Bazen Yusuf yahut Nahl suresini ya da buna yakın
uzunluktaki bir sureyi ilk rek'atte okurdu ki insanlar (cemaate) toplanmış
olsun. Tekbir alır almaz; onun: O köpek
beni öldürdü –yahut beni yedi- sözlerini
hançerlediği vakit söylediğini
duydum. Kâiir
iki uçlu bıçak ile kaçıp gitti. Kimin yanından,
sağında ya da solunda olsun geçtiyse
mutlaka ona hançerini saplıyordu. Böylece
onüç kişiyi yaraladı,
-bunların yedisi öldü.
Müslümanlardan birisi onun bu durumunu görünce,
üzerine bir bornoz attı. O
yakalandığını anlayınca intihar etti. Ömer,
Abdurrahman b. Avf'ın elinden tutarak onu
mihraba geçirdi. Ömer'in arkasında
bulunanlar benim gördüklerimi
gördü, ancak mescidin uzak yerlerinde bulunanlar ise sadece Ömer'in
sesini işitmediler ve başka bir şeyin
farkına varmadılar. Onlar subhanallah,
subhanallah deyip durdular. Abdu'ﷺ-Rah-man cemaate kısa
bir namaz kıldırdı. Namaz bitince ey ibn Abbas, bak bakalım
beni kim öldürdü, dedi. Bir süre dolaştıktan
sonra geri geldi ve el-Muğire'nin
kölesi dedi. O sanatkar köle mi?
diye sordu, ibn Abbas, evet dedi, Ömer:
Allah kahretsin onu, halbuki ben onun için
iyilikte bulunmasını (efendisi Muğıre'ye)
emretmiştim. Ölümümü
müslüman olmak iddiasında
bulunan bir adam eli ile gerçekleştirmeyene
hamdolsun. Sen ve baban Medine'de bu kâfirlerin
çoğalmasını
arzu ederdiniz. Abbas da onlardan en çok kölelere
sahip olan bir Kimse idi. (ibn Abbas): Dilersen böyle
bir şey yaparım yahut ta ben istersem
(onları) öldürürüz dedi. Ömer, artık
bunu yapamazsınız, onlar sizinle aynı dili
konuşuyorlar, sizin kıble'mze
dönüp namaz kılıyorlar,
haccettiğiniz gibi haccediyorlar. Sonra
onu evine taşıdılar, biz de onunla birlikte gittik, insanlar sanki bundan önce
hiçbir musibetle karşılaşmamış
gibiydiler. Kimisi korkulacak bir şey
yoktur diyordu, kimisi: Ben onun için
korkuyorum, diyordu. Ona, nebiz (şıra) getirildi,
içti. Karnından dışarı
çıktı, sonra ona sut getirildi, o da karnından
çıktı. Artık öleceğini
anladılar. Yanına
girdik, insanlar gelip ondan övgüyle
sözetmeye başladılar.
Genç bir adam gelip: Allah'ın müjdesiyle
müjdeler olsun sana ey mü'rninlerin
emiri! Çünkü sen Rasûlullah -sav- ile
arkadaşlık ettin. Erken dönemlerde
İslam'a girdin ve bildiğin şeyleri
yaptın. Sonra yönetimin başına
getirildin, adil davrandın,
sonra da işte şehid oluyorsun, dedi. Şu cevabı
verdi: Bu işin ba-şabaş
çıkmasını çok arzu ederdim. Ne lehime olsun, ne de aleyhime. Geri döndüğünde
adamın elbisesinin etekleri yere değiyordu.
O delikanlıyı yanıma geri çağırınız,
dedi. Ona şunları söyledi:
Kardeşimin oğlu, elbiseni yukarı
çek. Böylesi elbiseni daha
temiz tutar ve Rabbine karşı daha
takvalı olursun. Ey Ömer'in
oğlu Abdullah, üzerimdeki
borçları lesbit et, dedi. Hesabını
yaptılar, seksenaltıbin
veya ona yakın miktarda olduğunu
tesbit ettiler. (Ömer) dedi ki: Şayet Ömer
ailesinin malı bunu ödemeye yeterli gelirse,
mallarından o borcu öde.
Aksi takdirde Adiy b. Ka'b oğullarının
bunu tamamlamasını iste. Onların da
malları buna yetmezse, bu sefer Kureyş
arasında bunu tamamlamalarını
iste ve arîık onlardan başka da
kimseden birşey isteme ve benim yerime bu borcu sen öde.
Mü'mınlerin annesi Âişe'ye
git ve ona de ki: Ömer'in sana selamı
var, ama sakın mü'minlerın emıri
demeyesin. Çünkü ben bugün mü'minlerin
emiri değilim artık ve de ki: Ömer
b. el-Hattab iki arkadaşının
yanında defnedilmek için izin
istiyor. O
da gitti, seiam verib izin istedi, sonra yanına
girdi. Oturmuş ağlamakta olduğunu gördü,
babam Ömer b. el-Hattab sana selâm söyledi
ve iki arkadaşı yanında defnedilmek için izin
istedi dedi. Aişe dedi ki: Orayı ben
kendim için düşünüyordum fakat bugün ben
onu kendime tercih edeceğim. İbn
Ömer geri döndüğünde,
işte Abdullah geliyor denildi. (Ömer)
dedi ki1 Beni doğrultunuz,
bir adam onu kendisine dayadı. Ona:
Ne haber? diye sordu. İstediğin
oldu ey emir, izin verdi dedi. Buna karşılık
dedi ki: Allah'a hamdolsun, bundan daha fazla hiçbir
şeyi sevmiyordum. Artık benim
işim bittikten sonra beni oraya taşıyınız,
sonra yine selam ver ve de ki: Ömer b.
el-Hattab izm istiyor, şayet
bana izin verirse beni içeri
sokunuz. Eğer beni geri çevirecek
olursa, siz de beni müslümanların
kabristanına geri götürünüz. Mü'minlerin
annesi Hafsa ve onunla birlikte kalabalık
halinde başka hanımlar da geldi. Onu görünce
ayağa kalktık, ona kapandı
ve yanında bir süre ağladı.
Daha sonra yanına girmek üzere erkekler izin
istedi. Ben de onlarla birlikte girdim, içerden
onun ağlayışını duydum. Huzurunda
bulunanlar: Ey mü'minlerin emin vasiyet et, halife tayin et dediler. O şu
cevabı verdi: Ben bu işe şu
kimselerden yahut ta şu şahıslardan
daha hak sahibi kimseyi bulamıyorum.
Rasûlullah -sav- onlardan razı
olduğu halde vefat etmişti,
deyip Ali, Osman, Zubeyr, Talha, Sa'd ve Ab-du'ﷺ-Rahman'ın
isimlerini verdi ve şunları
ekledi: Abdullah b. Ömer de aranızda
hazır bulunacak fakat bu hususta onun herhangi bir yetkisi olmayacak.
Bu da onu bir çeşit teselli idi. Şayet
emirlik Sa'd'a isabet ederse, o bu işe
ehil'dir. Aksi takdirde hanginiz emir olursanız,
onun yardımını alınız. Şüphesiz ki ben onu ne acizliğinden,
ne de hainliğinden dolayı
azletmiş değildim. (Ömer
-ra- devamla) dedi ki: Benden sonraki halifeye ilk muhacirleri tavsiye
ediyorum Onların haklarını
gözetsin, onların saygınlıklarını
korusun. Ensar hakkında da ona hayır
tavsiye ederim, onlar muhacirlerden önce
(Medine denilen) yurtta yerleşmiş
ve iman sahibi kimselerdir, iyilik yapanlarını
güzellikle mükafatlandırsın,
kötülük yapanlarını
da bağışlasın. Sair İslam diyarlarında
bulunan insanlara da hayırla
davranmasını tavsiye ederim, çünkü
onlar islam'ın deste- ğidir.
Malı toplayanlardır, düşmanın
öfkesidir. Onlardan ancak arta kalanlarından
ve gönül hoşiuklanyla alacağını
alsın. Bedevîler hakkında
da ona hayırla davranmasını
tavsiye ederim, çünkü onlar Arapların esası,
islam'ın ana maddesidirler. Mallarının
en iyi olanlarından değil, öbürlerinden
alsın, fakirlerine versin. Ona Allah'ın
ve Rasûlünün zimmeti ile (zimmî'lik) akdi
yapmış olanlara ahidlerinin gereklerini eksiksiz olarak yerine
getirmesini ve onları korumak için
savaşmasını tavsiye ederim, takatlerinden fazlasının
onlara yüklenmemesini de tavsiye ederim. Ruh'unu
teslim ettikten sonra onu aldık ve
cenazesi ile yürüdük. Abdullah b. Ömer
selam verdi ve dedi ki: Ömer b.
el-Hattab izin istiyor. (Âişe)
dedi ki: Onu içeri getiriniz, içen alındı
ve orada iki arkadaşı ile birlikte konuldu. Defin
işi bittikten sonra bu kişiler
bir araya gelip toplandılar. Abdu'ﷺ-Rah-man b.
Avf dedi ki: Aranızdaki bu işi, aranızdan
üç kişiye havale ediniz. ez-Zu-beyr dedi ki: Ben hakkımı
Ali'ye verdim, Talha da: Ben de hakkımı
Osman'a verdim dedi. Sa'd da: Ben de hakkımı
Abdu'ﷺ-Rahman:a verdim. Abdu'ﷺ-Rahman dedi ki: ikinizden hangisi bu
işten feragat ediyorsa (halife tayini) işini
ona verelim. O da Allah'ın hakkı
ve İslam için kendi nefsinde
hangisinin daha faziletli olduğuna bir
baksın (ve ona görevi
versin.) İki
yaşlı (Ali ile Osman) sustular. Abdu'ﷺ-Rahman, peki bu işi
(tesbit yetkisini) bana verir misiniz? Allah'a yemin ediyorum, ben sizin en
faziletliniz kimse onu bulup çıkarmaktan
geri kalmayacağım. Her ikisi de evet dedi, onlardan birisinin elini tuttu ve şunları
söyledi: Sen Rasûlullah -sav-
ile akrabasın, islam'da da bildiğin şekilde
bir önceliğin vardır.
Allah adına sana ant veriyorum, şayet
seni emir tayin edecek olursam, mutlaka adaletle hareket edeceğine
ve eğer başkasını
sana emir tayin edecek olursam, mutlaka dinleyip itaat edeceğine
(söz veriyor musun?) Sonra diğen ile
başbaşa kaldı, ona da aynı
şeyleri söyledi. Bu şekilde
söz aldıktan sonra; elini kaldır,
ey Osman dedi ve ona bey'at etti. Ali de ona bey'at etti, daha sonra evde
bulunanlar içeri girip, onlar da ona bey'at ettiler.1Buhâri3700 Humeyd
b. Abdu'ﷺ-Rahman'dan dedi ki: el-Misver b. Mahreme'nin kendisine haber verdiğine
göre: Ömer'in tayin ettiği
kimseler bir araya gelip, istişare
ettiler. Abdu'ﷺ-Rahman'da onlara: Ben bu hususta sizinle yarışa
girecek değilim, fakat sizler arzu ederseniz aranızdan
sizin için birisini seçerim.
Bunun üzerine bu işi
Abdu'ﷺ-Rahman'a havale ettiler, islerini Abdu'ﷺ-Rahman'a havale ettikten sonra
insanlar Abdu'ﷺ-Rahman'a yöneldi. Öyle
ki insanlardan kimsenin öbür
kimselerin arkasından gittiğini, ayak bastıkları
yerlere ayak bastıklarını görmez oldum. İnsanlar
Abdu'ﷺ-Rahrnan'a yöneldiler ve o geceler
boyunca onunla istişare ettiler. Nihayet
sabahı ettiğimiz o gece geldi, biz
de Osman'a bey'at ettik. el-Misver b. Mahreme dedi ki: Gece karanlığı
iyice bastıktan sonra Abdu'ﷺ-Rahman yanıma
geldi, kapıyı çaldı, nihayet uyandım.
Bana; Uyuduğunu görüyorum,
dedi. Allah'a yemin ederim, bu üç gece
boyunca pek fazla uyumadım.
Haydi kalk bana ez-Zubeyr ile Sa'd'i çağır.
Onları Abdurrahman'ın yanma
çağırdım. Onlarla istişare
etti, sonra beni çağırdı. Bu sefer: Bana Ali'yi çağır
dedi, onu çağırdım. Gece karanlığı aydınlanınca-ya
kadar onunla başbaşa konuştu. Sonra Ali onun yanından
-umuda kapılmış olarak- kalkıp
gitti. Abdurrahman, Alı'den bir hususta çekiniyordu.
Sonra bana Osman'ı çağır
dedi, onu çağırdım, onunla da başbaşa
konuştu. Nihayet müezzin
sabah ezanını okuyunca ayrıldılar,
insanlar sabah namazını
kılıp da o kimseler minberin yanında
bir araya gelip toplandıklarında
muhacir ve ensar'dan hazır
olanlara ve ordu kumandanlarına
haber gönderdi. Onlar o hac mevsiminde Ömer
ile birlikte idiler. Bütün
bunlar bir araya gelip toplandıklarında,
Abdurrahman kelime-i şeha-det getirdikten
sonra şunları söyledi:
İmdi ey Ali, ben insanların
durumunu tetkik ettim. Onların
Osman'a denk kimse görmediklerini gördüm
Sakın kendi aleyhine bir yola sebebiyet vermeyesin. Sonra Osman'a şöyle
söyledi: Ben sana Allah'ın sünneti,
Rasûlünün sünneti, ondan sonra gelen iki halife'nin sünneti
üzerine bey'ai ediyorum deyip, Abdu'ﷺ-Rahman ona bey'at etti. Daha
sonra diğer insanlar, muhacirler, ensar, ordu kumandanları
vs. müslümanlar ona bey'at ettiler.] Osman
-ra-ın özel faziletleri arasında
onun Rasûlullah -sav-iki kızını
da nikahlamış olmasıdır.
(Bunlar da Rukayye ve Ummu Külsum -Allah
ikisinden de razı olsun-
idiler.) Müslim'in
Sahihinde, Âişe -ra- şöyle
dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah -sav-
evinde baldırları yahut bacakları açık
olduğu halde uzanmış yatıyordu.
Ebu Bekir (huzuruna girmek üzere)
izin istedi, ona izin verdi ve bu hali üzere de
kaldı. Onunla bir süre konuştu.
Sonra Ömer izin istedi, ona da bu hali ile izin verdi, bir süre
konuştu Sonra Osman izin istedi, bu sefer Rasûlullah
-Sav- oturdu ve elbisesine çeki düzen
verdi. Osman girdi ve bir süre konuştu.
Çıkıp, gittikten sonra Aişe -ra-
dedi ki: Ebu Bekir girdi, onu karşılamak için
durumunu değiştirmedin ve aldırmadın.
Sonra Ömer girdi, yine durumunu değiştirmedin
ve aldırmadın. Daha sonra Osman girdi, oturdun, elbiselerine de çeki
düzen verdin. Şu cevabı
verdi: "Kendisinden meleklerin dahi haya ettiği
bir adamdan ben nasıl haya etmem."2Buhârt
3698, 4066; Tirmizl 706 Sahih(-i Buharî)deki
rivayete göre Rıdvan Bey'ati gününde,
Osman -ra-Peygamber -sav-Mekke'ye göndermişti.
Rıdvan Beyat i de, Osman'ın
Mekke'ye gidişinden sonra olmuştu. Rasûlullah
-sav- sağ elini gösterib: "Bu Osman'ın
eli" dedi ve bunu öbür
eline koydu ve “Buda Osman içindir”dedi, "Sonra Ali b. Ebi Talib -ra-
için (halifeliği sabit
görürüz,)" Yani
Osman -ra-dan sonra halifeliği Ali -ra-
için sabit görürüz. Osman
-ra-ın öldürülmesinden ve Ali -ra-a bey'at edilmesinden sonra o itaat
edilmesi vacib hak bir ımarn olmuştur.
Kendi döneminde nebevi hilafet halifesi idi. Az önce
geçen Süfeyne yoluyla gelen hadis de buna delalet etmektedir. Rasûlullah
-Saitaitahu aleyh/veseitem- buyurdu ki: "Nübüvvet
hilafeti otuz senedir. Sonra Allah mülkünü
dilediği kimseye verir."2Ebu Dâvûd
4634, 4635; Tirmizî 2287; Müsned,
V, 44, 50. Ebu
Bekir es-Sıddîk –ra- halifeliği iki yıl
üç ay idi. Ömer –ra- halifeliği
onbuçuk yıl sürdü. Osman –ra- halifeliği oniki
yıl devam etti, Ali -ra-ın
halifeliği de dört yıl
dokuz ay sürdü. Oğlu el-Hasen'in halifeliği de
altı ay sürdü. Müslümanların
ilk melik'ı Muaviye -RA-dır. O müslümanların
meliklerinin en hayırlısıdır.
Şu kadar var ki o, el-Hasen b. Alı
-RA- ona halifeliği
devredince hak bir imam oldu. Çünkü
el-Hasen -RA-a babasının
vefatından sonra Iraklılar
bey'at etmişti. Bundan altı ay
sonra o işi Muavi-ye'ye devretti ve böylece
Peygamber -SAV-in: "Benim bu oğlum
seyyid'dir. Allah onun vasıtasıyla
müslümanlardan iki büyük
kesiminin arasını bulacaktır."3Buhârî
2704, 3639, 3746, 7109; Tirmızt 3775
hadisinin doğruluğu da böylelikle ortaya çıkmış
oldu. Halifelik Osman -ra-dan
sonra Ali b. Ebi Talib –ra- lehine, Ashab-ı
Kiram'ın bey'atıyle sabit olmuştur.
Ancak Muaviye ve Şam ahalisi bey'at etmediler. Hak,
Ali -Raı- tarafında
İdi. Osman -Ra- şehadetiyle
sonuçlanan birtakım
olaylar gelişmişti. Gerek Osman -Radıyallahu
anh-aleyhinde gerekse de Ali, Talha, ez-Zübeyr
gibi ashab'ın ileri gelenlerinden olup Medine'de bulunan ashab aleyhinde çokça
yalanlar uydurulmuştur. Durumu bilmeyen
kimseler için de şüphe içinden
çıkılamayacak kadar bir hal almıştı.
Yurtları Şam ahalisinden uzaklarda bulunanlar arasından
heva ve heveslerinin arkasından
gidenlerin nefislerinde çeşitli
arzular güç kazanmıştı. Osman
-Radıyallahu anh- sevenler
ise ileri gelenler hakkında kötü
zanlar besliyordu. Onlara dair bir takım
haberler de ulaşmıştı. Bu haberlerin bir bölümü
yalan, bir bölümü tahrif edilmişti, bir
bölümü de nerden geldiği
bilinmiyordu. Buna yeryüzünde
üstünlük sağlamak isteyen bir topluluğun
hevaları da katıldı. Ali
-ra- askerleri arasında
Osman -Radıyallahu
anh- o haddi aşmış
ve ayaklanmış kimselerden de vardı. Ancak
bunların kim oldukları
muayyen olarak bilinemiyordu. Kimisi kabilesi tarafından
destekleniyor, kimisinin de aleyhine yaptığına
dair delil ortaya konulamıyordu.
Kimisinin kalbinde münafıklık
var, fakat bunu büsbütün açığa çıkaramıyordu. Talhâ
ve Ebu'z-Zübeyr mazlum şehidin
intikamının alınmadığı görüşüne kapıldılar.
Fesad ve düşmanlık yapanların kökünün
kazınmadığını kabul ettiler. Aksi takdirde {Hz. Ali'ye itaat etmedikleri için)
yüce Rabbin gazabı ve
cezası onlar hakkında
vacib olurdu. Bunun sonucunda ne Ali:nin, ne Talha'nın,
ne de Zübeyr'in tercihi olmaksızın
Cemel fitnesi cereyan etti. Bu fitneyi kışkırtanlar,
önce müslüman
olmuş olanların tercihi olmaksızın,
fesatçılar oldu. Sonra
da görüş ayrılığı sebebiyle Sıffîn
fitnesi ortaya çıktı. Şöyle ki; Şam halkı
hakkında adaleti uygulayamıyor
yahut ta adaleti uygulama imkanını
bulamıyordu. Onlar ise bir şeye ilişmiyorlardı,
ümmet söz birliği
edinceye kadar böyle kalacaklardı. Diğer
taraftan onlar, orduda bulunanların
mazlum şehide haksızlık
ettikleri gibi, kendilerine de haksızlık
edeceklerinden korkuyorlardı. Ali
-Radıyallahu anh- ise
itaat olunması gereken raşid ve
mehdî (hidayet üzere) halife idi. Ümmetin
onun etrafında birleşmesi gerekiyordu. O bakımdan
Şam'hların da hakkında
vacib olan itaat ve cemaatin, ancak onlarla savaşmak
suretiyle gerçekleşeceğine inandı. Peygamber -sav- dönemiyle,
ondan sonraki iki halife döneminde
olduğu gibi; bunların da
kalpleri te'lif edilecek kimseleriden oldukları
kanaatinde değildi. işte
onun sahib olduğu; onlara haddi uygulamayı, onları
telife çalışmak söz konusu olmaksızın
ayaklanmaları önlemeyi şeklindeki dinî
kanaati kendisini onlarla savaşmaya
itti. ileri
gelenlerin büyük çoğunluğu ise savaşmaktan uzak kaldılar.
Çünkü onlar bu hususta fitne zamanlarında
oturmayı emreden nassları duymuş
ve bellemişlerdi. Fesadı
maslahatından daha ileri derecede olan bu fitneyi görünce
savaştan uzak durdular. Bununla
birlikte hepsi hakkında da güzel
söz söylemek gerekir: "Rabbimiz, bizi ve bizden önce
iman etmiş kardeşlerimizi
mağfiret eyle. Kalplerimizde iman edenlere karşı
hiçbir kin bırakma.
Rabbimiz, şüphesiz ki sen çok
esirgeyicisin, çok
merhametlisin. " (ei-Haşr,
59/10) Onun
dönemindeki fitnelere karışmaktan
Yüce Allah ellerimizi korumuş bulunuyor.
O'ndan dilediğimiz lütuf ve keremiyle,
dillerimizi de korumasıdır. Mü'minlerin
emiri Ali b. Ebi Talib -ra- faziletlerinden birisi de Buharî
ile Müslim'deki şu rivayette dile
getirilmektedir: Sa'd b. Ebi Vakkas -ra-dan dedi ki: Rasûlullah
-Sallailahu aleyhi vesellem- Ali'ye şöyle
buyurdu: Senin bana karşı durumun Harun'un
Musa'ya karşı durumu gibidir. Şu kadar
var ki benden sonra peygamber yoktur."1 Buharî
3706, 4416, Müslim 2404; Tirmızî
3764. Peygamber
-sav- Hayber günü
şöyle buyurdu: "Yarın bu
sancağı Allah'ı ve Rasûlünü
seven, Allah ve Rasûlünün
de kendisini sevdiği bir kişiye
vereceğim." Hepimiz bunu temenni ettik. Şöyle
buyurdu: "Bana Ali'yi çağırın."
Gözlerinden rahatsız olduğu
halde Ali'yi getirdiler. Gözlerine
tükürdü ve sancağı ona verdi. Yüce
Allah ona zafer nasip etti."2 Şu:
"De ki: 'Geliniz oğullarımızı
ve oğullarınızı,
kadınlarımızı
ve kadınlarınızı,
biz kendimizi ve siz de kendinizi çağıralım...'"
(aı-i imran.
3/61} âyeti nazil olunca, Rasûlullah -Sallailahu
aleyhi vesellem- Alı, Fatıma,
Hasan ile Hüseyin'i çağırdı
ve: "Allah'ım, işte bunlar benim aile halkımdır"
diye buyurdu.3Muslum 2406 "İşte
raşid halifeler ve hidayete iletilmiş
olan imamlar bunlar-dı'ﷺ." Sünen'de
sabit olup Tirmiztnin sahih olduğunu
belirttiği el-irbâd b. Sâriye
yoluyla gelen hadis daha önceden
geçmiş bulunmaktadır,
el-irbâd dedi ki: Rasûlullah -Sav-
bize oldukça etkileyici bir öğüt
verdi. Bundan dolayı gözler
yaşardı, kalpler titredi. Birisi: Ey Allah'ın
Rasûlü dedi. Bu veda eden birisinin öğüdüne
benziyor. Bize neyi tavsiye edersin? Şöyle
buyurdu- "Size dinleyip, itaal etmeyi tavsiye ediyorum. Gerçek
şu ki aranızdan benden sonra yaşayacak
olanlar pek çok ayrılıklar
göreceklerdir. Siz benim sünnetime
ve benden sonra hidayete iletilmiş raşid
halifelerin sünnetine uymaya bakınız.
Ona sımsıkı sarılınız, onu azı dişlerinizle
kavrayınız. Sonradan uydurulmuş işlerden
(bid'atlerden) çokça sakınınız,
çünkü herbir bid'at sapıklıktır
"1Ebu Dâvûd
4607; Tirmiz! 2678; Müsned. IV. 125, 127. Raşid
halifelerin -Allah hepsinden razı
olsun- fazilet itibariyle sıralanışı,
halifelikteki tertibleri gibidir. Ebu Bekir ve Ömer
-ra-ayrıca bir meziyeti de vardır. Şöyle
ki: Peygamber -sav- bizlere raşid
halifelerin sünnetine tabi olmayı
emretmiştir. Ancak fiilleri itibariyle Ebu Bekir ve Ömer'den
başkalarının
fiillerine uymamızı emretmem işti ﷺ.
O: "Benden sonraki iki kişiye ıktıda
ediniz: Ebu Bekir'e ve Ömer'e."2Tırmizİ
3662, 3663; İbn Mâce
97; Müsnsd. V, 382, 385, 399. 402 Bu sözleriyle
raşid halifelerin sünnetine
tabi olmak ile onlara ikti-da etme arasında bir
fark olduğuna dikkatimizi çekmektedir.
Ebu Bekir ve Ömer'in durumu, Osman ve Ali'nin durumundan daha üstündür.
-Allan hepsinden razı
olsun.- Ebu
Hanife'den Ali'yi, Osman'a takdim ettiğine
dair rivayet gelmişse de mezhebinde zahir
(kuvvetli) olan Osman'ı takdim ettiğidir.
Ehl-i sünnetin geneli de bu kanaattedir. Abdurrahman
b. Avf'ın, Ali -Radtyaliahu anh-a söylediği
şu söz daha önceden geçmiş
bulunuyor: Ben insanların durumuna bir baktım,
onların Osman'a kimseyi denk tuttuklarını
görmedim. Eyyub
es-Sahtıyanî dedi ki: Osman'ı,
Ali'ye takdim etmeyen bir kimse . muhacir ile ensar'ı
küçümsüyor demektir. Buharî
ile Müslim'de de İbn Ömer'den
şöyle dediği kaydedilmektedir:
Rasûlullah -sav- hayatta iken biz şöyle
diyorduk: Peygamber -sav-ın ümmeti
arasında ondan sonra en faziletli kimse Ebu Bekir'dir, sonra Ömer'dir,
sonra da Osman'dır.3 Buharı 3697. "Rasûlullah
-saiiaiiahu aleyhi veseiiem-m isimlerini saydığı
ve kendilerini cennet ile müjdelediği
on kişinin de, Rasûjullah -saitatishu
aleyhi vessiiemin lehlerine yaptığı şehadete
binâen, cennetlik olduklarına biz
de şahitlik ederiz. Çünkü
onun sözü hakkın kendisidir. Bunlar:
Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha, ez-Zübeyr,
Sa'd, Said, Abdu'ﷺ-Rahman b. Avf ve Ebu Ubeyde b. el-Cerrah'dır
ki o bu ümmetin de eminidir. Allah hepsinden razı
olsun." ''
Cennet'le Müjdelenmiş
On Sahabi Dört
halifenin faziletlerine dair bazı açıklamalar
daha önceden geçmişti.
Onun geriye kalan altısının
fazileti -Allah hepsinden razı
olsun- ile ilgili bir rivayeti Müslim
kaydetmektedir: Âişe -ra-dan: Bir gece Rasûiullah
-sav- uyuyamadı. "Keşke
ashab'ından salih bir adam bu gece gelse de bana bekçilik
yapsa" diye buyurdu. (Âişe)
dedi ki: Bu esnada silah sesi duyduk, Peygamber -Sallallahu aleyhi
vesellem-: "Bu kim?" diye buyurdu. Sa'd b. Ebi Vakkas dedi ki: Ey
Allah'ın Rasûlü.
seni korumaya geldim. Bir diğer lafızda:
içimden Rasûluliah -sav-e bir
tehlike gelir diye bir korku geçti, onu
korumaya geldim, dedi. Bunun üzerine
Rasûlullah -sav-ona dua etti ve sonra uyudu.1Müslim
2410, Buhar! 2885, 7231. Buharî
ile Müslim'deki rivayete göre Rasûlullah
-Sallallahu aleyhi vesetlem-e Uhud günü
Sa'd b. Ebi Vakkas'a hem annesi, hem de babasını
zikrederek: "Ok at, anam babam sana feda olsun" demiştir.2Buhârî
2905, 4058, 4059 6184. Müslim
3411. Müslim'in
Sahih'inde de Kays b. Ebi Hâzim'den
şöyle dediği kaydedilmektedir: Ben
Talha'nın Uhud günü,
Peygamber –sav- kendisi ile koruduğu elini
felç olmuş haliyle gördüm.3Buhârî
3724. 4063 Yine
Müslim'de Ebu Osman en-Nehdî'den söyle
dediği kaydedilmektedir. Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-\ﷺ\ fiilen
savaştığı o günlerin birisinde Rasûluliah
-sav- ile birlikte Talha ile Sa'd'dan başka
kimse kalmamıştı.4 Buhârî
3724, 4060; Müslim 2414. Buharî ile Müslim'de
-lafız Müslim'in- Cabir b. Abdullah'dan şöyle
dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah -sav-
Hendek günü ileri atılacak er istedi,
ez-Zubeyr ileri atıldı.
Sonra onlardan aynı isteğini
tekrarladı, yine ez-Zubeyr atıldı.
Sonra onlara aynı isteğini tekrarlayınca
yine ez-Zubeyr atıldı. Bunun üzerine Peygamber -sav-
şöyle buyurdu: "Her bir peygamberin bir havarisi vardır
Benim havarim de ez-Zubeyr'dır."!
Buhârî2846, 2847. 2997, 3419, 4113, 7261, Müslim
2415 Buharî
ile Müslim'de, ez-Zubeyr -Hadıyatiahu
anh-öar\ gelen
rivayete göre Peygamber -sav- şöyle
buyurmuştur: "Kim Kureyza oğullarına
gidip bana onlara dair haber getirebilir?" Ben yola koyuldum, geri döndüğümde
Rasûlullah -sav- bana anne ve babasını
bir arada zikrederek-"Anam-babam sana feda olsun" dedi.2Buharî
3720: Müslim 2416; Tirmizî 3743. Müslim'in
Sahih'inde. Enes b Maiik'ten söyle
dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah -Saiiaiiahu
aleyhi veseilem- buyurdu ki: "Muhakkak her bir ümmetin
bir emini vardır. Elbette bizim eminimiz de ey ümmet:
Ebu Ubeyde b. el-Cerrah'dır. Buhâri
3744. 4382, 7255; Müslim 2419, Müsned,
III, 125. Buharî
ile Müslim'de, Huzeyfe b. el-Yeman'dan söyle
dediği kaydedilmektedir: Necran'lılar,
Peygamber -sav-e gelerek şöyle
dediler: Ey Allah'ın Rasûlü
sen bize emin bir kişi gönder.
Şöyle buyurdu: "Ben size gerçekten
emin bir adam göndereceğim." Herkes ben
olurum diye ümide kapıldı.
Ebu Ubeyde b. el-Cerrah'ı gönderdi.4Buharî
3745. 4380, 4381, 7254; Müslim
2420 Said
b, Zeyd -ra- dedi ki: Şahitlik
ederim ki Rasûlullah –sav -i şöyle
buyururken dinledim: "On kişi
cennettedir: Peygamber cennettedir, Ebu Bekir cennettedir, Ömer
cennettedir, Osman cennettedir, Ali cennettedir, Talha cennettedir. ez-Zubeyr
cennettedir, Sa'd b. Malik cennettedir, Abdu'ﷺ-Rahman b. Avf
cennettedir." İstesem onuncusunun da adını
veririm. O kimdir? diye sordular. Said b. Zeyd dedi ki: Onlardan herhangi
birisinin Rasûlullah -Sav- ile birlikte yüzünün
tozlanması sonucunu verecek bir konumda bulunması,
sizden herhangi birisinin -Nuh ömrü
kadar yaşayacak olsa dahi- amelinden daha hayırlıdır.5Ebu
DâvOd 4649, 4650; Tirmizi 3748 Bu hadisi Ebu Davud, ibn Mace ve
Tirrnizî rivayet etmiştir.
Tirmizî sahih olduğunu
belirtmiştir, yine Tirmizî bunu
Ab-durrahman b, Avf'tan da rivayet etmiştir. Abdu'ﷺ-Rahman b. Avf -Radıyaliahu
anh-dan rivayete göre
Peygamber -sav- şöyle buyurmuştur:
"Ebu Bekir cennettedir, Ömer
cennettedir, Ali cennettedir, Osman cennettedir, Talha cennettedir, ez-Zubeyr
b. el-Avvam cennettedir, Abdurrahman b. Avf cennettedir, Said b. Zeyd b. Amr b.
Nufeyl cennettedir, Ebu Ubeyde b. el-Cerrah cennettedir."6Tirmizî
3748: Müsned, l, 193 Bu hadisi de İmam
Ahmed Müsned'inde rivayet ettiği gibi,
Ebu Bekir b. Hayseme de bunu rivayet etmiş
ve rivayetinde Osman -ra- Ali --dan önce
zikretmiştir. Ebu
Hureyre -ra-dan dedi ki: Rasûlullah -Saiiailahu
aleyhi veseilem- , Ebu Bekir, Ömer,
Osman, Ali, Talha ve ez-Zubeyr ile birlikte Hira dağının
üzerinde bulunuyorlardı. Kaya
sarsılır oldu. Rasûlullah -sav-
de şöyle buyurdu: "Sakin ol, senin üzerinde
bulunanların her biri ya bir peygamberdir, ya bir sıddîk'tır,
ya bir şehid'dır." Bu hadisi Müslim,
Tirmizî ve başkaları
rivayet etmiştir.1Müslim
2417; Tirmizî 3696; Müsned II, 419 Farklı
yollardan da rivayet edilmiştir. Bu
on kişinin ta'zim edilip onlara öncelik
tanınması ehl-i sünnet tarafından
ittifakla kabul edilmiştir. Çünkü
onların faziletleri ve üstün
menkıbeleri pek ünlüdür. On
lafzını söylemekten hoşlanmayan
yahut onu bulacak bir iş yapmaktan hoşlanmayan
kimseden daha cahil kim olabilir? Onların
bundan hoşlanmayış sebebleri ise ashab'ın
en hayırlılarına buğzetmeleridir Bunlar ise
cennetlik olduklarına şahitlik
edilen kimselerdir Ancak bu kimseler Ali -ra- istisna ederler. Hayret
edilecek bir husus da on kişiden
dokuzuna buğz ettikleri halde, dokuz lafzını
da benimserler. Ağacın altında Rasûlullah
-sav-e bey'at eden, öncelikli
olarak islam'a girmiş bulunan muhacir ve
ensar-dan geri kalanlarına da hep buğzederler.
Bunlar da bindörtyüz kişi idiler.2Buharı 4152:
Müslim 1856. Yüce
Allah da şu buyruğunda olduğu
gibi, onlardan razı olduğunu
belirtmiş bulunmaktadır: "Andolsun
ki ağacın
altında sana bey'at ederlerken Allah mü'minierden
razı olmuştur.
" (ei-Feth, 48/18) Müslim'in
Sahih'inde ve başka kaynaklarda Câbir'den
sabit olan rivayete göre Peygamber -sav- şöyle
buyurmuştur- "Ağaç
altında bey'at eden hiçbir
kimse cehennem ateşine girmeyecektir."3Müslim
2496: Ebu Dâvûd 4653; Tirmiîî 3859,
Müsned VI, 362. Yine Müslim'in
Sahih'inde, Câbir'den rivayete göre Hatıb
b. Ebi Beltea'mn kölesi: Ey Allah'ın
Rasûlü dedi, Andolsun Hâtıb
ateşe girecektir. Rasûlullah -sav-
şöyle buyurdu: "Yalan söyledin,
o ateşe girmeyecektir. Çünkü
o hem Bedir'e katılmıştır, hem de Hudeybiye'de bulunmuştur."4Müslim
2495; Tirmizi 3864; Müsned, III, 325. 349. Rafızî'ler
ise bunların büyük çoğunluğundan beri olduklarını
söylerler Hatta yaklaşık on küsur
kadar az sayıdaki sahabi dışında,
Allah Rasûlünün butun ashabından
beri olduklarını ilan ederler. Bilindiği
gibi eğer dünyada insanlar arasında küfrü
en aşırı on kişinin varlığı
kabul edilse yine bundan dolayı on adını
terketmek icab etmez. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmuştur:
"O şehirde, yeryüzünde
bozgunculuk yapan fakat ıslah
etmeyen dokuz kişi vardı.'
(en-Neml, 27/48) (Bu böyledir
diye) asla dokuz lafzını
terketmek icab etmez. Hatta Yüce
Allah Kur'ân-ı Kerîm'in bazı yerlerinde, on adının
ad olduğu varlıkları
övmüştür bile: "İşte
bunlar lam on gün
eder.' (eı~
Bakara, 2/196); "Musa ile otuz gece sözleştik
ve buna ayrıca on
gece daha kattık."
(ei-A'raf, 7/142); "Andolsun fecre ve on geceye" (ei-Fecr, 89/1-2) Peygamber
-saiiaiiahu aleyhi veseiiem- de Ramazan'ın
son on gününde ıtıkafa çekilirdi.1Buhârî
2026; Müslim 1172. .Kadir
gecesi hakkında da şöyle buyurmuştur:
"Onu ramazan ayının
son on gecesinde arayınız."2Buharı
2017. 2019, 2020; Müslim
1169 Yine
şöyle buyurmuştur:
"Salih ameli Yüce Allah on günde
sevdiği kadar hiçbir günde
sevmez."3Buhârî969;Tirmizî757.
Burdaki on günden kasıt zü'l-hicce
ayının ilk on günüdür. Rafızî'ler
ise cennetle müjdelenmiş on kişi
yerine, oniki imamı veli edinirler. Bunların
ilki Ali b. Ebi Talib -ra- Peygamber -sav-in vasisi olduğunu
iddia ederler. Ancak bu iddialarının
bir delili yoktur. Sonra el-Hasen -Radıyallahu
ann-, sonra el-Huseyn -ra-dır. Daha
sonra sırasıyla Ali b. el-Huseyn b. Zeyne'l-Âbidîn,
Muhammed b. Ali el-Bakır, Cafer.b.. Muhammed
es-Sadık. Musa b. Ca'fer el-Kazım, Ali
b. Musa er-Radî. Muhammed b. Ali el-Cevad, Ali b. Muhammed el-Hadî,
el-Hasen b. Ali el-Askerî, sonra
da Muhammed b. el-Hasen gelir. Bunlara
sevgi beslemekte aşırıya
giderler ve haddi aşarlar. Oniki
imam ancak onların görüşlerini red ve iptal edecek bir surette (nasslarda) zikredilmiştir.
Bu da Buhar! ve Müslim'in, Sahihlerinde kaydettikleri şu
rivayettir1 Cabir b. Semura'dan dedi ki1 Ben babam ile
birlikte Peygamber -sav- huzuruna girdim, şöyle
buyurduğunu işittim: "insanların
başlarına oniki kişi yönetici
olarak geldiği sürece yolunda gitmeye devam edecektir." Sonra Peygamber -sav-
anlayamadığım bir söz söyledi,
babama: Peygamber -sav- ne buyurdu? diye sordum, : "Hepsi Kureyş'ten...11
dedi. Bir
diğer lafız
da: "islam oniki halife gelinceye kadar aziz kalmaya devam edecektir." Bir
diğer lafızda da; "Oniki halıfe'ye.
kadar bu iş aziz kalmaya devam edecektir." şeklindedir.1Buhârî
7222. 7223; Müslim
1821. Gerçekten
durum Peygamber -sav-in buyurduğu gibi
olmuştur. Bu oniki kişi, dön
raşit halife, Muaviye, oğlu
Yezid, Abdu'l-Melik b. Mer-van ve onun dört çocuğu
ile aralarında halifelik devri geçen Ömer
b. Abdu'l-Az-iz'dir. Daha sonra iş çözülmeye
başladı. Rafızî'lere
göre ümmet bunların döneminde
işleri hep bozuk ve hep iyi gitmemiştir.
Başlarına zalimler ve haddi aşanlar yönetici
olmuştur, hatta münafıklar
ve kâfirler onları yönetmiştir.
O dönemde hak ehli yahudilerden daha zelil imiş.
Onların bu sözlerinin batıl
olduğu açıkça ortadadır. Aksine bu oniki kişinin
döneminin her günü
islam'ın izzeti artarak devam etmiştir. "Rasûlullah
-sav-in ashab'ı, her türlü
pislikten tertemiz zevceleri ve her türlü
kirlilikten uzak mukaddes zürri-yetleri
hakkında güzel söz
söyleyen kimse münafıklıktan
beri olur." Ashab-ı
Kiram'ın faziletlerine dair kitab ve sünnet'te
varid olmuş bazı nasslar önceden kaydedilmiş
bulunmaktadır. Müslim'in
Sahih'ınde, Zeyd b. Erkam'dan şöyle
dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah -sav-
bize Hum diye bilinen Mekke ile Medine arasındaki
bir yerdeki bir su yakınında
bir hutbe irad etmek üzere ayağa
kalktı ve şöyle buyurdu: "imdi ey insanlar! Ben ancak bir beşerim.
Belki aradan fazla zaman geçmeden,
Rabbimin elçisi bana gelir, ben de Rabbimin çağrısını
kabul ederim. Ben, sizin aranızda iki
ağır (emaneli) bırakıyorum.
Bunların ilki Allah'ın Kitabıdır,
onda hidayet ve nur vardır.
Allah'ın Kitabının
gereğini yerine getiriniz ve ona sımsıkı
sarılınız." Böylece Allah'ın
Kitabına sarılmaya teşvik
edip durdu, sonra şöyle buyurdu: "Diğeri
de benim ehl-i beytim'dır. Ehl-ı
beytim hususunda size Allah'ı hatırlatırım"
dedi ve bunları üç defa tekrarladı.1 Buharî'de
Ebu Bekr es-Sıddlk -ra-ın şöyle
dediğini rivayet etmektedir: "Muhammed'in hatırını,
ehl-ı beyt'ini gözeterek
gözetiniz."2 Tahâvî'nin
-Allah ona rahmet etsin--. "Münafıklıktan
beri olur" demesinin sebebi Rafızî'liğin
aslını ortaya koyanın münafık
ve zındık bir kimse oluşundan
dolayıdır. Bu kişinin maksadı
İslam dinini ortadan kaldırmaktı.
Rasûlullah -sav- tenkid edip ona dil uzatmaktı. Nitekim
ilim adamları bunu böylece zikretmişlerdir.
Çünkü Abdullah b. Sebe' müslüman
olduğunu ortaya koyunca, hile ve desiseleriyle, kötü
maksatla-rıyla islam dinini ifsad etmek istemişti.
Tıpkı Pavlos'un hrıstiyanlığa
yaptığının benzerini yapmaya çalışmıştı. Abdullah
b. Sebe' önce çok âbıd birisi olduğu
izlenimini verdi. Daha sonra iyiliği
emredip münker'den alıkoyar göründü
ve nihayet Osman -ra- dönemindeki
fitneyi ve onun öldürülmesi fitnesini körükledi.
Daha sonra Ku-fe'ye geldiğinde
Ali -ra- hakkında aşırı
kanaatler ortaya koydu. Böylelikle
maksatlarına ulaşma imkanını
bulmak istiyordu. Bu
husus Ali -ra-a ulaşınca, öldürülmesini
istedi. Ondan kurtulmak için
Karkisiya'ya kaçtı. Ona dair bilgiler tarih kitaplarında
bilinen şeylerdir. Ancak batıl peşinde
olanların nefislerinde Hariciler arasında
bulunan Haruri'ier ile Şia'nın
bid'atlerinin tohumları varlığını
sürdürdü. işte
bundan dolayı Rafızîlik de bir çeşit
zındıklıktır. Nitekim Kadı Ebu
Bekr b et-Tayyib'in, Batınî'lere
dair naklettikleri ve onların İslam
dinini nasıl ıfsad ettiklerine dair açıklamaları
da bu kabildendir. O şöyle der: Dai'ye
(propagan-dîste) dediler ki: Sen müslüman
diye çağırdığın birisini bulacak olursan, ilk yapacağın
iş senin Şıî'liği
din ve şiar edindiği kanaatini onda uyandırmaktır.
Onu etkilemeyi deneyeceğin ilk kapı
selefin Ali'ye nasıl zulmettiklerini ve
Huseyn'i öldürdüklerini ortaya koymak olmalıdır.
Teym oğullarından, Adiyy oğullarından,
Ümeyye oğullarından
ve Abbas oğullarından teberri ettiğini
(uzak olduğunu) anlatmalısın.
Alı'nin gayb'ı bildiğini
ve âlemin yaratılmasının
ona havale edildiğini ortaya koymalısın
ve buna benzer Şia'nın hayret verici ve cehaletlerini ortaya koyan şeylerini
telkin edib durdular Nihayet şunları
söyledi: Sen kimi Şiî'lerin
bu davetine icabet ettiklerini ve buna kulak verdiklerini tesbit edecek
olursan, bu sefer Ali'nin ve onun çocuklarının
kusurlarını onlara anlatmaya koyulmalısın... Şüphesiz
Ashab'a sövmekten yola çıkıldıktan
sonra, Ehl-i beyt'e, ondan sonra da Rasûlullah -sav-e
sövüp dil uzatmaya kadar gidilir. "Önceki
selef âlimleri ile onlardan sonra gelen tabiîn
-haber ve eser ehli ile fıkıh
ve nazar ehli- ancak güzellikle anılırlar.
Onlardan kötülükle söz eden, hak yolun dışında
bir yol üzerindedir." Mü'minleri
ve İlim Ehli'ni Veli Edinmenin Gereği
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"K/m doğru yo!
kendisine apaçık belli
olduktan sonra, Peygambere karşı
gelir, Mü'minlerin yolundan başkasına
uyup giderse, onu döndüğü
o yolda bırakır
ve cehenneme atarız. O ne
kötü
bir dönüş
yeridir!' (en-Nisa, 4/115) O
halde her müslümanın Allah ve Rasûlünü
veli edindikten sonra Kur'ân-ı
Kerîm'inde açıkça
belirttiği gibi mü'minleri veli edinmesi
gerekir. Özellikle peygamberlerin mirasçısı
olan ve Yüce Allah'ın kendilerini yıldız
konumuna çıkarttığı, kara ve denizin karanlıklarında
kendileriyle yolun bulunduğu
kimseleri. Müslümanlar onların
hidayet ve dirayet sahibi olduklarını
icma ile kabul etmişlerdir. Çünkü
Muhammed -sav-in peygamber olarak gönderilmesinden
önce herbir ümmetin
alimleri, o ümmetin en kötüleri
olmuştur, müslumanlar bundan müstesnadır.
Onların alimleri en hayırlılarıdır,
onlar Allah Rasûlü-nün ümmeti arasındaki halife'leridir, sünnetinden
ölenleri diriltenlerdir. Kitab onlar vasıtasıyla
dimdik ayaktadır, onlar da Kitab'la ayakta kalırlar,
Kitab onlar vasıtasıyla konuşur, onlar da Kitab'la
konuşurlar. Hepsi de katl olarak Rasûlullah
-sav-e tabı olmanın farziyyeiinı
ittifakla kabul ederler. Ancak onlardan herhangi birisinin bir görüşüne
muhalif sahih bir hadis tesbit edilecek olursa, mutlaka o hadisi almamasında
o alimin haklı bir mazereti vardır. Bu
mazeretlerin özü de üç türlüdür; 1
- Peygamber -sav- o sözü
söylediğine inanmaması. 2-
O söz ile bu meseleyi kastettiğine
inanmaması. 3-
O sözün ihtiva ettiği hükmün
mensuh olduğuna inanması. Onlar
bizden önce geldiklerinden ve Allah Rasûlü
ile gönderilenleri bizlere tebliğ
ettiklerinden, bizırn için
kapalı olan hususları açıkladıklarından
dolayı bizden üstündürler
ve bizim onlara karşı minnet duygularımız
vardır. Allah onlardan razı olsun
ve onları hoşnud kılsın:
"Rabbimizl Bizi ve bizden önce
iman etmiş kardeşlerimizi
mağfiret eyle. Kalbierimizde iman edenlere karşı
hiçbir kin bırakma.
Rabbimiz, şüphesiz ki Sen çok
esirgeyicisin, çok
merhametlisin." (ei-Haşr, 59/to) "Hiçbir
veli zatı, hiçbir peygamber'den -hepsine selam oisw- üstün
tutmayız. Hatta: Bir tek peygamber dahi bütün
velilerden daha faziletlidir, deriz." Tahâvî
-Allah ona rahmet etsin-, vahdet-i vücut'çuların
ve cahil mutasavvıfların kanaatlerinin reddine işaret
etmektedir. Yoksa istikamet ehli olan kimseler ilme tabi olmayı,
şeriata tabi olmayı
tavsiye ederler. Yüce Allah bütün
insanlara peygamberlere tabi olmayı farz kılmıştır.
O şöyle buyurmaktadır: 'Biz
gönderdiğimiz
herbır peygamber'! Allah'ın
izniyle kendisine itaat edilsin diye gönderdik.
Şayet kendi/erine zulmettiklerinde sana
gelib de Allah'tan mağfiret
dileselerdi... Aralarında çıkan
anlaşmazlıklarda
seni hakem yapıp sonra
da verdiğin hükümden
dolayı içlerinde
hiçbir sıkıntı
duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça
iman etmiş olmaz/ar." (en-Nisa, 4/64-65); 'De
ki: 'Eğer Allah 'ı
seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin, günahlarınızı
bağışlasın.
Allah Gafur'dur, Rahim'dir." (Ai-ı
Imıan, 3/31} Ebu
Osman en-Neysaburî dedi ki: Sünnet'ı
nefsine söz ve fiilleriyle tatbik eden bir kimse hikmet ile konuşur.
Nefsine hevâ'yı hakim kılan kimse ise bid'at ko'iuşur. Bir
ilim adamı da şöyle demiştir: Kim sünnet'ten
bir şey (bilerek) terke-derse bu ancak nefsindeki bir kibirden dolayıdır. Durum
gerçekten de dediği
gibidir. Zira bir kimse eğer
Allah Rasûlünün gçtirmiş olduğu
emre tabi olmuyor ise o, nefsinin iradesiyle amel ediyor demek-;ir. Dolayısıyla
Allah'tan gelen bir hidayet olmaksızın
hevasına uyan bir kimse olur. Bu ise nefsin alciatmasıdır
ve bu da kibirden kaynaklanır, bu
hal; "Allah'ın
peygamberlerine verilen gibi bize de verilmedikçe
asla iman etmeyeceğiz.'
(ei-ETâm, 6/124) diyenlerin sözlerinin
bir dalını teşkil eder. Halbuki; "Allah, peygamberliğini
kime vereceğini çok
iyi bilendir.' (si-En'ğm,
6/124) Bu
kabilden olanlardan pek çok
kimse ibadetteki olanca gayret ve riya-zetiyle, nefsini arındırmakla,
peygamberlerin ulaştığı
mertebeye -onların yollarını
izlemeksizin- ulaşabileceklerini zannederler. Hatta
onlar arasından artık peygamberlerden daha üstün
olduğunu zannedenler de bulunur. Yine
aralarından: Peygamberler ve Nebiler Allah'a dair bilgiyi,
Hatemu'l-Evliya (velilerin sonuncusu)nun nurundan alırlar,
diyen ve kendisinin Hatemu'l-Evliya olduğu
iddiasında bulunan da var. Böyle
bir ilim ise aslında Firavun'un söylediği
sözün bizzat kendisidir. O da şudur: Şu
görülen varlık alemi bizatihi
vacib'tir (varlığı zorunludur.) Onun ondan ayrı
bir yaratıcısı yoktur. Hatta
böyleleri: Bu bizzat Allah'tır,
derler. Firavun inkârı
büsbütün açığa, o'taya koymuştu.
Fakat Firavun içten içe Allah'ı
onlardan daha iyi bilip, tanıyan b.ﷺ
kimseydi. Çünkü o bir yaratıcının
varlığını kabul ediyordu, bunlar ise yaratılmış
olan bu varlık alemini, yaratıcının
varlığı zannettiler, ibn Arabi ve benzerleri gibi. Zahir hükümleriyle
şeriatın değiştirilmesine
imkan olmadığını görünce, sviyle demeye koyuldu: Peygamberlik sona ermiştir,
fakai velilik sona ermemişti-. O öyle
bir velilik iddiasında bulundu ki, nübüvvetten
de daha büyük, peygamber ve rasûllerin
sahıb oldukları makamlardan da daha üstündür.
Hatta (•onlara göre) peygamberler
velilikten istifade ederler, nitekim şöyle
demiştir: "Nübüvvet
makamı bir berzah'ta (ara bir yerde)dır.
Rasûl'den biraz üstte,
fakat veli'den aşağıdadır." Bu
ise şeriatı altüst
etmektir. Çünkü velilik, takva sahibi bütün
mü'minler i fin sabittir. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Haberiniz
olsun ki Allah'ın
velilerine hiçbir
korku yoktur, onlar kederlenecek de değillerdir.
Onlar iman edip, takvalı
davrananlardır."
(Yunus, 10/62-63) Nübüvvet
ise velilikten daha özel bir makamdır.
Risalet te, nübüvvetten daha özeldir.
Nitekim daha önceden buna dikkat çekilmişti. Yine
Ibn Arabî "Fususu'l-Hikem" adlı
eserinde şöyle demektedir: Peygamber -sav- nübüvveti
kerpiç'ten yapılmış
bir duvara benzetti. Bu duvarın bir
kerpiç'lik yer dışında tamamlandığını
gördü, işte o kerpiç'in yeri onun idi.
Hatemu'l-Evliya (velilerin sonuncusu)nın da bu
rüya'dan mutlaka bir payı vardır.
O da peygamberin kendisine ait temsili gördüğü
gibi görür ve Hatemu'l-Evliya kendisini o duvarda iki kerpiç'in
yerinde görür. Nefsinin o iki kerpicin tabiatını
kazandığını görür. Böylelikle duvarı
tamamlar. Onun iki kerpiç olarak
görmesini gerektiren sebeb de şudur:
Duvar, bir kerpiç gümüşten, bir kerpiç altındandır.
Gümüşten olan kerpiç onun
zahir ve ona tabi olan ahkam'ı temsil
eder. Nitekim o suretin zahirinde ona tabi olur görüneni
sır'da (gizli halde) Allah'tan alır.
Çünkü o (Hatemu' -Evliya) durumu gerçek
mahiyetiyle gördüğünden bunu {temsili duvar'ı) da böyle
görmesi kaçınılmazdır.
Bu ise bâtın'da altın olan kerpiç'in
yeridir. Çünkü o rasûl'e vahiy getiren meleğin
aldığı madenin kaynağından
alacağını alır. işte bizim işaret ettiğimiz
bu hususu anladı isen, sen faydalı
bilgiyi elde etmiş oldun demektir. Kendisine
altın kerpici, Allah Rasûlüne
de gümüş kerpiç'i örnek
gösteren ve böylelikle
kendisini rasûl'den daha üstün
ve faziletli gösteren kimseden daha kâfir kim
olabilir? Bu onların kuruntularıdır:
"Şüphesiz onların
göğüslerinde asla kendisine ulaşamayacakları
bir kibirden başka bir şey
yoktur." (ei-Mu'min, 40/56) Bu
sözleri söyleyen bir kimsenin küfrü
nasıl açıkça görülmez ki? Onun bu kabilden daha başka
sözleri de vardır. Bu sözler
arasında küfrün
açıkça görülebildiği sözleri
de vardır, küfrün gizli saklı
bulunduğu sözleri de vardır.
Bundan dolayı böyle birisinin sözlerinin
sahteliğinin ortaya çıkması
için iyi bir sarrafa ihtiyacı
yoktur. Bu gibi sahtelikler herkes tarafından açıkça
görülebilir. Bazı ifadeler
ise ancak çok becerikli ve maharetli sarraflar tarafından
anlaşılabilir. Ancak İbn Arabî
ve benzerlerinin küfrü;
"Allah'ın
peygamberlerine verilen gibi. bize de verilmedikçe
asla iman etmeyeceğiz."
(ei-En'âm. G/124) diyenlerin
küfürlerinden daha da ileri derecededir. Fakat
İbn Arabî ve benzerleri münafık,
zındık, cehennemin en alt basamaklarında
vahdet-i vücut'çudurlar. Münafıklara
ise -müslüman olduklarını
açığa vurduklarından- müslüman
muamelesi yapılır. Nitekim Peygamber -satiaitahu aleyhi veseiiem- hayatta
iken münafıklar da böylece müslüman
olduklarını -küfrü içlerinde gizledikleri halde- açığa
vuruyorlardı, o da onlara zahir olan durumları dolayısıyla
müslüman muamelesinde bulunurdu. Şayet
onlardan herhangi bir kimse içinde
sakladığı küfrü açığa vuracak olursa, ona da mürted hükmü
uygulanır. Şu kadar var ki tevbesinin kabulü
hususunda görüş ayrılığı vardır, doğru
görüş tevbesinin kabul olunmayacağıdır.
Ebu Hanife -Radıyaiiahu
anh-dan, Mual-la'nın
rivayeti de budur. Allah'tan yardımını
taleb ederiz. "Onların
(evliya'nm sahih yolla) gelen kerametlerine ve güvenilir
kimselerden sahih olarak bize ulaşan
rivayetlerine inanırız." Mucize,
sözlük'te olağan üstü
herbir şeyi kapsar, imam Ahmed b. Hanbel ve
diğerleri -ki onlar buna "âyet'ler"
adını da verirler.- Önceki
ilim ehli'nin örfünde "keramet" de bu anlamda kullanılmıştır.
Fakat sonraki ilim adamlarının
bir çoğu lafız itibariyle aralarında
fark gözetirler. O bakından
mucize'yi peygamber için, kerameti veli için
kabul ederler. Her ikisinin ortak yönü
ise olağan üstü olmalarıdır. Kemal
sıfatları üç
hususa raci'dir: ilim, kudret ve muhtaç olmayış
(gani'lik). Bu üç husus kemal şekliyle
ancak Allah için söz konusudur. O herşeyi
ilmiyle kuşatmıştır. O, herşeye kadir olandır
ve O. âlemlere muhtaç
olmayandır. Bundan dolayı Yüce
Allah şu buyruğuyla peygamberine bu üç
hususa sahib olmak iddiasından
uzak olduğunu bildirmesini emretmektedir: "De ki: 'Ben size yanımda
Allah'ın hazineleri vardır,
demiyorum. Ben gayb'ı da
bilmem, şüphesiz ben bir meleğim
de demiyorum. Ben ancak bana vahyolunana uyarım.'"
(ei-En'âm, e/50) Nuh
-Aleyhisselam- da böyle
demiştir. O ulu'l-azm peygamberlerin ilkidir. Allah'ın
yeryüzü insanlarına gönderdiği
ilk rasûldür. işte peygamberlerin ve ulu'-azm'in sonuncusu da, aynı
şekilde hususlardan uzak olduğunu
belirtmiştir. Buna sebeb ise muhatablarının
onlardan; Kimi
zaman: "Sana kıyamet
hakkında onun ne zaman kopacağını
sorarlar" (en-Naziat, 79/42) buyruğunda
olduğu gibi gayb'a dair soru sormaları; Kimi
zaman: "Dediler ki: 'Bize yeryüzünden
bir pınar fıskırtmadıkça
asla sana inanmayacağız."(el-isra,
17/90 vd.) buyruğunda olduğu
gibi etkin olmasını; Kimi
zaman da: "6u nasıl
peygamberdir ki yemek yer ve pazarlarda dolaşır...
dediler" (el-Furkan, 25/7) buyruğunda
olduğu gibi beşer olarak bir takım
şeylere muhtaç oluşunu
ayıplamaya kalkışmalarıdır. Rasûlullah
onlara, onların istediklerini gerçekleştirme
imkanına sahib olmadığını
bildirmekle emrolundu. O bu üç hususa
Allah'ın kendisine bağışladığı
kadarıyla sahib olabileceğini
bildirdi. O Allah'ın kendisine öğrettiği
kadarını bilir. Allah'ın
kendisini muktedir kıldığı
şeylere güç yetirebilir ve
kesintisiz adete muhalif olan yahut ta çoğu
insanların adetlerine muhalif olan islerden ancak Yüce
Allah'ın muhtaç kılmadığı
şeylerden müstağni
kalabilir, işte bütün mucizeler ve kerametler bu üç
tür hususun dışına çıkmamaktadır. Diğer
taraftan olağanüstü bir olayın şayet
dinde arzulanan bir faydası gerçekleşirse,
bu dinen ve şer'an ernrolunan salih amellerdendir ve bu tür
amel ya vacibtir, yahut müstehabtır.
Eğer bununla mubah olan bir husus gerçekleşiyorsa,
bu da Yüce Allah'ın şükür
gerektiren dünyevî nimetlerinden birisidir. Eğer
hararn yahut kerahet manasına bir
yasağı (nehyi) ihtiva ediyor ise o takdirde bu, azaba ya da buğzedil-meye
sebebtir. Kendisine verilen bir takım âyetlerden
sıyrılıp, uzaklaşan Bel'âm
b. Baurâ buna örnektir Bu ise ya bir içtihada
yönelmek, yahut taklid, yahut akıl
ve ilim, eksikliği, yahut bir halin etkin olması,
acizlik ya da zaruret dolayısıyla
olur. Buna
göre olağanüstü
haller üç türlüdür: Dinde öğülen hal, yerilen hal ve
mubah olan hal. Şayet mubah olan halde bir fayda varsa, bu bir nimet olur, aksi
takdirde hiçbir faydası bulunmayan sair
mubahlar gibi olur. Ebu Ali el-Cüzecanî
der ki: Sen keramete değil,
istikamete talib ol! Çünkü
nefsin, keramet talebinde harekete geçer.
Rabbin ise senden istikameti ister. Şeyh
es-Sühreverdî de "Avarifu'l-Meârif"
adlı eserinde şunları
söylemektedir: Bu, bu hususta çok
büyük bir esastır. Çünkü
kendilerini ibadete vermiş ve bu
hususta çok gayret göstermiş
pek çok kimse önceden gelmiş,
selef-i salih'i ve onlara ihsan edilmiş
kerametlerle harkulade olayları işitip
durmuşlardır. Bundan dolayı
nefisleri sürekli bunların bir kısmını
arzulayıp durmuştur. Bunlardan bir parça
kendilerine de rızık verilmesini isterler. Hatta böyle
bir kimse, böyle bir olağanüstü
olaya sahib ve mazhar olamadığı için
amelinin sıhhati hususunda nefsini itham eder durur ve kalbi kırık
haliyle kalıverir. Eğer bunun sırrını
bilselerdi, mesele onlar için
basitleşirdi. Yüce Allah bir takım
sadık mücahidlere bundan bir kapı açabilir.
Bundaki hikmet ise bu kimsenin gördüğü
olağanüstü olaylar ile kudretin emaresini yakînen
müşahede edip dünyadaki
zahidlık ile he-vâ'nın
gereğini yerine getiren hususların dışına
çıkmak hususundaki kararlılığını
pekiştirmektir. O halde davasında sadık
olan kimselerin izleyeceği yol,
neisın istikametine talib olmaktır, işte
bütün keramet budur. Şüphesiz
ki kalplerin bedenlere göre daha
büyük bir te'siri söz
konusudur. Ancak kalpler salih ise etkileri de salıh
olur. Bozuk olursa, etkileri de bozuk- tur.
Hallerin etkisi de kimi zaman Yüce
Allah tarafından sevilir, kimi zaman da hoşlanılmayan
bir şeydir. Fukahâ
batınen başkasını
öldüren kimseye kısas'ın
vacib olduğu hususunu söz
konusu etmişlerdir. Bunlar ise batın ve
kalpleriyle kevnî emre tanıklık
ederler ve herhangi birilerinin sahip olduğu
mücerred, olağanüstü
durumu Allah'tan kendisine verilmiş bir
keramet sayarlar. Halbuki onlar hakikatte kerametin istikametten ayrılmamak
olduğunu, Yüce Allah'ın
sevdiği ve razı olduğu
hususlarda kendisine muvafakat etmekten daha büyük
bir kerameti hiçbir kuluna luîfetmemiş
olduğunu bilmezler. O'nun sevip razı
olduğu hususlarda, O'na muvafakat etmek ise Allah'a ve Allah'ın
Rasûlüne itaat etmek, O'nun dostlarını
dost edinmek, düşmanlarına da düşmanlık
etmektir, işte bunlar Yüce
Allah'ın haklarında: 'Haberiniz olsun
ki Allah'ın velilerine hiçbir
korku yoktur. Onlar kederlenecek de değillerdir."
(Yunus, w/62) diye buyurduğu
Allah'ın velileridirler. Yüce
Allah'ın rahatlık zamanlarında
olağanüstü bir halle yahut başkasıyla
ya da darlık zamanlarında müptela
kıldığı (sınadığı) hususlara gelince; Bunlar kulun Rabbi nezdinde keramet sahibi
olduğundan yahut ta değersiz
olduğundan dolayı değildir.
Bilakis kimi topluluklar O'na itaat ettikleri takdirde bu olağanüstü
halden dolayı bahtiyar olmuşlardır.
O'na isyan ettiklerinden de kimileri bundan dolayı
bedbaht olmuşlardır. Nitekim
Yüce Allah söyle buyurmaktadır:
'Ama insan Rabbi kendisini sınayıp
da ona ikramda bulunup nimelier verse: 'Rabbim beni şereflendirdi,
bana lütfetti' der. Faka! ne zaman onu deneyip, rızkının
daraltırsa, bu sefer: 'Rabbim, beni alçalttı'der.
Hayır..."(ei-Fecr, 89/15-17) İşte
bundan dolayı insanlar bu hususlarda üç kısımdırlar:
Bir kısmının olağanüstü
olay sebebiyle dereceleri yükselir,
bir kısmı bundan dolayı Allah'ın
azabına maruz kalır, bir
kısmı için de bu -önceden de geçtiği
gibi- mubahlar seviyesinde kalır. Keşf
ve tesirin çeşitliliği, Allah'ın
kelimelerinin çeşitliliğine göredir.
Allah'ın kelimeleri ise kevnî ve dinî
olmak üzere iki türlüdür: Allah'ın
kevnî kelimeleri. Peygamber –sav- şu
sözlerinde kendileri ile Allah'a sığındığı
sözlerdir: "İyi
olsun, kötü olsun hiçbir kimsenin kendilerini
aşamadığı Allah'ın eksiksiz kelimeleri
ile (Allah'a sığınırım,)'1 Yüce Allah
da şöyle buyurmaktadır: "O
bir şeyi diledi mi ona emri sadece
"ol" demesi-dir. O da oluverir." (Yasin, 35/82); "Rabbinin
sözü
doğruluk ve adalet bakımından
eksiksizdir. O 'nün
kelimelerini değiştirebilecek
yoktur. " (e/-En'am, 6/115) Kainatın
ve oluşların tamamı, vesair olağan
üstülükler bu kelimelerin kapsamına
girmektedir. İkinci
tür kelimeler ise dinî
kelimelerdir. Bunlar da Kur'ân-ı
KerTm'dir, Yüce Allah'ın kulu ile birlikte gönderdiği
şeriatidir. Bu şeriat
te O'nun emri, yasağı ve haberini ihtiva
eder. Kulun bunlardan alacağı pay,
bunu bilmek, gereğince amel etmek, Allah'ın
emrettiklerini emretmektir. Nitekim kulların
Özel ve genel olarak paylan da kevniyatı
bilip onları etkilemektir. Yani kevniyatın gereğince
etkili olmaktır. Buna
göre birinci tür
kelimeler tedbiri ve kevnî'dir,
ikinci tür ise şerT ve di-nî'dir.
Birinci türün keşfi, açıklanması
kevnî olayları bilmekle gerçekleşir,
ikincilerinin keşfi ve açığa çıkartliması
ise şeri emirlere
dair bilgi edinmektir. Birinci
tür kelimeler ile ilgili kudret sahibi olmak, kevniyatta etki ile
ortaya çıkar. Bu da ya su üzerinde
yürüyüp havada uçmak, ateşin
üzerinde oturmak gibi bizzat Kendi nefsinde cereyan eden olaylarla
ortaya çıkar yahut ta sağlığa
kavuşturmak, helak etmek, zengin ya da fakir kılmak
suretiyle başkasını etkilemekle olur. İkinci
tür kelimelerin gücü
ise sert hususlarda etkili olmakla kendisini gösterir.
Bu da ya Allah ve Rasûlüne
itaat edip Allah'ın Kitabına, Rasûlünün
sünnetine batınen ve
zahiren sıkı sıkıya yapışmak suretiyle bizzat kişinin
kendisinde olur yahut ta Allah'a ve Rasûlüne
itaati emrederek bu hususta şer'l
bir surette ona itaat edilmek suretiyle başkasını
etkilemek şeklinde ortaya çıkar Bu
husus, bu şekilde ortaya çıktığına
göre şunu bilmek gerekir ki; ilim ve kudret itibariyle olağanüstülüklere
sahip olmamak müslümana dini bakımdan
zarar vermez. Gayb olan hususlardan herhangi bir şey
kendisine açılmayan, kevnî
olaylardan herhangi bir şey
kendisine müsahhar kılınmayan
bir kimsenin bu hali, Allah'ın nezdindeki
mertebesini eksiltmez. Aksine
böyle bir halin olmaması -şayet
dinine bağlı bir kimse ise- onun için daha
faydalıdır. Aksi takdirde kişi dünyada
da, ahirette de helak olur. Şüphesiz
ki olağanüstü olaya mazhar olmak, dine bağlı
olmakla birlikte de görülebilir,
olmamakla birlikte yahut dinin fesadı ya da
bağlılığın eksikliği ile birlikte de görülebilir. O
halde faydalı olan olağanüstü
haller dine tabidir ve ona hizmet edicidir. Nitekim faydalı
olan başkanlık bizzat dine tabi olandır,
faydalı olan mal da aynı şekilde.
Nitekim faydalı haliyle sultan (otorite) ve mal Peygamber -sav-, Ebu Bekir
ve Ömer'in... elinde idi. Bizzat
bunları maksat olarak gözeten
kimse ise dini bunlara tabi ve bun-lar için bir
araç kılmış olur Bizzat asıl din için
bunları vasıta kılmış olmaz. Bunu yapan
bir kimse dini ileri sürerek, dünyalığı
yiyen kimseye benzer. Böyle
bir kimsenin hali elbetteki azab korkusu yahut ta cennet ümidi
ile dine bağlanan kimsenin hali gibi değildir, çünkü
böylesi emrolunan bir husustur. Bu şekilde
dine bağlanan bir kimse kurtuluş yoiu üzerindedir,
doğru bir şeriat üzere
yol almaktadır. Hayret
edilecek bir husus ta şudur: Gayretinin artık
ateşten korkmanın yahut
cennete talib olmanın çok
üstüne çıktığını iddia edenlerin bir çoğu,
dini vasıtası ile bütün
gayretini dünyadaki olağanüstü
hallerin asgarisine dahi yöneltmeye
kalkışır. Diğer
taraftan şunu bilelim ki: Bir kimse sahıb
olduğu dindarlık, ilim ve amel
itibariyle olduğu takdirde, böyle bir
kimsenin muhtaç olması halinde olağanüstü
bir hali gerektirmesi de (ortaya koyması) kaçınılmazdır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır.
'Kim Allah'tan korkarsa ona bir çıkış
yolu ihsan eder ve ona ummadığı bir
yerden rızık
verir' (et-Talak, 65/2-3)-, 'Ey iman edenler! Eğer
Allah'tan korkarsanız, O
size iyi ile kötüyü
aytrdedecek bir anlayış
(furkan) verir,.." (et-Enfai, 8/29); "Kendilerine verilen öğütleri
yerine getirselerdi, elbette haklarında
çok daha hayırlı
ve daha bir sebat verici olurdu. O takdirde onlara katımızdan
büyük
bir mükafat da verirdik ve onları
elbette dosdoğru yola
iletirdik.' (en-Nîsa,
4/66-68)-, "Haberiniz olsun ki Allah'ın
velilerine hiçbir
korku yoktur. Onlar kederlenecek de değillerdir.
Onlar iman edip, takvalı
davrananlardır.
Onlar için dünya
hayatında da, ahirette de müjde
vardır"(Yunus, 10/62-64) Rasûlullah
-saiiatiahu aieynı
veseUem- de şöyle buyurmuştur:
"Mü'minin ferasetinden sakınınız,
çünkü o Allah'ın nuru ile bakar."
Daha sonra Yüce Allah'ın: "Elbette
bunda basiret sahibi olanlar için
ibretler vardır."
(ei-Hicr, 15/75) ayetini okudu.1 Bu hadisi Tirmizî,
Ebu Said el-Hudrî yoluyla rivayet etmiştir.1Tirmızî3127 Rasûlullah
-sav-in bize rivayet ettiğine göre
de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
" Kim Benim bir velime (dostuma) düşmanlık
ederse, Bana teketek savaş ilan
etmiş demektir. Kulum Bana kendisine farz kıldığım
şeylere benzer hiçbir
amelle yaklaşamaz. Kulum nafilelerle Bana yaklaşmayı
devam ettirir ve nihayet Ben onu severim. Onu sevdim mi de
kendisiyle işittiği Kulağı, kendisiyle gördüğü
gözü, kendisiyle yakaladığı eli,
kendisiyle yürüdüğü ayağı olurum ve andolsun Ben'den isterse ona veririm Bana sığınırsa,
onu himayeme alırım. Ben yapacağım hiçbir
işte -kişi için
kaçınılmaz olan ve Ben'im kendisine kötülük
yapmak istemediğim fakat ölümden
de hoşlanmayan- mü'min
kulumun canını almakta tereddüt ettiğim
kadar tereddüt etmem."2 Buhârî
6502. Böylelikle
istikametin Rabbe ait oian bir pay, kerameti taleb etmenin ise nefse ait olan
bir pay olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.
Başarı Allah'tandır. Kerarnet'in
inkarı ile ilgili Mutezıle'nin
söylediklerinin batıl olduğu
açıkça ortadadır. Bu tıpkı
hissedilen maddi şeyleri inkar etmeye benzer. Onlar: Keramet'ın
doğru olduğu kabul edilirse, o
vakit bu mucizeye benzer (ona karışır.)
Dolayısıyla insanlar peygamber ile veli'yi birbirine karıştırırlar,
bu ise caiz değildir, derler. Böyle
bir iddia veli olan kimsenin olağanüstü
hali göstermekle birlikte peygamberlik iddiasında
bulunması halinde doğru
kabul edilebilir. Ancak böyle bir
şey görülmemektedir, zaten peygamberlik iddiasında
bulunacak olursa veli olamaz. Aksine o yalancı
bir peygamberlik taslayıcısı
olur. Peygamber ile yalancı
peygamber arasındaki farka dair açıklamalar
ise daha önceden Tahâvî'nin
-Allah ona rahmet etsin-: "Ve şüphesiz
Muhammed. O'nun seçilmiş
kulu ve seçkin peygamberidir" sözlerini
açıklarken geçmiş
bulunmaktadır. "Deccal'in
çıkması, Meryem oğlu İsa
-Aleyhisselam-nın se-ma'dan
inişi gibi Kıyamet alametlerine de
iman ederiz. Güneşin batısından
doğacağına, Dâbbetu'-arz'ın
bulunduğu yerden çıkacağına
da inanırız." Avf
b. Malik el-Eşcaî'den dedi ki: Tebuk Gazvesi'nde, Peygamber -sav- huzuruna
-o deriden bir çadır içerisinde iken- vardım. Şöyle
buyurdu: "Kıyametten önce gerçekleşecek
altı şeyi sayıyorum: Ölümüm,
sonra Beytu'l-makdis'in fethedilmesi, sonra aranızda
koyunlar arasında salgın ölümleri
andıran çokça ölümlerin olması, sonra
malın oldukça artması
öyle ki bir kişiye yüz
dinar dahi verilecek olsa yine razı olmaz.
Sonra Arap evlerinden girmedik hiçbir ev
bırakmayacak olan bir fitne, sonra sizler ile Sarı
oğullan arasındaki bir ateşkes
antlaşması, onlar bu antlaşmayı
bozacaklar, size herbirisi altında onıkı-bin
asker olmak üzere seksen sancak altında
saldıracaklar."1Buhâri
3176; Ebû Dâvûcf 4293: İbn Mace 4042, Bu hadisi
BuharI, Ebu Davud, İbn Mace ve Taberani de
rivayet etmiş bulunmaktadır.2Taberânî,
et-Mu'cemu'l-Kebîr,XIII 40. Huzeyfe
b. Esid'den dedi ki: Biz Kıyamet
hakkında konuşurken Peygamber -sav-
yanımıza çıkageldi "Neden söz ediyorsunuz?"
diye sordu. Kıyametten söz ediyoruz, dediler.
Bunun üzerine şöyle buyurdu: "On
tane alamet görülmedikçe Kıyamet
asla kopmayacaktır: Duman, Deccal, Dabbe, güneşin
batı'sından doğması,
Meryem oğlu isa'nın inmesi, Ye'cuc ile
Me'cuc(un çıkması), birisi doğu'da
birisi batı'da ve birisi Arap yarımadasında
olmak üzere üç kara parçasının
yerin dibine geçmesi. Bunların
sonuncusu ise Yemen'den çıkıp
insanları mahşerlerine doğru önüne
katıp sürükleyecek olan bir ateştir."
Bunu da Müslim rivayet etmiştir.1Müslim
2901 Lafız
Buharî'nin olmak üzere,
Buharî ile Müslim'de, İbn
Ömer -ra-dan şöyle
dediği kaydedilmektedir: Peygamber –sav -in huzurunda Deccal'in
sözü geçti. Şöyle buyurdu: "Şüphesiz
ki Allah size gizli kalmaz (onu tanırsınız.)
Muhakkak Allah'ın bir gözü
kör değildir -deyip eliyle gözüne
işaret etti.- Şüphesiz
Mesih Deccal'in ise sağ gözü
kördür, onun gözü
adeta kurumuş bir üzüm
tanesini andırır."2Buhârî3439 Enes
b. Malik –ra-dan dedi ki: Rasûlullah -sav-
buyurdu ki: "Kavmini bir gözü
kör deccal ile uyarıp
korkutmamış hiçbir peygamber yoktur. Şunu
bilin ki onun bir gözü
kördür ve elbetteki Rabbıniz kör
değildir. Deccai'in gözlerinin
arasında "kâfir"
yazılıdır."3Buharı 7131,
7408: Müslim 2933 Buharî
ve başkalarının
rivayetine göre Ebu Hureyre -ra- dedi ki: Rasûlullah
-sav- buyurdu ki: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki fazla zaman
geçmeyecek, aranızda
Meryem oğlu (Isa) adil bir hakem olarak inecek. Haç'ı
kıracak, domuzu öldürecek,
cizye'yi kaldıracak. Mal o kadar çoğalacak
ki hiç kimse onu kabul etmeyecek, öyle ki
bir tek secde dahi dünyadan ve dünyadaki
herşeyden hayırlı
olacak." Daha sonra Ebu Hureyre der ki: Dilerseniz Yüce
Allah'ın: "Kitab ehlinden ölümünden
evvel ona iman etmeyecek kimse yoktur. O da Kıyamet
günü
aleyh/erinde bir şahid
olacaktır." (en-Nisa. 4/159) buyruğunu
okuyunuz.4Buharı 2222 Deccal
ile Meryem oğlu isa –as- sema'dan inip onu öldüreceğine
dair hadisler ile Ye'cuc ile Me'cuc'ün
Deccal'i (İsa'nın) öldürmesinden sonra onun döneminde
çıkacağını ve Yüce Allah'ın
onların hepsini, onlara beddua etmesinin bereketiyle tek bir gecede
helak edeceğini belirten hadisler bu kısa kitaba
sığmayacak kadar çoktur. Dâbbe'nin
çıkışı, güneşin batı'dan doğuşu
ile ilgili olarak da Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "O söz aleyhlerine
gerçekleşince,
Biz onlara yerden bir Dâbbe çıkartırız.
Onlara: 'insanlar âyetlerimize
inanmıyor/ardı'
diye söyler." (en- Neml.
27/82) "Onlar
kendilerine meleklerin gelmesinden yahut Habbinin gelmesinden yahut
Rabbinin âyetlerinden birisinin gelmesinden başkasını
mı bekliyorlar? Rabbinin âyetlerinden
biri geldiği gün
daha önce iman etmemiş
yahut imanında bir hayır
kazanmamış olan kimseye imanı
fayda vermez. De ki: 'Bekleyin, biz de
beklemekteyiz.'" (ei-En'âm,
6/158) Buharî
bu âyetin tefsiri ile ilgili olarak Ebu Hureyre'den şöyle
dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah -sav-
buyurdu ki: "Güneş
batı'sın-dan doğmadıkça
kıyamet kopmaz. İnsanlar
onu göreceklerinde yeryüzünde
bulunanların hepsi iman edecektir. Jşte daha
önceden iman etmiş olması
hali müstesna hiçbir nefse iman etmenin
fayda vermeyeceği zaman o zamandır."1
Buhârî 4635. Müslim'in
rivayetine göre de Abdullah b. Amr şöyle
demiştir: Rasûlullah -sav-den
ezberlemiş olduğum bir hadis var ki onu
henüz unutmadım. Rasûlullah
-sav- şöyle buyururken dinledim: "ilk çıkacak
olan alamet güneşin batısından
doğmasıdır. (Sonra) kuşluk
vaktinde Dâb-be'nin insanların üzerine
çıkmasıdır. Bunların hangisi diğerinden
önce olursa, ötekinin
de hemen arkasından çıkması
pek yakın dernektir."2Müslim
2941 Alışılmadık
alametlerin ilkini kastetmektedir. Deccal ve İsa
–as- sema'dan inmesi her ne kadar bunlardan önce
olacaksa da aynı şekilde Ye'cuc ile Me'cuc'ün çıkışı
da böyle ise de; bütün
bunlar bir çeşit alışılmışlık
özelliğine sahiptir, çünkü
bunlar beşer'dirler. Bunların
benzerlerini görmek alışılmış
bir şeydir. Fakat alışılmadık
bir şekilde Dâbbe'nin çıkması,
sonra bunun insanlarla konuşması
sonra da onları mü'min ve kâfir diye damgalaması
olağanüstü bir iştir, işte
bu da yeryüzündeki bu tür alametlerin ilkidir.
Nitekim güneşin batısından
alışılmış adetine muhalif olarak doğması
da semada görülecek alâmetlerin ilki olacaktır. ilim
adamları kıyametin alametleri ile ilgili hadislere dair özel
ve meşhur eserler tasnif etmişlerdir.
Bu kısa şerh bunların hepsini burada
kaydetmeye elverişli değildir. "Hiçbir
kâhin'i, hiçbir arrâf'ı;
Kitab'a, sünnete ve ümmetin ic-mâ'ına
muhalif herhangi bir iddiada bulunanı da
tasdik etmeyiz." Müslirn
ve imam Ahmed, Safiye bint Ebı
Ubeyd'den, o Peygamber –sav- hanımlarından
birisinden, o Peygamber -sav-den, dedi ki: "Her kim bir arrâf'a
gider de ona birşeye dair soru soracak olursa, kırk
gün süreyle onun namazı kabul
olunmaz."1 Müslim
2230; Müsned, IV, 68, V, 380 imam
Ahmed de Müsned'inde, Ebu Hureyre'den kaydettiği
rivayete göre Peygamber -saiiaiiatıu
aleyhi vesetiem- şöyle buyurmuştur:
"Kim bir arraf ya da ka-hın'e
gider de söylediklerini doğrularsa,
o Muhammed'e indirilene kâfir
olur."2 Ebû Düvûd
3904; Tirmizî 135; ibn Mâce 639;
Müsned, II, 408, 429, 475 Müneccim
de bazı ilim adamlarına göre
arraf ismi kapsamındadır. Bazıları
o manaya gelir demektedir. Soranın
durumu bu olduğuna göre ya kendisine sorulanın
hali ne olacaktır! BuharT
ile Müslim'de ve İmam
Ahmed'in Müsned'inde, Âişe
-ra-dan şöyle dediği rivayet edilmektedir:
Bazı kimseler Rasûlullah -sav-e
kahinler hakkında soru sordu, şöyle
buyurdu: "Onlar birşey değildir."
Bu sefer: Ey Allah'ın Rasûlü!
Onlar bazen bir şeyi söylüyorlar
ve gerçek oluyor, Rasûlullah -sav-
şöyle buyurdu: "İşte o
cin'in bellediği hak sözdendir. O cin bunu
(insanlardan olan) dostunun kulağına fısıldar.
Onlar da buna yüz yalandan fazlasını
katar, karıştırırlar." Buharı 3210 Sahih(-i
Müslim)de Peygamber -sav-in şöyle
buyurduğu kaydedilmektedir: "Köpeğin
bedeli pistir. Fahise'nin ücreti
pistir. Kahin'in ücreti pistir.'4Müslim
1564. Müneccime,
putların önündeki oklarla kısmet
arayan kimseye, çakıl taşlan atana, kumda çizgi çizene
(falcıya) verilen ücret de
onun kapsamı içerisindedir. Bütün
bunlara verilen ücret haramdır.
Bunların haram olduklarına dair
icma'ı birden çok ilim adamı
nakletmiş bulunmaktadır. Beğavi,
Kadı iyad ve başkaları
gibi, Buharî
ile Müslim'de, Zeyd b. Halid'den şöyle
dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah -sav-
Hudeybiye:de bize bir hutbe irad etti. Geceleyin yağmur
yağmıştı, şöyle buyurdu: Bu gece Rabbinizin ne buyurduğunu
biliyor musunuz?" Bizler: Allah ve Rasûlü
daha iyi bilir dedik. Şöyle buyurdu: "Kullarımdan
kimisi bana iman etmiş, kimisi de beni inkar
etmiş olarak sabahı etti.
Her kim Allah'ın lütfü ve rahmeti ile bize yağmur yağdırıldı,
dediyse işte o bana iman etmiş
demektir. Yıldızları da inkar etmiştir.
Her kim de şu. şu yıldızın doğuşu dolayısıyla
bize yağmur yağdırıldı
demişse o da beni inkar etmiş, yıldızlara
imarı etmiş kişidir."1
Buharî 346, 1038, 4147, 7503: Müslim 71 Müslim'in
Sahih'i ile imam Ahmed'in Müsned'inde
Ebu Malık el-Eşarî'den
gelen rivayete göre Peygamber -sav- şöyle
buyurmuştur: "Ümmetimin
arasında cahiliye işinden dört
şey kalacaktır ve onları
terketmeyecek-lerdir: Soylarla, soplarlar övünmek,
neseplere dil uzatmak, yıldızların
hareketleri ile yağmur yağdırılmasını
istemek ve ölüler arkasından ağıt
yakmak."2Müslim
934; Müsned. V,
342-343 Peygamber
-sav-. ashab'ından ve diğer
imamlardan bu hususlara dair yasaklayıcı
ifadeler ihtiva eden nass'lar buraya sığmayacak
kadar pek çoktur. Muhtevası
bir şeyi muhkem kılmak ve
(başkalarını)
etkilemek demek olan müneccimlik sanatına
gelince, bu sanat yeryüzündeki
olaylara felekî hallerin (yıldız
ve gezegenlerin yörüngelerindeki değişikliklerin)
yahut ta felekî güç ile yeryüzündeki
gaileleri birbirine katıp mütalaa
ederek bir takım sonuçlar çıkartmayı
ön-J gören bir sanattır
ve bu sanat Kitab ve sünnet ile haram kılınmıştır.
Hatta bütün | peygamberler vasıtasıyla
haranı kılınmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Büyücü
ise nereye giderse iflah olmaz." (Tâha,
20/69); "Şu
kitaptan kendilerine biraz ; pay verilenlere bakmaz mısın?
Cibt'e ve tağut'a
inanıyorlar..."(en-Nısa,
4/51) ; Ömer
b- el-Hattab -ra- ve başkaları
cibt, büyücülük demektir demişlerdir.
Sahih-i Buharî'de, Âişe
-ra anadan şöyle dediği
kaydedilmektedir: Ebu Bekir'in getirdiği
gelirlerden yediği bir kölesi vardı.
Bırgün birşey-ler getirdi, Ebu
Bekir'de ondan yedi. Köle ona: Bunun neyin kazancından
alındığını biliyor musun? O: Bu, neyin nesidir? diye sordu. O da şöyle
dedi: Cahiliye döneminde birisine kahin'lik yapmıştım.
Halbuki beri kahinliği de bilen birisi değildim,
ancak onu aldatmıştım. Benimle karşılaştı,
bana bunları verdi, işte senin o yediklerin
bundandır. Ebu Bekir elini ağzına
soktu ve karnında ne varsa hepsini dışarı
çıkardı.3Buharı 3843. Yönetici
ve yetki sahiplerinin ve gücü
yeten herkes, bu müneccimleri, kahinleri,
arrâfiarı, kuma. taşa vurarak remil yoluyla
fal açanları, falcıları
engellemekle görevlidir. Onları dükkanlarda
yahut yollarda oturmaktan ya da bu maksatla insanların
evlerine girmekten engellemelidir. Bunların haram
olduğunu bilip buna güç
yetirmekle birlikte ortadan kaldırmaya çalışmayan
kimselere de Yüce Allah'ın: "Onlar işledikleri
herhangi bir kötülükten
birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı.
Onların yapmakta oldukları
gerçekten ne kötü
bir şeydi!" (ei-Maide, 5/79) buyruğu
tehdit olarak yeterlidir. Bu
lanet olasıca kimselerin günah sözler
söyleyip haram'ı
yedikleri hususunda müslürnanlar
icma etmişlerdir. Sünen'de. Peygamber -sav-in
Ebu Bekir es-Sıddîk'in rivayetiyle şöyle
buyurduğu sabittir: "insanlar münker'i
gördükleri halde, eğer onu
değiştirmeyecek olurlarsa fazla zaman geçmeden
Allah kendi katından onların hepsini bir azaba duçar
kılar."1 Ebu Dâvûd
4338: Müsned, l, 2 5, 7, 9; Tirmizî 2168.
3057 Kitab
ve sünnet'in dışında bu tür
fiiller işleyen bu gibi kimseler bir kaç
çeşittir. Onların
kimisi gerçeği gözden kaçırıp
başka türlü gösterme, yalan ve aldatma yolunu seçerler.
Bu onlardan herhangi bir kimse cinlerin kendisine itaat ettiğini
söyler yahut ta uyduruk, yalancı
şeyhlerden yahut yalancı
miskinlerden ya da hilebaz tarikatçılardan
olup batıl ehli kimselerden hal sahibi birisi olduğunu
iddia eder. Böylelerı
hem kendilerini hem de benzerlerini bu tür yalan
iddialardan ve insanlara karşı batıl
üzere oldukları halde
hak ehli imiş gibi kendilerini göstermekten
alıkoyacak bir şekilde
etkin bir cezalandırmayı
hakederler. Hatta bu gibileri arasında öldürülmeyi
hakedenler dahi olabilir. Bir takım abuk
sabuk laflarla, peygamberlik iddiasında
bulunanlar yahut ta şeriatten bir şeylerin
değiştirilmesi talebinde bulunanlar vb. gibi. Bir
başka tür de bu hususlar hakkında çeşitli
sihirlerle ciddi ve gerçekmiş
gibi söz söyler,
konuşur, ilim adamlarının
büyük çoğunluğu ise büyücünün
öldürülmesini öngörürler.
Nitekim Ebu Hanife, Malik ve Ahmed'in görüşü
budur. Ömer, oğlu (Abdullah), Osman ve
bunların dışında (Allah hepsinden razı olsun)
kalan bir çok sahabe-i kiram'dan nakledilen görüş
de bu doğrultudadır. Ancak
bu görüşün sahipleri büyücünün
tevbe etmesi istenir mi, istenmez rni? Büyü
yapmakla küfre girer mi, girmez mi? ve yeryüzünde
fesad çıkarttığı için
mi öldürülür? hususunda farklı görüşlere
sahiptirler. Bir
başka kesim de şöyle
dernektedir: Sihirbaz yaptığı büyü
ile başkasının ölümüne sebeb olmuşsa öldürülür,
aksi takdirde eğer söz ve amelinde küfür
yok-sa ölümden daha aşağı
bir ceza ile cezalandırılır.
Şafiî'den nakledilen görüş
budur, Ahmed'in mezhebindeki bir görüş
de bu şekildedir. -Aitah'm rahmeti hepsine otsun- ilim
adamları büyü'nün hakikati ve çeşitleri
hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Çoğunluk
der ki1 Büyü
yapılan kişinin ölümüne,
hastalanmasına -zahiren ona bir şey ulaşması
tesbiî edilmeksizin- etki edebdir. Bazılarının
iddiasına göre de büyü
mücerred bir hayal göstermekten
ibarettir. Hepsi
de ittifakla şunu kabul ederler: Yedi gezegene yahut başkalarına
dua etmek ya da onlara hitab etmek yahut onlara secde etmek ve onlara uygun düşen
elbise, yüzük, tütsü vb. şeyler ile yakınlaşmaya
çalışmak türünden
olan işler küfürdür
ve bu, şirkin en büyük
kapılarından birisidir. Bu kapının
kapanması hatta açılmamak üzere
tıkanması gerekir. Bu gibi işler
ibrahim –as- kavminin yaptığı türdendir.
Bundan dolayı Yüce Allah bizlere onun şu
durumunu nakletmektedir: "Derken yıldızlara
bir defa baktı da:
'Muhakkak ben hastayım'
dedi." (es-Saffat, 37/88-89) Yine
Yüce Allah bir başka
yerde şöyle buyurmaktadır:
"Gece onu (İbrahim'i)
bürüyüp,
örtünce
bir yıldız
gördü:
'Bu muymuş benim Rabbim' demişti...
İman edenler ve imanlarına
da zulüm karıştırmayanlara
gelince işte onlaradır
güvenlik ve onlardır
hidayete ermiş
olanlar." (ei-En'âm.
6/76-82) Yine
bütün ilim adamları
ittifakla şunu kabul etmişlerdir:
Allah'a şirk koşmayı
ihtiva eden herbir okuma yahut kasem ve yemin'i telaffuz etmek, kesinlikle caiz
değildir, isterse bu sözleriyle
cinler ya da başkaları ona itaat etsin. Aynı
şekilde küfür
ihtiva eden hiçbir sözün
telaffuzu caiz olmadığı gibi. anlamı
bilinmeyen sözler de söylenmez. Çünkü
bu sözlerde bilinmeyen türden
bir şirk bulunabilir. Bundan dolayı
Peygamber -sav- şöyle buyurmuştur1
"Şirk olmadığı sürece
rukye (okumak) da bir mahzur yoktur."1Müslim
2200; Ebü Dâvûd 3886 Cinlere
sığınmak caiz değildir. Çünkü
bundan dolayı Yüce Allah kâfirleri yermiş
ve şöyle buyurmuştur: "Bir
gerçek de şu
ki: insanlardan bazı
kimseler, cinlerden bazı
kimselere sığınırlardı.
Bununla da onların azgınlıklarını
arttırırlardı.
" (el-Cin, 72/6) Dediklerine
göre bir insan, bir vadide konaklayacak olursa, bu vadinin şerlilerinden
bu vadi'inin en büyüğü kimse ona sığınırım,
der ve böylelikle sabaha kadar güvenlik
ve himaye allında uyurrnuş. işte
"bununla da onların azgınlıklarını
arttırırlardı" buyruğu
insanlar cinlere sığınmak suretiyle, onların
günahlarını,
azgınlıklarını, cüretkârlıklarını ve kötülüklerini
arttırmış oluyorlar, buna sebeb teşkil
ediyorlardı. Bu azgınlıkları
da onların: Biz cinlerin de, insanların da efendileri
olduk, demeleri idi Cinler kendi kendilerine büyüleniyorlar
ve insanlar bu şekilde onlarla muamele ettikçe,
onların küfürleri de sürekli artıyordu.
Yüce Allah da şöyle
buyurmaktadır: "O günde onların
hepsini hasredecek, sonra da meleklere şöyle
diyecek: Bunlar mı size
ibadet ederlerdi? Melekler diyecekler ki: Tenzih ederiz seni. Bizim ve/imiz
(mabudumuz) onlar değil,
sensin. Aksine onlar Çin'lere
ibadet ediyorlardı.
Bunların çoğu
or.lara inanıyorlardı"
(Sebe, 34/40-4 J) işte
kendi kanaatlerine göre meleklere dua edip bu
dualarıyla onlara hitab ettiklerini ve meleklerin üzerlerine
indiklerini zanneden bu kimseler, sapık
kimselerdir. Aslında onların üzerine
inen (melekler değil) şeytanlardır. Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: 'Hepsini
toplayacağı o günde:
'Ey cin topluluğu! insanlardan
bir çoğunu
kendinize uydurdunuz' (buyuracak.) O zaman onların
dosttan olan insanlar da şöyle
diyecek: 'Rabbimiz, kimimiz kimimizden faydalandık.
Nihayet bizim için
takdir ettiğin
vakte eriştik.' Şöyle
buyuracak: 'Allah'ın
dilediği müstesna
olmak üzere, içinde
ebedi kalıcılar
olarak ateş sizin barınağı-nızdır.'
Şüphesiz Rabbin hikmeti sonsuz olandır,
herşeyi bilendir." (et-En'âm,
6/123) insanlardan olanın,
cinlerden olandan faydalanması,
ihtiyaçlarını karşılaması, emirlerini yerine
getirmesi, gaybe dair bir takım
hususları kendisine haber vermesi vb. hususlarla olur. Cinlerden olanın,
insanlardan faydalanması ise insanın
onu ta'zim etmesi, onun yardımını
istemesi, ona sığınması ve ona boyun eğip
itaat etmesidir. Bu
kabilden iş yapanların bir başka
çeşidi de şeytanî
halleri, kesifleri söz konusu eden gayb
ricali ile konuşan ve Allah'ın
velileri olmalarını gerektiren olağanüstü
hallerinin bulunduğunu iddia ederler. Bu
kimseler arasından müşriklere karşı
müslümanlara yardım
edenler de vardı. Bunlar şöyle derler: Rasûi
kendisine müşriklerin yanında yer
alarak, müslümanlarla savaşmayı
emretmiştir, çünkü müslümanlar
artık isyankardırlar. Böyleleri
hakikatte müşriklerin kardeşleridir.
Bunların aralarında bulunan ilim ehli
kimseler üç gruba ayrılırlar:
Bir grub gayb ncal'inin varlığını
yalan kabul ederler. Ancak insanlar da bunları
görür yahut görenlerden bunların
varlıkları sabit olursa yahut ta bunlara güvendikleri
kimseler gördüklerini anlatacak olursa, kendileri de bunları
görmeleri halinde, artık varlıklarına
kesin inanırlar ve onlara boyun eğerler. Bir
başka kesim bunların varlığını
bilip kabul ederler ve kadere raci'dir deyip, batın'da
Yüce Allah'ın peygamberlerin yolu dışında
bir yolunun da bulunduğuna inanırlar. Bir
başka kesim de rasûlün
dairesi dışında bir veli'nin varlığını
kabul etmenin mümkün olmadığını
gördüklerinden şöyle derler: Her iki
kesime de yardımcı olan rasûlün
kendisidir. Bunlar rasûl'ü
ta'zim eden kimseler olmakla birlikte onun dinini ve şeriatini
bilmeyen cahillerdir. Gerçek
şudur: Böyleleri şeytanlara
tabi olan kimselerdir. Gayb ricat'i denilenler de Çin'lerin
ta kendileridir ve onlara "rical" diye ad vermişlerdir,
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Bir gerçek de şu
ki insanlardan bazı
kimseler (rical) cinlerden bazı
kimselere (rical'e) sığınırlardı.
Bununla da onların azgınlıklarını
arttırırlardı,
"(et-cin, 72/6) Bu,
böyledir, Çünkü
insanlar görülür ve müşahede olunurlar. İnsan
belki bazı zamanlar görülmeyebilir,
ancak her zaman için insanların gözlerinden
kaybolması söz konusu değildir.
Bunların insan olduklarını
zannedenler bu konuda hata ediyorlar ve cahilliklerinden bu kanaate kapılıyorlar.
Sapmalarının sebebi de kendılerindedır.
Bu üç kesimin böyle bir ayrılık
içerisinde olmasının
sebebi, şeytan'ın velileri ile Rahman'ın
velileri arasındaki farkı bilememektir. Bazı
kimseler: Fakirler kendi hallerine bırakılırlar,
demektedirler. Ancak bu batıl bir sözdür,
aksine onların fiillerini ve hallerini Muhammed-î
Şeriat'e arzet-mek gerekir. Ona uygun düşen
kabul edilir, muhalif olan da reddedilir. Nitekim Peygamber -sav- şöyle
buyurmuştur: "Her kim bizim bu işimize
uygun düşmeyen bir amelde bulunursa, o merduttur.'1 Buhârî
2697; Müslim 1718; Ebû
Dâvûd
4606: ibn Mâce 14;
Müsned, VI. 270. Bir başka
rivayette de şöyle denilmektedir: "Kim bizim bu işimizde
ondan olmayan bir şeyi ortaya çıkartırsa,
o merdutdur." Rasûlullah
–sav- tarikati dışında
tarikat, onun getirdiği hakikatin dışında
hakikat, şeriatı dışında
şeriat, akidesi dışında
akide yoktur. Ondan sonra hiçbir
kimse zahiren ve batınen ona tabi olmadıkça
Allah'a, Allah'ın rızasına, cennetine, kerametine (lütuf ve
ihsanına) erişemez. Onun
verdiği haberleri tasdik etmeyen, kalplerle ilgili batınî
hususlara dair emirlerinde olsun, bedenlere dair zahirî
amellerde olsun ona itaate bağlanmayan
bir kimse Yüce Allah'ın velisi olması
şöyle dursun, mü'min
olması dahi söz konusu değildir.
İsterse havada uçsun,
suyun üzerinde yürüsün,
isterse gaybdan dilediği harcamaları
yapsın, cebinden altın çıkarsın
ve isterse her türlü harikulade olayı göstersin.
Emrolunduğu fiilleri terkediyorsa, o ancak kişiyi
Allah'tan uzaklaştıran, O'nun gazabına ve
azabına yaklaştıran,
şeytanî hallerin sahibi bir
kimsedir. Ancak
mükellef olmayan çocuk ve
delilerden mesuliyet kaldırılmıştır,
onlar cezalandırılmazlar. Zaten onların
zahiren de, batınen de kendilerini Allah'ın
mukarreb velileri arasına katacak, kurtuluşa
eren hizbinden ve galip gelen askerleri arasına
katacak iman ve takvaları da
olmaz. Ancak bunlar babalarına tabi
olarak islam'a girmiş olarak kabul edilirler.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"/man edenlerin soyları
da iman ile kendilerine uyanların,
Biz evlatlarını
da kendilerine katarız.
Amellerinden bir şey
eksiltmeyiz. (Çünkü)
her kişi kendi kazandıkları
karşılığında
bir rehinedir." (et*Tur, 52/21) Bir
takım ahmak ve salak kimselerin -söz,
fiil ve hallerinde Allah Rasûlüne
tabi olmayı terketmekle birlikte- Allah'ın
velflerınden olduklarına
inanan ve bunların Rasûlullah –sav- tarikatine
tabi olanlardan üstün olduğuna inanan kimseler dalâlettedir,
bid'atçidır. Bu inanışlarında
yanılmışlardır, çünkü böyle bir salak ya şeytan
ve zındık'tır, yahut ta zahiren başkasına
zahid ve abid birisi olduğu
intibaını veren birisidir yahut ta mazur görülebilecek
bir delidir. Böyle bir kimse nasıl olur
da Allah'ın dostlarından, Rasûlüne
uyan kimselerden daha faziletli ve üstün
görülebilir yahut ta ona eşit
kabul edilebilir? Bu
kişi her ne kadar zahiren peygamber'e tabi olmayı
terkediyor ise de batınen ona tabi olabilir,
denilemez. Çünkü bu da bir hata'dır.
Aksine Allah Rasûlüne hem zahiren, hem batınen
tabi olmak icab eder. Yunus b. Abdi'1-A'la es-Sadefî
der ki: Şafiî'ye dedim ki: Bizim arkadaşımız
el-leys şöyle derdi: Bir adamın su üzerinde
yürüdüğünü görseniz dahi, onun halini Kıtab ve
sünnet'e arzet-mediçe, onun
bu haline itibar etmeyiniz. Bunun üzerine Şafiî
şöyle dedi: Leys -rh- biraz müsamahalı
bir ifade kullanmış. Hayır, siz bir adamın
suda yürüdüğünü ve havada uçtuğunu
görseniz dahi, onun halini Kitab ve sünnet'e
arzetmedikçe ona itibar etmeyiniz, demesi gerekirdi. Bazı
kimselerin Rasûlullah –sav-in: "Ben cennet'e muttali oldum. Ora
ehlinin çoğunluğunun eblehlerden oluştuğunu
gördüm' diye buyurduğunu söylemelerine
gelince, Rasûlullah –sav- böyle bir
söz söylediği sahih olarak rivayet
edilmiş değildir. Bunun ona nisbet edilmemesi gerekir. Çünkü
cennet ancak özlü akıi sahıbleri için
yaratıIrnıştır. Akıllarının
ve zihinlerinin kendilerini Allah'a, melek'lerine, kitab'lara, rasûllerine
ve âhiret gününe
iman etmeye ir-şad ettiği özlü
akıl sahihleri için. Yüce
Allah cennet ehlini Kitab-ı
Kerim'inde nitelikleriyle zikretmiş
bulunmaktadır. Onların nitelikleri arasında
şu kıt akıllı, zayıf akıllı
ebleh'lik yoktur. Aksine Peygamber: "Ben cennete muttali
oldum da ahalisinin çoğunluğunu
fakirler gördüm."1 diye buyurmuştur
'ama ebleh'leri" dememiştir. Melamiye
taife'sine gelince, bunlar kınanmalarını
gerektirecek işleri yapar ve biz batın'da şeriate
tabı kimseleriz, derler. Bu sözleriyle
de riyakâr kimselerin yaptığı gibi
amellerini gizlediklerini anlatmak isterler. Onlar kendi batıllarını
bir başka batılla çürütmektedirler.
Sırat-ı Müstakim ise bu ikisinin arasındadır. Güzel
nağmeler dinlediklerinde baygın düşen
kimseler de aynı şekilde bid'atçi ve
sapık'tırlar. Hiçbir zaman insanın
aklının başından gitmesine sebeb teşkil
edecek şeyleri gerektirecek işler
yapmamalıdır. Ashab-ı Kiram ile Tabin arasında
Kur'ân'ı dinledikleri zaman dahi böyle
hareket eden olmamıştır.
Aksine onlar Yüce Allah'ın kendilerini
nitelendirdiği şu halde idiler: "Gerçek
mü'mın/er
ancak o kimselerdir ki Allah anıldığı
zaman kalpleri titrer. Âyetleri
karşılarında
okunduğu zaman (bu) onların
imanını
arttırır
ve onlar ancak Ftablerine dayanıp,
güvenirler." (ei-Enfat. a/2); 'Allah sözün
en güzelini müteşabih,
tekrar edilen (me-sani) bir kitab halinde indirmiştir.
Ondan dolayı
Rablerine kalpten saygı duyanların
derileri ürperir, sonra Allah anıldığı
için derileri ve kalpleri yumuşar.
Bu Allah'ın hidayetidir, onunla dilediğine
hidayet verir. Allah'ın saptırdığı
kimseyi doğru yola ileten olmaz," (ez-Zûmer,
39/23) ilim
adamlarının kendilerinden hayırla söz
ettiği akıllılar arasından çıkan
delilere gelince, bunlar bir zamanlar hayırlı
kimselerdiler. Daha sonradan akılları
zail olmuştur. Bu gibi kimselerin
bir alameti de şudur: Bunların
deliliklerinde bazen ayılma ve kendine
gelme hasıl olursa, kalplerinde bulunan imanın
gereği ile konuşurlar. Hatta akıllarının
zail olduğu halde bile bu hususları
hezeyanlarında söylerler. Fakat bir çeşit
ayılıp kendilerine geldiklerinde küfür
ve şirk sözler söyleyen
ve akıllarının zevali esnasında da
hezeyanlarında bu tür şeyler
söyleyenler böyle değildirler.
Deli olmadan önce kâfir ya da fasık
olan bir kimsenin sonradan deli olması daha önceden
sabit olmuş küfür ya da fasık'lığını
izale etmez. Aynı şekilde mü'min ve takva sahibi kimseler
arasından deliren bir kimse de mü'min ve
takva sahibi kimseler arasında haşredılecektir. Delilik
ya da başka bir sebeble aklın zail
olması, böyle bir kirnse ister delirmiş
veya delirtilmiş diye adlandırılsın,
önceki iman ve takva halinde bir fazlalığı
ge- rektirmez.
Aksine önceden hayır ve şer
kabilinden neyin üzerinde ise öylece
kalır. Yani delilik onun halinde bir artış
ya da bir eksikliğe sebeb değildir. Ancak delirmesi
daha fazla hayır yapmaktan kendisini mahrum eder, diğer
taraftan şerre karşılık
çekeceği cezasını
da engeller. Ancak delilikten Önceki kötülüklerini
de silmez. Neşelendirici
nağmeleri, semâ'ı
dinlemesi halinde bir takım
hezeyanlarda bulunan ve kendisinin alışılagelmiş
konuşmasından başka ve ondan farklı
bazı dillerle konuşmalarına
şahid olunan kimselere gelince, bu o kimsenin dili ile konuşan
bir şeytanın söylediği
sözlerdir. Nitekim şeytanın
saraya yakalanmış kimsenin diliyle konuşması
da bu kabildendir. Bütün
bunlar şeytanî hallerdendir. Hem
aklın zevali, dalalet ehli pek çok
kimsenin zannettiği gibi Allah'ın
ve-li'si olmaya bir sebeb yahut şart
veya buna yakınlaşmaya bir gerekçe
olarak nasıl görülebilir? Öyle ki bu gibi
kimselerden birisi şöyle demiştir: "Onlar
öyle bir topluluktur ki düzeni çözmüşler,
duvarı yıkmışlar. Onlar için ne
farz vardır, ne nafile. Delidir onlar, şu
kadar var ki deliliklerinin sırn, Çok
değerlidir; onun kapılarında
akıl secde eder." Ancak
bu sapık, hatta kâfir bir kimsenin söyleyebileceği
bir sözdür. Çünkü böyle bir kirnse deliliğin, kapısında
secde etmesini bir sırrının
bulunduğunu zannedecek hale gelmiştir. Bu
sözleri söylemelerine sebeb ise
bazı delilerin bir çeşit
mükâşefede bulunduklarını
yahut ta olağanüstü hayret verici bazı
tasarruflarının olduğunu görmüş
olmalarıdır. Bu da sihirbaz ve kahinler hakkında
söz konusu olduğu gibi,
kimi şeytanların bu işe
katılmaları sebebiyle olur. O sapık
kişi de böylelikle mükâşefede
bulunan yahut olağanüstü bir iş yapan herkesi Allah'ın
velisi zanneder. Böyle birşeye
itikad eden ise kâfirdir. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Size şeytanların
kimin Özerine indiğini
haber vereyim mi? Her yalancı günahkâr
üzerine inerler." (eş-Şuara,
26/221-2221 Şeytanın üzerine
nazil olacağı herbir kimsenin de mutlaka yalancılığı
ve facır'liği (günahkarlığı) vardır. Bir
takım riyazetlerde bulunarak, halvete çekilerek
ibadet eden, cumalara, cemaatlere katılmayı
terkeden kimselere gelince, onlar da iyilik yaptıklarını
zannetmekle birlikte, dünya
hayatındaki çalışmaları
sapıklık noktasına ulaşmış
kimselerdir. Allah onların kalplerini
mühürlemiştir. Nitekim sahih
hadis'te Peygamber -sav-in şöyle
buyurduğu sabittir: "Kim mazeretsiz olarak ve ehemmiyet vermeyerek üç
cuma'yı terkedecek olursa, Allah onun kalbine mühür
vurur."1Tirmizi1500; Ebû Dâvûd
l052;Nesaî, lll.82;İbn Mace 1125 Allah
Rasûlünün sünnetini izlemeyerek başka yol
izleyen bir kimse eğer bu sünneti
bilen birisi ise gazaba uğramış
bir kimsedir, değilse sapıktır.
Bundan dolayı Yüce Allah bizlere her namazda bizleri en güzel
arkadaş olan ve kendilerine nimetlerini ihsan etmiş
olduğu peygamberlerin, sıddîkların.
şehidlerin ve salihlerin yoluna -kendilerine gazab edilmiş
ve sapmışların yoluna değil-
iletmesini dilemeyi bize teşri
buyurmuştur. Musa
-Aieyhisseiam-\ﷺ\ ve Hızır
-Aieyhisseiam-\ﷺ\ başlarından
geçen kıssayı ilahi tevfıke
mazhar olmamış bazı kimselerin iddia ettiği şekilde
"ledünnî ilmi" vahye muhtaç
olmamanın cevazı hususunda delil diye gösterenlere
gelince, bunlar inkarcı ve zındıktırlar. Çünkü
Musa -Aieytıısseiam-,
Hıdır'a peygamber olarak gönderilmiş
değildir. Hıdır
da: Musa -Aieyhıssetam-a
tabi olmakla emrolunmarnıştı.
Bundan dolayı ona: Sen israiioğullarının
Musa'sı mısın? diye sormuştu. O
da: Evet, diye cevap vermişti.
Muhammed -saiiaitahu aleyhi veseilem- ise bütün
cinlere ve insanlara peygamber olarak gönderilmiştir,
eğer Musa ve isa da hayatta olsalardı,
onlar dahi onu tabi'lerinden olurlardı, isa -A/eyhisse/am-da,
yeryüzüne ineceğinde ancak Muhammed -Saiiaiiahu
aleyhi veseiiemJn şeriati ile hükmedecektir. Her
kim Muhammed -Saiiaiiahu aleyh/ vesetiem-e karşı
durumunun, Hıdır'ın Musa -Aieyhisseiam-a karşı
durumu gibi olduğunu iddia edecek olursa yahutta bunu ümmetten
herhangi bir kimse için caiz diye kabul
ederse, o kimse İslam'ını
tazelesin ve yeniden kelime-i şehadet
getirsin. Çünkü o Allah'ın velilerinden olmak şöyle
dursun, tamamen islam dininden ayrılan bir
kimsedir. Böyle bir kimse ancak şeytanın
velilerinden olabilir. işte
bu, zındıkları istikamet sahibi kimselerden ayıran
önemli bir ölçüdür. Tetkik
eden görür. Nerede
bulunurlarsa bulunsunlar, bir takım
insanların etrafında dönüp
tavaf yaptığını söyleyenlere gelince, Hudeybiye'de Peygamber -Saiiaiiahu aleyhi
veseiiem-\n Kabe'ye ulaşması
engellendiğinde niye Kabe yerinden ayrılıp
Allah Rasûlünün etrafında tavaf etmedi?
Halbuki peygamber onu bir defa olsun görmeyi çok
arzuluyordu. Bunlar Yüce Allah'ın
şu buyruğu ile nitelendirdiği
kimselere benzer: "Hatta onlardan herbiri kendisine açılmış
sahifeler verilmesini ister. As/a, doğrusu
onlar âhiretten korkmazlar."(e-Muddessir,
74/52-53) "Cemaati
hak ve doğru, tefrika'yı sapıklık
ve azab olarak görürüz." Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Hepiniz
toptan Allah'ın ipine
sarılın.
Parçalanıp,
ayrılmayın."(At-ıiman,
3/103) "Sız
kendilerine apaçık
deliller geldikten sonra parçalanıp,
ayrılığa
düşenler gibi olmayın,
işte onlar için
büyük
bir azab vardır."
(âl-i imran.
3/105; "Dinlerini
parça parça
edip, fırka fırka
ayrılanlar var ya? Senin onlarla hiçbir
ilişkin yoklur. Onların
işi (cezalarını
vermek) ancak Allah'a aittir. Sonra O, yaptıklarını
kendilerine haber verecektir." (el-En'âm,
6/159) "Onlarsa
hala anlaşmazlık
içerisindedir/er. Habbi'nin rahmet ettikleri
müstesna. " (Hud, T1/118-119) Böylelikle
rahmete mazhar olan kimseleri ihtilâfa düşmekten
istisna etmiştir. "Bunun
sebebi: Allah'ın, Kitabı
hak ile indirmesidir. Muhakkak ki Kitab hakkında
anlaşmazlığa
düşenler, elbette uzak bir ayrılık
içindedirler." el-Bakara, 2/176) Peygamber
–sav- şu hadisi daha önceden
de geçmişti: "Şüphesiz iki Kitab ehli
dinlerinde yetmişiki fırkaya ayrılmışlardır
ve şüphesiz bu ümmet yetmişüç
fırkaya ayrılacaktır.
-Hevâ ehli fırkaları
kastetmektedir.- Hepsi ateştedir,
bir tanesi müstesna; o cemaattir."1Müsned,
IV, 102; Ebû Dâvûd 4597. Bir
rivayette de ashab: O hangisidir, ey Allah'ın
Rasûlü? diye sormuşlar. O
da şu cevabı vermiştir:
"Benim ve ashab'ımın
üzerinde olduğu
yol." Böylelikle
genel olarak ihtilafa düşenlerin helak içerisinde
olduklarını, ehl-i sünnet vel-cemaat'ın
bundan müstesna olduğunu,
ihtilafın ise mutlaka ve kaçınılmaz
bir şey olduğunu beyan etmektedir. imam
Ahmed'in rivayetine göre de Muâz
b. Cebel den, Peygamber -saiiat-lahu aleyhi veseltem- şöyle
buyurmuştur: "Şüphesiz
ki şeytan insanın
kurdudur. Tıpkı koyunların sürüden
ayrılmış olanı kapması
gibi. O bakımdan sakın kenardaki uzak yollara
gitmeyin. Size cemaate, umumi olarak müslümanlarla
birlikte olmaya ve mescide devam etmenizi tavsiye ederim;'2Müsned,
V, 232-233. Buharî
ile Müslim'de kaydedildiğine göre
Peygamber -sav- Yüce
Allah'ın: "De ki: "O size üstünüzden"
buyruğundan sonra, Peygamber:
"Sana sığınırım" dedi. "Yahut ayaklarınızın
altından" buyruğundan
sonra, Peygamber: "Sana sığınırım"
dedi. "Bir azab göndermeye
ya da sizi birbirinize katıp
kiminize kiminizin hıncını
tattırmaya kadir olandır."
buyruğundan sonra, (ei-En'âm,
6/65) Peygamber: "İşte bu
ikisi daha da ehven'dir.” diye buyurdu.3 Buhârî
4628, 7313, 7406; Tirmizî 3065 Bu
buyruk onları fırka fırka birbirlerine katmasının
ve onlardan kimisinin hıncını
kimisine tattırmasının kaçınılmaz olduğunu göstermektedir.
Rasûlullah -Sai/ai/atıu
aleyhi vesâ/iem- ise bu
halden beridir Onlar bu halde olacaklarında bir
çeşit cahiliye içerisinde
bulunacaklardır, bu sebebten ez-Zührî
şöyle demiştir: Rasûlullah
-Saitatishu aleyhi vesei/em-in ashab'ı
daha pek çok iken fitne meydana geldi Onlar, Kur'ân'ın
te'viü neticesinde akıtılan
herbir kan yahut telef edilen herbir mal yahut herbir ırzın
heder olduğunu icma ile kabul ettiler ve bu halleri bir çeşit
cahiliye konumunda değerlendirdiler. Malik
de sabit isnadı ile Âişe
-ftadıyaiiarıu
anh-öan şunu
rivayet etmektedir: Âi-şe
şöyle derdi: İnsanlar
şu âyet-i kerîme gereğince
amel etmeyi terkettiler. O bu sözleriyle
Yüce Allah'ın: "Eğer
mü'minlerden iki grup birbirleri ile çarpışırlarsa
onların aralarını
düze/tin." (ei-Hucurat, 49/9) buyruğunu
kastediyordu. Müslümanlar birbirleriyle çarpıştıklarında
farz olan, Yüce Allah'ın emrettiği
şekilde aralarını
düzeltmek idi, ancak gereğince
amel olunmayınca fitne ve bir çeşit
cahiliye ortaya çıktı. işte
bu şekilde ümmetin usul ve furû'a
dair anlaşmazlığa düştüğü anlaşmazlık
konuları şayet Allah'a ve Rasûlüne
havale edilmeyecek olurlarsa o konularda hak apaçık
ortaya çıkmaz. Aksine anlaşmazlık
içerisinde olanlar işlerinde
herhangi bir delil üzere hareket etme imkânını
kaybederler. Eğer Allah onlara rahmet buyuracak olursa, biri diğerinin
hakkını teslim eder ve biri diğerine
haksızlık etmez. Nitekim Ömer ve
Osman -Rad/yatiahu anh-\n halifeliklerinde bir takım
içtıhadi meselelerde anlaşmazlığa
düşenlerin biri diğerinin
hakkını teslim eder ve ne kendisi haksızlık
eder, ne başkasına haksızlık
ederdi. Şayet
onlara rahmet olunmayacak olursa, bu sefer aralarında
hoş görülmeyen ihtilaf meydana gelir, biri diğerine
haksızlık eder. Bu haksızlık
ya mesela kâfir ve fasık olduğunu
söylemek gibi sözle
olur yahut ta o kimseyi hapsetmek, dövmek ve
öldürmek suretiyle ful ile olur. Kur'ân'ın
yaratılması meselesiyle insanları
mihnete düşürenler işte bu kabilden idiler.
Onlar bir bid'at ortaya attılar ve
bu bid'atte kendilerine muhalif olanların kâfir
olduklarını söylediler. Ona haklarının
verilmemesini ve onun cezalandırılmasını
helal kabul ettiler. insanlar
şayet Yüce Allah'ın,
Rasûlü ile gönderdiklerinin bir kısmını
farke-demiyecek olurlarsa, bu hallerinde ya adaletlidirler yahut zalimdirler.
Aralarında adaletli olan kimseler kendisine ulaşan
ve peygamberlerden gelen gereğince
amel eder, başkasına zulmetmez. Zalim ise başkasına
haksızlık eden kimsedir, bunların çoğunluğu
ise zulmettiklerini bile bile zulmederler. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendilerine
kitap verilenler ancak kendilerine ilim geldik- ten
sonra aralarındaki kıskançlıktan
dolayı ayrılığa
düştü/er."
(Ai-i imran. 3/19) Yoksa
bildikleri kadarıyla adalet yolunu izleyecek olurlarsa, biri diğerinin
hakkını teslim eder. Nitekim taklıd
edenler ilmin önderlerine karşı bu
tavrı takınırlar. Mukallitler kendilerinin Yüce
Allah'ın ve Rasûlünün
taklit ettikleri meselelerde Allah'ın hükmünü
bilmekten aciz olduklarını
bilip kabul ederler. O bakımdan
kendi taklit ettikleri imamlarını
Allah Rasûlünün vekili konumuna getirir ve şöyle
derler: Bu bizim gücümüzün
ulaşabildiği noktadır.
Onlardan adaletli olan başkasına
zulmetmez ve söz ya da fiiliyle haksızlık
etmez. Ortaya koyacağı bir delil olmaksızın
taklit ettiği zatın görüşünün
sahih olduğunu iddia etmek ve -müçte-hid
mazur olmakla birlikte- taklit ettiği
kimsenin görüşüne muhalefet edenleri yermek, böyle
bir haksızlıktır. İhtilâfın
Çeşitleri Tefrika
ve ihtilâf asıl itibariyle: Çeşitlilik
arzeden ihtilâf ile çelişki
arzeden ihtilâf olmak üzere iki türlüdür. Çeşitlilik
arzeden ihîilâf da birkaç şekilde
olur. Bir şeklinde iki görüş
yahut iki fiilin herbirisi ayrı ayrı
hak ve meşru olabilir. Ashab-ı Kiram'ın
hakkında ihtilaf ettiği kıraatlerde
olduğu gibi. Öyle ki Peygamber -sav-
(haklılık iddiasında bulunmaktan) vazgeçmelerini
söylemiş ve: "Her ikiniz de
güzel okumaktasınız."
demiştir.1Buharı 2410,
3476, 5026: Musnecl, i, 393, 412. 456. Ezanın,
ikamet getirmenin, istiftâhın
(iftitâh tekbirinden sonra dua okumanın),
sehv secdesinin yapılacağı
yerin, teşehhüd, korku namazı,
bayram tekbirleri ve buna benzer hepsi de meşru
olan türlü ihtilaflar da bu kabildendir. Bazı çeşitlen
diğerlerine göre daha tercihe şayan
veya faziletli olsa bile bu böyledir. Ümmetin
pek çoğunun bu hususta ikametin çift
yahut tek ve buna benzer getirilmesi dolayısıyla
bazı kesimlerin birbiriyle çarpışmalarını
gerektirecek kadar ayrılığı
ileri götürdüklerini görüyoruz.
Ancak bu, bizzat haram olan bir iştir.
Yine onların bir çoğunun
kalbinde bu türlerden herhangi birisini daha çok
sevdiğini, diğerinden ise yüz
çevirip nehyettiğini -ve
böylelikle Peygamber –sav -in nehyettiği
tefrikanın kapsamı içerisine
düştüğünü- görüyoruz. Kimi
ihtilâflarda da her iki görüşün
herbirisi diğer görüş ile aynı manaya gelebilmektedir.
Ancak kullanılan ifadeler farklıdır.
Bir çok insanların
tariflerin lafızlarını, delilleri sıralamalarını,
eşyaya verdikleri isimleri ve buna benzer hususlarda ihtilâf
etmeleri buna örnektir. Diğer
taraftan cehalet yahut zulüm bu
iki görüşten birisinin övülmesine
yorumlanır, diğerinin ise yerilmesine
ve o sözü söyleyene haksızlığa
kadar gider ve buna benzer tutumlar. Çelişki
türünden ihtilâfa gelince, bu da ya
usul ya da furûda birbirini nef-yeden iki ayrı
görüştür. Bu gibi ihtilaflar hakkında
cumhur: isabet eden bir kişidir,
demektedir. Bu tür ihtilafta iş daha
zordur, çünkü her iki görüş
birbirini nef-j yetmektedir. Ancak bunların bir çoğunun
tartışma içerisinde bulunduğu karşı
tarafın batıl
görüşünde bir dereceye kadar hak hususlar da bulunduğunu
yahuij ta onunla birlikte bir dereceye kadar hakkı
gerektiren bir delil bulunduğunu ve
bu reddedilirken dolayısıyla
hak ve batıl'ın beraberce reddedildiğini ve nihayet
te bunu reddedenin de kısmen batıl
içerisinde kalmaya devam ettiğini
-karşı görüşü savunanın asıl
itibariyle batıl içerisinde olduğu gibi-
görüyoruz. Bu da ehl-i sünnet
arasında çokça görülen bir durumdur. Bid'at
ehline gelince, onların durumu açıkça
ortadadır. Allah'ın kendisine bir hidayet
ve bir nur kıldığı kimseler bunu açıkça
görür ve kendisine iaydalı olmak
üzere Kitab ve Sünnette
varid olan bu ve benzeri hususlar ile ilgili nehyi idrak eder. Eğer
kalpler sağlıklı ise bu gibi bid'atieri reddeder fakat kimi nur, kimisinden üstündür. Çeşitlilik
ihtilâfı türünden olan birinci ihtilâfta
yermek, diğerine haksızlık
eden kimse hakkında söz konusudur. Kur'ân-ı
Kerîm böyle bir durumda eğer haksızlık
husule gelmeyecek olursa her iki kesimin her birisinin de övülebilece-ğine
delil teşkil etmektedir. Yüce
Allah'ın şu buyruğunda olduğu
gibi: "Herhangi bir hurma ağacını
kesmeniz yahut onu kok/eri üzere
dikili bırakmanız
hep Allah'ın izni
ile olmuştur." (ei-Haşr,
59/5) Halbuki daha önce ağaçların
kesimi hususunda görüş
ayrılığına düşmüşlerdi. Kimileri ağaç
kesmiş, kimileri kesmemişti.1Buharı
4884; Müslim 1746. Yüce
Allah'ın şu buyruğunda da benzeri bir
durum dile getirilmektedir: "Davud ve Süleyman'ı
da (an.) Hani kavmin koyunlarının
girdiği ekin hakkında
hüküm
veriyorlardı. Biz
onların hükümlerine
tanık idik. Biz onu hemen Süleyman'a
kavratmıştık,
bununla beraber herbirine hikmet ve ilim verdik."(et-Enbiya, 21/78-79) Böylelikle
Yüce Allah, Süleyman'ı
olayı kavramak özelliği
ile zikrederek her ikisinden de hüküm
ve bilgi sahibi olmakla övgüyle
söz etmiş bulunmaktadır. Peygamber
–sav-in, Kureyza oğulları
gününde ikindi namazını
vaktinde kılanların da Kureyza oğullan
diyarına ulaşıncaya kadar erteleyenlerin
de uygulamalarına itiraz etmemiş olması
da bu türdendir.2Buharı 946,
4119; Müslim 1770. Peygamber
–sav-. "Hakim içtihad
edip de isabet ederse, onun için iki
ecir vardır. İçtihad edip, hata ederse onun için
bir ecir vardır"3Buhârî7353;
Müslim 1716 buyruğunda
da benzeri bir durum söz konusudur ve buna
benzer diğer hususlar da böyledir. ikinci
tür ihtilâfta ise iki kesimden
birisinden övgü ile söz edilir, diğeri
ise yerilir. Yüce Allah'ın şu
buyruğunda dile getirildiği gibi:
"Eğer Allah dıleseydi,
onlardan sonra gelenler kendilerine apaçık
deliller geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi
Fakat anlaşmazlığa
düştüler
de kimi iman etti, kimi de kâfir oldu.
" (ei-Bakara, 2/253) Yüce
Allah'ın şu buyruğu da bu kabildendir: "Bunlar
Rableri hakkında davalaşan
iki hasımdırlar
Kâ/ir olan/ar için
ateşten elbiseler biçilir..."(ei-Hac,
22/19...) Ümmet
arasında sonuç itibariyle hevâların
peşine takılmaya götüren
ihtilâfın büyük çoğunluğu birinci kısma
girer. Aynı şekilde bu, kanların dökülmesine,
malların mubah görülmesine,
düşmanlığa ve nefretleşmeye de
götürür. Çünkü ıkı kesimden biri diğerinin
sahib olduğu hakkı kabul etmediği
gibi, ona insafla da muamele etmemektedir. Hatta kendisinin sahib olduğu
hakka daha başka batıllar ilave etmek yoluna
gider, diğeri de böyle davranır,
işte bundan dolayı Yüce
Allah şu buyruğunda bu tür
ihtilâfın kaynağını
haddi aşmaya bağlamıştır:
"Halbuki kendilerine o kitabın
verildiği kimseler ancak apaçık
delliler onlara geldikten sonra aralarındaki
kıskançlıktan
(haksızlıktan)
dolayı ona dair anlaşmazlığa
düştüler."
(el-Bakara, 2/213) Çünkü
bağy (haksızlık,
kıskançlık) haddi aşmaktır.
Kur'ân-ı Kerîm'de bu husus, bu ümmete
ibret teşkil etmesi için bir
kaç yerde söz konusu edilmiştir. Buharî
ile Müslim'in Sahihlerinde rivayet ettikleri şu
hadiste bu tür ihtilaia benzer bir durumu dile getirmektedir: "Ebu'z-Zinâd
el-A'rec'den, o Ebu Hureyre -ra-dan rivayetine göre
Rasûluliah -sav- şöyle buyurmuştur:
"Ben size ilişmediğim
sürece siz de beni bırakınız.
Çünkü sizden öncekiler ancak çokça
soru sormaları ve peygamberlerine muhalefet etmeleri dolayısıyla
helak olmuşlardır. Bundan ötürü
ben size bir şeyi yasaklayacak olursam, ondan uzak durunuz. Size bir hususu
emredecek olursam, gücünüz
yettiği kadarıyla onu yerine
getiriniz."1Buharî 7288;
Müslim 1337; Müsned,
II, 258. Böylelikle
peygamber onlara emrolunmadıkları
husus hakkında soru sormamalarını
emretmektedir. Buna sebeb de öncekilerin
helak olmalarının ancak çokça
soru sormaları, sonra da masiyetleriyle peygamberlere muhalefet etmeleri olduğunu
göstermiştir. Kitab'ı
kabul edenlerin, kitab ile ilgili ihtilafları
iki türlüdür: 1-
Kitab'ın irıdirilişı ile ilgili ihtilaf. 2-
Te'vili ile ilgili ihtilaf. Her ikisinde de bir bölümüne
iman söz konusudur, bir
bölümüne de değil. Birinci
türe örnek, Yüce Allah'ın
Kur'ân-ı Kerîm'i kelâm olarak söylemiş
olması ve indirilmesi ile ilgili ihtilâf
gösterilebilir. Bir kesim şöyle
demiştir: Bu kelam O'nun kudret ve meşîeti
ile hasıl olmuştur, ancak bu kelam
O'nunla kaim olmayıp, O'ndan başkasında
mahluktur. Bir
diğer kesim de şöyle
demektedir: Kelâm O'nun zatı ile
kaim bir sıfatıdır ve mahluk değildir.
Fakat O, kendi meşîet ve kudretiyle konuşmaz. Her
iki kesimin de görüşlerinde hak ile batıl bir
arada bulunmaktadır. O bakımdan görüslerindeki
bir kısım hak dolayısıyla
mü'mindir, diğerinin
görüşündeki hakkı da yalanlamaktadır.
Bu hususlara dair işaret daha önceden
geçmiş bulunmaktadır. Bir
bölümüne imanı ihtiva etmekle
birlikte, bir bölümüne de imanı ihtiva etmeyen
te'vilindeki ihtilaf Örnekleri ise pek çoktur.
Buna örnek olarak Amr b. Şuayb'ın
babasından, onun da dedesinden rivayet ettiği
şu hadistir: Rasûlullah -sav-
bir gün kader ile ilgili tartışmakta
iken ashabının yanına çıktı.
Bu bir âyet-i kerîme'yi delil gösteriyor,
diğeri bir başka âyeti.
Peygamber -sav-in yüzünden
adeta nar tanecikleri gibi terler boşaldı,
şöyle buyurdu: "Size emrolunan bu mudur? Yoksa size bu işler
mi görev olarak verildi? Allah'ın Kitabını
bir bölümünü, diğer bölümüne vurmak mı? Size
ne emrolun-duysa ona bakın ve
ona uyun, size ne yasaklandıysa
ondan da uzak durun."1Müsned,
II, 181, 185, 195, 196; İbn Mâce
85; Müslim 2666 Bir
başka rivayette de şöyie
denilmektedir: "Ey kavmim sizden önceki ümmetler
bununla sapıttılar. Peygamberlerine muhalefet etmekle ve kitab'ın
bir bölümünü diğeri bölümüne
çarpıştırmakla. Gerçek şu
ki Kur'ân-ı Kerîrn bir bölümünü
diğeriyle çarpıştırasınız
diye indirilmemiştir. Ama Kur'ân bir bölümü
diğerini tasdik ederek nazil olmuştur.
Ondan bildiğiniz ile amel ediniz, sızın
için mü-teşâbih görünene
de iman ediniz." Bir
diğer rivayette de şöyle
denilmektedir: "Sizden önceki ümmetler
ihtilâfa düşünceye kadar lanete uğramadılar.
Şüphesiz ki Kur'ân-ı
Kerîm hakkında inatlıca
tartışmak küfürdür."
Bu hadis meşhur bir hadis olup, müsned'lerde
ve sünenler'de rivayet edilmiştir. Bu
hadisin aslını Müslim, Sahih'inde rivayet etmektedir. Abdullah b. Re-bah el-Ensarî'nin
rivayetine göre Abdullah b. Amr şöyle
demiştir: Bir gün öğle
sıcağında Rasûlullah -av-in yanına
gittim. Bir âyet hakkında ihtilâf
eden iki adamın seslerini işitti.
Rasûlullah –sav-\ yüzünden
öfkeli olduğu okunur haliyle yanımıza
çıkıp geldi ve şöyle
buyurdu: "Sizden öncekiler ancak Kitab
hakkındaki ihtilâfları
sebebiyle helak oldular."1Müslim
2666 Bütün
bid'at ehli Kur'ân'ın te'vili hususunda ihtilâf
etmektedirler. Bir bölümüne
iman ederken, bir bölümüne
etmemektedirler. Yanı onlar görüşlerine
uygun düşen âyetleri kabul ederler, muhalif olanları
da etmezler. Ya sözleri yerlerinden tahrif edecek bir şekilde
o muhalif âyetleri te'vil ederler, yahut ta: Bu müteşa-bih'tir,
kimse bunun manasını bilmez, diyerek Allah'ın
indirmiş olduğu manalarının
bir bölümünü inkar ederler. Bu da buna bir çeşit
küfür anlamındadır,
çünkü bir anlamı olmayan lafza iman,
Kitab ehlinin imanı türündendir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Kendilerine Tevrat yükletilip
sonra onu yüklenmeyenlerin
ha/i kocaman kitaplar taşıyan eşşeğin
hali gibidir." (ei-Cuma. 62/5); "Onların
arasında kuruntu dışında
Kitab'ın ne olduğunu
bilmeyen ümmi'ler vardır."
(el-8akara, 2/78) Yani manasını
anlamadan onu okumaktan başka bir şey
bilmezler. Böyle
bir kimse ise Kur'ân-ı
Kerîm'den anlayıp da
anladığı kadarıyla amel eden, bîr
bölümü kendisine müteşabih
geldiği takdirde de onun ilmini Allah'a havale eden ve Peygamber -sav-in:
"Ondan bildiğiniz kadarı ile amel ediniz. Bilmediğinizin
de bilgisini onu bilene havale ediniz" buyruğunda
emrettiği şekilde, peygamberinin emrine uyan mü'min
gibi değildir. "Allah'ın
yeryüzündeki dini de, semadaki dini de birdir. O da islâm
dinidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz Allah nezdinde din İslâmdır."
(Ai-i imran,3/19)Y\ne Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ve size din olarak İslâm'ı
beğenip seçtim." (ei-Maide,
s/3) O din aşırı gitmek ile kusurlu kalmak arasında,
teşbih ile ta'til arasında,
Cebriye ile Kaderiye arasında,
kendisini emin hissetmek ile ümit
kesmek arasında bir yoldur." Sahih(-i
Buharî)de, Ebu Hureyre -ra-dan rivayete göre
Peygamber -sav- şöyle
buyurmuştur: "Muhakkak biz peygamberler topluluğuyuz
ve bizim dinimiz birdir."1Buhârî
3443; Müslim 2365. Yüce
Allah'ın: "Kim islam'dan başka
bir din ararsa o, ondan asla kabul olunmaz." (Al-ı
imran, 3/85} buyruğu ise her zaman için
umumidir, ancak şer'î hükümlerde çeşitlilik
olur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Sizden herbıriniz için
bîr şeriat
ve bir yol tayin ettik." (ai-Maide, 5/48) Buna
göre islam dini Yüce
Allah'ın kullan için peygamberleri vasıtasıyla
teşri' ettiğidir. Bu dinin esasları
da, fürû'u da peygamberlerden kalan miraslardır.
Bu din gayet açıktır. Küçük büyük, fasih olan ve olmayan, zeki olan ve olmayan, mümeyyiz
olan her kimsenin en kısa zamanda bu dine
girmesi mümkündür. Bundan daha hızlı
bir şekilde de bir kelimeyi inkar etmek, yahut yalanlamak, yahut ona
karşı çıkmak, yahut Allah'a iftira etmek, yahut Allah'ın
buyruğu hakkında şüpheye
düşmek, ya da indirdiğini
reddetmek, yahut Yüce Allah'ın
şüphe edilmemesini emrettiği
hususlarda şüphe etmek veya bu kabilden başka
herhangi bir tutum dolayısıyla
da bu dinden çıkmak söz konusu olabilir. Kitab
ve Sünnet islam dininin apaçık olduğuna,
onu öğrenmenin kolay olduğuna,
uzaktan gelen bir kimsenin onu öğrenib
aynı zamanda geri dönebileceği
kadar kolay öğrenilebildiğine delâlet
etmektedir. Peygamber –sav- bu dini öğretirken
bir takım lafızlarda farklılık
görülmesi, öğrenen kimsenin durumuna
göredir. Çünkü
imam b. Sa'lebe ile en-Necdî ile
Abdu'l-Kays hey'etleri2Bk. Buharı
46, 53, 1891, 2678, 6956; Müslim
11, 17; Muvatla, l, 175. gibi yurtları uzak
olan kimselere Peygamber -sav- bilmemeleri uygun olmayacak türden
olan hususları öğretmiştir. Bununla
birlikte o, dininin herbır
tarafa yayılacağını biliyordu. Onlara gerek duyacakları
sair hususlarda, kendilerine dini öğretecek
kimseleri göndereceğini de biliyordu. Kaldığı
yurdu yakın olup da, tedrici olarak öğrenebilme
imkanı olacak şekilde her vakit
gelebilen yahut ta peygamberin, bilmesi kaçınılmaz
olan hususları bildiğini tesbit ettiği
kimselere de yine scru soranın halının
karinesinin delaletine uygun olarak, durumuna ve ihtiyacına
uygun şekilde cevab vermiştir.
Onun: "Allah'a iman ettim de, sonra da dosdoğru
ol,"1Müslim 38; Tirmizl 2410; Müsned,
III, 413, iv, 385 buyruğu gibi. Allah'ın
izin vermediği bir dini teşri'
eden kimselere gelince şunu bilmek gerekir ki, böyle
bir dinin esaslarının Peygamber -Sailailahu aleyhi veseiiem-der\ da. ondan başka
diğer rasûllerden de nakledilmiş
olması imkansız bir şeydir.
Çünkü böyle bir din batıldır,
batılın gerektirdiği şey
de batıldır. Nitekim hakkın gerektirdiği
şeyin hak olduğu gibi. TahâvTnin
-Allah ona rahmet etsin-: "Aşırı
gitmek ile kusurlu kalmak arasındadır"
ifadesi ile ilgili olarak Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey
kitab ehli! Dininizde aşırı
gitmeyin, Allah'a karşı hak
olandan başkasını
söylemeyin."(en-Nısa,
4/171); "De ki: 'Ey kitab ehli' Dininizde haksız
yere haddi aşmayın..."(et-Maide,
5/72) Yine
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Allah'ın
size helal kıldığı
o en temiz ve en güzel şeyleri
haram kılmayın
ve haddi aşmayın.
Çünkü
Allah haddi aşanları
sevmez. Allah'ın size
verdiği rızıktan
helal ve tertemiz olarak yiyin ve siz iman ettiğiniz
Allah'tan korkun." (ei-Maide, 5/87-88) Buharî
ile Müslim'de, Âışe -Radıyaliahu
anh-dan rivayete göre Rasûlullah
-sav-\ﷺ\ ashabından bazı
kimseler Peygamber -sav-in hanımlarına
insanlardan gizli olarak yaptığı ameline
dair sorular sordular. Kimileri: Ben et yemiyeceğim.
dedi. (Kimileri)1 Ben de kadınlarla
evlenmeyeceğim, dedi. (Bir diğeri):
Ben de yatak üzerinde uyumayacağım,
dedi. Bu Peygamber -sav-e ulaşınca şöyle
buyurdu: "Bir takım kimselere ne oluyor
ki onların biri böyle, diğeri
böyle diyor? Fakat ben hem oruç tutarım,
hem yerim, hem uyurum, hem namaz kılarım,
eti de yerim, hanımlarla da evlenirim. Benim sünnetimden
yüz çeviren, benden değildir."2Bu
lafızla: Müslim 1401, Müsned,
III, 241, 259 Buharî
ile Müslim'den başkasında
da: "Onun insanlardan gizli yaptığı ibadetine
dair soru sordular ve sanki onu azımsar
gibi oldular" denilmektedir. Tahâvî'nin
-Allah ona rahmet etsin-: "Teşbih
ile ta'til arasındadır"
ifadesine gelince, daha önceden
de açıkladığımız gibi Yüce Allah kendisinin
kendi zatını, Rasûlünün
de kendisini vasfettiği şekilde
vasfedilmeyi -teşbih
(benzetmek) söz konusu olmaksızın-
sever. O bakımdan O'nun işitmesi
bizimki gibidir, görmesi bizimki gibidir ve
buna benzer sözler söylenmez. Ta'til'e
(işlevsiz kılmak)
de gidilmez, yani O'nun kendi zatını
nitelendirdiği herhangi bir sıfat
yahut ta insanlar arasında O'nu en iyi bilen
Allah RasÛlünürı ona izafe ettiği hiçbir
sıfat reddedilmez, çünkü
bu ta'tit dir. Bu hususa dair açıklamalar
da daha önceden geçmiş
bulunmaktadır. Bu
sözlerinin bir benzeri de daha önceden
söylediği: "Her kim (sıfatları)
nefyetmekten ve teşbih'ten sakınmayacak
olursa, ayağı kayar ve tenzih'i isabet ettiremez" sözleridir. Bu
mana ise Yüce Allah'ın şu
buyruklarından anlaşılmaktadır:
"Hiçbir şey
O'nun gibi değildir.
O herşeyi işitendir,
herşeyi görendir"
(eş-Şura,
43/11) Yüce Allah'ın: "Hiçbir
şey O'nun gibi değildir"
buyruğu Müşebbihe'nırt
görüşlerini reddetmektedir. "O herşeyi
işitendir, herşeyi görendir"
buyruğu da Muaff/fe'nin görüşlerini
reddetmektedir. Tahâvî'nin
-Aiiah onarahmet essin-: "Cebriye ile Kaderiye arasındadır"
ifadesinin anlamına dair açıklamalar da daha önceden
geçmiş bulunmaktadır.
Oradaki açıklamalardan da anlaşıldığı
gibi, kul fiil ve sözleri hususunda mecbur
değildir. Bunlar felç olmuş
kimsenin titreme hareketleri ayarında, ağaçların,
rüzgarların ve başka
şeylerin hareketleri seviyesinde değildir
ve bunlar kul tarafından yaratılmış
da değildir. Aksine, fililer kulun fiili ve kesbidir, Yüce
Allah'ın da yaratması ile
meydana gelir. "Güven
duymak ile ümit kesmek arasıdır"
şeklindeki ifadelerinin dile getirdiği
anlam hakkında da açıklamalar önceden
geçmiş bulunmaktadır.
Kulun, Rabbi'nin azabından korkan, rahmetini ümid
eden bir halde olması gerekir. Korku ile ümitin
kulu Yüce Allah'a giderken ve ahiret yurduna doğru
yol alırken, iki kanadı
seviyesinde olduğu belirtilmiş idi. "işte
bu bizim dinimiz, zahiren ve batınen
itikadımızdır. Bizler yüce
Allah'a, sözünü ettiğimiz ve açıkladığımız
hususlara muhalefet eden herkesten uzak olduğumuzu
bildiririz. Yüce Allah'tan bizlere iman üzere
sebat vermesini ve iman ile hayatimizi sona erdirmesini, cemaate muhalefet
eden, dalâlet ile - ahidleşmiş
bulunan Müşebbihe, Mutezile, Cehmiye, Cebriye, Kaderiye ve diğer
çeşitli hevâlardan, farklı
farklı görüşlerden ve bayağı
mezheblerden muhafaza buyurmasını
dileriz. Biz onlardan uzağız, bize
göre onlar sapıklıktırlar,
bayağıdırlar. (Bunlardan) koruyacak olan ve başarıyı
ihsan edecek olan Allah'tır." - Tahâvî'nin
-Allah ona rahmet etsin- "işte
bu" sözleri kitabın başından
itibaren buraya kadar geçen bütün
ifadelere bir işarettir. Müşebbihe'öen
kasıt, Yüce Allah'ı sıfatları
itibariyle mahlukata benzeten kimselerdir. Onların
söyledikleri, hristiyanların söylediklerinin
aksidir. Çünkü hris-tiyanlar mahluk'u -ki o isa as-da- Yüce
Halık'g benzetmişler ve
onu ilah diye kabul etmişlerdir.
Bunlar ise Halık'ı, mahluk'a benzetmişlerdir.
Davud el-Cevaribîve benzerleri gibi. Mutezile
ise Amr b. Ubeyd, Vasıl b.
Ata el-Gazzal ve onların kanaatlerini kabul
eden kimselerin adıdır.
Bu isim onlara merhum Hasan el-Basri'nin vefatından
sonra ikinci yüzyılın başlarında cemaatten i'tizal etmeleri (ayrılıp
uzaklaşmaları) üzerine
verilmiştir. Onlar başkalarından
ayrı, kendi başlarına
otururlardı. Katade ve başkası
da: İşte onlar mutezile (ayrı
duranlar)dir, derdi. Denildiğine
göre Mutezile mezhebinin esaslarını
ortaya koyan Vasi! b. Atâ'dır.
Hasan-ı Basrî'nin öğrencisi
Amr b. Ubeyd de ona tabi olmuştur.
Harun er-Reşid döneminde de Ebu'l-Huzeyl, Mutezile'ye dair iki kitab telif etmiş
ve bunlarda mezhebierinin beş esasını
açıklamıştır. Onlar bu beş
esaslarına "adi, evhid, jnfâdu'l-vaîd,
el-menziletu beyne'l-menzileteyn, el-emr bı'l-ma'ruf
ve'n-lehy ani'l-münker" adını
vermişlerdir. Onlar bu beş esasta
hakkı batıl'a karıştır-nışlardır.
Çünkü böyle bir bid'atin özelliği
hem hakkı, hem batıl'ı
ihtiva etmektir. Mutezile
fiillerde Müşebbihe'dir,
çünkü Mutezile Yüce
Allah'ın fiillerini kul-arın
fiillerine kıyas etmişler. Kullar tarafından
yapılması halinde güzel görülen
lususları Allah'tan da güzel görülür,
kullar tarafından yapılması
halinde çirkin görülen
hususları da Allah tarafından
yapılması halinde çirkin kabul etmişler
ve jöyle demişlerdir: Allah için
şunu yapmak vacibtir, şu işi
yapmak caiz değildir. Bunu da fasit bir kıyas'ın
gereği olarak ileri sürmüşlerdir. •
ilkelerinden birisi olan adi (adalet)'in mahiyetine gelince: Bunun altına
tader'ı reddi gizlemişler ve şöyle
demişlerdir: Şüphesiz ki Allah şer
diye bir şey /aratmaz ve onu hükmetmez.
Zira şer yaratacak, sonra da bundan dolayı
kulları-ıı azaplandıracak olursa bu bir zulüm
olur. Yüce Allah ise adaletlidir, zulmetmez. Bu
bozuk esaslarına binaen Yüce
Allah'ın mülkünde, O'nun irade etmediği şeylerin
cereyan etmesi gerekir. O bir şeyi
irade ettiği halde, o iş olmaz.
Bu-ıun ayrılmaz sonucu ise O'nun
acizlik ile vasıflandırılmastdır.
Yüce Allah bundan münezzehtir. •
Tevhid ilkesinin altına da
Kur'ân'ın yaratılması
görüşünü gizlemişlerdir. Jünkü
eğer Kur'ân mahluk değilse,
kadim olanların birden çok olması
gerekir. Bu
bozuk görüşlerine binaen ise Yüce
Allah'ın ilim, kudret vs sıfatlarının
da mahluk olduğunu kabul etmeleri yahut ta çelişkiye
düştüklerini kabullenme-eri gerekir. •
Vaîd"t şöyle
açıklarlar: O kullarından
herhangi birisine bir vaîd'de
(tehditte) bulunacak olursa, onları
azablandırmaması ve va'dini yerine
getirmemesi :aiz değildir. Çünkü
o verdiği va'dinde caymayandır.
Dolayısıyla -onlara göre-dilediği
kimseyi affetmez, istediği
kimseye mağfiret etmez. •
ei-Menziletu beyne'l-menzileteyn: Onlara göre
bir kimse büyük bir günah işlerse
imandan çıkar, fakat küfre
girmez. •
Emr bi'l-ma'ruf: Hakkında şöyle
derler: Bizim emrolunduğumuz hususları,
başkalarına da emretmek ve bizim
için bağlayıcı
olan hususların başkaları için
de bağlayıcılığını sağlamak bizim vazifemizdir. İşte
el-emr bi'l-ma'ruf ve'n-nehy ani'l-münker
denilen şey budur. Onlar
bu ilkelerinin kapsamına zalimlik etmeleri
halinde yöneticiler i!e sa- vaşarak
karşı çıkmanın caiz olduğu hükmünü
de sokmuşlardır. Bu
beş şüphenin cevabı ile ilgili
açıklamalar da, ilgili yerlerinde daha önceden
geçmiş bulunmaktadır. Mutezile'ye
göre tevhid ve adl (adalet) aklî
esaslardan olup semin sıhhati ancak bunlardan
sonra bilinebilir. Bu hususlara dair semi deliller getirecek olsalar dahi,
onlar bu semi delilleri, semi delillere olan itjmad ve güvenlerinden
dolayı değil, aklî kanaatlerini pekiştirmek
için zikrederler ve şöyle
derler: Bu husus sem ile sabit olmamaktadır,
aksine bu hususa dair bilgi naklin sıhhatine
dair bilgiden öncedir. Kimileri
de bu semi delilleri esaslar ile ilgili olarak söz
konusu etmez. Zira onlara göre
bunların bir faydası
yoktur. Kimileri de sadece semin akla uygunluğunu
açıklamak ve onlara güvenip
dayanmak maksadıyla değil de insanların
bu delillerle konuya daha bir ısınmalarını
sağlamak maksadıyla
zikrederler. Onlara
göre Kur'ârvı
Kerîm ile hadis bu hususlarda aranan asgari şahit
mikiarından daha aşağıdaki
şahitler seviyesindedir. Kendilerine ihtiyaç
bulunmayan askeri gücün
daha sonra gelip yardıma katılması
ve bir kimsenin hevâsı-na
tabı olurken, şeriatın
da onun havasına uygun gelmesi seviyesindedir. Ömer
b. Abdu'l-Azız der ki: Sen hevasına
uygun düştüğü vakit hakka tabi olan, hevasına
muhalefet ettiği vakit ana muhalefet eden bir kimse olma. Çünkü
o takdirde sen hakka muvafakat ettiğin için
mükafat kazanmazsın. Ancak
hakkı terkettiğinde, ettiğin
kadarıyla cezalandırılırsın,
çünkü sen her iki halde de aslında
sadece hevâna tabi olmuşsun. Ameller
niyetlere olduğuna göre ve her kişiye
ancak niyet ettiğinin karşılığı verileceğine
göre, amel de o ameli isleyenin maksat ve iradesine tabi bulunduğuna
göre, güçlü
itikadın arkasından da aynı
şekilde buna dair bir bilgi ve buna dair tasdik gelmelidir. Eğer
bu ilim ve tasdik imana tabi ise, bu da imandandır, Nitekim
salih amel, salih bir niyet ile yapılırsa
şalin olur, aksi takdirde olmaz. Mutezile arasında
pek çok zındıklar olduğu gibi, yine onların
aralarında güzel bir iş
yaptıklarını zannetmekle birlikte dünya
hayatında yaptıkları
boşa gitmiş olanlar davardır. Cehmiye Cehmiye,
Cehm b. Safvân
et-Tirmiziye müntesib olanlardır. Sıfatları
nefyetmeyi ve ta'tili açıkça
dile getiren odur. O ise bu kanaatleri Abdullah b, Halid el-Kasrînin,
Vasıfta kurban niyetine kestiği el-Câd
b. Dirhem'den almıştır. Halid b. Abdullah kurban bayramı
günü insanlara hutbe ırad
ederken şöyle demişti: Ey insanlar!
Kurbanlarınızı kesiniz, Allah keseceğiniz
kurbanları kabul buyursun. Ben de el-Câd b.
Dirhemi kurban edeceğim, çünkü
o Yüce Allah'ın İbrahim'i
halil edinmediğini, Musa ile özel bir
şekilde konuşmadığını
iddia etmektedir. Yüce Allah el-Câd'in
söylediğinden çok
yüce ve münezzehtir. Daha sonra
minberden inip, el-Câd'ı
boğazladı. Bunu ise çağdaşı
ilim adamlarından fetva aldıktan
sonra yapmıştır ki bunlar da selef-İ
Salih'tirler. -Yüce
Allah'ın rahmeti üzettenne
otsun.- işte
Cehm. el-Câd'den sonra Horasan'da ortaya çıkmış
ve orada onun görüşlerini açığa vurmuştur.
Bir takım insanlar da bu görüşleri
benimseyerek ona uymuşlardır.
Rabbi hususunda şüphe ettiği için
kırk gün namazı terkettıkten
sonra bu açıklamalarda bulunmuştur. Bu
şüpheye düşmesi ise bir takım
müşriklerle tartışmasından
sonra olmuştur. Bunlar da Hind filozoflarından
es-Süme-niyye diye adlandırılırlar.
Bunlar maddi olarak hissedilenler dışındaki şeylerin
bilgisini inkar ederler. Cehm'e
şöyle demişlerdi: Senin tapındığın
bu Rabbin görülür, koklanır, tadına
bakılır yahut elle kendisine dokunulabilir bir şey
midir? O: Hayır, deyince, onlar da: O halde O yoktur. Bunun üzerine
kırk gün süreyle hiçbir şeye
ibadet etmeksizin durdu. Daha sonra kalbinde ibadet edeceği
bir ilahın bulunmamasının
boşluğunu hissetti, şeytan
da onun içine fikriyle yonttuğu bir
itikad nakşetti ve o da: Mutlak bir varlık
vardır, deyip bütün
sıfatları reddetti ve bu görüşleriyle
de el-Ca'd'a katılmış oldu. Şöyle
de denilmiştir: el-Ca'd, Harran'lı Sabiî
filozoflarla ilişkiye geçmişti.
O aynı şekilde dinlerini tahrif eden ve Peygamber -Sa/iaiiahu aleyhi vese//em-ı
büyüleyen, büyücü
Lebîd b. el-A'sam ile bağlantıları
bulunan ve dinlerini tahrif eden bir takım
yahudilerden bazı şeyler de öğrenmişti.
Cehm, Horasan'da Selm b. Ahvez tarafından öldürülmüştür,
ancak o sırada görüşleri
insanlar arasında yaygınlaşmış
idi, mutezile'de ondan sonra onun bu görüşlerini
taklid ettiler. Fakat Cehrn, Mute-zile'ye göre
ta'til'de daha ilen dereceye gitmişti. Çünkü
o hakiki isimleri de inkâr
ediyordu. Ancak Mutezile hakiki isimleri değil
sadece sıfatı inkâr ederler. İlim
adamları Cehmiye'nin, acaba bunlar yetmiş
iki fırkanın içinde midirler, değil
midirler? hususunda görüş
ayrılığı halindedirler. Bu hususta onların
iki görüşleri vardır- Onların
yetmiş iki fırka içerisinde
bulunmadıklarını söyleyenler arasında
Abdullah b, el-Mübarek ile Yusuf b. Esbat da vardır. Cehm'in
bu görüşü İmam Ahmed b. Hanbel ile sünnet-i
seniye'nin diğer ilim adamlarının
mihnete uğramasından itibaren yaygınlık
kazanmıştır. Çünkü onlar Me'mun'un emirliğinden
itibaren güçlenmiş ve sayıca
çoğalmışlardır. Çün- kü
o da Horasan'da bir süre ikamet etmişti.
Onlarla bir araya gelmiş, sonra da 218 yılında
Tarsus'tan mihnete dair mektub yazmış ve o
senede ölmüştü. Bunun
üzerine imam Ahmed'i, Bağdat'ta
220 yılına kadar tekrar hapse koymuşlardı.
O dönemde de Ahmed b. Hanbel'in, Mu'tasım
tarafından mihnete uğratılması
gerçekleşmiş ve kelâm sıfatı
ile ilgili olarak onlarla tartışmaya
girişmişti. Onların
ileri sürdükleri delilleri tek tek çürütüp
bu hususlarda onların herhangi bir
delillerinin bulunmadığını,
insanlardan kendilerine muvafakat etmelerini isteyip, bu uğurda
onları mihnete tabi tutmalarının
bir cahillik ve bir zulüm olduğunu
ortaya koymuştur. Mu'tasım
onu serbest bırakmak istemiş ancak
onun yakınlarından birisi maslahatın onu
sopalamak olduğu görüşünü belirtmiştir. Böylece
ardı arkasına halifeliğin
saygınlığının zedelenmesinin önleneceğini
belirtmiştir. Onu dövmeye başlamaları
üzerine bu sefer herkes bundan dolayı
kızıp öfkelenmeye başladı.
Yönetim de bundan korkunca onu serbest bıraktı.
Buna dair açıklamalar tarih kitaplarında
mevcuttur. Cehm'in
tek başına savunduğu kanaatlerden birisi de
şudur. Cennet ile cehennem yok olurlar. İman
sadece bilgidir, küfür
de yalnızca cehaletten ibarettir. Hakikatte hiç
kimsenin bir fiili yoktur, yalnız
Allah'ın fail oluşu söz
konusudur. İnsanların fiilleri, insanlara
nisbet etmeleri mecazidir. Ağaç
hareket etti, felek (yörünge)
deveran etti, güneş batıya kaydı, demeye benzer. Nakledildiğine
göre Ebu Hanife'ye -Allah'ın
rahmeti üzerine olsun- araz ve
cisimler hakkında söylenen sözlere
dair soru sorulmuş, şu cevabı vermiştir:
Allah Amr b. Ubeyd'e lanet eylesin. Bu hususta söz
söyleme kapısını
ilk açan kişi odur. Önceden
de geçtiği üzere Cebrvye'nin görüşlerinin
esası el-Cehm b. Saf-van'a dayanır.
Onlara göre kulun fiili, uzunluğu,
boyu, poşu ve rengi seviyesindedir. Onlar Kaderi reddeden Kaderiye'nın
aksi konumdadırlar. Kaderiye'nin kadere nisbet edilmeleri onu nefyetmelerinden ötürüdür.
Nitekim Mürcie de ircaı
nefyettikleri için bu adı almışlardır.
Onlara göre hiç kimse Allah'ın
emrine murce' (bırakılmış, havale edilmiş) değildir.
O, onları ya azablandırır
yahut tevbelerini kabul eder. Cebriye 'ye de bazen Kaderiye adı
verildiği olur, çünkü
Cebriye de kaderi kabullenmekte aşırıya
gitmişlerdir. Nitekim va'd ile vaıd namına
hiçbir şeyi kabul etmeyenlere de bu ismin verildiği
olmaktadır. Bunlar ise her işi irca'
etmekte aşırıya giderler. Onlar tevbe edenin, sevab kazanacağını
kesin söylemezler, tevbe etmeyenin ceza göreceğini
de kesin söylemezler, tıpkı
muayyen bir kimse hakkında kesin bir kanaat
belirtmedikleri gibi. ilk
Mürcie mensubları Osman
ve Ali -Radıyaiiahuanft-ın
durumlarını da ircâ'da bulunurlar ve ne rnü'rnin
olduklarına ne de kâfir olduklarına
şehadet ederlerdi. Kaderiye'nin
yerilmesi ile ilgili bir takım
hadisler rivayet edilmiştir ki, hadis alimleri
bunların sıhhati hususunda bir takım
tenkidlerde bulunmuşlardır.
Sahih olan bu hadislerin -Haricilerin zernmedilmesine dair varid olmuş
hadislerden farklı olarak- mevkuf olduklarıdır.
Çünkü Hariciler'in yerilmesi ile ilgili sadece sahih hadis kitaplarında
on hadis yer almaktadır. Buharî
bunların üçünü rivayet etmiş, diğerlerini
de Müslim rivayet etmiştir. Ancak
Kaderiye'nin mecusilere benzerlikleri açıkça
ortadadır. Çünkü Me-cusiler iki yaratıcının
varlığına inanmışlardır.
Kaderiye de (biri Allah, diğeri
fiillerini yaratan kul olmak üzere)
iki yaratıcının varlığına inanırlar. Birbirinin
zıttı olan bu bid'atler ümmet
arasındaki çeşitli
zamanlarda ortaya çıkmış
fitnelerden meydana gelmiştir.
Buharî'nin, Sahihinde Said b. el-Müsey-yeb'den
zikrettiğine göre o şöyle
demiştir: Birinci fitne yani Osman'ın
öldürülmesi fitnesi meydana geldi. Bedir ashab'ından
kimseyi geri bırakmadı. Sonra ikinci fitne
-el-Harre fitnesini kastediyor- meydana geldi. Bu fitne sonunda da
Hudeybi-ye'ye katılanlardan hiç kimse
kalmadı. Sonra üçüncü
fitne meydana geldi, insanların başında
akıl diye bir şey bırakmadı.1Buharî
4024 no'lu hadisin akabinde. Haricilerle,
Şia birinci fitnede ortaya çıktılar.
Kaderiye ile Mürcie ikinci fitnede. Cehrniye ve benzerleri ise üçüncü
fitneden sonra ortaya çıktılar. İşte
böylelikle dinlerini bölük
pörçük edip kendileri de fırkalara
ayrılan bu kimseler bid'ate karşılık
bid'atle ortaya çıktılar. Bunların
ilki Ali hususunda aşırıya
kaçtılar, diğerleri ise onu tekfir
edecek noktaya vardılar. Onların
kimileri vaîd'de öyle aşırıya
gittiler ki kimi rnü'mınlerin
ebedi cehennemde kalacağını
söyleyecek hale geldiler, diğerleri
vâd'de o kadar aşırıya
gittiler ki artık vaîd diye bir şeyin
olmadığını kısmen dahi olsa kabul etmeyecek hale geldiler. Bunlardan da kasıt
Mürcie'dır. Kimileri
sıfatları nefyedecek hale
gelinceye kadar tenzihte aşırıya
giderken, diğerleri teşbihe düşünceye
kadar sıfatları isbatta aşırıya
gittiler. Bunun
sonucunda meşru olmayan bir takım delil
ve meseleleri bid'at olarak ortaya koymaya başladılar.
Meşru olan emirden ve işlerden
de yüz çevirir oldular. Bu bid'at görüşleri
savunanlar arasında daha önce gelmiş
olan yahudi, hrisiiyan, mecusî ve
sabitlerin bir takım görüşlerinden
de istifade ettiler. Çünkü
bunlar onların kitaplarını
okudular, bunun sonucunda onların sapıklıklarından
öğrendiklerinin bir bölümünü
kendilerinin gündeme getirdikleri mesele ve delilleri arasına
kattılar. Kimi zaman aldıkları
bu görüşleri lafzen değiştirdiler,
kimi zaman da mana itibariyle değiştirdiler.
Böylelikle hakkı batıl'a
karıştırdılar. Peygamberlerinin getirmiş
olduğu hakkı gizlediler, tefrika'ya
düştüler, ihtilaf ettiler, şte o
vakit de cisim, araz, tecsim ile ilgili kabul ve red çerçevesinde
görüşler belirttiler. Bu
fırkaların ve benzerlerinin sapıtmalarının
sebebi ise Yüce Allah'ın bizlere kendisine
tabi olmamızı emretmiş olduğu
sırat-ı müstakîm'den sapmaktır, uzaklaşmaktır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki bu Benim dosdoğru
yo-lumdur. O halde ona uyun, başka
yollara uymayın,
sonra sizi O'nun yolundan ayırır/ar."
(el-En'âm, 6/153); "De ki: İşte
bu benîm yolumdur. Ben (insanları)
Allah'a bir basiret üzere
davet ediyorum: Ben de, bana uyanlar da...'"(Yusuf, 12/103) Görüldüğü
gibi Yüce Allah "kendi yolunu: sırat
ve sebil" tekil olarak zikrederken, ona muhalif olan "yolları:
es-subul" çoğul olarak zikretmiştir. ibn
Mes'ud -ra- dedi ki: Rasûlullah -Sallalla.hu
aleyhi vesellem- Önümüze
bir çizgi çizdi ve: "Bu,
Allah'ın yoludur." dedi. Sonra o çizginin
sağında ve solunda bir takım çizgiler
çizdi ve şöyle buyurdu:
"Bunlar da değişik
bir takım yollardır. Bu yolların
herbirisinin başında ona davet eden bir şeytan
vardır." Daha sonra Yüce
Allah'ın: "Şüphesiz
ki bu Benim dosdoğru
yolumdur. O halde ona uyun, başka
yollara uymayın.
Sonra sizi O'nun yolundan ayırırlar,
işte sakı-nasınız
diye Allah size bunları
tavsiye etti" (el-En'am, 6/153} buyruğunu
okudu,1Müsrıed,
1,435,465. işte
buradan şunu anlıyoruz: Külün
Rabbinden dosdoğru yola iletilmeyi istemesi her türlü
zorunlu ihtiyacın da üstündedir.
Bundan dolayı Yüce Ailah namazda herbir rek'atte Fatiha'yı
okumayı teşri' buyurmuştur. Bu
Fatiha'nın okunması, bu husustaki ilim
adamlarının farklı görüşlerine
göre ya farz ya da va-cib'tir. Buna sebeb kulun bu çok
değerli, en üstün
ve en şerefli ihtiyacı kapsayan
böyle bir duaya muhtaç oluşudur.
Yüce Allah bize: "Bizi dosdoğru
yola ilet. Kendilerine nimet verdiklerinin yoiuna, gazaba uğramışlarınkine
de, sapıklarınkine
de değil" (el-Fatîha,
1/6-7) diye dua etmeyi emretmiştir.
Peygamber –sav- -den de: "Yahudiler kendilerine gazab edilmiş
olanlar, hristiyanlar da
sapıtmış olanlardır" dediği
sabittir.1Tirmizî 2954,
2955; Müsned, IV, 378 Sahih(-i
Buharî)de de sabit olduğuna göre
Peygamber -sav- şöyle buyurmuştur;
"Sizden öncekilerin yollarını
karış karış izleyeceksiniz. Öyle ki
bir kertenkele deliğine girecek olsalar dahi
siz de oraya gireceksiniz," Ey Allah'ın
Rasûlü! Bunlar yahudilerle, hristiyanlar mıdır?
diye sormuşlar. O da: "Başka kim
olabilir ki" diye buyurmuştur.2Bulıârî
3456, 7320; Müslim 2669; Müsned,
III, 84, 89, 94 Seleften
bazıları şöyle demiştir: ilim adamlarından
olmakla birlikte sapanlarda, yahudilerden bir takım
şüpheler vardır,
ibadete kendilerini vermiş
olanlar arasından sapanlarda da hristiyanların
bir takım şüpheleri vardır. İşte
bundan dolayı kelâm ehli arasından
sapanların çoğunu teşkil eden Mutezile ve
benzerlerinde yahudilerinkini andıran bir
takım şüpheler vardır. Öyleki
yahudi ilim adamları, Mutezile'ye mensub
ileri gelen ilini adamlarının
kitab-larını okuyorlar, onların yöntemlerini
güzel bulup benimsiyorlar. Aynı şekilde
ileri gelen Mutezile iiim adamları da
yahudilere meyleder ve onları
hristiyanlara tercih ederler. ibadete
kendilerini veren sapık bir takım
mutasavvıf ve benzerlerinde ise hristiyanların
şüphelerini andıran şüpheler
vardır. Bundan dolayı bunlar
da bir çeşit ruhbanlığa ve hulul, ittihad ve
buna benzer kanaatlere meyi ederler. Kelâmı
ve kelâmcıları da zemmederler. Onların ilen
gelen ilim adamları da bunların
izledikleri yolu ayıplarlar. Sema1,
vecd ve bunların ortaya koymuş
oldukları fazla zahidlik ve ibadetin yerilmesine dair de kitaplar yazarlar. Sapıklık
fırkalarının
vahye karşı biri tebdil yolu, diğeri de techil
(cahil bırakma) yolu olmak üzere
iki yöntemleri vardır.
Tebdil yapanlar da iki türdür.
Vehm ve tahyil(hayallendirme) ehli kimseler ile tahrif ve tevil
yapan kimseler. Vehmve
tahyîl yapanlar
der ki: Peygamberler Allah'tan, ahiret gününden,
cennet ve cehennemden, durumun gerçek
vaziyetine uymayan bir takım hususlarla
haber vermişlerdir. Onlar durumu gerçeği
gibi haber vermek yerine Allah'ın büyük
bir şey olduğunu, bedenlerin tekrar
diriltileceğim, onların maddi bir takım
nimetlere ve maddi ve hissedilir bir takım
cezalara ma'ruz kalabileceklerini hayallerinde canlandıracak
ve vehmetmelerini sağlayacak bir şekilde
hitab etme yolunu seçmişlerdir.
Durum böyle olmamakla birlikte cumhur'un maslahatı böyle
bir yolu seçmeyi gerektirmektedir, yalan dahi olsa. Bu cumhur'un faydasına
söylenmiş bir yalandır,
işîe İbn Sina ve onun benzerleri "Kanun"larını
bu esasa bina ederek ortaya koymuşlardır. Tahrif
ve te'vi! ehline gelince: Bunlar şöyle
derler: Peygamberler bu sözleriyle
bizatihi hakkı olduğu şekliyle
haber verme maksadını
gülmemişlerdir. Hak gerçek
mahiyeti itibariyle bizim akıllarımızla
bilip öğrendiğimiz şeydir. Bundan
sonra bu görüşleri artık çeşitli
te'vil yollarıyla kendi kanaatlerine uygun düşecek
şekilde te'vil etmek için
olanca gayretlerini harcarlar. İşte bundan
dolayı onların önemli
bir çoğunluğu açıktan açığa tevil lafzını
zikretmez, bunun yerine; Şu
kastedilmiş olabilir, demek yolunu seçerler.
Bunların bütün bilgileri ise lafzın
ihtiva etmesi muhtemel olan manadan ibarettir. Techil
ve tadil ehli kimselere gelince, bunların
görüşlerinin gerçek mahiyeti
şudur: Peygamberlere tabi olanlar cahil ve sapık
kimselerdir. Bunlar Allah'ın kendi
zatını vasfetmiş olduğu
âyetlerden ve peygamberlerin buyruklarından
Allah'ın neyi murad ettiğini
bilmezler deyip sözlerini şöyle sürdürürler;
Nass'ın Allah'tan başka hiçbir
kimsenin, ashab ve onlara güzel bir
şekilde tabi olanlar şöyle
dursun, Cebrail'in de, Muhammed'in de sair peygamberlerin de bilemeyeceği
bir te'vilinin olması mümkündür.
Muhammed -sav-: "Rahman Arş'a
istiva etti." (Tâhâ.
20/5): "Güzel söz
yalnız O'na yükselir."
(Fatır, 35/ıoy.
"Kendi ellerimle yarattığıma
secde'den seni ne alıkoydu?"
(Şad, 38/75) buyruklarını
okurdu ama bu âyetlerin ne manaya geldiğini bilmezdi.
Aksine bu buyrukların delâlet
ettiği manayı Allah'tan başkası
bilemez, derler ve selefin yolunun bu olduğunu
zannederler. Kimileri
de şöyle der: Bu buyruklardan kasıt,
zahirinden anlaşılan medlul değildir,
bunların maksadını
kimse bilemez. Tıpkı kıyametin ne zaman kopacağının
bilinemeyeceği gibi. Bazıları
da şöyle der: Bu gibi buyruklar zahirleri gibi kabul edilir ve zahirlerine
göre yorumlanırlar.
Bununla birlikte bunların te'vilini Allah'tan başkası
bilemez. Böylelikle bu görüşün
sahipleri bir taraftan zahirlerine muhalif bir tevillerinin bulunduğunu
söylerken, bununla birlikte: Bunlar zahirlerine göre
yorumlanır, diyerek çelişkiye
düşmektedirler. Bunların
görüşlerinin ortak noktası şudur:
Rasûl -kendilerinin- müşkil ya
da tnüteşabih kabul ettikleri nasslardan neyin kastedildiğini
açıklamamıştır.
Bundan dolayı onların herbir kesiminin müşkil
kabul ettiği nasslar diğer bir
keşimin müşkil kabul ettiğinden
farklıdır. Kimileri
de yine: Bunların manaları bilinmez der ve bunların
arasından bazıları
şu kanaati ileri sürer:
"Bunların ilmini peygamber açıklamamıştır
Bunun yerine, bunları açıklamayı
aklî delillere ve bu nassları te'vil
etmek yolunda ilimde olanca gayretini harcayan kimselere havale etmişlerdir.
Bunların da ortak noktası şudur:
Rasûl bilmezdi yahut bildirmedi. Biz hakkı
akıllarımızla biliriz, sonra da Allah Rasûlünün
kelamını aklımızla kavradıklarımıza
uygun şekilde yorumlarız.
Peygamberler ve peygamberlere tabi olanlar aklî
bilgileri bilemezler, sem'î bilgileri
de kavrayamazlar." Bütün
bunlar ise doğru yoldan bir sapmadır ve başkalarını
saptırmadır. Yüce
Allah'tan, kabul edeni cehenneme kadar götüren
bu aslı astarı o| mayan görüşlerden
kurtarıp esenlik ve afiyet ihsan etmesini dileriz. Onların
vasfedegeldiklerinden münezzeh olan, izzetin
Rabbi olan senil Rabbın, her türlü
eksiklikten münezzehtir. Selam olsun peygamberlere; hamdolsun âlemlerin
Rabbi Allah'a. İman'in Artıp Eksilmesi
Ebu Hanife'nin Kanaatini Kabul Edenlerin Delilleri
Amellerin İmanın Kapsamına Girdiğini Gösteren Hadisler
Kitab ve Sünnet'ten İman'm Artıp Eksildiğine Dair Deliller
İman ve İslam Lafızlarının Ayrı Ayrı ve Birlikte
Zikredilmeleri
İman'da (İnsaallah Diyerek) İstisna Yapmak
Sünnet Ya İbtidaî'dir (Kitabta Olmayan Bir Hükmü Koyar)
Ya-hutta Allah'ın Şeriatını Beyan'dır:
Veliler ve Velilik
Sebebler Bağımsız Olarak İstenen Şeyler Değildir
Peygamberlere İman
Büyük Günahlar ve Bu Günahları İşleyenler
Büyük Günahlar
İyi ve Günahkâr Kimselerin Arkasında Namaz Kılmak
Muayyen Kimselerin Cennetlik Yada Cehennemlik Olduklarını Söylemek
Muayyen Kimselerin Kâfir Yada Münafık Olduklarını Söylemek
Müslümanlarla Savaşmak
Yöneticilere İtaat Etmek
Sünnet ve Cemaate Uymak
Şaz Görüşlerden ve Tefrika'dan Uzak Durmak
Salih Kimseleri Sevmek, Fasıklara Buğzetmek
Bilgisizce Söz Söylemek
Yolculukta ve İkamet Halinde Mestlere Meshetmek
Kötüye de Hac ve Cihad Bir Yükümlülüktür
Kİrâmen Kâtibin Melekleri'ne İman
Ölüm Meleği
Kabir Azabına İman Etmek
Ba'sa ve Ceza'ya (Amellerin Karşılıklarının Görülmesine) İman
Mizan ve Hakikati
Cennet ve Cehennem
Cennet ve Cehennemin Kalıcılığı İle İlgili Görüşler
Cehennemin Ebediliği
Fiilden Önce ve Sonra İstitââ
Kulların Fiilleri İle İlgili Cebriye ve Mutezile'nin Görüşleri
ve Delilleri
"Teklif, Takat'e Göredir
Ölülerin Hayattakilerden Yararlanmaları
Kur'ân Tilaveti Karşılığında Ücret
Ücret Almaksızın Kur'ân Okuyup Sevabını Ölüye Hediye Etmel
Kabir Başında Kur'ân Okumanın Hükmü
Dua'nın Kabulü
Dua'nın Faydasız Olduğunu İddia Edenlere Cevab
Allah'ın Gazabı ve Rızası
Ashab'ı Sevmenin Gereği
Ebu Bekr -ra - in Halifeliği Ne İle Sabit Olmuştur?
Ömer el-Farûk'un Halifeliği
"Sonra Osman -ra- için (halifeliği sabit görürüz.)"
Alİ –ra- Halifeliği Ve Fazileti
Dört Raşid Halife
Bu On Kişiye Saygı Gösterme Gereği
İmamiye'nin Kabul Ettiği Oniki İmam
Ehl-i Beyt
Rafızîliği İlk İhdas Eden Münafık ve Zındık Birisidir
İnsanlar Arasında Peygamberlerden Üstün Yoktur
İbn Arabî ve Benzerlerinin Küfrü
Evliya'nm Kerameti
Allah'ın Kelimeleri Kevnî ve Dini Olmak Üzere İki Türlüdür
Kıyamet Alametlerine İnanmak
Kahin ve Arraf ın Tasdiki
Büyünün Hakikati ve Çeşitleri
Bazı Salakların Veliliklerine İnanmak Bid'at ve Dalâlettir
Güzel Nağmeler Dinlemek (Semâ')
İhtilaf Konuları Allah'a ve Rasûlüne Havale Edilmelidir
Kitab Etrafında İhtilaflar
Göklerde ve Yerde Allah'ın Dini Birdir
İslam'ı Öğrenmek Çok Kolaydır
İslam Dini Orta Yoldur
İslam Teşbih İle Ta'til Arasıdır
İslam Cebriye ile Kaderiye Arasında Orta Yoldur
İslam Güven Duymak İle Ümit Kesmek Arasıdır
Sapık Fırkalardan Uzaklaşma (Teberri)
Mutezile'nin Beş Esası
Cebriye
Sapıklığın Sebebi Sırat-ı Müstakîm'den Uzaklaşmaktır
Sapıklık Fırkalarının Vahye Karşı Tutumları