TEVHÎD KALESİ

حصن التوحيد

 MUKADDİME

Bütün türleriyle hamd Allah’a mahsustur. Salât ve selâm, Allah’ın Rasûlüne olsun. Hamd ve senâdan sonra derim ki: Aziz ve celîl olan Allah; ortağı olmayan Allah’a ibadet edilmesini ve dinin ihlâslı olarak sadece Allah için olmasını temin için peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiştir.

Nitekim Yüce Allah kitabında;

“Andolsun ki biz ‘Allah’a ibadet edin ve tağutdan sakının’ diye (emretmeleri için) her millete bir rasûl gönderdik.” (Nahl, 36) bu­yurmuştur.

Tevhidi korumak, peygamberlerin ve kıyamete kadar onların yolundan gidenlerin en önemli görevlerindendir. Bundan dolayıdır ki bid’atleri ve dinden olmadığı halde sonradan din adına çıkarılmış şeyleri terk etmek, tevhid ve dinin ihlâslı olarak sadece Allah için olması konusunda ilim adamlarının yazdıklarını içeren “Tevhid Kalesi” isimli bu çalışmamızla huzurunuzdayız.

Aziz ve celîl olan Allah’tan bu eserin faydalı olmasını niyaz ederiz.

 Yayıncı

 EHLİ SÜNNET İNANCININ ÖZELLİKLERİ[1]

Hamd Allah’a mahsustur. O’na hamd eder, ondan yardım diler, ona tevbe ederek ondan bağışlanmamızı isteriz. Nefislerimizin şerrinden ve işledi­ğimiz kötü şeylerden Allah’a sığınırız. Allah’ın hidâyete erdirdiğini hiçbir kimse saptıramaz. O’nun sapıttığını ise hiçbir kimse hidâyete erdiremez. Şahit­lik ederim ki Allah’tan başka tapılacak yoktur. O tekdir, O’nun ortağı yoktur. Yine şahitlik ederim ki Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- onun peygamberi ve kuludur.

Allah’a hamdden sonra derim ki:

Daha önceleri Muhammed b.Abdulvahhab’ın “Tevhid Kitabı”nın ihtiva ettiği konularda birtakım notlar yazmış­tım. Bu kitap, bu konularda meşgul olanlara ve bu konuları öğretenlere yardımcı ve faydalı olmuştur. Çünkü bu kitapta apaçık bir şekilde detaylara varıncaya kadar konular izah edilmiştir. Bu kitap öylesine yararlı oldu ki tekrar tekrar basım ve yayımına şiddetle ihti­yaç duyuldu. Bu defasında ehl-i sünnet inancının özelliklerini bununla ilgili ana kuralları ve detayları özet bir şekilde içine alan bir önsöz. Yüce Allah’tan yardım dileyerek derim ki:

Ehl-i sünnet inancında olanlar, Allah’a, O’nun peygamberlerine, kitaplarına, meleklerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanırlar.

• Onlar, kendisine ibadet edilmesi gereken Rabbin sadece Allah oldu­ğuna, her türlü mükemmelliğin sadece O’na ait olduğuna inanarak yalnız O’na ibadet ederler, dini ihlâslı olarak O’na ait kılarlar. Ehl-i sünnet inancında olanlar derler ki;

Yaratan, icad eden, şekillendiren, rızık ve diğer nimetleri veren, engel olan ve tüm işleri en güzel şekilde idare eden sadece O’dur.

Allah tek maksut olan ve kendi­sine tapılandır.

O, ilktir, ondan önce hiçbir şey yok­tur.

O, sondur, ondan sonra hiçbir şey yoktur.

O, zahirdir,  O’nun üstünde hiçbir şey yoktur.

O, gizlidir, O’ndan daha ötede hiç­bir şey yoktur.

O, her manada; zâtıyle, değeriyle, gücüyle her itibarla ve kelimenin tam manasıyla yüceler yücesidir.

O, arşa istivâ etmiştir. Bu istivâ onun azamet ve celâline yakışan bir halde ve onun mutlak yüceliği ve üstünlüğü ile beraberdir.

O’nun bilgisi tüm açık ve gizli olanları, yüce ve aşağı alemleri kuşatmıştır. O bilgisiyle kullarıyla birliktedir; onların tüm hallerini bilir. O, kullarına yakındır ve onların isteklerine cevap verendir.

O,zâtıyla tüm yarattıklarından müstağnidir.(Onların hiçbirine ihtiyacı yoktur.) Tüm varlıklar, her yapacakları işte ve gereksinim duydukları şeylerde ve her zaman O’na muhtaçtırlar. Yaratılmışlar bir göz kırpacak kadar süre olsun O’na muhtaç olmaksızın var olamazlar.

O, ziyadesiyle şefkatli ve rahmet sa-hibidir. O derecede ki kullarına gelen dinî ve dünyevî her bir nimet ve kötü­lükleri koruma, ancak O’ndandır. Ni­meti veren ve kötülüğü uzaklaştıran O’dur.Rahmetinden dolayıdır ki her gece dünya semasına inerek kullarının ihtiyaçlarını gözden geçirir. Gecenin son üçte biri olunca şöyle buyurur:

“Kullarımdan benim kulum olmaktan başka bir şey istemem. Kim benden bir şey istiyor? Ona istediğini vereyim. Kim benden bağışlanmasını istiyor? Onu bağışlayayım.”

Bu hal, şafak vaktine kadar devam eder. Allah dilediği gibi iner ve murad ettiğini yapar.

“Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işiten ve görendir.” (Şûra, 11)

Ehl-i sünnet mensupları inanırlar ki, Allah hikmet sahibidir. O’nun takdi­rinde de ve hüküm koymasında da bir hikmet vardır. Boş yere hiçbir şey ya­ratmamış ve herhangi bir hüküm koy­mamıştır. Onun hükümleri mutlaka bir hikmet ve yarar gözetilerek buyurulmuştur.

Yüce Allah tevbeleri kabul eden, affeden ve bağışlayandır. Kullarının tevbesini kabul eder, kötülükleri affe­der. Kendisine dönüş yapıp bağış­lanmasını dileyerek tevbe edenlerin büyük (dahi olsa) günahlarını bağış­lar.

O, yapılan az şeylere bile iyilikle bol bol karşılık verendir. Verdiği nimet­lere şükredenlerin nimetini fazl-ı kere­miyle ziyadeleştirir.

Ehl-i sünnet mensupları Yüce Al­lah’ı kendisinin ve peygamberinin bil­dirdiği özellikleriyle (sıfatlarıyla) tanırlar.O’nun mükemmel bir hayatla var ol­ması, işitmesi, görmesi mükemmel bir kudret, azamet ve ululuğa sahip ol­ması, celâl, cemâl ve mutlak hamd sahibi olması zâti sıfatlarındandır.

• Merhamet etmesi, rıza göstermesi, gazap etmesi ve konuşması O’nun kudret ve dilemesine tealluk eden fiilî sıfatlarındandır. Allah neyi nasıl dilerse konuşur. O’nun sözleri bitip tükenmez ve yok olmaz.

Kur’ân yaratılmış değildir ve Allah kelâmıdır. Kur’ân ondan (gelmeye) başlamış, yine ona dönecektir. Allah dilediğini yapma sıfatına öncedende sahipti, şu anda da sahip, gelecekte de sahiptir. Dilediği şekilde konuşur. Dinî, cezaî ve kaderi ilgilendiren konularda kullarına hükmedendir. O mâlik olan ve hükmedendir. O’ndan başka ne varsa onun mülkü ve onun hakkında hüküm verdikleridir. Kullarından hiçbiri onun mülkünden ve hükmünden dışarı çı­kamaz.

Ehl-i sünnet mensupları Kur’ân’da bildirildiği ve sünnette tevâtür derece­sinde haber verildiği üzere olmak üzere müminlerin (âhirette) Allah’ı apaçık bir şekilde göreceklerine, O’nu görme ve O’nun rızasına kavuşma nimetinin ni­metlerin ve zevklerin en büyüğü oldu­ğuna inanırlar.

Îmânsız, tevhid inancı olmaksızın ölen, sonsuz olmak üzere cehennemde kalacaktır. Büyük günah (kebâir) işlemiş olan kimseler, tevbe etmeden, işledik­leri günaha kefaret olacak bir şey ger­çekleşmeden ölürse ve kendisi için bir şefaat söz konusu değilse cehenneme girseler de orada ebedi kalmazlar. Kalbinde zerre ağırlığınca îmân bulu­nan kimse cehennemde sonsuza dek kalmaz. Mutlaka oradan çıkar.

Îmânın, kalpteki inancı ve kalbin yaptığı işleri, organların yaptığı işleri ve dil ile söylenen sözleri kapsamına alan bir isim olduğuna inanırlar. Îmânın kap­samına giren şeyleri en mükemmel bir şekilde yerine getiren gerçek mümin­dir. Böyle bir mümin sevap elde et­meye hak kazanır, cezaya uğramak­tan kurtulur.Îmân kapsamına giren şeyleri eksik yapan kimsenin îmânı, ek­siklik oranında noksan olur. Bundan dolayıdır ki, îmân yapılan hayır ve taât ile artar, kötülük ve günah ile eksilir.

Ehl-i sünnet mensuplarının ana kurallarından birisi Allah’tan yardım is­temekle birlikte dünya ve din işlerinde faydalı olan konularda ciddi bir şekilde çalışmaktır. Bu kimseler Allah’tan yar­dım isteyerek yararlı işler yapmakta titiz bir şekilde çalışırlar.Böylece bütün davranışlarında sırf Allah için ihlâslı ha­reket ederler.İbadet ettikleri zat olan Allah’a karşı ihlâslı olmak, peygambere uymak ve kendi yollarına uyan ina­nanlara karşı samimi olmak hususunda Allah’ın Rasûlüne uyarlar.

Ehl-i sünnet mensupları Muham­med’in Allah Teâlâ’nın peygamberi ve kulu olduğuna şâhitlik ederler. Allah onu hidâyetle ve tüm dinlere üstün gelmek üzere hak din ile göndermiştir. Peygamber, müminlere canlarından daha üstündür. O, peygamberlerin so­nuncusudur.Allah onu insan ve cin topluluklarına;uyarıcı,müjdeci, Allah’ın izniyle bir davetçi ve nur saçan bir ışık kaynağı olarak göndermiştir. Allah onu din ve dünyanın ıslahı için ve yaratıl­mışların Allah’a ibadet görevini yerine getirmesi ve mevlânın rızıklandırmasından yardım alarak bunu gerçekleştirmeleri için göndermiştir.

Ehl-i sünnet mensupları bilirler ki, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- yaratılmışların en bilgilisi, en doğrusu, en samimisi ve söz söyleme sanatında en büyüğüdür.Müslümanlar onu büyük sayar ve severler. Onun sevgisini bütün yaratılmışların sevgisinden öne alırlar. Dinin asıl ve detaylı meselelerinde ona uyarlar. Onun sözünü ve davranışlarını tüm yaratılmışların davranış ve sözlerin­den öncelikli olarak benimserler.

Ehl-i sünnet mensupları şuna ina­nırlar: Allah, başka hiçbir kimse için söz konusu olmayacak şekilde Muham­med -sallallahu aleyhi ve sellem-’in kişiliğinde faziletleri, özellikleri ve mükemmellikleri toplamıştır. O, makam bakımından yaratılmışların en yüce makama sahip olanı, en büyük mevki sahibi olanı ve yaratılmışların bildiği bütün faziletlerde en mükemmel olanıdır. O, ne kadar iyi­lik varsa hepsinin yollarını ümmetine göstermiş, ne kadar kötülük varsa bunlardan ümmetini sakındırmıştır.

Ehl-i sünnet mensupları, Allah’ın indirdiği bütün kitaplara ve gönderdiği bütün peygamberlere inanırlar.Allah’ın peygamberleri arasında hiç birisini ay­rıcalıklı görüp peygamberler arasında ayırım yapmazlar.

Onlar bir bütün halinde kadere inanırlar. Şöyle ki: İnsanların iyisiyle kötü­süyle tüm yaptıklarını Allah’ın bilgisi ku­şatmış, hepsi onun kaleminden yazıla­rak çıkmış, O’nun dilemesiyle gerçek­leşmiş, bunlardan her birinin bir hik­metle ilgisi bulunagelmiştir. Allah kulla­rından her biri için güç ve irade yarat­mıştır. Onlar bu güç ve irade ile dile­dikleri gibi sözlerini ve işlerini gerçekleş­tirmektedirler. Allah kullarını bir şey yapmak ve söylemek hususunda zor­lamamıştır. İnsanlar eylemlerini kendi seçimleriyle yapmaktadırlar. O, özel­likle mümin kullarına imanı sevdirmiş ve onu gönüllerine süslemiştir. Adalet ve hikmeti gereği onlara küfür, isyan ve günahı kerih göstermiştir.

• Ehl-i sünnetin temel prensiplerin­den birisidir ki, onlar Allah için, Allah’ın kitabı, peygamberi ve tüm Müslü­manlar için ihlâs ve samimiyet besler­ler. Dinin gerekli kıldığı iyiliği emreder, kötülüklere engel olurlar. Ana-babaya iyilikle muamele etmeyi sıla-i rahimde bulunmayı, komşulara, emri altında bulunanlara ve çalıştırdıkları kimselere, hak sahiplerine ve tüm yaratılmışlara iyilik yapmayı emrederler.

• Ehl-i sünnet mensupları iyi ve güzel ahlaka (her fırsatla) çağrıda bulunurlar, kötü ve düşük ahlaka engel olurlar.

• Onlar, inanırlar ki müslümanların iman ve inanmada kesinlik bakımından en mükemmeli, işleri ve ahlakı en güzel olan, sözü en doğru olan, hayır ve fa­zilete en çok yönelen ve her türlü rezil­likten en çok uzak olandır.

• Onlar, peygamberlerden geldiği gibi bütün özellikleri ve tamamlayıcı unsurlarıyla din esaslarının yerine geti­rilmesini emreder, dinî bakımdan eksik­lik ve bozucu özelliği olan şeylerden sakındırırlar.

• Allah yolunda cihad iyileriyle, kö­tüleriyle bütün yöneticiler ile birlikte kı­yamete dek kesintisizdir, devamlıdır görüşündedirler. Cihad dinin en yüksek noktası, zirvesidir. Cihad iki kısımdır: İlim ve delil cihadı ve silahlı cihad. Her türlü imkân ve güç yeten her yol ile dini sa­vunmak her müslümana farzdır.

• Ehl-i sünnet mensuplarının ana kurallarından birisi Müslümanları birlik ve beraberlik halinde olmaya teşvik etmek, bütün Müslümanları gönül be­raberliği içinde bulundurmaya çalış­maktır. Ayrıca parçalanmaktan düş­manlık ve çekişmekten sakındırmakta böyledir. Müslümanlar bunları gerçek­leştirmek için her yola başvururlar.

• Ehl-i sünnet mensuplarının pren­siplerine göre halka kanı, malı, ırzı ve tüm hak ve hukuku olan meselelerde eziyet etmek yasaktır. Bütün işlerde in­saf ve adaleti gözetmek emredilmiştir. İyilikle muamele etmek ve faziletli davranmak teşvik edilmiş hususlardan­dır.

• Onların inancına göre ümmetlerin en faziletlisi Muhammed ümmetidir. Muhammed ümmetinin en faziletlisi Allah Rasûlünün ashabıdır. Ashab ara­sında raşid halifeler, cennetlik oldukları peygamberin tanıklığı ile bildirilen on sahabî, Bedir savaşına katılanlar, Rıd­vân Bîatına katılanlar, muhacir ve ensardan ilk Müslüman olanların özel bir yeri vardır. Müslümanlar Allah Rasûlünün ashabını severler ve bunu Allah’ın dininin gereği olarak yaparlar. Ayrıca sahabeye ait güzellikleri yayar, haklarında söylenen kötülükleri dile ge­tirmezler.

• Onlar dinlerinin gereği olarak hidâ­yete yönlendiren alimlerine, adaletten ayrılmayan yöneticilerine, dini bakım­dan yüksek makamda olanlara ve çe­şitli alanlarda diğer Müslümanlardan üstün durumda olanlara saygı göste­rirler. Müslümanlar bu sözü edilenlerin şüpheden, şirkten, parçalanıp bölün­mek-ten, nifaktan ve kötü ahlaktan ko­run-masını Allah’tan isterler. Allah’ın bunları peygamberlerinin dini üzerinde ölünceye kadar sabit kılmasını dilerler.

Ehl-i sünnet bu genel kurallara ina­nıp, itikad ederler ve bu genel kural­lara çağrıda bulunurlar.

 TEVHİD İNANCININ FAZİLETLERİ

1- Tevhid dünya ve ahirette sıkıntılar­dan kurtulmanın, dünya ve ahiret ceza­sını savuşturmanın en büyük sebebidir.

2- Tevhid cehennemde ebedi kal­maya engeldir. Böyle bir imanın zerre kadarının kalpte bulunması cehen­nemde ebedi kalmaya manidir. Tevhid inancı kalpte kemâl derecesine ula­şırsa cehenneme girmeyi tamamen or­tadan kaldırır.

3- Tevhid inancına sahip olan kimse dünya ve ahirette kâmil bir hidâyete ve tam bir güvene erer.

4- Tevhid inancı Allah teâlâ’nın rıza­sına ve sevabına nail olmanın yegâne sebebidir. Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-’in şefaatiyle en ziyade mutlu olacak kimse, ihlâslı olarak can-ı gönülden “la ilahe illallah” diyen kişidir.

5- Açık ve gizli bütün işlerin ve sözle­rin Allah katında makbul olması, bun­lara sevap verilmesi ve mükemmellik derecesine ulaşması tevhid inancına bağlıdır. Tevhid inancı güçlendikçe Allah için ihlâs kuvvetlendikçe yukarda sözü edilen işler tamam olur ve mü­kemmelliğe ulaşır.

6- Tevhid inancı kalpte mükem­melleştiği zaman Allah bu tevhidin sa­hibine imanı sevdirir ve güzel gösterir. Kafir olmayı, fasıklığı ve isyanı sevimsiz göstererek onu doğru yola erenlerden kılar.

7- Tevhid inancı kulun karşılaştığı güçlükleri hafifletir ve acılarını dindirir. Kul tevhid inancının kemale erme ora­nında güçlükleri ve acıları geniş bir kalple ve huzurla karşılar. Allah’ın tak­diri ile yaşadığı kaderin acılarını teslimi­yet ve rıza ile kabul eder.

Tevhid inancının en büyük faziletlerinden birisi insanı yaratılmışlara köle olmaktan çıkarıp hürriyete kavuşturma­sıdır. Ümit ve korkusunu ve yaptıklarını yaratılmışlarla ilintili kılmaz. Gerçek izzet ve yüce şeref işte budur. Tevhid inan­cına sahip olan kimse bununla beraber sadece Allah’a ibadet eder ve onu Rab kabul eder. Olmasını umduğu şeyleri sadece ondan umar, ancak ondan korkar ve sadece ona sığınır. Böylece onun kurtuluşu gerçekleşir, felaha erer.

8- Allah tevhid inancına sahip olanlardan dünya ve ahiret kötülükle­rini uzaklaştırır. Onlara iyi bir hayat ve huzur verir. Huzur Allah Teâlâ’yı an­makla gerçekleşir. Bu söylediğimiz ifa­delerin delilleri Kur’ân’da ve Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’in hadis-i şeriflerinde pek çoktur, bilinen şeyler­dendir.

 Allah, en iyi bilendir.

 TEVHİD İNANCININ FAZİLETİ ve ONA AYKIRI OLAN ŞEYLERDEN SAKINMAK[2]

Allah’a hamd, O’nun peygamberine salât ve selam…

Allah yolunda kardeşim olan okuyucu!

Sana tevhid inancının fazileti ve ona aykırı olan şirk çeşitlerinden, kü­çüklü büyüklü bid’atlardan söz eden kısa bir takım sözler sunuyorum.

Tevhid inancı tüm peygamberlerin çağrıda bulunduğu ilk görevdir. Pey­gamberlerin davetlerinin aslı tevhiddir.

Allah-u Teâlâ:

“Andolsun ki biz ‘Allah’a kulluk edin ve tağutdan sakının’ diye (emretmeleri için) her millete bir rasûl gönderdik.” (Nahl, 36)

bu­yurmuştur.

Tevhid Allah’ın kulları üzerinde ki en büyük hakkıdır. Buhârî ve Müslim’de Muâz radiyallâhu anh’dan Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:

“Allah ’ın kulları üzerinde ki hakkı, ona ibadet etmeleri ve hiçbir şeyi ona ortak koşmamalarıdır.”

Tevhid inancını gerçekleştiren cen­nete girer. Tevhid inancını bozan ve ona aykırı olan bir şeyi yapan veya böyle bir şeye inanan kimsenin yeri cehennemdir. Tevhid uğruna Allah, peygamberlere, halkları tevhid inancına itikat edinceye kadar onlarla savaşmalarını emretmiştir.

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:

“İnsanlar lâ ilâhe illallah deyin­ceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum.”[3]

Tevhidin gerçekleşmesi dünya ve ahiret saadetinin sebebidir. Tevhide aykırı davranmak, bedbahtlık yoludur. Tevhidin gerçekleşmesi ümmetin birli­ğini tek saf halinde ve söz birliği içinde olmanın yoludur. Tevhid inancında meydana gelecek ihlâl edici (bozucu) bir davranışı ayrılık ve parçalanma se­bebidir.

Kardeşim, -Allah sana ve bana rahmetiyle muamele eylesin- bil ki; her “la ilahe illallah” diyen tevhidi gerçek­leştirmiş olmaz. Bunun için âlimlerin dile getirdikleri yedi şartın mutlaka yerine getirilmesi lâzımdır.

1- “La ilahe illallah” cümlesinde ifade edilen manayı; neyin isbat edilip, neyin nefyedildiğini bilmek. Sonuç iti­bariyle bu cümle ile söylenen “Al­lah’tan başka hakkıyla kendisine iba­det edilecek hiçbir ilah yoktur” gerçe­ğidir.

2- Tevhid kelimesinin ifade ettiği söylemin, kesin şüphe götürmez oldu­ğunu bilmek

3- Kalbi ve dili ile tevhid kelimesinin gereğini kabul etmek.

4- Tevhid kelimesinin ifade ettiği gerçeğe boyun eğmek.

5- Tevhid kelimesini dil ile söylerken kalp ile uyum içinde olarak doğruluk il­kesine uymak.

6- Gösterişin zıddı olan ihlâs prensi­bine uymak.

7- Tevhid kelimesini ve onun gereği olan sonuçları sevmek.

Allah yolunda kardeşim olan oku­yucu! Tevhidi gerçekleştirmenin ve şartlarının hepsini yerine getirmenin gerekli olduğu gibi Allah’a ortak koş­maktan (şirkten); Allah’a ortak koşma­nın küçük büyük her türünden ve buna yol açacak kapı ve giriş yerlerinden korkup sakınmamız da gereklidir. Zira şirk en büyük zulümdür.[4] Allah, şirk dı­şında kulun yaptığı her şeyi bağışlayıp af eder.Şirke düşenin yeri cehennem­dir. Allah ona cenneti haram kılar.

“Allah kendisine ortak koşulma­sını asla bağışlamaz. Bundan başkasını, dilediği kimse için bağışlar.” (Nisa, 48)

Ey kardeş! Sana kaçınmanı sağla-mak üzere âlimlerin ifade ettiği tevhide aykırı olan veya tevhidi ihlâl eden (bo­zan) hususları sunuyorum:

1- Türü ne olursa olsun; bakır, tunç, demir veya deriden yapılmış ip veya halka şeklinde bir nesneyi başına gele­cek bir belayı kendisinden uzaklaştırıp savuşturacağı niyetiyle takınmak.

2- Bid’at içeren muska takmak ve okuma işlemi yapmak. Anlaşılmaz söz ve tılsımlar, büyü bozmak yahut hasta­lığın ne olduğunu belirlemek üzere cinlerden yardım almak, insan veya hayvana muska takmak bid’at kap­samındadır. Muskada yazılı olan şeyler ister anlaşılmaz söz ve yazılardan olsun, ister Kur’ân ve hadiste geçen sözler­den olsun durum aynıdır. -Sahih olan görüşe göre Kur’ân ve hadiste ge­çenler de böyledir.- Zira bu tür muska­ların takılması şirk sebeplerindendir.

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

 (Allah’a ortak ko­şacak şeylerden oluşan) rukye/okumalar, muska takmak ve (iki karşı cinsi birbirine sevdireceği düşü­nülerek) büyü yapmak şirktir.”[5]

Araba içerisine üzerinde “âyete’l-kürsî” veya “Allah” yazılı bir kâğıt par­çası yahut bakır veya demir parçasını veya Kur’ân-ı Kerim’i, onu koruyacağı inancıyla veya nazar değmesini en­gelleyeceğine inanarak koymak da böyledir. El ayası şeklinde bir parçaya göz resmi yaparak, nazar değmesine engel olacağı inancı ile bir yere koy­mak câiz değildir.

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-:

 “Her kim (koruyacağı inancı ile) bir şey(i üzerine) asarsa, (o kişiye Allah yardım etmediği gibi, o kimse) astığı şeye ha­vâle edilir” buyurmuştur.[6]

3- Tevhid inancını bozan şeylerden birisi de şahısları mübarek sayarak on­lara el sürmek, onlardan bereket ve kendilerine mübareklik geleceğine inanmaktır. Ağaç ve taşlara karşı böyle bir inanç beslemek ve bu şekilde davranmak da böyledir. Hatta aynı inançla Kâbe’ye el sürmek dahi böyledir. Ömer radiyallâhu anh Haceru’l-Esved’i öperken şöyle demiştir:

"Ben bili­yorum ki sen ne zarar, ne de fayda veren bir nesnesin. Seni Peygam­berin öptüğünü görmeseydim ben öp­mezdim.”

4- Tevhid inancına aykırı davranış­lardan biri de Allah’tan başka birisi için kurban kesmektir. Faydalarını sağla­mak veya zararlarını uzaklaştırmak için evliya, şeytan veya cinlere kurban kesmek gibi. Allah’tan başkası için kur­ban kesmek câiz olmadığı gibi, Al­lah’tan başkası için kurban kesilen yerde kurban kesmek de câiz değildir. İsterse kurban kesenin maksadı, Allah için kurban kesmek olsun. Bu hükmün gerekçesi, şirke açılacak her yolu ka­pamaktır.

5- Allah’tan başka birisi için adakta bulunmak da tevhide aykırı şeylerden­dir. Zira adakta bulunmak ibadettir. Bu ibadetin Allah’tan başka birisi için ya­pılması câiz değildir.

6- Allah’tan başka birisine sığınmak veya böyle birinden (derdine derman olmak üzere) yardım istemek de böy­ledir. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-, İbn Abbâs radiyallâhu anh’a şöyle buyur­muştur:

 “İstediğin zaman Allah’tan iste. Yardım istediğinde Allah’tan yardım iste.” Cinlere (yardımlarını istemek üzere) dua etmenin yasaklandığını bu hadisten öğrenmiş oluyoruz.

7- İyi kimselere ve evliyaya oldu­ğundan daha yüksek bir mertebe ve­re-rek bu kimseler hakkında aşırı git­mek de tevhid inancını ihlâl eden şey­ler­dendir. Bu davranış, adı geçen kim­se­lerin ululaştırılması, peygamber de­recesine çıkarılması veya onların gü­nah işlemekten korunduklarını san­makla meydana gelir.

8- Kabir etrafında tavaf etmek de tevhide aykırıdır. Böyle bir hareket şirk­tir. Kabrin yanında namaz kılmak câiz değildir.Çünkü bu şirke açılan bir yol­dur.Buna göre kabir hedef alınarak namaz kılmak ve ibadet etmek nasıl olabilir? Allah korusun!

9- Tevhid inancının korunması için kabir üzerine bina, kubbe, türbe, mescid gibi şeylerin inşa edilip yapıl­ması ve kabirlerin boyanması yasak­lanmıştır.

10- Tevhid inancına aykırı şeylerden biri de büyü; büyücü, gelecekten ha­ber veren ve falcılık yapan kimselere başvurmaktır.Büyücüler kâfirdirler. Onlara giderek onlardan istekte bulunmak câiz değildir. Bunlardan bazıları “evliya” veya “şeyh” olarak isimlendirilmiş olsa da hüküm aynıdır.

11- Tevhid inancını ihlâl eden şey­lerden birisi de uğursuzluk anlayışıdır. Bu anlayışa göre kimileri birtakım kuşları, baykuşu, bazı günleri veya belirli bir ay’ı yahut kişiyi uğursuz sayar(ak bun­ları görmek veya bunlarla karşılaşmak durumunda başlarına bir şey gelece­ğine inanırlar.) Hadis-i şerifte ifade buyurulduğu üzere uğursuzluk inancı şirktir.[7]

12- Tevhidi ihlal eden şeylerden biri de doktor, ilaç üzerine düşen görevi yapmak ve diğerleri gibi sebeplere bağlanıp Allah’a tevekkül etmemektir. Meşrû (makbul) olan sonuna kadar se­bepleri yerine getirip -doktor, ilaç, rızık elde etmek gibi- kalbi bu sebeplere değil, Allah’a bağlamaktır.

13- Yıldız falı da tevhidi ihlâl eden şeylerdendir. Bu aynı zamanda yıldızları yaratılış amacından başka bir alanda kullanmaktır. Yıldızlar (veya başka araç­lar) geleceği veya yok olan bir şeyi bi­lip öğrenmek için kullanılamaz. Bunların hiçbirisi câiz değildir.

14- Yıldızları, bazı yıldızların hareke­tini ve mevsimleri araç kılarak yağmur yağmasını isteyip bunların yağmuru vaktinden önce yağdırdığına veya yağmuru geciktirdiğine inanmak da tevhidi bozar. Bilakis yağmuru yağdıran veya yağmasına engel olan ancak Allah’tır. O halde de ki: “Allah’ın fazlı ve rahmetiyle bize yağmur yağdı.”

15- Kalp ile yapılan ibadet türlerin­den olan bir şeyi, Allah’tan başka biri için yapmak da tevhide aykırıdır. Mut­lak sevgi ve mutlak korku gibi kalp ile gerçekleşen bir olguyu yaratılmışlara mahsus kılmak gibi.

16- Allah’ın azap ve cezasına uğra­yacağından yana güven içinde olmak veya Allah’ın rahmetinden ümit kes­mek de tevhidi ihlâl eder. O halde Al­lah’ın sana ceza vermeyeceğinden emin olma.O’nun rahmetinden de ümit kesme.Cezaya uğramakla, rah­mete nail olma arasında bir merte­bede ol.

17- Allah’ın takdiri ile gerçekleşen kader karşısında sabretmeyip, tepkili davranarak kadere karşı çıkmak da tevhid inancını ihlâl eder. “Bunu bana niçin yapıyorsun Allah’ım” “Fi­lana bunu niye yaptın ya Rabbi!” “Allah’ım! Bütün bunlar niçin?” gibi sözler sarf ederek feryat figan edip, yakasını yırtarak (ölüm karşısında) maniler söylemek gibi.

18- Dünyalık bir iş yaparken bile olsa gösteriş ve nam maksadı ile davran­mak da tevhidi ihlâl eder.

19- Yöneticilere ve âlimlere helâl bir şeyin haram kılınması; haram bir şeyin de helâl kılınması hususunda itaat et­mek tevhid inancına aykırıdır. Böyle bir durumda onlara itaat etmek şirktir.

20- Aşağıdaki sözler tevhid inancını ihlâl eder: “Allah diledi ve sen diledin.” “Allah ve filan kimse olmasaydı şöyle şöyle olurdu.” “Allah’a ve filan kimseye tevekkül ettim.” Bu gibi söz­lerde vacip olan araya “sonra” kelime­sini koyarak söylemektir. (Allah diledi sonra sen diledin gibi) Çünkü Pey­gamber -sallallahu aleyhi ve sellem-, insanlar yemin etmek istedik­leri zaman “Kâbe’ye yemin ederim ye­rine” Kâbe’nin Rabbine yemin ederim demelerini; “Allah diledi ve sen dile­din" yerine, Allah diledi sonra sen di­ledin, demelerini emir buyurmuştur.[8]

21- Çağa, zamana, günlere ve ay­lara sövmek de tevhid inancını ihlâl eder.

22- Din, peygamberler, Kur’ân veya hadis ile alay etmek tevhid inancına aykırıdır. Din alimi ve dini iyi bir şekilde yaşayan kimselerle alay etmek de böyledir. Çünkü bu kimseler yaşayışla­rında (ve sahip oldukları bilgiler ara­sında) Peygamberin sünnetini üzerle­rinde taşımaktadırlar. Ayrıca sakal, mis­vak, giysilerinin (sünnete uygun olarak) ayak bileğinden yukarıda olması gibi. Peygamberimizin sünneti kendilerinde görülmektedir.

23- “Abdunnebî” “Abdulkâbe” veya “Abdulhüseyin” gibi isimlerle isimlendirilmek de tevhide aykırıdır.Bü­tün bu isimler câiz değildir. (Zira bu isimlerde ki “abd” kelimesi kul mana­sında olup, anlamları “Nebinin kulu” “Kâbe’nin kulu” “Hüseyin’in kulu” de­mektir.) Bilakis kul olmanın sadece Al­lah için olduğunu bildiren “Abdullah” veya “Abdurrahman” gibi isimler veril­melidir.

24- Canlı varlık türünden birinin res­mini yapmak, bu resme saygı göste­rerek toplantı yerlerinde veya başka yerlerde duvarlara asmak tevhide ay­kırıdır.

25- Giysiler üzerinde haç (ıstavroz) işareti bulundurmak veya bunun res­mini giysi üzerine yapmak ve onu kabul eder, benimsercesine giysinin üzerinde bırakmak da tevhid inancına aykırıdır. Vacip olan haç işaretini silmek veya şekli kırıp bozmaktır.

26- Kâfir ve münafık kimseleri dost edinip bunlara saygı gösterip yücelte­rek onlara “efendi” anlamında “seyyid” demek ve sevgi besleyerek içli dışlı ol­mak tevhid inancına aykırıdır.

27- Allah’ın indirdiği hükmün dışında bir kanunu uygulamak, (insanlar tara­fından ortaya konan) kanunları Allah’ın hükümlerinden daha elverişli olduğuna veya kanun da din gibidir yahut kanun dinin hükümlerinden daha güzeldir ve zamana göre daha uygundur inan­cıyla, kanunları muhkem din hükümlerinin yerine koymak da tev­hide aykırı olup, onu ortadan kaldırır.

28- Allah’tan başka varlıklara, me­sela peygambere, emanete veya başka şeylere yemin etmek de tevhidi ihlâl eden şeylerdendir. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- buyuruyor ki:

 “Kim ki Allah’tan başka bir şeye yemin ederse kafir olur veya şirk (Allah’a ortak) koşmuş olur.”[9]

Buraya kadar söylediklerimden sonra derim ki: Müslüman kardeşim! Tevhidi gerçekleştirmek bize farz olduğu gibi tevhide zıt ve aykırı olan şeylerden sa­kınmamız da farzdır. Aynı zamanda “fırka-i Naciye” (kurtulan topluluk) olarak bilinen ehl-i sünnet ve’l-cemaat yolu üzere olmamız da kesinlikle gerek­lidir. Bu yol Muhammed ümmetinin sa­habe ve onlara uyan selefin (ilk dönem Müslümanlarının) yoludur. Bu yol, bütün inanç ve davranış yönlerini içine alan bir yoldur. Ehl-i sünnetin inanç bağla­mında Allah’ın isimleri ve sıfatları husu­sunda kendilerine has bir yolu olduğu gibi davranış, ahlak, muamele ve iba­detlerde; hayatın bütün yönlerini içine alan kendilerine özel bir yolları vardır. Bundan dolayıdır ki, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bir hadisle­rinde şöyle buyurmuştur:

“Bu ümmet gelecekte yetmiş üç fırkaya (guruba) ayrılacaktır. Bir tanesi dışında hepsi ce­hennemdedir.” O bir gurup kimdir? diye sorulması üzerine: “Onlar, şimdi benim ve ashabımın yaşamakta ol­duğu gibi bir yol üzere olanlardır” bu­yurdu. Peygamber “onlar, şöyle şöyle söyleyenlerdir” buyurmamış, lakin “on­ların her şeyde Rasûlullah’ın ve ashâbı­nın yoluna uyan kimseler olduğunu” ifade buyurmuştur.

Kardeşim! Buna göre aşağıdaki hu­suslar senin vazgeçilmez görevindir. Bu hususlar sana farzdır:

1- Allah-u Teâla’nın sıfatları konu­sunda aziz ve celil olan Allah’ı o, kendi­sini nasıl vasıflandırıyorsa, peygamberi O’nu nasıl vasıflandırıyorsa hiçbir deği­şiklik, herhangi bir şeye benzerlik ve key­fiyet sözkonusu olmaksızın, sen de öyle vasıflandırmalısın.Öyle ise Allah Teâlâ’nın kendisi ile ilgili olarak bildirdiği nefyden başka bir nefy de yoktur, hiçbir şeye benzemesi de söz konusu değildir.

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

 “O’nun benzeri hiçbir şey yok-tur. O hakkıyla işiten ve görendir.” (Şûra, 11)

2- Kur’ân yaratılmış olmayıp Allah kelâmıdır. Kur’ân ondan (gelmeye) başlamış, yine O’na dönecektir.

3- Kabirde ki haller ve diğer du­rumlar gibi ölümden sonra olacak şeylere inanmak gereklidir.

4- İmanın hem söz, hem eylem ile ortaya konulan bir keyfiyet olup itâatla artar, günah işlemekle azalır olduğuna itikat etmek gereklidir.

5- Biz müslümanlar Allah’a ortak koşmak (şirk) dışında bir günah işleyen kimseye işlediği günahı helal sayma­dıkça “kâfirdir” demeyiz. Büyük günahı (kebi-reyi) işleyen kimse tevbe ederse, Allah onun tevbesini kabul eder. Tevbe etmeden ölürse onun durumu Allah’ın dilemesine kalmıştır, dilerse af eder, dilerse azap eder, sonra cennetine ko­yar. Bu kimse cehennemde ebedi ka­lıcı değildir. Ancak küfre ve şirke düşen böyle değildir. Namazı terk etmek, küfürdendir.

6- Ehl-i sünnet mensupları sahâbeyi büyük sayar, onları sever ve ehl-i beyt-ten olan ve olmayan sahabenin hepsini dost bilirler. Sahâbeden hiç bi­rinin günah işlemekten korunduklarına inanmaz. Sahâbenin en faziletlisi Ebû Bekir’dir. Sonra Hattab oğlu Ömer, sonra Affân oğlu Osman, sonra Ebû Tâlib oğlu Ali’dir. Ehl-i sünnet mensup­ları sahabe arasında meydana gelen olaylar hakkında bir şey söylemeyip su­sar. Sahâbenin (her biri) müçtehid olup, içtihadında isabet edene iki mü­kâfat, içtihadında hata edene bir mü­kâfat vardır.

7- Ehl-i sünnet mensupları evliyanın kerâmetine inanırlar. Evliya, Allah’ın sâlih ve takvâ üzere yaşayan kullarıdır.

Allah buyurur ki:

“İyi bilin ki, Allah dostlarına (velî kullarına) korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar, iman edip de takvâya ermiş olanlar­dır.” (Yunus, 62-63)

8- Ehl-i sünnet, kendileriyle birlikte namazı kılıp, Allah tarafından bildirilen delillerle ispat edilen açıktan açığa bir kâfirliği görülmedikçe devlet başka­nına baş kaldırılmamasının farz olduğu görüşündedirler.

9- Onlar hayır ve şer kadere tüm mertebeleriyle inanırlar. Ayrıca insanın hem kader ile yönlendirilip yürütüldü­ğüne, hem de seçme hakkı bulundu­ğuna inanırlar. Böylece hem kaderin olma-dığını söylememişler, hem insanın seçme hakkının olmadığını söyleme­mişlerdir. Bilakis kaderin de seçme hak ve imkânının var olduğunu söylemişler­dir.

10- Ehl-i sünnet mensupları insanlar ve insanlık için iyi şeyleri severler. Onlar insanların en hayırlısıdır. Hatta onlar in­sanlık ve insanlar için en adâletli olan kimselerdir.

Allah’ın salât ve selâmı Peygamberimiz Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-’e olsun.

 TEVHİD İNANCI KALPTE NASIL KÖKLEŞİR?[10]

 GİRİŞ

Tevhidin Lügat Bakımından Tanımı:

“Tevhid “vahhade” fiilinin masdarıdır.“Vahid” kökünden türetil­miştir. Konuşurken “vahhadehu” ve “ehhadehu” ve “mütevahhid” denir ki (bir şeyi) tek kılan, tek olduğunu ifade eden kimse demektir.

 Tevhidin Dinî Yönden Tanımı:

Tevhid, Allah’ın Rab ve ilah olarak tek olduğunu, O’nun zâtından başka birinin böyle olmadığını, O’nun güzel isimleri ve yüce sıfatları olduğunu benimseyip, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-’in Peygamber olduğuna ve peygamberlerin sonuncusu olduğuna inanarak onun Al­lah’tan getirdiğine uymaktır.

 Tevhid’den Maksat Nedir?

Şeyhu’l-İslam İbn-i Teymiye rahmetullâhi aleyh diyor ki:

“Peygamberlerin getirdiği tevhid, ulûhiyetin ancak ve ancak tek olan Allah için sabit olduğunu ihtiva eder. Bu ise kendine ibadet edilecek varlığın sadece Allah olduğuna şehâdet etmekle, ibadeti yalnız O’na yapmakla, sadece O’na tevekkül et­mekle, sevdiğini yalnız O’nun için sevip, düşmanlık ettiğine yalnız O’nun için düşmanlık etmekle ve yapılan her şeyi ancak O’nun için yapmakla olur. Tevhidden maksat yalnız Rabbin tek olmasından ibaret değildir.

Tevhid ile bağlantısı olmayan amellerin hiçbir değeri yoktur. Allah buyurur ki:

“Rablerine kafirlik edenlerin du­rumu (şudur): Onların amelleri fır­tınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu küle benzer. Kazan­dıklarından hiçbir şeyi elde ede­mezler. İşte bu (haktan) uzak sa­pıklığın tâ kendisidir.”  (İbrahim, 18)

 Tevhidi Öğrenmenin Hükmü:

Tevhid hakkında bilgi edinmek ka­dın-erkek her müslümana farz-ı ayn’dır. Yüce Allah buyurur ki:

“Bil ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. (Ey Muhammed!) Hem kendinin, hem de mümin er­keklerin ve mümin kadınların günahlarının bağışlanmasını dile! Allah gezip dolaştığınız yeri de, duracağınız yeri de bilir.” (Muhammed, 19)

 Tevhidin Üç Türü Vardır:

Birincisi: Rubûbiyet tevhididir. Bu, kulları ve rızıklarını yaratanın, onları öl­düren ve yaşatanın Yüce Allah oldu­ğuna inanmaktır. Rubûbiyet tevhidi yaratma, rızık verme, yaşatma, öl­dürme gibi işlerinde Allah’ın tek oldu­ğunu benimsemektir. Esasen bu tür tevhidi Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- zamanındaki müşrikler, Hıristiyan ve Yahudiler inkar etmemiş, kabul et­mişlerdir. Rubûbiyet tevhidini eski za­manda dehrî/maddeci inkârcılardan, günümüzde ise komünist inkarcılardan başkası inkar etmemiştir.Tevhidin bu türü, beraberinde ulûhiyet tevhidi bu­lunmadıkça insanın İslam dinine girme­sini sağlamaz. Dünyada kanını ve ma­lını korumaya almaz ve ahi-rette ce­hennem ateşinden kurtarmaz. Rubûbiyyet tevhidi doğuştan insanla birlikte var olandır. Nitekim hadis-i şe­rif’te: “Her doğan fıtrat (tek olan Allah’ı tanıma kabiliyeti) üzere doğar. Daha sonra onun anası babası ya Yahudi veya Hıristiyan veya Mecusî yapar” buyurulmuştur.

Rubûbiyyet tevhidine Kur’ân’da pek çok kere işaret buyurulmuştur. Bunlardan birisi şu âyet-i kerimedir:

“De ki: Size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Ya da kulak­lara ve gözlere (onları yarat­maya) kim kadir olabilir? Ölü­den diriyi kim çıkarıyor? Diriden ölüyü kim çıkarıyor? İşi kim idare ediyor? (Onlara bu soruları sorduğunda “bütün bunları) Allah (yapıyor) diyecekler. De ki: Öyle ise (onun azabından) korkmu­yor musunuz? İşte kudreti size anlatılan bu zât sizin gerçek Rabbiniz olan Allah’tır. Artık haktan (ayrıldıktan) sonra sa­pıklıktan başka ne kalır? O halde nasıl (haktan sapıklığa) döndürülüyorsunuz?” (Yunus, 31-32)

İkincisi: Ulûhiyet tevhididir. Bu, kulla­rın dua, adak, kurban, ümit, korku, te­vekkül, istekle yönelme, çekinme ve sı­ğınma gibi işlerini yaparken bu iba­detleri sadece tek olan Allah için yapmasıdır. Bu tevhidin mahiyeti hem eski, hem yeni zamanda müminler ile müşrikler arasında tartışma konusu ol­muştur. Peygamberlerin ümmetlerine getirdiği tevhid işte budur. Çünkü pey­gamberler, ümmetlerinin zaten inan­makta olduğu rubûbiyet tevhidinin doğruluğunu onaylamışlar, onları ulûhi­yet tevhidine çağırmışlardır. Allah-u Teâlâ, Nûh peygamberden haber vererek şöyle buyurur:

“Andolsun ki biz Nûh’u kavmine (peygamber olarak) gönderdik. Onlara “ben (dedi) sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah’tan başkasına tapmayınız. Çünkü ben size (gelecek) bir azaptan korkuyorum.” (Yunus, 25-26)

Yine şöyle buyurur:

“Allah’a ibadet edin ve O’na hiç­bir şeyi ortak koşmayın.” (Nisâ, 36)

Tevhidin bu türü, Allah’ın kulları üze­rinde farz olan hakkı, dinin en büyük emri, yapılan işlerin esasıdır. Kur’ân bu tevhidin varlığından haber vererek, bunsuz mutluluk ve kurtuluş olmayaca­ğını açıklamıştır.

Üçüncüsü: Esmâ ve Sıfat tevhidi. Bu tevhid isimleri ve sıfatları itibariyle Al­lah’ın bizzat veya peygamberinin lisa­nıyla kendisinin nasıl olduğunu bildir­mişse, Allah’ı öylece benimsemektir. Bunun gerçekleşmesi O veya O’nun peygamberi kendisini nasıl vasıflandır­mışsa hiçbir değişiklik herhangi bir şeye benzerlik ve keyfiyet söz konusu olmak­sızın Allah için var olduğunu benimse­mekle olur.

 Uluhiyet Tevhidinin Faziletleri:

Allah’ı tek ibadet edilen yüce varlık olarak benimsemek, kayıtsız şartsız nimetlerin en yücesi ve en fazietlisidir. Bu tevhidin fazileti ve verdiği sonuçlar sayıya gelmeyecek kadar çoktur. Bunlardan bazılarını aşağıya alıyoruz:

1- Bu tevhid, Allah’ın kullarına ver­diği nimetlerin en büyüğüdür. Bu ni­mete onları Allah hidâyet etmiştir. Nite­kim bir adı da “nimetler” olan “Nahl” suresinde ifade buyurulduğu üzere Al­lah tevhid nimetini bütün nimetlerden öne alarak şöyle buyurmuştur:

“Allah melekleri, kullarından di­lediği kimseye kendinden bir vahiy ile ‘benden başka tanrı olmadığına dair (kullarımı) uya­rın ve benden korkun’ diye gönderir.” (Nahl, 2)

2- Bu tevhid insanların ve cinlerin yaratılış gayesidir. Allah şöyle buyurur:

“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarat­tım.” (Zariyât, 56)

3- Bu tevhid kitapların ve Kur’ân’ın indiriliş gayesidir. Bu hususta Allah şöyle buyurur:

“Elif, Lam, Ra. (Bu sana indirilen) hikmet sahibi (ve) her şeyden haberdar olan (Allah) tarafından âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra da (her yönüyle) açıklanmış bir kitaptır. (Bu kitap size) Allah’tan başkasına ibadet etmemeniz için (indirildi). Şüphesiz ki ben, O’nun tarafından size (gönde­rilmiş) bir uyarıcı ve müjdeci­yim.” (Hûd, 1-2)

4- Tevhidin faziletlerinden biri, dünya ve ahirette sıkıntıdan kurtulma­nın dünya ve ahiret cezasının savuştu­rulmasının en büyük sebebidir. Nitekim Yunus peygamberin olayında buna işaret vardır.[11]

5- Tevhidin en önemli faydalarından biri, cehennemde ebedî kalmaya en­gel olmasıdır. Kalpte hardal tanesinden daha az ağırlıkta tevhid inancının bu­lunması bunu sağlar.

6- Tevhid inancı kalpte kemal dere­cesine ulaşırsa cehenneme girmeyi tamamen ortadan kaldırır. Nitekim Buhârî ve Müslim’de Utbân hadisinde böyle olduğu bildirilmiştir.

7- Tevhid, sahibine mükemmel bir hidâyet, dünya ve ahirette tam bir gü­ven sağlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“İnanıp da imanlarına herhangi bir haksızlık bulaştırmayanlar (var ya) işte güven onlarındır ve hidâyete erenler onlardır.” (En’âm, 82)

8- Tevhid, Allah’ın rızasına ve seva­bına nâil olmanın en büyük sebebidir.

9- Muhammed’in şefâatiyle en zi­yade mutlu olacak kimse ihlâslı olarak can-ı gönülden “la ilahe illallah” diyen kişidir.

10- Tevhidin faziletlerinden en bü­yüğü şudur ki açık ve gizli bütün işlerin ve sözlerin Allah katında makbul ol­ması, bunlara sevap verilmesi ve mü­kemmellik derecesine ulaşması tevhid inancına bağlıdır. Tevhid inancı güç­lendikçe Allah için ihlâs kuvvetlendikçe yukarıda sözü edilen işler tamam olur ve mükemmelliğe ulaşır.

11- Tevhidin faziletlerinden biri de kul için iyi işleri yapmayı, kötü şeyleri terk etmeyi kolaylaştırıp, musibet du­rumlarında teselli etmesidir. İmanında ve tevhidinde ihlâslı olan kimseye tâat (ibadet)leri yerine getirmek kolaydır. Çünkü bu kimse Rabbinin rızasını ve se­vabını umarak tâatını yerine getirir. Böyle bir kulun nefsine canının çektiği günahları terk etmek basit gelir. Zira bu kimse Rabbinin gazabından ve acı ve­rici gazabından ve acı verici azabın­dan korkar.

12- Tevhid inancı kalpte mükem­melleştiği zaman Allah bu inancın sa­hibine imanı sevdirir ve güzel gösterir. Kâfir olmayı ve fâsıklığı ve isyan etmeyi sevimsiz göstererek onu doğru yola erenlerden kılar.

13- Tevhid, kulun karşılaştığı güç­lükleri hafifletir ve acılarını dindirir. Kul, tevhid inancının kemâle ermesi ora­nında güçlükleri ve acıları geniş bir kalple ve huzurla karşılar, Allah’ın tak­diri ile yaşadığı kaderin acılarını teslimi­yet ve rıza ile kabul eder.

14- Tevhidin en büyük faziletlerin­den birisi, insanı yaratılmışlara köle ol­maktan kurtarıp hürriyete kavuşturma­sıdır. Tevhid inancına sahip olan kimse ümit ve korkusunu ve yaptıklarını yara­tılmışlarla ilintili kılmaz. Gerçek izzet ve yüce şeref budur. Kul tevhid inancıyla sırf Allah için ibadet eder. O’ndan baş­kasından ümit beklemez ve O’nun dı­şında kimseden korkmaz. Ancak O’na yönelir ve O’na tevekkül eder. Böylece kurtuluşu gerçekleşir ve felâha erer.

15- Tevhidin bir fazileti vardır ki hiçbir fazilet buna yetişemez. Bu fazilet şudur: Tevhid kalpte tamama erip mükemmel hale geldiği, tam ve kâmil bir ihlâsla gerçekleştiği zaman, az bir amel işlese dahi kişinin ihlâslı tevhidi sayesinde çok amel işlemiş gibi olur. İşleri ve sözleri he­saba, sayıya gelmeyecek şekilde kat­lanarak değerlendirilir.

16- Allah tevhid ehlinden olan kimse için dünyada fetih ve zafer elde etmesine kefil olur. İzzet, şeref ve hidâ­yet elde eder. İşleri kolaylaşır, durumu iyileşir, sözleri ve işleri doğru olanlardan olur.

17- Allah tevhid inancına sahip olanlardan dünya ve ahiret kötülükle­rini uzaklaştırır. Onlara iyi bir hayat ve huzur verir. Bu söylediklerimizin Kur’ân ve hadiste delilleri pek çoktur. Tevhidi gerçekleştiren kimse bu faziletlerin hepsini, hatta daha fazlasını elde eder. Tevhidi gerçekleştirmeyen ise hiçbir fa­zilet elde edemez.

TEVHİDİ KALPTE KÖKLEŞTİREN SEBEPLER

Tevhid müminin kalbinde gelişen, dal budak salan bir ağaç gibidir. Bu ağaç insanı Allah’a yaklaştıran tâatlar ile sulandıkça gelişmesi ve güzelliği ar­tar. Bu ağaç geliştikçe kulun Rabbine olan sevgisi, O’ndan korkusu ve ümidi ziyadeleşir, O’na tevekkülü kuvvet ka­zanır.

Kalpteki tevhid ağacının gelişmesini sağlayan sebepler şunlardır:

1- Allah katında bulunan mükâfata ermek için onun emirlerine itaat etmek.

2- Allah’ın cezalandırmasından kor­karak günahları bırakmak.

3- Göklerin ve yerin mülkünün kimin elinde olduğunu düşünmek.

4- Allah’ın isimleri, sıfatları ve bunların gereği, eserleri ve O’nun kemâl ve celâlini gösteren hususlarda bilgi edinmek.

5- Faydalı bilgiler edinip bunları uy­gulamak.

6- Manasını ve ne kastedildiğini anlayıp düşünerek Kur’ân okumak.

7- Farz ibadetlerden sonra nafile iba­detlerle Allah’a yaklaşmak.

8- Dil ve kalp ile devamlı Allah’ı an-mak. (zikretmek)

9- Kişinin sevdiği birden çok şey bir araya geldiği vakit, bunlar arasından Allah’ın sevdiğini tercih etmek.

10- Allah’ın görünür görünmez ni­metleri hakkında düşünüp, O’nun kul­larına ihsan ve ikram edip nimet verici olduğunu görmek

11- Allah huzurunda kırılgan kalpli olup O’na muhtaç olduğunu hatırdan çıkarmamak

12- Allah’ın dünya semasına indiği vakit olan gecenin son üçte biri olduğu zaman Allah ile başbaşa ol(duğunu dü­şün)üp bu vakitte Kur’ân okuyarak, bu durumu tevbe ve istiğfar ile sona erdir­mek.

13- İhlaslı, salâh ehli, iyi ve Allah’ı seven kimselerle birlikte olup, onların sözlerinden ve davranışlarından fay­dalanmak.

14- Kalbi ile Allah arasına girecek her sebepten uzak olmak

15- Lüzumsuz ve faydasız olan söz­leri, yemek yemeyi, birlikteliği ve bak­mayı bırakmak.

16- Kendisi için neyi severse, din kardeşi için de onu sevmek ve nefsini buna yöneltmek için gayret sarfetmek.

17- Müslümanlar hakkında kalbinde kin duygusu bulundurmamak. Müslüman kalbini kendini beğenmek,gurur, kibir, haset ve kinden arındırmalıdır.

18- Allah’ın takdirine rıza göstermek.

19- Nimete nail olursa şükretmek ve ba­şına bir kötülük gelirse sabretmek.

20- Günaha düşme durumunda Allah’a dönüş yapmak.

21- Yakın akraba ziyareti, güzel ahlak, başka-larına iyilik etmek gibi güzel amelleri çokça yapmak.

22- Küçük büyük her işinde Pey-gambere uymak.

23- Allah yolunda cihad etmek.

24- Kendisine ikramda bulunana hoş şeyler söyleyip, onu hoşnut etmek.

25- İyiliği emredip, kötülüğe engel olmak.

Allah’ım! Bizi tevhid üzere yaşatıp, mutlu olanlardan, tevhid üzere vefat etti-rip şehitlik mertebesine erenlerden eyle.

Peygamberimize, O’nun ailesine ve ashabına Allah salât-u selam eylesin.

 ÖNEMLİ BİR KONU

Hamd Allah’adır. O’na hamd eder, ondan yardım, bağışlanma ve hidâyet dileriz. Nefsimizin şerrinden ve yaptık-larımızın kötülüklerinden Allah’a sığınırız. Bir kimseyi Allah hidâyete erdirirse, hiç­bir kimse onu saptıramaz. Bir kimseyi de Allah saptırırsa, onu hiçbir kimse hidâ­yete erdiremez.

Şahitlik ederim ki tek olan Allah’tan başka ilah yoktur. Onun işlerinde, hük­münde rab ve ilah oluşunda ortağı yoktur. Allah hak dinini onlara şeriat olarak vermiş, onları bu dine yönlendi­rerek dininin hükümlerini kolaylaştırmış ve güçleri yetmediği bir şeyle yükümlü tutmamıştır.

“Allah her şahsa, ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yükler.” (Bakara, 286)

Yine şahitlik ederim ki Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- Allah’ın kulu ve peygamberi, O’nun yarattıklarının en hayırlısıdır. Allah onu tüm insanlığa peygamber olarak göndermiştir. Allah o peygamberiyle insanlığı sapıklıktan hidâyete yöneltmiş, görmeyen gözle­rini açmış, ümmetini dünya ve ahirette hayırların ve mutlu olacakları şeylerin yolunu göstermiştir. Aynı zamanda dünya ve ahirette ümmetinin zararına olan şeylerden sakındırmıştır. Kendisi dünyadan ayrılırken ümmetini öyle bir aydınlıkta bırakmıştır ki gecesi gündüz gibidir. Bu durumda ancak mahvol­muş bir kimse yolunu sapıtabilir. Yüce Allah o peygambere, ashabına ve kı­yâmete kadar onlara uyup yolların­dan gidenlere salât ve selam eylesin.

Bu girişten sonra derim ki: Gerçek Müslüman söz olsun, fiil olsun bütün iş­lerinde Allah ve Rasûlünün hükmünün ne olduğunu araştırır ve ona uyar. Eğer hüküm “helal” ise onu uygular. Bunu yaparken insanlardan hiç birinin ne dediğine aldırmaz. Eğer hüküm “ha­ram” ise, o hüküm karşısında durur ve söz konusu işi yapmayıp bırakır. İnsan­lardan şiddet veya alay ile karşılaşırsa hiç birine aldırmaz. Helal hususunda şu âyete uyar:

“… bunlar Allah’ın koyduğu sı­nırlardır. Sakın onları aşmayın.” (Bakara, 229)

Haram hususunda da şu âyete uyar:

“… bunlar Allah’ın (yasak) sınır­larıdır. Sakın bunlara yaklaşma­yın.” (Bakara, 187)

İnsanların Allah’ın ve O’nun pey­gamberinin hükmünü hiçe sayan, ileri attıkları (söz ve anlayışları)na gelince: Bu hususta böyle görüş ve sözleri Müs­lüman biliyorsa ona uymaz ve arkasına düşmez. Eğer ne olduğunu bilmiyorsa, işte bu sözler tepeden tırnağa zarar ve sapıklığın ta kendisidir. Demek oluyor ki mesele iki şıktan ibarettir, üçüncüsü yoktur; ya sapıklık ve bataklık veya hi­dâyet ve kurtuluş. Şüphe yok ki mut­laka her bir Müslüman hidâyet ve kur­tuluşu ister, onları arar ve Rabbinden sapıklığa ve bataklığa düşmekten kendisini korumasını ister. Lakin sadece bu istek yeterli değildir. Değerli bir sahâbinin Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’e:

“Ey Allah’ın Rasûlü! Sana cen­nette arkadaş olmam için dua buyur” demesi üzerine Peygamber ona: “Çokça secde ederek (dua etmem konusunda) bana yardımcı ol!” bu­yurdu.

O halde mesele sadece temenni ve ümit etmekten ibaret değildir. Mut­laka bir eylemde bulunmak, Allah’ın emirlerine uymak, yasaklarından ka­çınmak gerekir. İşte kişiyi cehennem ateşinden kurtarıp cenneti kazanma ile sonuçlanması ümit edilen dosdoğru İslam’ın manası budur.

Ey kardeşler! Şüphesiz bu dünyada yaşayan müslümanı şerre iten ve bu yolda ilerlemesini isteyen ve hayırlı şeyler yapmasına engel olup, hayırdan uzaklaştıran itici ve çekici güçler vardır. Bunlar şeytan, kişinin hevesi, gaflet ve kötü arkadaştır. Öyle ise şeytanın şer­rinden Allah’a sığınmak, onun vesvese ve dürtülerine aldırmamak hususunda titiz davranalım. Nefsimizin hevesini bir kenara bırakalım. Ta ki heveslerimiz ha­yatımızda bir rol oynamasın. Zira he­vese uymak kesinlikle sapıklığın ta ken­disidir. Allah şöyle buyurur:

“…Onlar zanna ve nefislerinin aşa-ğı hevesine uyuyorlar.” (Necm, 23)

Ayrıca sürekli bir uyanıklık içinde ol­mamız gerekir. İçinde bulunduğumuz sağlık ve maddi nimetlere aldanmaya­lım. Bunlar bize Rabbimizin emirlerini unutturabilir. Böylece ansızın yakalanıve­ririz de, biz gaflet içerisinde iken ölüm ge­liverir. O zaman aşırı şekilde pişman olu­ruz. Lakin pişmanlık saati geçmiş olur.

Müslüman kardeşim, şer; şer ehli olan kişilerle arttığı gibi, hayır da hayır ehli kimselerle ziyadeleşir. O halde seni kötü şeyler yapmaktan sakındırıp, ha­yırlı şeyler yapmana yardımcı olacak iyilik ehli kimselerle beraber olmak hu­susunda titiz ol. Ta ki kıyamet gününde:

“Ne yazık bana! Keşke falan­cayı dost edinmemiş olsaydım! Çünkü zikir (Kur’ân) bana gel­mişken o, gerçekten beni on­dan saptırdı. Şeytan insan (uçuruma sürükleyip sonra) ya­payalnız ve yardımcısız bırak­makta!” (Furkan, 28-29) deme­yesin.

PEYGAMBERDEN YARDIM İSTEMENİN HÜKMÜ

Soru: Bazı kimselerin “meded ya Rasûlallah!” veya “meded ya Nebiyallah” diye yüksek sesle çığrıştık­larını işitmekteyiz. Bunun hükmü nedir?

Cevap: Bu soruya Şeyh Abdulaziz b. Bâz şöyle cevap vermiştir: Bu söz büyük şirktir. Anlamı peygamberden yardım istemektir. Peygamberin ashâbından ve onların yolundan giden sünneti iyi bilenlerin icma ile ifade ettiklerine göre, melek veya cin, görünmez var­lıklardan, ölmüş olan peygamberler­den veya başka kimselerden, putlar­dan, ağaçlardan, taşlardan, yıldızlar­dan ve benzerlerinden yardım istemek aşağıdaki âyetlere göre büyük şirktir.

“Mescitler şüphesiz Allah’ındır. O halde Allah ile birlikte hiç kim­seye yalvarmayın.” (Cin, 18)

“… İşte (bütün bunları yapan) Rabbiniz Allah’tır. Mülk O’nun-dur. O’ndan başka yalva­rıp durduklarınız, bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir. Eğer onları çağırsanız, sizin ça­ğırmanızı işitmezler. Faraza işit­seler bile, size cevap veremez­ler. Kıyâmet günü de sizin (onları Allah’a) ortak koşmanızı redde­derler. (Bu gerçeği) sana her şeyden haberi olan (Allah’tan) başka hiç kimse haber vere­mez.” (Fâtır, 13-14)

“Her kim Allah ile birlikte diğer bir tanrıya taparsa –ki bu hu­susla ilgili hiçbir delili yoktur- o kimsenin hesabı ancak Rabbinin katındadır. Şurası muhakkak ki kâfirler iflah olmaz.” (Müminun, 117)

Bu konudaki âyetler pek çoktur. Soruda sözü edilen iş Kureyşli kâfirlerin ve diğerlerinin -evvel zamanda yaşa­yan müşriklerin- dinidir. Allah peygamberleri ve onlara indirdiği kitapları, bu anlayışı reddetmek ve böyle bir şey yapmaktan sakındırmak için gönder­miştir. Aşağıdaki âyetler bunun delilidir:

“Andolsun ki, biz ‘Allah’a ibadet edin ve putlardan sakının’ diye (emretmeleri için) her millete bir peygamber gönderdik” (Nahl, 36)

“Senden önce hiçbir peygam­ber göndermedik ki ona ‘ben­den başka ilah yoktur; o halde bana ibadet edin’ diye vahyetmiş olmayalım.” (Enbiya, 25)

“Elif, Lam, Ra. (Bu sana indirilen) hikmet sahibi (ve) her şeyden haberdar olan (Allah) tarafından âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra da (her yönüyle) açıklanmış bir kitaptır. (Bu kitap size) Allah’tan başkasına ibadet etmemeniz için (indirildi). Şüphesiz ki ben, onun tarafından size (gönderil­miş) bir uyarıcı ve müjdeciyim.” (Hûd, 1-2)

“Bu kitabın indirilişi, aziz ve hik­met sahibi Allah katındandır. (Ey Muhammed!) şüphesiz ki Kitab’ı sana hak olarak indirdik. O halde sen de dini Allah’a has kılarak ihlâs ile kulluk et. Dikkat et, hâlis din Allah’ındır. O’nun yanı sıra başkalarını veli edi­nenler. ‘Onlara, bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet edi­yoruz’ derler. Doğrusu Allah, ay­rılığa düştükleri şeylerde arala­rında hüküm verecektir. Allah şüphesiz, yalancı ve inkarcı kimseyi hidâyete iletmez.” (Zümer, 1-3)

Allah bu âyetlerde açıkça beyan etmiştir ki, O, ortağı olmaksızın sadece kendisine ibadet edilmesi için peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiş­tir. İbadetlerin türü ne olursa olsun; dua, yardım istemek, korku, ümit, na­maz, oruç, kurban ve diğerleri sırf Allah için yerine getirilmelidir. Bu âyetlerde bildirilmiştir ki Kureyş müşrikleri ve diğerleri,hak yol davetçisi olan peygamberlere ve başkalarına şöyle di­yorlardı: Biz o dost edindiklerimize an­cak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ta­pıyoruz. Yani diyorlardı ki; “Biz onlara; onlar yaratıcı, rızık verici ve kâinattaki olayları var edici olduğu için değil, bi­zim için şefaatçi olsunlar, bizi Allah’a yakınlaştırsınlar diye tapıyoruz.” Allah onları yalanlamış ve bu davranışları ile kâfir olduklarını Zümer suresi 3. âyetinin sonundaki beyanı ile haber vermiştir:

“Allah, ayrılığa düştükleri şey­lerde aralarında hüküm vere­cektir. Allah şüphesiz, yalancı ve kâfir kimseyi hidâyete ilet­mez.” (Zümer, 3)

 Demek oluyor ki Yüce Allah onların “Allah’tan başka taptığımız dost­lara/ev-liyaya sadece bizi Allah’a ya­kınlaştır-sınlar diye tapıyoruz” sözlerini yalanlamış, “Allah şüphesiz, yalancı ve kâfir olan kimseyi hidâyete iletmez” buyurarak, bu inançlarıyla kafir olduk­larına hükmetmiştir.

Yüce Allah, Yûnus sûresinde bir başka âyette,

“Allah’tan başka tap­tıklarına “onlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir” dediklerini bildirmiş­tir:

“Onlar Allah’ın yanı sıra kendi­lerine ne zarar, ne de fayda verecek şeylere tapıyor ve ‘bunlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdır’ diyorlar.”

Al­lah bunları yalanlayarak şöyle buyurmuştur:

“De ki: Siz Allah’a göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Hâşâ! O, onların ortak koştukları her şeyden uzak ve yücedir.” (Yûnus, 18)

Azîz ve Celîl olan Allah, Zâriyat sûre­sinde insanları ve cinleri tüm varlıklar­dan başka tek Allah’a ibadet etmeleri için yarattığını bildirmiş;

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyat, 56) buyurmuştur.

İnsan olsun, cin olsun hepsine farz olan, sadece Allah’a ibadet etmeleri, O’na yaptıkları ibadeti ihlâslı yapma­ları, Allah’tan başka peygambere veya başkalarına tapmaktan sakın­malarıdır. Bunlardan imdat istenmediği gibi başka türden ibadetlerin de Al­lah’tan başkasına yapılmayacağı yu­karıda geçen âyetler ve bu manadaki diğer âyetler uyarınca, gerek pey­gamberimizden, gerekse diğer pey­gamberlerden gelen rivâyetler uya­rınca ortadadır.Zira onlar insanları tek ibadet edilecek Allah’a ibadet et­meye davet etmişler. İbadeti başkala­rına değil, sadece Allah’a tahsis et­meğe yönlendirmişlerdir. Ayrıca insan­ları şirkten ve Allah’tan başkasına iba­det etmekten sakındırmışlardır.

İslam dininin temeli budur. Allah bu temele dayalı olarak peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiş, insanları ve cinleri bu esasın yerine gelmesi için yaratmıştır. Kim peygamberlerden veya başkasından medet bekler, yar­dım ister veya onlara yakın olmak için herhangi bir ibadet yaparsa, Allah’a şirk koşmuş ve Allah ile birlikte bir baş­kasına ibadet yapmış olur. Böyle ya­pan kimse aşağıdaki âyetlerde ifade buyurulan hükme girer ki Yüce Allah şöyle buyurur:

“Eğer onlar Allah’a ortak koş­salardı, kendileri için yapmakta oldukları amelleri elbette boşa giderdi.” (En’am, 88)

(Ey Muhammed!) Andolsun ki sana da, senden önceki pey­gamberlere de (şu husus) vahyo­lunmuştur: Andolsun ki (bilfarz) Allah’a ortak koşarsan, amelin mutlaka boşa gider ve hüsrana uğrayanlardan olursun.” (Zümer, 65)

“Allah kendisine ortak koşulma­sını asla bağışlamaz, bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Allah’a şirk koşan kimse büyük bir günah (ile) iftira etmiş olur.” (Nisâ, 48)

“Kim Allah’a ortak koşarsa, mu­hakkak Allah ona cenneti ha­ram kılar; artık onun yeri cehen­nemdir ve zalimler için yardım­cılar yoktur.” (Mâide, 72)

Hiçbir kimse bu delillerin dışında kalmaz. Ancak Müslüman ülkelerden uzak olup kendisine Kur’ân, hadis ve İslam dâveti ulaşmayan kimseler bu delillere muhatap değildir. Kendisine davet ulaşmayan kişinin durumu Al­lah’a kalmıştır. İlim adamlarının sözle­rinden doğru olanına göre böyle bir kimse kıyamet günü sınamaya tabi tu­tulur. Uyumlu davranırsa cennete girer. Baş kaldırırsa cehenneme girer. Erginlik dönemine ulaşmadan ölen müşrik ço­cuklarının durumu da böyledir. Doğ­rusu müşriklerin çocukları hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Onlar kıyamet günü sınava tâbi tutulurlar: Eğer (sorulara) cevap verirlerse cennete girerler. Baş kaldırır­larsa cehenneme girerler. Zira Pey­gamber sallallahu aleyhi ve sellem, bunlar hakkında sorulan soruya: “On­ların ne yapacağını en iyi bilen Al­lah’tır” şeklinde cevap vermiştir.[12] Al­lah’ın onlar hakkındaki bilgisi, sınava tabi tutulduklarında ortaya çıkacaktır.

İkincisi: Onlar cennetliktir. Zira onlar yükümlü olmazdan önce fıtrat üzere iken ölmüşlerdir. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’den gelen sahih bir rivâ­yetle şöyle buyurmuştur:

“Her doğan fıtrat üzere -bir diğer rivâyette “bu din üzere”- doğar. Sonra anası babası onu Yahudi, Hıristiyan veya Mecusi yapar.”

Yine Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’den gelen bir rivâyete göre, “Peygamber (miraç gecesinde) İbra­him peygamberi cennet bahçelerin­den birinde yanında müşriklerin çocuğu olduğu halde görmüştür.”

Müşriklerin çocukları hakkındaki görüşlerin en doğru olanı budur. Hem geçen delillere göre, hem de: “Biz, bir peygamber göndermedikçe kimseye azap edecek değiliz.” (İsrâ, 15) âye­tine göre hüküm budur. Hâfız İbn Hacer, Fethu’l-Bârî isimli kitabının “cenaze” bölümünde müşriklerin çocukları hak­kında demiştir ki: “Tahkik ehlinin ulaştığı, tercih edilen ve sahih mezhep olan bu görüştür.”[13]

Yaşamakta olan bir kimseden yar­dım istemek hususu, Allah’tan başka­sından bir istekte bulunmak konusun­daki hükmün dışındadır. Yeter ki yardım istenen kişinin istenilene gücü yetsin. Bu şirk değildir. Allah Musa aleyhisselam’ın Kıptî ile yaşadığı olayı anlatırken Kur’ân’da: “… (Musa’nın) kendi tara­fından olanı, düşmana karşı ondan yardım istedi.” (Kasas, 15) Çünkü her insan gerek duyduğu her şeyde kar­deşlerinin yardımına ihtiyaç duyar. Cihad ve başka hususlarda gücü yet­tiği şeylerde başkasının yardımı istene­bilir. Bu şirk olmayıp, bilakis mu­bah/serbest bırakılmış şeylerdendir. Bu yardım bazen sünnet, bazen vacip olur. Dini delillere göre hüküm değişir.

Başarı Allah’tandır.

 ALLAH’TAN BAŞKASINDAN YARDIM DİLEMEK[14]

Hamd Allah’a mahsustur. Allah’ın peygamberine, âilesine, ashabına ve yolundan gidenlere salât ve selam ol­sun. Hamd, salât ve selamdan sonra derim ki:

19/04/1390 tarihli sayısında “el-Muctema’ul-Kuveytî” isimli gazete “Şerefli Peygamberin Doğum Yıldö­nümü” başlığı altında bir şiir yayımla­mıştır. Sözkonusu şiirde peygamber aracılığı ile yardım ve zafer istenmekte, Muhammed ümmetinin içine düştüğü ayrılık ve parçalanma dile getirilip peygamberden ümmetini bu durum­dan kurtarması ve ümmete yetişmesi is­tenmektedir. Şiir “Amine” imzasıyla ya­zılmış olup şöyledir:

“Ya Rasûlallah dünyamıza yetiş!

Dünyamızı tutuşturulmuş savaş ateşi yakıyor.”

“Ya Rasûlallah ümmet(in)e yetiş!

Ümmet(in) gecesi çok uzun bir şüphe karanlığı içindedir.”

“Ya Rasûlallah ümmet(in)e yetiş!

Ümmet(in) trajedi yaşıyor; acılar içinde önünü göremez olmuştur.”

Şair hanım sözlerini şöyle bitiriyor:

“Bedir savaşında Allah’a nida edip zaferi çabuklaştırdığın gibi

Bizim zaferimizi de çabuklaştır.”

“Bedir’de perişanlık şahane bir za­fere dönüşmüştü

Allah’ın nice askerleri vardır ki gö­remezsin.”

Allahu Ekber! Bu bayan yazar üm­mete yetişerek zaferi çabuklaştırmasını isteyip peygambere seslenmekte, im­da-da gelmesini istemektedir. Yazar zaferin sadece Allah’ın elinde oldu­ğunu, peygamberin veya diğer yara­tılmışların elin-de bir şey olmadığını ya unutuyor veya bilmiyor. Yüce Allah, Kitab-ı Mübîn’in-de şöyle buyurur:

“Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah katındandır.” (Âl-i İmran, 126)

“Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakı­verirse, ondan sonra size kim yardım eder?” (Âl-i İmrân, 160)

Bu deliller ve icma ile bilinmiştir ki aziz ve celil olan Allah varlıkları kendi­sine ibadet etmeleri için yaratmıştır. Peygamberler gönderip kitaplar indi­rerek ibadetin ne olduğunu açıklaya­rak, bu ibadete çağrıda bulunmuştur. Aşağıdaki âyetler bunu ifade etmek­tedir:

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarat­tım.” (Zariyat, 56)

“Andolsun ki, biz ‘Allah’a ibadet edin ve tağuttan sakının’ diye (emretmeleri için) her millete bir rasûl gönderdik.” (Nahl, 36)

“Senden önce hiçbir peygam­ber göndermedik ki ona ‘ben­den başka ilah yoktur; şu halde bana ibadet edin’ diye vahyetmiş olmayalım.” (Enbiya, 25)

“Elif, Lam, Ra. (Bu sana indirilen) hikmet sahibi (ve) her şeyden haberdar olan (Allah) tarafından âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra da (her yönüyle) açıklanmış bir ki­taptır. (Bu kitap size) Allah’tan başkasına ibadet etmemeniz için (indirildi). Şüphesiz ki ben, onun tarafından size (gönderilmiş) bir uyarıcı ve müjdeciyim.” (Hûd, 1-2)

Allah Teâlâ bu muhkem âyetlerde açıklamıştır ki, insanlar ve cinler ancak ortağı olmayan O’na ibadet etsinler diye yaratmıştır.

Yine Allah beyan bu­yurmuştur ki bu ibadeti emretsinler, zıddı olanı (ortak koşmayı) yasaklasınlar diye peygamberler göndermiştir. Ve haber vermiştir ki kendisinden başkasına iba­det edilmesin diye âyetlerini muhkem bir şekilde bildirmiş ve açıklamıştır.

İbadet, O’nun emirlerini tutup ya­saklarını bırakarak sadece, tek olarak ona tâatte bulunmaktır. Allah Teâlâ pek çok âyette bunu emretmiştir. Aşağıdaki âyetler bunlardan bazılarıdır.

“Onlar, dini yalnız kendine has kılarak ve hanifler olarak ibadet etmeleri için emrolundular.” (Beyyine, 5)

“Rabbin, sadece kendisine iba­det etmenizi kesin bir şekilde emretti.” (İsra, 23)

“… O halde sen de dini Allah’a has kılarak ihlâs ile kulluk et. Dikkat et, halis din Allah’ındır.” (Zümer, 2-3)

Bu manada âyetler pek çoktur. Âyetlerin hepsi sadece Allah’a ihlâslı olarak ibadet edip, peygamberler ol­sun başkaları olsun ondan başkasına tapmayı terk etmenin farz olduğunu gösterir. Şüphe yok ki dua etmek, önemli ve bütün türlerini kendisinde toplayan ibadetlerdendir. O halde duanın ihlâslı olarak sadece Allah’a yapılması farzdır. Nitekim Allah:

 “Öyleyse kafirlerin hoşuna git­mese de dini yalnızca O’na halis kılarak Allah’a dua edin.” (Gafir, 14) ve

 “Mescitler şüphesiz Allah’ındır. O halde, Allah ile birlikte hiç kimseye yalvarmayın.” (Cin, 18)

Allah’tan başkasına ibadet ve dua etmeme hususu peygamberleri de, başkalarını da içine alır. Çünkü âyette “ehaden” kelimesi “nekre” (belirsiz)dir ve bu kelimeden önce yasak kipi bu­lunmaktadır. Buna göre bu dua ve ibadet etmeme yasağı Allah’tan başka herkesi içine almaktadır. Bir başka âyette de şöyle buyurulmaktadır:

 “Allah’ı bırakıp da sana fayda ya da zarar vermeyecek şey­lere tap-ma.” (Yunus, 106)

Bu âyette peygambere hitap edil­mektedir. Oysa peygamberi şirke düş­mekten Allah’ın koruduğu bilinmekte­dir. Öyle ise bu âyetteki yasaklama ile peygamberden başkalarını sakındır­mak kastedilmektedir. Âyetin deva­mında: “Eğer bunu yaparsan mutlaka zalimlerden olursun.” (Yunus, 106) buyurul-muştur. Demek ki Allah’tan başkasına dua (ibadet) etseydi Âde­moğlunun efendisinin zalimlerden ola­cağı bildiriliyor. Bunu peygamberden başkası yaparsa durumu nasıl olur? Herhangi bir kayıt olmaksızın “zulüm” söylendiği zaman bundan büyük şirk (olan kâfirlik) anlaşılır. Nitekim Kur’ân’da:

“Kafirler elbette zalimlerdir.” (Ba-kara, 254)

“Doğrusu şirk en büyük zulüm­dür.” (Lokman, 13) buyurulmuş-tur.

Bu âyetlerden ve diğerlerinden anla­şılmıştır ki ölüye, ağaca, taşa ve başka şeylere dua (ibadet) etmek aziz ve celil olan Allah’a şirk (ortak) koşmaktır. Bu ise Allah’ın kendisi sebebiyle insanları ve cinleri yarattığı; açıklaması için peygam­berler gönderip, kitaplar indirdiği iba­dete aykırıdır. Ayrıca “lâ ilâhe illallah”ın manası budur. Zira bu sözün anlamı “kendisine ibadet edilmesi hak olan sa­dece Allah’tır” demektir. Lâ ilâhe illallah kelimesi Allah’tan başkasına ibadete ay­kırı olup, ibadet etmeyi Allah için ispat etmektedir.  Nitekim Kur’ân’da:

“Çünkü Allah hakkın ta kendisi­dir; O’ndan başka taptıkları ise hiç şüphesiz bâtıldır.” (Lokman, 30)

 buyurulmuştur. İşte dinin aslı, İs­lâm’ın temeli budur. Bu asıl ve temel doğru olduktan sonra ibadetler sahih (geçerli) olabilir. Nitekim Kur’ân’da:

(Ey Muhammed!) Andolsun ki sana da, senden önceki pey­gamberlere de (şu husus) vah­yolunmuştur: Andolsun ki (bil­farz) Allah’a ortak koşarsan, amelin (yaptığın işin, ibadetin) boşa gider ve ziyana uğrayan­lardan olursun.” (Zümer, 65) ve

“… Eğer Allah’a ortak koşsa­lardı, yapmakta oldukları amelleri elbette boşa giderdi.” (En’am, 88)

İslam dini iki büyük esas üzerine ku­rulmuştur: Birincisi: Sadece tek olan Al­lah’a ibadet etmektir. İkincisi: İbadetin ancak Allah’ın peygamberi Muham­med -sallallahu aleyhi ve sellem-’in dinine göre yapılmasıdır. “Lâ ilâhe illallah”ın manası budur. Peygamberlerden veya başkalarından ölmüş birine, putlara, ağaçlara, taşlara veya başka bir yara­tılmışa her kim dua ederse veya bun­lardan birinden yardım isterse yahut bunlardan birine yakın olmak için kur­ban keser, adakta bulunur, namaz kılar veya secde ederse, onları Allah’tan başka ilahlar edinmiş, onları Allah’a eş tutmuş olur. Bu ise yukarıdaki esasa ay­kırıdır ve “la ilahe illallah”ın manasına ters düşer. Dinde olmadığı ve Allah izin vermediği halde dinde sonradan bir şey çıkaran kimse, “Muhammed sallallâhu aleyhi ve sel-lem’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şahitlik ederim” sözünün manasını bozar. Nitekim Allah şöyle buyurur:

“Onların (kafirlerin) yaptıkları her bir (iyi) işi alırız. Sonra onu sa­çılmış (işe yaramaz) zerreler ha­line getiririz.” (Furkan, 23)

Bu ameller, Azîz ve Celîl olan Allah’a ortak koşmuş olarak ölen kimsenin amelleridir. Allah’ın izin vermediği dine sonradan sokulmuş işler de böyledir. Onlar da Allah’ın temiz şeriatına uygun işler olmadığı için kıyamet günü saçıl­mış zerreler haline gelecektir. Peygamber şöyle buyurur: “Şu bizim (din) işimizde kim sonradan bir şey ortaya koyarsa, o reddedilmiştir.” [15]

Bu bayan yazar yalvarışını ve imdat dileyişini Peygamber sallallâhu aleyhi ve sel-lem’e yöneltmiş, âlemlerin Rabbinden yüz çevirmiştir. Oysa fayda ve zafer onun elindedir. O’ndan başka kimsenin elinde bir şey yoktur. Şüphe yok ki bu büyük bir zulüm ve tehlikeli bir şirk (or­tak koşma)dır. Şurası kesindir ki Allah kendisine dua edilmesini emredip, ona icabet (duasını kabul) edeceğini va’d etmiş, O’na dua etmekten büyükle­nene ise cehenneme gireceği tehlike­sini haber vermiştir.

“Rabbiniz (şöyle) buyurdu: Bana dua edin, size icabet edeyim. Mu­hakkak bana ibadeti bırakıp bü­yüklük taslayanlar aşağılanarak ce­henneme gireceklerdir.” (Gafir, 60)

 Bu âyet-i kerime duanın ibadet ol­duğunu göstermekte, Allah’a ibadet etmekten büyüklenerek kaçınanların gideceği yerin cehennem olduğunu bildirmektedir. Allah’a dua (ibadet) etmekten büyüklenenin hali böyle olursa, O’ndan başkasına dua edenin veya O’ndan yüz çevirenin hali nice olur? Allah şöyle buyurur:

“Kullarım sana beni sorduğu va­kit (de ki): Ben herhalde yakı­nım. Dua edenin duasını bana dua ettiği zaman (işitir) ona kar­şılık veririm. O halde kullarım da benim davetime uysunlar ve bana inansınlar, umulur ki doğru yolu bulurlar.” (Bakara, 186)

Peygamber bir sahih hadisinde du­anın ibadet demek haber vermiş, amcası Abbâs’ın oğlu Abdullah radiyallâhu anh şöyle demiştir:

“Allah(‘ın hakların)ı koru ki O’da seni korusun. Allah(‘ın hakların)ı koru ki O’nu karşında bulasın. Bir şey istediğin zaman Allah’tan iste. Yardım istediğin zaman Allah’tan yardım iste.”[16]

Allah’ın Rasûlü bir diğer hadisinde şöyle buyurmuştur:

 “Kim ki Allah’a (bir başkasını) eş tutarak dua ederse ce­henneme girer.”[17] Ayrıca Buhârî ve Müs­lim’de bulunan bir hadiste geçtiği üzere Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’e:

“Hangi günah en büyüktür?” diye sorulduğunda: “Seni yarattığı halde Allah’a (bir başkasını) eş koş­mandır” buyurmuştur.

Allah’tan başkasına dua eden, O’ndan başkasından yardım dileyen, kurban kesen, adak adayan veya her­hangi bir ibadeti O’dan başkasına ya­pan her bir kimse Allah’a başkasını eş tutmuş olur. Bu başkası isterse pey­gamber, evliya, melek, cin, put veya yaratılmışlardan bir başkası olsun hü­küm aynıdır. Mevcut ve yaşamakta olan bir kimseden, yapabileceği ve el ile tutulur, göz ile görülür yapılmasına güç yeter bir şeyi istemek şirk (Allah’a ortak koşmak) değildir. Bilakis bu ola­ğan ve müslü-manlar arasında câiz bir şeydir.

Nitekim Musa aleyhisselam’ın hikayesi anlatılırken Kur’ân’da:

“… Kendi tarafından olanı, düş­mana karşı ondan yardım is­tedi.” (Kasas, 15) ve

“Musa korka korka (etrafı) gö­zetleyerek oradan çıktı.” (Kasas, 21) buyuruluyor.

Nitekim insan başına gelen savaş ve başka durumlarda ihtiyaç duyduğu hallerde arkadaşlarından yardım ister­ler ve birbirlerine yardım ederler.

Şurası kesindir ki Allah peygambe­rine “fayda ve zarar vermeye mâlik olmadığını” insanlara ulaştırmasını emretmiş, Cin suresinde şöyle buyur­muştur:

(Rasûlüm!) De ki: Ben ancak Rabbime yalvarırım ve O’na kimseyi ortak koşmam. De ki: Doğrusu ben (kendi başıma) size ne zarar verme, ne de fayda sağlama gücüne sahi­bim.” (Cin, 20-21)

A’râf suresinde ise Allah şöyle bu­yurur:

“De ki: Ben, Allah’ın dilediğin­den başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer gaybı bilseydim elbette birçok mal ve menfaat elde ederdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeciyim.” (A’râf, 188)

Bu manada âyet çoktur.

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- ancak Rabbine dua eder, O’ndan başkasından yardım istemezdi. Pey­gamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Bedir savaşı günü Allah’tan düşmanlarına karşı ısrarlı bir şekilde yardım ve zafer istiyor ve şöyle diyordu:

“Ey Rabbim! Bana va’d ettiğini gerçekleştir!”

Peygamber o kadar ısrar ediyordu ki Ebû Bekir radiyallâhu anh ona şöyle diyordu:

“Ey Allah’ın Rasûlü! Yeter, yeter! Allah mutlaka sana va’d ettiğini gerçekleş­tirecektir.”

Bu konuda Kur’ân’da şu âyetin indiğini görüyoruz:

“Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. Buna karşı­lık O, ‘ben size meleklerden peşpeşe gelen bin tanesi ile yardım edeceğim’ diyerek du­anızı kabul buyurdu. Allah bunu (meleklerle yardımı) sadece müjde olsun ve onunla kalbiniz yatışsın (güven ve huzura ka­vuşsun) diye yapmıştı. Yoksa yardım (meleklerden veya başka bir şeyden değil) yalnız Allah katındandır. Çünkü Allah mutlaka gâliptir, yegâne hüküm (ve) hikmet sahibidir.” (Enfâl, 9-10)

Bu âyetlerde Allah, Müslümanların kendisinden yardım istediklerini hatırla­tıp, onların imdadına melekleri gön­dererek yetişmek suretiyle dualarını kabul ettiğini haber veriyor. Allah daha sonra yardım etme eyleminin melekle­rin elinde olmadığını, ancak onları müjde olsun ve kalpleri huzur bulsun diye gönderdiğini ve yardımın kendi katından olduğunu açıklamıştır.

Nite­kim Âl-i İmrân 126. ve Enfâl 10. âyetle­rinde:

“Yardım ancak Allah katından­dır” buyurulmuş, ayrıca Âl-i İmrân sure­sinde Bedir savaşındaki durum şöyle açıklanmıştır:

“Andolsun, güçsüz olduğunuz halde Allah, Bedir’de size yar­dım etmişti. Öyle ise, Allah’tan korkun ki O’na şükretmiş olası­nız.” (Âl-i İmrân, 123)

Allah bu âyette, Bedir günü Müslü­manlara yardım edenin kendisi oldu­ğunu açıklamıştır. Böylece anlaşılmıştır ki Allah’ın Müslümanlara verdiği silah, kuvvet ve meleklerin imdada gelmesi; bunların hepsi zaferin sebepleri, müjde ve huzur vermekten ibarettir. Zafer bunlardan değil, sadece Allah katın­dandır. Bu bayan yazarın veya başka­sının yardım ve zafer istek ve yalvarışını, her şeye gücü yeten, her şeyin maliki olan alemlerin Rabbi Allah’tan yüz çe­virerek Peygambere yöneltmesi hiç şüphe yok ki en çirkin cahillik hatta bü­yük şirktir. Bu hanımefendiye samimi bir şekilde tevbe edip, Allah’a dönüş yapması farzdır. Böyle bir tevbe yaptı-ğından pişman olup, kesin bir şekilde vazgeçerek bir daha aynı şeyi yap­mamaya azmetmekle olur. Bunu, Al­lah’ı yüceltmek, O’nun emirlerine uy­mak ve ihlâslı olmak için yapmalıdır. İşte samimi tevbe böyle gerçekleşir. Tevbe edilen şey, kul hakkı ile ilgili ise dördüncü bir şey daha gerekir. O da hak sahibinin hakkını iâde edip, onunla helalleşmektir. Allah kullarına tevbe etmelerini emir buyurup, tevbeyi kabul edeceğini va’d etmiştir.

Aşağıdaki âyetler bunu ifade etmektedir.

“Ey müminler! Hep birlikte Al­lah’a tevbe edin ki kurtuluşa eresiniz.” (Nur, 31)

“Allah’a tevbe edip, O’ndan bağışlanmayı dilememeyecekler mi? Allah çok yarlıgayıcı, çok esirgeyicidir: (Mâide, 74)

“Onlar ki, Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarmazlar, Allah’ın haram kıldığı cana hak­sız yere kıymazlar ve zina et­mezler. Bunları yapan, gü­nahı(nın cezasını) bulur; Kıyamet günü azabı kat kat olur ve orada alçaltılmış olarak ebedi kalır. Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar başka; Allah onların kötülüklerini iyilik­lere çevirir. Allah çok bağışlayı­cıdır, engin merhamet sahibi­dir.” (Furkân, 68, 69, 70)

“O (Allah) kullarından tevbeyi kabul eden, kötülükleri bağışla­yan ve yaptıklarınızı bilendir.” (Şûrâ, 25)

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’den sahih olarak şöyle buyur­duğu rivâyet edilmiştir:

“İslam(‘a gir­mek) daha önce (yapılan şey)leri yıkıp yok eder. Tevbe de kendinden önce yapılanları kes(ip temizl)er.”

Şirk koşmanın tehlikesinin büyüklü­ğünden ve günahların en büyüğü ol­duğundan, bu hanım yazarın yazdıkla­rından (bazı kimselerin) aldanması kor­kusundan, Allah için nasihat etmenin hem bir ibadet, hem gerekli (vacip) olduğundan dolayı bu kısa yazıyı ka­leme aldım. Yüce Allah’tan bu yaz­dıklarımın faydalı olmasını, bizim ve bü­tün müs-lümanların durumunu iyileştir­mesini, hepimize dinimizde sebât ve iyi bir anlayış lutfetmesini, bizi ve Müslü­manları nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüğünden korumasını dilerim. O bunu gerçekleştirecek olan ve buna gücü yetendir.

Kulu ve peygamberi olan Muham­med -sallallahu aleyhi ve sellem-’e, onun ar­kadaşlarına ve aile bireylerine Allah salât ve selam eylesin.

 PEYGAMBERLER VE SÂLİHLER İLE TEVESSÜL[18]

Hamd sadece Allah’a mahsustur. Salât ve selam, kendisinden sonra peygamber gelmeyecek olan Mu­hammed -sallallahu aleyhi ve sellem-’e olsun.

Hamd ve salât-u selamdan sonra derim ki: Müslümanlardan pek çoğu Rabbinden uzak olduğu ve bu za­manda dinini bilmediği için, onlar ara­sında şirk (ortak koşmak) dinde sonra­dan çıkarılmış şeyler ve hurâfeler ço­ğalmıştır. Şirk türünden büyük bir şekilde yayılmış olanı, bazı Müslümanların ev­liyâ ve sâlih kişiler adını verdikleri kim­seleri ulu kişi saymaları, Allah’ı bir ke­nara bırakarak onlara dua etmeleri ve onların fayda ve zarar verebilecekle­rine inanmalarıdır. İşte Müslümanlardan bazıları onları ululamış ve ölenlerin ka­birleri etrafında dönmüş (tavaf et­miş)lerdir. Yaptıkları bu hareketlerle hacetlerini yerine getirmek ve sıkıntıla­rını gidermek hususunda ulu saydıkları kişileri Allah ile kendi aralarında vesile/aracı edinmişlerdir. Bu cahil kimse­ler Kur’ân’a ve Peygamberin hadisle­rine başvursalardı, Kur’ân ve hadisin dua ve tevessül konusunda getirdiğini anlamış olsalardı gerçek ve meşru/ geçerli tevessülün/vesilenin ne oldu­ğunu kesinlikle bilecek, anlaya­caklardı.

Gerçek tevessül meşru olan tevessül emredilenleri yaparken yasaklardan kaçınırken Allah’a ve Rasûlüne itaat yolu ile ve hayırlı/sâlih ameller yaparak Allah’a yakın olma yoluyla olan teves­süldür. Gerçek ve meşru tevessül, bir şey istenmesi söz konusu olduğu za­man bunu Allah’ın güzel isimleri ve yüce sıfatları ile işlemekle olur. İşte Al­lah’a yaklaşmanın araçları, Allah’ın rahmetine ve rızâsına ulaştıran yol bu­dur. Fakat ölülerin kabirlerine sığınmak, bu kabirlerin etrafında dönmek, yatır­lara adaklar adamak, ihtiyaçlarının ye­rine gelmesi ve sıkıntılardan kurtulmak dileğiyle kişinin kendisini türbelerin eşi­ğine atması suretiyle yapılan tevessül meşru bir tevessül olmadığı gibi bilakis şirk ve küfürdür.-Allah korusun-

Bazı kimselerin delil olarak ileri sür­düğü Hattab oğlu Ömer’in (peygamberin amcası) Abbâs ile tevessül etmesine gelince: Şurası muhakkaktır ki Ömer radiyallâhu anh, Abbas radiyallâhu anh’ın şahsı ile değil, duâsı ile tevessül etmiştir. Şahısların duası ile tevessül et­mek, onların şahsı ile tevessül etmekten başkadır. Şu kadar ki şahsın yaşıyor ol­ması şarttır. Zira yaşayan bir kimsenin duası ile tevessül etmek meşrudur. Lâ­kin bunda da şart olan, duası ile teves­sül edilen şahsın sâlih/hayırlı bir kimse olmasıdır.

Şu da var ki kendisinden yardım is­tenilen ve onun bereketiyle Allah’tan bir şey istemeye gidilen ölmüş kişinin durumu şudur: Öldükten sonra kendi­sine bir fayda sağlamaya malik değil­dir. Artık öldükten sonra kendisine bir menfaat sağlamaya gücü yetmiyor­ken başkasına nasıl bir yarar sağlaya­bilsin? Ölmüş, yerinden kımıldamayan, organları iş görmez hale gelen bir kim­senin başkasına faydası dokunmak şurada dursun kendisine bir faydası olacağını zerre kadar akıl nimetine sa­hip bulunan bir kimsenin kabul edebil­mesi mümkün değildir.

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bir insanın ölümünden sonra bir şey yap­maya gücü yetmeyeceğini kesin bir ifade ile bildirmiştir.

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurur ki:

“Âdemoğlu öl­düğü zaman ameli kesilir. Ancak üç sınıf kimse böyle değildir: Devamlılık özelliği olan bir hayır yapan, faydalanılan bir ilim yapan ve kendisine dua eden bir çocuğu olan kimse.”

Bu hadis-i şerif açık olarak ortaya koymuştur ki ölen kimse, kendisine dua eden ve bağışlanmasını isteyen birine muhtaçtır. Yaşayan kimsenin ölünün duasına ihtiyacı yoktur. Hadis-i şerif ölümden sonra kişinin bir iş yapmasının sona erdiğini ortaya koyduğuna göre, ölen bir kimsenin kabrinde yaşamakta olduğuna, başkalarıyla bağlantısı olup hangi türden olursa olsun imdada ye­tişme imkânına sahip bulunduğuna na­sıl inanırız? Buna nasıl inanılır ki bir şeyi yitiren kimse, o şeyi başkasına veremez. Ölen bir kimse (bir ihtiyacı gidersin diye) kendisine yapılan duayı -dua ne kadar uzasa da- işitmesi mümkün değildir.

Kur’ân’da buyuruluyor ki:

“… O’nun yanı sıra yalvarıp dur­duklarınız, bir çekirdek kabu­ğuna bile sahip değillerdir. Eğer çağırsanız, çağırmanızı işitmez­ler. Farazâ işitseler bile size ce­vap veremezler. Kıyâmet günü de sizin (onları Allah’a) ortak koşmanızı reddederler.” (Fatır, 13-14)

Bu âyetlerde Allah onların bir şeye sahip olmadığını ve kendilerine yapılan yakarışı işitmediklerini bildirmiştir.

Bilinen bir şeydir ki kendisi bir şeye sahip olmayan, bir şey veremez. İşit­meyen bir şey anlamaz ve cevap ve­remez. Ayrıca, âyet-i kerime açıkça or­taya koymuştur ki; Allah dışında kendi­sine dua edilen kimse -her kim olursa olsun- kendisine dua eden için hiçbir şeyi gerçekleştiremez. Allah dışında kime ibadet edilirse edilsin, bu ibadet bâtıl/geçersizdir.

 Kur’ân’da Allah bu­yurmuştur ki:

“Allah’ı bırakıp da sana fayda ya da zarar vermeyecek şeylere tapma. Eğer bunu yaparsan mutlaka zalimlerden olursun. Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa onu yine O’ndan başka gidere­cek yoktur. Eğer Allah sana bir hayır dilerse, O’nun keremini geri çevirecek (hiçbir güç) yoktur.” (Yunus, 106-107)

Bu âyet açıklamıştır ki: Allah’tan başka kendisine dua/ibadet edilen her şey ne zarar verir, ne de fayda verir. O halde ona ibadet ve dua etmenin ne faydası vardır? Bu âyette “filanın kab­rine gittik” veya “evliyadan filana dua ettik, dileğimizi elde ettik” diyen hurâ­fecileri yalanlama vardır. Bir kimse bu sözleri söylerse Allah’a karşı yalan söy­lemiş olur. Varsayalım ki bu sözleri söy­leyip de bir şey elde eden olursa bu sonuç şu iki sebepten birisi ile mey­dana gelmiştir:

1- Eğer elde edilen sonuç doğal olarak yaratılmışların gücü yeten tür­den bir şey ise, şeytanların aracılığı ile meydana gelmiştir. Çünkü şeytanlar devamlı (dileklerde bulunulan) kabirle­rin olduğu yerde hazır olurlar. Zira Al­lah’tan başka ibadet edilen her putun ve kabrin olduğu yerde mutlaka şey­tanlar bulunur. Ta ki insanların ve evli­yayı dileklerinin yerine gelmesi için aracı kılanları kışkırtıp saptırmak için orada bulunurlar. Nitekim eskiden puta tapanlar böyle sapıtılıyordu. Şeytan kendisinden yardım isteğinde bulunan kimsenin suretini alarak onların gözüne öyle görünüp onlara bir şeyler söyler. Nitekim kâhin (gelecekten haber ve­ren) şeytanlar bir şeyler söylerdi. Bunla­rın bazıları doğru olabilir, lakin çoğun­luğu yalandır. Bunların bazı ihtiyaçları yerine gelebilir, bazı sıkıntıları ortadan kalkabilir. Buralara gidip yalvaran ma­sum zavallılar sanırlar ki evliyadan olan o zat kabrinden çıkıp onları yapmıştır. Gerçekte ise şeytanın, onlardan me­det dileyerek Allah’a ortak koşan kişiyi sapıtmak için evliyanın şeklinde ona görünmesinden ibarettir. Nitekim şey­tanlar putperestlik dönemlerinde put­ların içine girerek,onlara tapanlara konuşur ve onların bazı ihtiyaçlarını ye­rine getirirlerdi. Alimler böyle olduğunu açık seçik ifade etmişlerdir.

2- Elde edilen sonuç yaşatmak, sağlık vermek, zenginleştirmek, fakirleş­tirmek gibi ancak Allah’ın gücü yeten kabilden bir şey ise, esasında bu iş Al­lah’ın ezelde, gökler ve yeryüzü yara­tılmazdan binlerce sene evvel yazıp takdir buyurduğu bir şeydir, mesela gelmesi o zamanda takdir edilmiştir. Yoksa bu yalvarma işini yapanların yer­siz bir şekilde inandığı gibi kabir sahi­bine dua etmekle meydana gelme­miştir.

Aklı başında bir insana yaraşan böyle hurafeleri onaylamayıp, kalbini Allah’a bağlamalı, ihtiyacını O’na sunmalıdır ki ihtiyacını Allah gidersin. Halkın ne dediğini dikkate almamalıdır. Zira insanların bilgisi eksik, aciz, zayıf ve zavallıdırlar. İnsan ihtiyacının yerine gelmesini nasıl kendisi gibi birinden is­ter. Bazen kendisinden istekte bulunu­lan bir ölüdür. Ölü bir şey görmez, işit­mez ve bir şeye sahip değildir. Bilakis cesedini örten topraktan zerre kadarını bile kaldırmaya gücü yetmez. Bu durumda olan birinden istekte bulunmak sapıklığın, cahilliğin ve dosdoğru yol­dan sapmanın ta kendisidir. Ne var ki şeytan, insanlara yaptıklarını şirin gös­teriyor. Bu davranış insanı küçük dü­şürmeye yetip artar. Zira bunu yapan yaratandan yüz çevirip yaratılmışa yö­nelmektir. Allah’a yemin olsun ki bu kalbin ölümü ve kalp gözünün kör ol­masının ta kendisidir.

 SAHTE KERÂMET

Kerâmet konusu öylesine acayip bir şekilde karışık bir hal almıştır ki bir takım insanlar gerçek mucizenin ve Kerâme­tin ne olduğunu bilmez hale gelmişler­dir. Artık insanlar gerektiği gibi bu ko­nuyu anlayamayacak ve gerçek mu­cize ile kerâmeti sahtelerinden ayıra­mayacak durumdadır.

Gerçek mucize sadece Allah tara­fından insanlara gönderdiği risaleti/me-sajı tamamlamak ve pey­gamberleri desteklemek üzere mey­dana gelen olağandışı olaylardır. Ger­çek Kerâmet ise Allah’ın gerçekten sâlih ve evliyadan olan kullarına bir ik­ram olmak üzere meydana gelen ola­ğanüstü bir haldir. İnsanlar bunlar ile bir takım hurafe ve asılsız olayları birbirin­den ayıramıyorlar. Bu hurafe ve asılsız olayları bir takım düzenbazlar yapıyor ve adına mucize veya kerâmet diyor­lar. Bu yaptıklarıyla hem insanların akıl­sızlıklarına gülüyor, hem hak etmedikleri halde onların paralarını yiyorlar. Pek çok cahil insan mucize ve Kerâmetin insanların gücü dâhilinde kendi seçim ve kazanımlarıyla diledikleri gibi kendi­lerinin yaptıklarını sanmaktadırlar. Bu bilgisizlik yüzünden insanlar, evliyanın ne zaman isterlerse mucize ve Kerâmet yapma gücüne sahip olduklarına inanmışlardır. Bu durum insanların Rablerini ve dinlerini hakkıyla bilme­melerinin bir sonucudur.

Bu insanlara deriz ki: Bu düzenbaz­ların yaptıklarının evliyadan şu veya bu zâta ait mucize ve Kerâmet olarak ta­savvur etmeleri, tamamen yalandan ibarettir. Bu olayların hepsi ya şeytan­ların bir oyunu veya kurnaz ve akıllı kimselerin icat ederek, bu yapmacık ve vehme dayanan olaylara mucize ve Kerâmet adını vermelerinden iba­rettir. Bu kurnazlar böyle yapıyorlar ki bu kabirlerde yatan kimselere saygınlık ve heybet kazandırarak onları bere­ket/mübareklik kaynağı kılmaktadırlar. Ta ki insanlar onları ululasın ve bu ka­birleri ziyaret için masum insanlar ora­lara cezbedilsinler. Bu kabirlere gelen ziyaretçiler oraları mübarek sayarak kabirde ki yatırlardan isteyeceklerini is­teyip, oralara adaklar ve hediyeler bı­raksınlar. Tabiîdir ki işleyen bu meka­nizmada çalışmak istemeyen tembel­lere haram bir kazanç ve geçim yolu vardır. Bunlar insanların gülmek ve on­ların paralarını haksız yere yemekten başka bir şey istemezler.

Sağduyusunu kaybetmeyen her­hangi bir akıl sahibinin ruhu bedenin­den çıkıp hareketsiz kaldıktan sonra, vücudun kurtların yiyip bitirdiği, çürü­müş kemikten ibaret kalmış bir ölünün artık bir şey yapacağını onaylaması mümkün değildir. Bu uydurulmuş rezil şeyleri kim kabul edip onaylar? Ancak basit ve cahil insanlar bunu kabul eder. Çünkü asılsız inançlar öyle bir şeydir ki, onları ölülerin yapması şöyle dursun, dirilerin bile yapması imkansız­dır. Allah’ın bize lutfettiği aklımızı bu hurafeleri tasdik etmek için bozamayız. Nurlu akıllar, sağduyular böyle hurafe­leri reddeder. Zira bunlar hem Allah’ın şeriat kanunlarına da hayat için koy­duğu kanunlara da ters düşen şeyler­dir.

 ESKİ VE YENİ MÜŞRİKLER

Kabirlere ve ziyaret yerlerine gi­denlerin çoğu: “Cahiliye döneminde ki müşrikler putlara taparlardı. Bizim ya­nımızda put yoktur ki ona tapalım. Bazı şeyhlerin ve salih kimselerin kabirleri vardır. Biz onlara tapmıyoruz sadece onların yüzüsuyu hürmetine Allah’tan bir şeyler istiyoruz. İbadet edip tapmak başka şey, dua edip bir şeyler istemek başka şeydir.”

Bu kimselere deriz ki: Gerçekten ölüden medet beklemek ve ondan bereket isteğinde bulunmak, cahiliye döneminde kilerin putlara dua etme­sine tamamen benzemektedir. Eskiden müşriklerin taptığı put ile günümüzde insanların içinde bulunana dua ettikleri kabir arasında bir fark yoktur. Put, ka­bir, tağût … bunların hepsi aynı manayı taşıyan isimlerden ibarettir. Bunların or­tak adı Allah’tan başka tapılan şeydir. Ölü veya diri insan, hayvan, cansız var­lık veya başkası arasında fark yoktur.

Eskiden müşrikler putlar ile tevessül edip, onlara dua etmelerinin sebebi sorulduğunda şöyle cevap veriyorlardı:

“Onlara, bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz.” (Zümer, 3)

Müşrikler, biz ihtiyaçlarımızın yerine gelmesi için putları Allah ile aramızda vasıta/aracı kılıyoruz demek istiyorlardı. Bundan anlaşılıyor ki ilk dönemlerde ki cahiliyet içerisinde kilerin ileri sürdükleriyle, gü­nümüzde ki İslam dini mensuplarından olup da kabirlere ibadet edenler ara­sında bir fark yoktur. Hepsinin gayesi tek olup, Allah’tan başkasına dua ederek Allah’a ortak koşmaktır.

 SEVGİ ŞİRKİ

Allah’tan başkası için câiz olmayan hususlarda kalbin ve duyguların, saygı ve sevgi olarak bir yaratılmışa yönlen­dirilmesi, o yaratılmışa ibadet etmek sayılır. Bazıları evliyadan ve salih kişiler­den birilerini sevdiklerini ileri sürer, onları ulu bir kimse sayarak kutsal kabul ederler. Hatta bunda ileri giderek dini sınırı aşarlar. Gerçekte onlara tapmak­tadırlar. Çünkü sevmekteki aşırılıkların­dan dolayı tamamen onlara yönelip onlar için mevlit törenleri yapmak, adak adamak gibi eylemler yaparak, Kâbe etrafında döndükleri gibi kabrin etrafında dönmüşlerdir.Aynı zamanda onlardan medet dileyip, yardım iste­mektedirler. Eğer onları kutsamasa-lardı ve aşırı gitmemiş olsalardı bunları sa­dece bir ölü için yapmazlardı. Bu me­selede ki taşkınlıktan birisi de bu evli­yadan olduğuna inanılan ölmüş kişi adına yemin edilmesidir.Allah adına yalan yere alay ederek yemin eder­ken, onlar adına gerçekten yemin edenler vardır. Öte yandan kimileri ba­zen Allah’a sövüldüğünü duyar da bundan etkilenip öfkelenmezken, şey­hine sövüldüğünü duysa aşırı dere­cede öfkelenir. Bu davranış, Allah’a saygı göstermekten çok şeyhlere ve ev­liyadan olduğuna inanılan kimselere taş­kın bir sevgi değil midir? Bu kimselere gösterilen sevgi, Allah sevgisinden üstün gelmiştir.

“İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah’a (hâşâ) eşler ve benzerler edinir de onları, Allah’ı sever gibi severler. İman eden­ler ise daha çok Allah’ı sever­ler.” (Bakara, 165)

 âyetinde olduğu gibi, şirkin/ortak koşmanın bu çeşidi sevgi şirkidir.

 ALLAH KULLARINA YAKINDIR

Yüce Allah kullarına yakındır.

Nite­kim:

“Kullarım sana, beni sorduğu vakit: Ben herhalde yakınım. Dua edenin duasını bana dua ettiği anda işitir, ona karşılık ve­ririm. O halde kullarım da, be­nim davetime uysunlar ve bana inansınlar. Umulur ki doğru yolu bulurlar.” (Bakara, 186) buyurulmuş-tur.

Allah ile kulları arasında O’na yal­varmak, O’na sığınmak, doğrudan doğruya ihtiyacının giderilmesi isteğini sunmak için bir engel yoktur ki, insan ölülerin kabrine sığınarak onları Allah katında şefaatçi kılıp, aracı edinerek dua etsinler.Bunu yapanlar, kabirde­kilerden, ellerinde olmayan ve güçleri­nin yetmediği bir şeyi istemektedirler. Bilakis insana gerekli olan doğrudan doğruya Allah’a sığınıp, kendi diliyle O’ndan isteyeceğini istemek ve meşru bir şekilde tevessül etmektir. Meşru te­vessül, Allah’a itaat ederek, iyi işler ya­parak, güzel isimleri ve yüce sıfatlarıyla dua etmek suretiyle O’na yaklaşmakla olur. Bununla beraber tam manasıyla itikat etmeli ki izzet sahibi olan, dirilten, öldüren, rızık veren, fayda veren, bütün hayatın işlerini düzenleyen Allah’tır. Fayda ve zarar vermek sadece O’nun elindedir. Yine itikat etmeli ki, Allah ka­tında ve insanlara göre durumu ne ka­dar büyük olursa olsun hiçbir insan, hiçbir kimseye -Allah yazmadıkça- za­rar da veremez, fayda da veremez, buna gücü yetmez.

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurmuştur ki:

“Bil ki: Eğer halkın tamamı sana bir fayda sağlamak üzere birlik olsalar, ancak Allah’ın sana (ulaşmasını) yaz­dığı bir fayda sağlayabilirler. Eğer hal­kın hepsi, sana bir zarar vermek üzere toplansalar, başına gelmesini Allah’ın yazdığı bir şeyden başka zarar vere­mezler.”

Halkın hepsi birden -Allah yazmadıkça- bir zarar veya fayda vermeye güç yetiremediğine göre, tek bir kişi -yaşıyor da olsa, ölmüş de olsa- ne fayda sağlayabilir, hangi zararı ve­rebilir? Şunu bir kere daha kesin olarak ifade edelim ki, Allah yazmadıkça kimse kimseye ne bir zarar, ne de fayda verebilir. Öyle ise zararı da, fay­dası da olmayan birine dua etmenin sebebi nedir? Bu cahilliğin ve sapıklığın son haddi değil midir? Evet, Allah’a yemin olsun ki öyledir.

Bundan dolayıdır ki yukarıda anla­tılan şirk koşma, bid’at ve hurafelerden birisi başına gelen; kabirlerde dolaşmış, onları ululamış, onlardan isteğinin ye­rine getirilmesini veya bir sıkıntının gide­rilmesini istemiş ise, bu bozuk davranış­tan dolayı Allah’a tevbe etmesi gerekir. Böyle bir davranış gerçekte Allah’a şirk/ortak koşmadır ve böyle bir şeyi yapan cehennemde ebedi kalıcıdır. Bundan Allah’a sığınırız.

Yüce Allah bu­yurur ki:

“Bilin ki kim Allah’a ortak ko­şarsa, muhakkak Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri ateştir ve zalimler için yar­dımcılar yoktur.” (Mâide, 72)

İnsan Müslümanlığında sadık ise, hayatının tüm işleriyle ilgili olarak yap­tığı ibadetini sadece Allah için ihlâslı olarak yapmalı, gerek duada gerekse Allah’tan başkasının gücü yetmeye­ceği şeylerde Allah’ın kitabına ve O’nun peygamberinin sünnetine sarıl­malı, kim olursa olsun halktan kimsenin tepkisini dikkate almamalıdır. Ayrıca Allah’a şirk/ ortak koştuğu ve dine sonradan sokulan şeyleri yaptığı bilinen kimselerle düşüp kalkmamalıdır. Böy­lece onlardan etkile-nip, taklit etmez. Dolayısıyla onlarla birlikte mahvolmaz, dünya ve ahirette hüsrana/ziyana uğrayanlardan olmaz.

Al­lah, en iyi bilendir.

Allah Peygamberimiz Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-’e, onun tüm arkadaşlarına ve aile bireylerine salât ve selam eylesin.

 PEYGAMBERE YEMİN ETMENİN HÜKMÜ NEDİR?

Soru: Peygamber adına yemin etmek câiz midir?

Cevap: Bu soruya Şeyh Abdulazîz b. Bâz’ın cevabı şöyledir:

Yaratılmışlardan hiçbir şeye yemin etmek câiz değildir. Alimlerin cumhu­runa /çoğunluğuna göre ne peygam­bere, ne Kâbe’ye, ne emanete, ne de başka bir şeye yemin edilemez. Hatta bazıları bu konuda icmâ/ görüş birliği olduğunu hikâye etmiştir. Buna aykırı olarak genel kabul görmeyen bir görüş rivayet edilmiştir ki buna göre Allah’ın peygamberine yemin etmek câizdir. Bu görüşün bir değeri yoktur.Hatta bâ­tıl/ geçersizdir. Zira hem daha önce ifade edilen âlimlerin görüş birliğine, hem de bu konuda varid olan sahih ha­dislere aykırıdır. Bu hadislerden birisi şöy­ledir: Buhârî ve Müslim’in müminlerin emiri Hattâb’ın oğlu Ömer radiyallâhu anh’dan ri­vayet ettiğine göre Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Kim yemin eder de ‘Lât’a yemin olsun, Uzzâ’ya yemin olsun’ derse, derhal “la ilahe illallah’ desin.”

Peygamberin, ke­lime-i tevhidin söylenmesini emretmesi gerekçesi şudur ki Allah’tan başkasına yemin eden kimse bir çeşit şirk/ortak koşma durumundadır. Böyle yemin eden, bu yaptığının kefareti olmak üzere, sıdk ve ihlâsla kelime-i tevhidi söylemeli­dir.

Tirmizî ve Hâkim’in sahih bir senetle rivâyet ettiklerine göre Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle bu­yurmuştur:

 “Allah’tan başkasına yemin eden, kesinlikle şirk koşmuş, kâfir olmuş­tur.”

Ebû Dâvûd’un, Bureyde b. Hasib’in hadisinden tahriç ettiğine göre Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’e şöyle buyurmuştur:

“Emanete yemin eden bizden değildir.”

Ebû Hureyre radiyallâhu anh’nın rivâyet ettiğine göre Allah’ın Rasûlü şöyle bu­yurmuştur:

“Babalarınıza ve analarınıza yemin etmeyin. Allah’a eş tutulan biri­lerine de yemin etmeyin.Allah adına ise ancak doğru olarak yemin edin.”[19]

Allah’tan başkasına yemin etmenin haram olduğu hususunda icma/görüş birliği bulunduğunu söyleyenlerden biri de İmâm Ebû Ömer b. Abdilberr en-Nemrî rahmetullâhi aleyh’dir.

Bazı ilim adamları Allah’tan başka­sına yemin etmenin, herhangi bir kayıt olmaksızın “mekruh” olduğunu söyle­mişlerdir. Bu rivâyeti, kerahetin “ha­rama yakın mekruh” olarak değerlen­dirmek vaciptir. Bu konudaki nassların işletilmesi ve ilim adamları hakkında hüsnü zan etmek bunu gerektirir.

Allah’tan başkasına yemin etmenin hükmü konusunda toleranslı davranan bazı ilim adamları Müslim’de ki şu riva­yeti gerekçe olarak ileri sürmüşlerdir. Bu rivâyete göre, Peygambere İslam’ın şartlarını soran kimse hakkında: “Baba­sına yemin olsun ki, eğer doğruluktan ayrılmazsa kurtuldu” buyurmuştur.

İleri sürülen bu görüş ve gerekçeye şu cevaplar verilmiştir:

a) Bu rivâyet kabul görmeyen/şâz bir rivâyettir.Aynı zamanda sahih ha­dislere aykırıdır. Böyle bir delile bağ­lanmak/tutunmak câiz değildir. Alim­lere göre şâz rivâyetin hükmü budur. Zaten şâz hadis, tek râvinin, güve­nilir bir râvi topluluğuna ters düştüğü ri­vâyettir.

b) İhtimaldir ki bu rivâyetteki “ba­basına yemin olsun ki” ifadesi, İbn Abdilberr’in dediği gibi yanlış aktarıl­mıştır. Rivâyetin aslı “Allah’a yemin ol­sun ki kurtuldu” şeklindedir. Ya bazı râviler veya hadisi yazanlar yanlış ak­tarmışlardır.

c) Bir diğer ihtimale göre Peygam­ber -sallallahu aleyhi ve sellem- “babasına yemin olsun ki…” sözünü, Allah’tan başkasına yemin etmeyi yasaklan­mazdan önce söylemiştir. Durum ne olursa olsun, bu rivâyet kabul görme­yen/şâz, ferdî bir rivâyettir. Allah’a ve ahiret gününe inanan bir kimsenin bu rivâyete tutunması (ve onu delil olarak ileri sürmesi) câiz değildir. Bu rivâyet, Allah’tan başkasına yemin etmenin haram olduğunu ve bunun haram olan şirkten/ortak koşmadan olduğunu açık bir şekilde gösteren sahih hadis­lere aykırıdır.

Nesâî sahih bir senetle rivâyet etti­ğine göre Sa’d b. Ebî Vakkas (bir kere­sinde) Lât ve Uzzâ’ya yemin etmişti. Bu yeminin hükmünün ne olduğunu Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’e so­runca Allah’ın Rasûlü şöyle buyurdu:(Ey Sa’d!) ‘la ilahe illallahu vahdehu la şerike leh. Lehu’l-mulku ve lehu’l-hamdu ve huve âla kulli şey’in kadîr’[20] de. Sonra sol tarafına üç defa üfle. Ko­vulmuş şeytandan Allah’a sığın ve bir daha (yaptığına) dönme!” buyurdu. Hadisin lafzı Allah’tan başkasına yemin etmenin şiddetle haram olduğunu, bunun şirk/or-tak koşma olduğunu ve şeytanın dürtüsünden geldiğini pekiş­tirerek ifade etmektedir. Aynı za­manda hadiste (Allah’tan başkasına yemin edenin) bir daha buna dönme­sinin yasak olduğu açıkça ifade edil­miştir.

Allah’tan bize ve size dininde dürüst olmayı, işinde ve kastında iyi olmayı, bizi ve Müslümanları hevesine uymak­tan korumasını ve şeytanın dürtülerin­den korumayı lutfetmesini dilerim. O yakındır ve işiticidir. Allah sizin ve bizim velimizdir, dostumuzdur. Allah’ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun.

 VASİYET YALANI[21]

Abdulazîz b. Bâz’dan yalan vasiyet­ten haberdar olan Müslümanlara… Allah onları dinleri İslam ile korusun bizi ve onları cahil ve değersiz iftiracıların şerrinden korusun. Amin.

Allah’ın selamı, rahmet ve bereketi üzerinize olsun.

Selamdan sonra derim ki: Peygam­berin türbesinde hizmet gören Şeyh Ahmed isimli birisine nispet edilen bir takım sözlerden haberdar oldum. Baş­lığı şöyledir: Bu sözler peygamberin şerefli hareminin hizmetçisi olan Şeyh Ahmet-’ten “Medine-i Münevvere vasi­yeti”dir. Şeyh Ahmed vasiyetinde diyor ki:

Cuma gecesi uyanık vaziyette Kur’ân okuyordum. Esmâu’l-Husna’yı okuduktan sonra uyumaya hazırlanmış­tım. Âlemlere rahmet olarak Kur’ân âyetleri ve şerefli hükümlerle gönderi­len efendimiz Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-’i gördüm. Bana: Ey Şeyh Ahmed! diyerek seslendi. Buyur ey Al­lah’ın Rasûlü! Ey Allah’ın yarattıklarının en değerlisi dedim. Bunun üzerine şöyle buyurdu: Ben insanların yaptığı çirkin işlerden utanıyorum. Rabbimin ve meleklerin önüne çıkamaz oldum. Zira geçen cumadan bu Cuma gününe kadar 160 bin kişi öldü. Bunların hiçbirisi İslam dini üzere ölmemişti. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sel-lem insanların yaptığı bir takım günahları söyledikten sonra “bu vasiyet onlara Azîz ve Cebbâr olan Allah’tan bir rahmettir” deyip, bazı kı­yâmet alâmetlerini söyleyip şöyle bu­yurdu: Ey Şeyh Ahmed! İnsanlara bu vasiyeti haber ver. Çünkü bu vasiyet “levh-i mahfuz”dan Allah’ın taktir ka­lemiyle nakledilmiştir. Her kim bu vasi­yeti yazar ve bir yerden bir yere; bir şe­hirden bir şehre gönderirse, ona cen­nette bir saray inşa edilecektir. Her kim ki bu vasiyeti yazmaz ve bir yere gön­dermezse kıyamet günü peygamberin şefaatinden mahrum kalacaktır. Kim ki bunu yazarsa, fakir ise zengin olur, borcu varsa, Allah borcunu öder. Gü­nahı varsa bu vasiyetin bereketiyle kendisinin ve ana-babasının günahları bağışlanır. Bu vasiyeti yazmayanın hem dünyada, hem ahirette yüzü kara ola­caktır.

Şeyh Ahmed der ki: Vallahi, vallahi,vallahi bu sözlerim gerçektir.Eğer yalanım varsa dünyadan Müslüman olarak gitmeyeyim. Bu vasiyeti tasdik eden, cehennem azabından kurtulur.Yalan­layan ise kafir olur.Peygambere karşı yalan yere söylenmiş olan vasiyetin özeti budur.Bu yalan vasiyeti defa­larca duyduk. Senelerden beri zaman zaman insanlar arasında yayılmış ve halktan pek çoğu arasında revaç bulmuştur. Bu vasiyetin sözleri arasında çelişki vardır. Bu yalanı uydurana göre peygamberi rüyasında görmüş ve kendisine bu vasiyeti insanlara iletme sorumluluğunu yüklemiş. Son yayınla­nan ve burada yer verdiğimiz şeklinde ise, iftiracı peygamberi uykuda değil, uykuya hazırlanırken görmüş! Bunun manası peygamberi uyanık iken gör­mesi demektir.

Bu iftiracı sözünü ettiği vasiyette pek çok asılsız inançlara yer vermektedir ki hepsi açık seçik yalan ve bâtıldır. Bu yazıda okuyucu uyarıp bu yalanları or­taya koyacağım -inşaallah- geçmiş yıllarda bu konuda uyarıda bulunmuş, insanlara bu vasiyetin yalan ve bâtıl olduğunu açıklamıştım.Bu son şekliyle tekrar yayınlandığını görünce, bu ko­nuda bir şeyler yazmak hususunda tereddüte düştüm. Zira hepsi yalan, asılsız ve cesaretle söylenmiş iftiradan ibarettir. En aşağı derecede basiret ve sağduyuya sahip olan kimseler ara­sında böyle bir şeyin revaç bulacağını, geçerli olacağını sanmıyordum.Ne var ki pek çok kardeşimin bana bildirdiğine göre pek çok insan arasında revaç bulmuş, elden ele dolaşmış, bazı kim­seler bunu tasdik dahi etmiştir. İşte bundan dolayıdır ki benim duru­mumda olan kimselere bu vasiyetin batıl bir şey olup, peygambere yapıl­mış bir iftira olduğunu yazıp anlatmak bir görev olmuştur.Ta ki hiçbir kimse buna aldanıp kanmasın. Bilgisi, imanı ve sağduyusu olan kimse bunu düşün­düğü zaman, yalan ve iftira olduğunu birçok yönden anlar.

Bu vasiyetin kendisine nispet edil­diği Şeyh Ahmed’in bazı yakınlarına bu iftira ve vasiyetin ne olduğunu sorup soruşturdum. Bana verilen ce­vapta bunun Şeyh Ahmed’in adını kullanarak söylenmiş bir yalan oldu­ğunu, kendisinin asla böyle bir şey söylemediğini, Şeyh Ahmed’in bir süre önce ölmüş olduğunu söylediler. Varsayalım ki Şeyh Ahmed veya on­dan yaşça daha büyük birisi böyle bir şeye; peygamberi uykuda veya uya­nıkken gördüğüne ve kendisine bu vasiyeti söylediğine inanmış. Kesin bir şekilde biliyoruz ki böyle bir şey ya­landır veya kendisine bu vasiyeti söyleyen peygamber değil şeytandır. Böyle olmasını gerektiren bir takım sebepler vardır:

1- Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- vefatından sonra görülmez. Câhil ta­savvufçulardan birisi, peygamberi uyanıkken gördüğüne, onun mevlit merasiminde hazır bulunduğuna veya benzeri şeylere inanırsa bu kimse çirkin bir yanlışa düşmüş, kendine göre kar­ma-karışık bir durum olmuş ve büyük bir hataya yuvarlanmıştır. Böyle bir kimse Kur’ân’a, Sünnete ve âlimlerin icmaına/görüş birliğine ters düşmüştür. Çünkü ölüler kabirlerinden dünyada değil, âhiret günü çıkacaklardır.

Nite­kim Kur’ân’da:

“Sonra, muhakkak ki siz, bunun ardından elbet öleceksiniz. Sonra da şüphesiz, sizler kıya­met gününde tekrar diriltilecek­siniz.” (Mü’minûn, 16-17)

buyurulmuştur. Allah bu âyette ölülerin diriltilmesinin kıyamet günü olacağını, bunun dünyada olmayacağını haber vermiştir. Bunun aksini söyleyen apaçık bir şekilde yalan söylemiştir. Bu kimse yanlışa saplanmış, karmaşık bir duruma düşürek selef-i sâlihin bildiği,Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’in ashabının ve onlara güzel bir şekilde uyanların üzerine yetiştikleri gerçeği bilmeyen bir kimse demektir.

2- Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- hayatında da, vefatında da gerçeğe aykırı bir şey söylememiştir. İleride açıklayacağımız üzere birçok yönler­den bu vasiyet onun getirdiği şeriate açık bir biçimde aykırıdır. Peygamber bazen rüyada görülür.Her kim onu şerefli suretiyle görürse gerçekten onu görmüş demektir. Şu kadar ki onu rü­yada gören kişinin imanı, doğruluğu, dindarlığı, emanete riâyeti, gördüğünü tam zap-tetmesi ve adalet özelliği dik­kate alınarak rüyası dikkate alınır. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’in yaşı­yorken söylediği bir hadisi güvenilir, adalet özelliği ve duyduğunu tam zapt eden özellikleri taşımayan bir kimse başkasına aktarırsa, bu hadise güve­nilmez ve delil olarak kabul edilmez. Bu özellikleri taşıyan birisi hadis nakletse fakat kendisinden daha iyi ezberi olan daha çok güvenilir olan birinin nakline ters düşse bu iki ayrı kişi tarafından ge­len rivâyeti birleştirmek mümkün olmaz. Bu iki rivâyetten birisi diğerini yürürlük­ten kaldıran, diğeri yürürlükten kaldırı­lan olarak -şartlarını taşıyorsa- iki rivâye­tin arası bulunur. Bu mümkün değilse ezberi/hafızası daha az ve adalet özel­liği daha aşağı düzeyde olanın rivâyeti kabul edilmez, bir kenara atılır. Artık bu rivâyet kabul görmeyen, uygulan­maz/şâz bir rivâyet olur. (Bu kriterler bir hadisin kabul veya reddinde dikkate alınması gerekli olan bazı şartları içeri­yor.) Hal böyle iken peygamberden bize aktaranın durumu bilinmeyen bu vasiyeti nasıl kabul edeceğiz? Bu kişinin adalet özelliği, emanete riâyeti bilinmi­yor. Bu durumda sözü edilen vasiyette İslam’a ters düşen bir şey olmasa bile dikkate alınmaması, bir kenara atılması en uygun olan haldir. Oysa bu vasiye­tin bâtıl/asılsız olduğunu, peygamber adına uydurulmuş bir yalan olduğunu, Allah’ın izin vermediği bir din ortaya koymaya kalkışan bir şey olduğunu gösteren pek çok belirti vardır.

Pey­gamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bu­yurur ki:

“Benim söylemediğimi benim adıma söyleyen cehennemdeki yerini hazırlasın.”

Bu vasiyeti bir iftira olarak ortaya atan kimse, peygamberin söy­lemediğini söylemiş, onun adına tehli­keli bir yalan söylemiştir. Bunu yapan, peygamberin hadisinde bildirdiği ce­zaya ne kadar layıktır. Bu kişi yaptığın­dan dolayı hemen tevbe edip bu vasi­yeti peygamber adına yalan olarak söylediğini açıklasa, ne kadar gerçekçi bir davranışta bulunmuş olur? Zira in­sanlar arasında asılsız bir şeyi yayıp bunu dine nispet ederse bu kimsenin tevbesi ancak bunu ilan edip açıkla­masıyla kabul edilir. Ta ki insanlar onun yalanından döndüğünü, kendisini ya­lanladığını bilsinler.

Nitekim Kur’ân’da:

“Bu Kitapta açıkça belirttikten sonra indirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti gizleyenler var ya, işte onlara hem Allah lanet eder, hem de bütün lanet edi­ciler lanet eder. Ancak tevbe edip, durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar lanetlenmekten kurtulmuşlardır. Zira ben onları bağışlarım ve ben tevbeleri fazlaca kabul eden ve çok esirgeyenim.” (Ba­kara, 159-160)

Bu âyette Allah açıkça bildirmiştir ki, gerçek olan bir şeyi gizleyen kimsenin tevbesi ancak durumunu düzeltip açık­lamasından sonra kabul edilir. Ayrıca Al­lah kullarına gönderdiği dini mükem­melleştirmiş ve peygamberi Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-’i göndermekte ve ona vahyettiği mükemmel din ile nime­tini tamamlamıştır. Dininin tamamlanma­sından ve açıklanmasından sonradır ki peygamberinin ruhunu almıştır.

Nitekim Yüce Allah:

“Bugün size dininizi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı beğendim.” (Mâide, 3) buyur­muştur.

Bu vasiyet iftirasını atan kimse 14. hicri asırda gelip insanların dinini karıştı­rıp onlara yeni bir din koyarak, ona uyanların cennete gireceğini, uyma­yanların cennetten mahrum kalacak­larını ileri sürmüştür. O iftira ettiği bu va­siyetin Kur’ân’dan daha büyük ve daha faziletli olmasını istemektedir. Zira vasiyetin bir yerinde: “Her kim bu vasi­yeti yazar ve bir yerden bir yere; bir şe­hirden bir şehire gönderirse, ona cen­nette bir saray inşa edilecektir. Her kim ki bu vasiyeti yazmaz ve bir yere gön­dermezse kıyamet günü peygamberin şefaatinden mahrum kalacaktır” de­mektedir. Böyle bir şey, yalanın en çir­kini ve bunu söyleyenin söylediklerinin yalan olduğunun en açık delilidir. Ay­rıca yapılan iftiranın büyüklüğünü ve yalan söylemekteki cesaretini gösterir. Zira Kur’ân’ı yazıp onu bir şehirden di­ğerine gönderse, Kur’ân’daki emir ve yasaklara uymadıkça böyle büyük se­vaba eremez. Bu iftiradan ibaret vasi­yeti yazan ve bir şehirden diğerine gönderen, nasıl böyle bir sevaba eri­yor? Kur’ân-ı Kerim’i yazmayan ve onu bir yerden, diğerine göndermeyen, peygambere inanan ve onun getirdiği dine uyan biri olduktan sonra pey­gamberin şefaatinden mahrum olmaz.

Sadece bu iftira bile bu vasiyetin bâtıl olduğunu göstermeye yeter. Ay­rıca bu iftirayı yayanın yalancı, utan­maz, beyinsiz ve peygamberin getirdiği hidâyetten uzak olduğunu da gösterir. Bundan başka bu vasiyetin asılsız ve yalan olduğunu gösteren şeyler de vardır. Bu iftirayı yapan, vasiyetin doğru olduğuna binlerce defa yemin etse, “eğer doğru söylemiyorsam en büyük azap ve en şiddetli cezalara uğraya­yım” diyerek kendisine beddua etse yine doğru olmaz, yine bu vasiyet sahih olmaz. Bilakis bu vasiyet Allah’a yemin olsun, sonra yine Allah’a yemin olsun ki en büyük bir yalan ve en çirkin bir bâ­tıldır.

Biz Allah’ı ve bulunduğumuz yerde hazır olan melekleri ve bu vasiyet eline ulaşan Müslümanları şahit tutuyoruz ve bu şahitliğimizle Rabbimize kavuşaca­ğımızı ifade ederek diyoruz ki bu vasi­yet yalandır ve peygambere iftiradır. Bu yalanı ortaya atanı Allah perişan et­sin, ona müstehak olduğu gibi mua­mele eylesin.

Daha önce söylediklerimizden başka bu vasiyetin yalan ve batıl oldu­ğunu gösteren hususlar vardır.

Şöyle ki:

1- Vasiyetin bir yerinde: “… geçen cumadan, bu Cuma gününe kadar 160 bin kişi öldü. Bunların hiçbirisi İslam dini üzere ölmemişti.” Böyle bir konu gayb bilgisini ilgilendirir. Peygamber vefat ettikten sonra vahy kesilmiştir. Hem o yaşıyorken bile gaybı bilmi­yordu. Vefat ettikten sonra nasıl bilsin?

Nitekim Yüce Allah:

“De ki: Ben size ‘Allah’ın hazi­neleri yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem.” (En’âm, 50)

Ve

“De ki: Göklerde ve yerde Al­lah’tan başka gaybı kimse bil­mez.” (Neml, 65) buyurmuştur.

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'den rivâyet edilen sahih hadiste şöyle buyuruluyor:

“Kıyamet günü birtakım adamlar havz(-ı kever)imden uzaklaştırılır. Ben: Ya Rabbi! Arkadaşlarım, arkadaşlarım! derim. Bunun üzerine şöyle denilir: On­lar senden sonra neler çıkar(ıp neler yap)dılar bilmezsin. Ben de bunun üze­rine salih bir kul (olan İsa peygamber)in dediğini derim.

 “İçlerinde bulunduğum müd­detçe onlar üzerinde kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerinde gözetleyici yalnız sen oldun. Sen hakkıyla her şeyi görensin.” (Mâide, 117)

2- Bu vasiyetin asılsız ve yalan oldu­ğunu gösteren hususlardan biri de şu­dur ki vasiyetin bir yerinde “kim bunu yazarsa fakir ise zengin olur, borcu varsa Allah borcunu öder, günahı varsa bu vasiyetin bereketiyle kendisi­nin ve ana-babasının günahları bağış­lanır” denmektedir. Bu ifade, vasiyetin en büyük yalan ve iftiracısının yalancı olduğuna en açık delillerden biridir. Çünkü burada söylenen üç husus Kur’ân’ı yazmakla elde edilmez. Bu bâ­tıl vasiyeti yazan bunları nasıl elde et­sin? Bunu uyduran pis herifin yegâne is­teği insanların kafasını karıştırmak ve vasiyet diye ortaya attığı sahte fazilet­lere takılıp, Allah’ın kulları için bildirdiği; zengin olmak, borcun ödenmesi ve günahların affı için gerekli olduğunu bildirdiği sebepleri insanlara terk ettir­mektir. Perişanlığa, heva ve hevese ve şeytana götüren sebeplerden Allah’a sığınırız.

3- Bu vasiyetin asılsız ve yalan oldu­ğunu gösteren hususlardan biri de şu­dur ki, vasiyetin bir yerinde: “Bu vasiyeti yazmayanın hem dünyada, hem ahirette yüzü kara olacaktır” denmek­tedir. Bu ifade de önceki gibi bu vasi­yetin bâtıl olup, iftiracısının yalancılığını ortaya koyan en açık delillerden biridir. Peygamberden 14 asır sonra gelen meçhul birisinin böyle bir şeyi yazıp peygambere iftirasını sağlıklı bir akla sahip olan kimse nasıl kabul edebilir? Ki vasiyetin sahibi onu yazmayanın dün­yada ve ahirette yüzünün kara olaca­ğını, yazanın fakirse zengin olacağını, birikmiş borçlarından kurtulacağını ileri sürüyor. Hâşâ! Bu büyük bir iftiradır. Re­alite ve deliller bu söylenen iftiranın yalan olduğuna, söyleyenin Allah’a karşı cesurca bir şey yaptığına Al­lah’tan ve insanlardan utanmasının pek az olduğuna tanıktır. Pek çok halk bu vasiyeti yazmadığı halde yüzleri kararmamış, sayısını ancak Allah’ın bil­diği kadar bir sürü insan bunu yazdığı halde borçları hala ödenmemiş fakir halde bulunuyorlar. Kalplerin sapma­sından ve günaha girmekten Allah’a sığınırız. Bu vasiyette anlatılan özellikler ve söz edilen mükâfatlar Allah’ın di­ninde, tüm kitapların en faziletlisi ol­duğu halde Kur’ân’ı yazan kimse için bile sözkonusu değildir. İçerisinde küfür cümleleri, yalan ve asılsız şeyler bulu­nan vasiyeti yazana nasıl bu mükâfat­lar verilir? Subhânallah! Sen ne yücesin ki Allah’ım, sana karşı yalan söyleyene bile hilim özelliğinle muamele ediyor, hemen cezalandırmıyorsun.

4- Bu vasiyetin asılsız ve apaçık bir yalan olduğunun delili şudur ki, vasiye­tin bir yerinde: “Bu vasiyeti tasdik eden, cehennem azabından kurtulur, kim onu yalanlarsa kafir olur” diyor. Bu da daha öncekiler gibi bu vasiyetin Al­lah’a karşı yalan söylemede ki cüretin büyüklüğünü ve çirkin bir bâtıl oldu­ğunu gösterir. İftiracı bütün insanları if­tirasını tasdike davet edip, onların böylece cehennem azabından kutrulacaklarına, yalanlayanın ise kafir olacağına inanıyor. Allah’a andolsun ki bu süper yalancı Allah’a en büyük bir ifti­rada bulunmuştur. Bir de “kim onu ya­lanlarsa…” diyor. Bu bile vasiyetin bâtıl, yalan iftira olup, doğrulukla hiç ilgisi bulunmadığını gösterir. Biz, Allah’ı şahit tutarız ki bu vasiyet yalan, iftiracısı sü­per yalancıdır. Bu yaptığıyla insanlara Allah’ın izin vermediği bir din yolu gös­terip, mevcut dinlerine ondan olma­yan bir şey sokmak istemektedir. Oysa Allah bu ümmetin dinini bu iftiradan ondört asır önce tamamlamış ve ikmâl etmiştir.

Aziz kardeşler ve ey okuyucu! Uya­nın ve dikkatli olup bunu ve benzeri if­tiraları tasdik etmekten sakının. Zira hak olan bir şey üzerinde öyle bir nur olur ki, hakkı arayan o nur ile aydınlanır, karışık gelmez.O halde hakikati deliliyle ara­yınız. Cevabını bulamadığınız bir müş­külünüz olursa, bir bilenden sorunuz. Yalancıların yeminine aldanmayınız. Vaktiyle iblis de babanız Âdem’e, ananız Havva’ya yemin ederek onlara nasihat etmek istediğini söylemişti. Oysa İblis, hainlerin en büyüğü, yalan­cıların en yalancısı idi.

Nitekim onun bu aldatmacasını Allah A’râf suresinde şöyle haber veriyor:

“… Ve onlara ‘ben gerçekten size öğüt verenlerdenim’ diye yemin etti.” (A’râf, 21)

Bu iftiracılardan ve yolundan giden-lerden sakının. Onların nice yalan ye-minleri ve aldatıcı söz vermeleri, sapıt-mak ve aldatmak için nice süslü sözleri vardır. Allah beni, sizleri ve diğer Müs­lümanları şeytanların şerrinden, sapık­ların fitnesinden ve aldatıcıların aldat­masından korusun. Onlar Allah’ın nu­runu ağızlarıyla söndürmek, insanların dinini karıştırmak istiyorlar. Allah’ın düşmanı durumunda olan şeytanlar, şeytanın yolunu izleyen kafirler ve inkârcılar hoşlanmasalar da Allah nurunu tamamlayacak, dinine yardım edecektir.

Bu iftiracının ileri sürdüğü birtakım kötülüklerin ortaya çıkmasına gelince: Bunlar gerçektir. Kur’ân-ı Kerim ve ha­dis-i şerifler bu kötülükleri bildirmiş ve sakındırmıştır. Zaten bu iki kaynakta hem hidâyet, hem yeterli bilgi vardır. Allah’tan müslümanların hallerini düzeltmesini, onlara Hakka uymalarını lutfetmesini, hak üzere dosdoğru olmalarını ve diğer günahlarından tevbe etmelerini müyesser kılmasını dileriz. O tövbeleri kabul eden ve kullarına merhamet edendir. O’nun gücü her şeye ye­ter.

Bu vasiyette geçen kıyamet alâmet-lerine gelince: Peygamber bunları hadislerinde bildirmiş, Kur’ân’da bun­lardan bazılarına işaret etmiştir. Bunları bilmek isteyen hadis kitaplarında ve imanlı âlimlerin kitaplarında bulabilir. İnsanların böyle iftiracıların açıklamala­rına hakkı batıla karıştırarak kafalarını bulandırmalarına ihtiyaçları yoktur.

Allah bize kafidir ve O ne güzel ve­kildir.

Güç ve kuvvet ancak ulu ve yüce Allah’ın sayesindedir.

Alemlerin Rabbine hamdolsun. Al-lah kulu ve peygamberi doğru ve gü­venilir Muhammed’e, kıyamete kadar iyilikte ona uyanlara ve arkadaşlarına salât ve selam eylesin.

 TASAVVUFÇULAR VE TÜRBELER

Soru: Bulunduğumuz yerde türbe­lere (kabirler üzerine yapılmış) kubbe­lere önem veren tasavvuf şeyhleri var. İnsanlar bu kimselerin iyi ve mübarek ki­şiler olduklarına inanmaktadırlar. Eğer bu davranışları meşru değil ise onlara nasihatiniz ne olur? Bu şeyhler halkın çoğunluğu nazarında önder kimseler­dir. Bir cevap lutfeder misiniz? Allah sizi bereketlendirsin.

Cevap: Bu soruya Abdulaziz b. Bâz’ın cevabı şöyle olmuştur: Tasavvuf erbabı olsun olmasın ilim ehli insanlara nasihatımız şudur: Kur’ân ve hadisin gösterdiğini alsınlar ve bunu insanlara öğretsinler. Kur’ân ve hadise aykırı olan hususlarda kendilerinden öncekilere uymaktan insanları sakındırsınlar. Din, şeyhlere ve başkalarına uymak değil­dir. Din, ancak Allah’ın kitabından ve Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-’in sünnet (hadisler)inden, sahâbe ve on­lara uyan ilim ehlinin icma/görüş birliği ettikleri meselelerden alınır. İşte dinin alınma/öğrenilme yolu budur. Yoksa din taklit yoluyla falandan, filandan alınıp öğrenilmez.

Peygamberden sahih olarak rivâyet edilen sahih hadislerle sabittir ki kabirler üzerine bina yapmak, mescit edinmek ve kubbeler yaptırmak veya başka bir bina yaptırmak câiz değildir. Bunların hepsi Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’den gelen nasslarla/ hadislerle haram kılınmış şeylerdir.

Buhârî ve Müslim’de Âişe radiyallâhu anhâ ’dan rivâ­yet edilen bir hadiste Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle bu­yurmuştur:

“Allah, Yahudilere ve Hıristi­yanlara lânet etsin! Onlar peygam­berlerinin kabirlerini ibadet yeri haline getirdiler.”

Âişe diyor ki: Peygamber -sallallAhu aleyhi ve sellem- (bu hadisiyle) onla­rın yaptığından (Müslümanları) sakındırı­yordu.

Yine Buhârî ve Müslim’de Ümmü Ha­bibe ve Ümmü Seleme’nin Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’e Habeşistan’da bir kilise gördüklerini, bu kilise içerisinde bir­takım resimlerin bulunduğunu söylediler.Bunun üzerine Allah’ın Rasûlü şöyle bu­yurdu:

“Onlar halkın içinden sâlih/iyi bir adam ölünce kabrinin üzerine ibadet­hane yaptılar ve o (sizin gördüğünüz) re­simleri yaptılar. Onlar, Allah katında yara­tılmışların en şerli olanlarıdır.”

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bu hadisiyle kabirlerin üzerine ibadethane yapanla­rın, yaratılmışların en şerlisi olduğunu ha­ber vermiştir. Kabirlerin olduğu yere re­simler asanlar da böyledir. Zira resimler ortak koşmayı /şirki çağrıştıran şeylerdir. Zira halk bir kabrin üzerinde kubbe yapıl­dığını görünce oraya defnedilmiş bulu­nan kimseyi ululamaya başlar, onlardan yardım ister, adak adamaya, Allah’ın yanısıra ona dua etmeye ve ondan me­det beklemeye başlarlar. Oysa bu dav­ranış büyük şirktir.

Müslim’in Sahîh’inde yer verdiği Cündeb b. Abdullah’ın, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’den naklettiği ha­dis şöyledir:

“Allah İbrahim peygamberi dost edindiği gibi beni de dost edin­miştir. Eğer ben ümmetimden bir dost edinecek olsaydım, mutlaka Ebû Bekr’i dost edinirdim. Dikkat edin! Sizden ev­vel geçenler peygamberlerinin ve salih/ hayırlı kimselerin kabirlerini ibadet yeri edindiler. Dikkat edin! Siz kabirleri ibadet yeri edinmeyiniz. Ben size bunu yasaklıyorum.”

Bu hadis-i şerif Ebû Bekir es-Sıddîk’in faziletini ifade etmektedir. Nitekim o, sahabenin en hayırlısı ve en faziletlisidir. Hadiste ifade edildiği üzere eğer Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- için dost edinmesi câiz olsaydı, onu dost edi­nirdi. Allah ondan razı olsun. Lakin Yüce Allah, peygamberinin birisini dost edinmesini men etmiştir. Ta ki sevgi besleyeceği varlık sadece Allah olsun. Zira dostluk sevginin en yüksek merte­besidir. Bu hadis-i şerif ayrıca kabirlerin üzerine bina yapılmasını ve ibadet yeri yapılmasını ve bunu yapanın kötü bir şey yapmış olduğunu üç cihetle ifade etmektedir.

1- Bunu yapanı Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- kötülemiştir.

2- Hadiste: “Kabirleri ibadet yeri edinmeyin” buyurulmuştur.

3- Yine hadiste: “Ben size bunu ya­saklıyorum” denmiştir. Bu üç noktadan dolayı kabirler üzerine bina yapmaktan Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- sakındırmıştır.

Nitekim hadisteki: “Dikkat edin! Sizden evvel geçenler peygam­ber-lerinin ve sâlih/hayırlı kimselerin ka­bir-lerini ibadet yeri edindiler. Dikkat edin! Kabirleri ibadet yeri edinmeyin” ifadesi de bunu gösteriyor. Yani: “On­ları örnek alıp, onlara uymayın. Ben size bunu yasaklıyorum.” Bu ifadeler kabir­ler üzerine bina yapıp oraları ibadet yeri edinmekten açık bir sakındırmadır. Bunun hikmeti alimlerin dediği gibi, bü­yük şirke, kabirdeki kişiye ibadet et­meye; dua, adak, kurban, yardım ve medet dileme gibi hususlara yol aç­ması, sebep olmasıdır. Nitekim Mısır’da Seyyîd Bedevî, Hüseyin, Seyyîde, Nefise, Zeynep ve diğer kabirlerde yapı­lanlar böyledir. Su-dan’da pek çok ka­birde ve başka ülkelerde de benzeri hareketler vardır.Hatta bazı câhil ha­cılar Peygamber’in Medine’deki kabrinde, Bakî kabristanlığında ve Mekke’de Hatice’nin kabrinde ve di­ğer kabirlerde benzeri şeyleri yapmak­tadırlar. Bu câhil kimseler uyarılmaya, açıklamaya ve âlimlerin ilgisine muh­taçtır. Bu itibarla ister tasavvuf men­subu olsun, ister olmasın bütün din alimlerine Allah korkusu ile hareket ederek Allah’ın kullarına öğüt vererek, dinlerini onlara öğretmeleri, kabirler üzerine kubbeler yapıp oraları ibadet­hane haline getirmekten sakındırma­ları, ölülere dua edip,onlardan yardım ve medet ummaktan kaçındırmaları vaciptir. Dua sadece Allah’a yapılan bir ibadettir.

Çünkü Yüce Allah :

“… O halde Allah ile birlikte kim­seye yalvarmayın.” (Cin, 18)

Ve

“Allah’ı bırakıp da sana fayda ya da zarar vermeyecek şey­lere tapma. Eğer bunu yaparsan mutlaka zalimlerden olursun.” (Yunus, 106) buyurmuştur.

Âyetteki “zalimlerden olursun”un manası “müşriklerden olursun” demektir.

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- de: “Duâ ibadetin ta kendisidir”

Ve: “İstediğin zaman Allah’tan iste. Yardım is­tediğinde dahi Allah’tan yardım iste” buyurmuştur.

 Ölen kimsenin insanlarla ve bir iş görmekle ilgisi kesilir. Ölen kişi kendisine başkalarının dua etmesine ve merhamete nail olmasını dilemesine muhtaçtır. Böyle birine Allah’ı bırakıp dua edilmez. Zaten ölünün buna ihti­yacı yoktur.

Nitekim Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Âdemoğlu vefat ettiği zaman ameli sona erer. Ancak üç kimse böyle değildir. Devamlılık özelliği olan bir ha­yır yapan, faydalanılan bir ilim bırakan ve kendisine dua eden bir çocuğu olan kimse.”

Peki, durumu böyle olan birine Allah’ı bırakıp bunlara dua edil­mez, bunlardan yardım istenmez. Ka­birdekiler -ister peygamber, isterse sâlih kimseler olsun- melekler ve cinler de böyledir. Bir taraftan Allah’a; Allah ile birlikte de bunlara dua edilmez. Nite­kim Yüce Allah:

“… ve size ‘melekleri ve pey­gamberleri ilâhlar edinin’ diye emretmez. Siz Müslüman olduk­tan sonra, hiç size kafirliği emre­der mi?” (Âl-i İmran, 80)

buyurmuştur. Âyet-i kerimede melekleri ve peygamberleri kendilerine dua ederek ve yardım dileyerek Rab edin­menin küfür olduğu bildirilmiştir. Kemâl sıfatlara sahip eksik sıfatlardan beri olan Yüce Allah böyle bir şeyi emret­mez.

Müslim’in Câbir radiyallâhu anh’dan ri­vâyet ettiği hadiste:

“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- kabirleri kireçle (boya)mayı yasakladı. Kabirler üzerine oturmayı ve üzerlerine bina yapmayı da yasakladı” buyurulmuştur.

Zira böyle yapmak, şirke yol açar. Kabir üzerine bina yapmak, kabre örtüler örtmek, kireç (vesaire ile boyama iş­lemi yap)mak, kabir üzerine kubbeler yapmak; oraya saygı göstermeye, ka­birde bulunan kişiye dua edip istekte bulunmaya ve taşkın hareketler yap­maya yol açar. Kabir üzerine oturmak meselesine gelince, kabir üzerine oturmak kabri ve altındaki yatanı de­ğersiz saymaktır. Bu itibarla kabir üze­rine oturmak câiz değildir. Kabre def­nedilmiş olan kimse saygındır, üzerine oturarak küçümsenmez, üzerine basıl­maz ve kabre dayanılmaz. Kabir üze­rine su dökme (idrar) ve dışkı yapılmaz. Müslümana saygıdan dolayı bunların yapılması yasaktır.Müslümanın dirisi de, ölüsü de saygı değerdir. Kabri çiğnen­mez, kemikleri kırılmaz, kabri üzerine oturulmaz. Üzerine idrar yapılmadığı gibi üzerine çerçöp de dökülmez. Bunların hepsi yasaklanmıştır. Müslü­man bir ölü değersiz sayılıp, bunlar ya­pılmaz aynı zamanda aşırı giderek Al­lah’ı bırakıp ölüye tapınma da yapıl­maz. Demek oluyor ki İslam dini orta bir hükümle kabirlere saygısızlık yapılma­masını, kabirde medfun bulunan ölü için duâ, hatalarının bağışlanması ve Allah’ın rahmetine ermesini istenmeyi salık vermiş, onlara dua ve istiğfar et­mek için ziyaret edilmesini istemiş, ka­birdeki ölülere üzerlerine oturmak, pis­lik, idrar vs. ile onlara eziyet edilmesini yasaklamıştır. Bundan dolayıdır ki, sahih bir hadiste Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğu rivâyet edil­miştir:

“Kabirlerin üzerine oturmayın. Ka­birlere doğru (kıble gibi yönelerek) namaz kılmayın. Demek oluyor ki kabir üzerine oturulmaz ama kıble gibi kabre yönelerek namaz da kılınmaz. Mü­kemmel ve büyük şeriat, Allah’ı bıra­karak dua edip, adakta bulunup yar­dım istemek gibi kabirde ki ölü hak­kında taşkınlığı haram kılmakla, kabirde ki ölüyü hiçe sayarak üzerine oturmak, basmak, dayanmak, üzerine pislik at­mak gibi hareketlerle eziyet etmenin yasak olmasını öngörerek bu iki hare­ketin ortasını öğütlemiştir. Hakkın ne ol­duğunu öğrenmek isteyen Müslüman kimse buradan hareketle bilir ki İslâmi­yet orta yolu tutan bir dindir. Ölüye karşı yapılması gereken hareket itiba­riyle şirk koşulmayacağı gibi, ölüye ezi­yet ve saygısızlık da yapılmaz. Kabirde ki ölü peygamber veya salih bir kimse de olsa kabri ziyaret edildiğinde ona selam verilir, kendisi için dua ve istiğfar edilir. Fakat Allah’ı bırakıp ona dua edilmez. Ziyaret sırasında: “Ey efendim! Medet, medet” veya “bana yardım et” yahut “hastama şifa ver” veya “fi­lan işte bana yardım et” denmez. Böyle şeyler Allah’tan istenir. Bunlar yapılmadığı gibi (daha önce söyledi­ğimiz üzere) kabir üzerine çerçöp ko­yarak, üzerine basıp çiğneyerek ölüye saygısızlık da yapılmaz.

Yaşamakta olan bir kimseden yar­dım isteyip, yardım almakta bir sakınca yoktur. Zira dini bakımdan câiz olan bir sebebi yerine getirerek yaşayan kim­senin bir başkasına bir şeylerle yar­dımda bulunması sözkonusudur.

Nite­kim Yüce Allah:

“Kendi tarafından olanı, düş­mana karşı ondan yardım is­tedi.” Kasas, 15)

buyuruyor. Bu âyette Musa peygam­berin bir olayından söz edilmektedir. Burada Musa peygamber kendisinden yardım istenilen yaşayan birisidir. Kavga eden iki kişiden biri olan israilli, düşmanı olan Kıptî’ye karşı ondan yar­dım istemiştir. İnsan tarlada ev inşa ve onarımında, araba onarımında ve başka şeylerde ihtiyaçlarının gideril­mesi hususunda, insanın gücü yettiği ve duyu organlarıyla algılanabilen yardımları din kardeşinden, akrabala­rından ister ve böylece insanlar yar­dımlaşırlar. Hatta telefon, telgraf, faks yoluyla yardımlaşarak da güç yeten meselelerde yardım isteme olur. Bunda bir sakınca yoktur. Lakin yardım isteni­len husus ibadet içeren bir şeyse bu di­riden de, ölüden de istenmez. Yaşayan veya ölmüş bir kimseye “hastalığıma şifa ver” veya “kaybolan şeyimi geri getir” denmez. İstekte bulunulan kim­sede bunu yapacak bir sır olduğuna itikât edileceği için böyle bir şey olmaz. “Düşmanımıza karşı bize yardım et” de denmez. Bunun gerekçesi de aynen az önceki mesele gibidir. Lakin yaşa­makta olan bir kimseden yapmaya gücünün yettiği ve duyu organları ile algılanabilen silah, borç para istemek gibi bir yardım istemekte bir sakınca yoktur.

Bir kimsenin doktora giderek ondan (kendisini tedavi edecek) ilaç istemesi de böyledir. Fakat doktor da bir sır olup bu sırra itikat ederek “bana şifa ver” demesi -ki tasavvufçularda böyle bir sırra inanarak şifa istemek meşhurdur- işte bu küfürdür. Çünkü insan bu kai­nata söz geçirip dilediğine şifa verme gücüne sahip değildir. İnsanın ancak duyu organlarıyla algılanabilen şeylere gücü yeter. Nitekim doktor da bu du­rumda olan ilaçlarda söz sahibidir.

Duyu organlarıyla algılanabilen me­selelerde yaşamakta olan ve gücü ye­ten kimse de doktor gibidir. Bir kimseye, onunla birlikte olarak bedenen yardım eder, ödünç para verir veya bina ya­pımında bir yardımda bulunur yahut araba için bir yedek parça verir yahut yardım istemesi sözkonusu olan birisine aracı olarak yardım etmesini sağlar. Bütün bunlar duyu organlarıyla algıla­nan şeylerdir ve bunlarda bir sakınca yoktur. Bunlar ölüye tapınmak ve ölü­den yardım istemek gibi değildir.

Pek çok şirk propagandacısı (ölüler için yapılanları) bu söylediklerimize benzetmektedir. Oysa bizim söyledikle­rimiz apaçık şeylerdir. Ancak insanların en cahiline benzeşme yoluyla bunları birbirine karıştırmak sözkonusu olabilir. Yaşamakta olan kimselerle yardımlaş­mak bilinen şartlarıyla câiz olan bir şeydir. Ölülerden istekte bulunup, on­lardan yardım istemek ve onlara adak adamak ise yasaklanmıştır ve bilinmek­tedir ki ilim erbabınca bunlar şirktir. Bu konuda ilim ehli arasında görüş birliği vardır. Sahabe ve onlardan sonra ge­len ilim iman ve basiret erbabı ara­sında tartışma yoktur. Kabirler üzerine bina yapıp oraları ibadet yeri edinmek ve kubbeler yapmak kötü bir şeydir ve İslam şeriatınca yasaklanmış bir şey ol­duğu ilim erbabınca bilinen bir şeydir. Bu konuda alimler için bir karmaşa söz konusu değildir.

O halde bir kere daha ifade edelim ki ilim adamlarının üzerine farz olan görev nerede olursa olsunlar, Allah korkusuyla davranıp, Allah’ın kullarına nasihat etmeleri ve onlara Allah’ın di­nini öğretmeleridir. Bunu yaparken fa­lan veya filan kimseye şirin görünme gayreti içinde olmamalı, başkana da, büyüğe de, küçüğe de (gerekeni) öğretmeli, herkesi Allah’ın haram kıldığı şeylerden sakındırmalı ve onları Allah’ın şeriatı olan dinine yönlendirmelidir. Alimler bu görevi yerine getirirken sözlü, yazılı, kitap yazmak, toplantılarda ko­nuşmak, telefon, faks, teleks gibi var olan her araçtan yardım alarak Al­lah’ın yoluna davet ve Allah’ın kulla­rına nasihat vazifesini yerine getirmeli­dirler. Herkes için Allah’tan hidâyet di­leriz. Güç ve kuvvet ancak Allah’ın sa­yesindedir.

 FALCILIĞIN HÜKMÜ NEDİR?

İlmî araştırmalar ve fetva daimi ko­misyonuna şöyle bir soru gelmiştir:

Bazı gazete ve dergilerde oğlak burcu, boğa burcu, ikizler burcu ve diğer burçlardan söz eden bir bölüm bulun­maktadır. Bu bölümde her bir burçtan söz ederken:“Bu burçta doğanlar de­vamlı sevimsizdirler.Mizaçları devamlı değişkendir. Bunun sebebi -dergide söylendiğine göre- uzaydaki seyyareler arasındaki çelişkiden dolayı neredeyse birbirine çarpacak durumda olmasıy­mış!” gibi şeyler söylenmektedir. Bu ya­yınlardan birisi sorunun ekinde sunul­muştur. Müslüman gençler bu tür burç bilgilerini izlemektedir. Bu durum hak­kındaki dinin hükmünün ne olduğunu açıklamanızı umarız. Müslümanlara ve bu dergi ve gazeteleri çıkaranlara bir nasihatiniz var mı?

Komisyon 17727 sayılı kararında bu soruya şöyle cevap vermiştir: Soruda sözü edilen şey, uğur, uğursuzluk, baht ve bahtsızlık üzerine kurulmuş falcıların ilgi duydukları bir konudan ibarettir. Bu, cahiliye dönemi düşüncesi ve inancıdır. Dini yönden haramdır. Falcı­lıkla meşgul olmak, falcıya başvurmak ve bunların yayımını yapmak câiz de­ğildir.Özellikle gazetelerde yayım­lanması sapıklığı ve müslümanların inancını fazlasıyla bozmaktadır.Bunu yapanların söyledikleri geleceği bil­mek iddiasını taşır. Oysa bu aziz ve celil olan Allah’a mahsus özellikler­dendir.

Aşağıdaki âyetler bunu ifade etmektedir.

“De ki: Göklerde ve yerde Al­lah’tan başka kimse gaybı bil­mez. Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.” (Neml, 65)

“Gaybın anahtarları Allah’ın ya­nındadır. Onun için gaybı ancak O bilir. O, karada ve denizde ne varsa hepsini bilir. O’nun bilgisi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” (En’âm, 59)

Allah Teâlâ, peygamberi Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-’in diliyle gaybı bilmek iddiasının mümkün olmadığını şöyle bildirmektedir:

“De ki: Ben size ‘Allah’ın hazi­neleri yanımdadır’ demiyorum. Gaybı da bilmem. Size ‘ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben, bana vahyolunan (Kur’an)’dan başkasına uymam. De ki: Körle gören bir olur mu? Siz hiç dü­şünmez misiniz?” (En’âm, 50)

“Ben size ‘Allah’ın hazineleri be­nim yanımdadır’ demiyorum. Gaybı da bilmem. ‘Ben bir me­leğim’ de demiyorum. Sizin gözlerinizin hor gördüğü kimse­ler için, ‘Allah onlara asla bir hayır vermeyecektir’ diyemem. Onların kalplerinde olanı, Allah daha iyi bilir. Onları kovduğum taktirde ben gerçekten zalim­lerden olurum.” (Hud, 31)

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-:

“Her kim yıldızlardan bir bölüm ilim almışsa, kesinlikle büyücülükten bilgi edinmiş demektir. Çokça bilgi alanın büyücülüğü fazladır” buyurmuştur.

Bu konuda âyet ve hadisler çoktur. Fal ve büyü konusundaki hüküm müslüman-ların görüş birliği/icma et­tikleri bir hükümdür. Bunun haram ol­duğu dini delillerle bilinen bir şeydir. Bu itibarla kendisine ve ümme­tine iyiyi öğütleyen her müslümanın in­sanların aklı ile oynayan, inançlarını oyuncak haline getiren bu tür şeyler­den uzaklaşması, hem kendisi, hem ümmeti hakkında Allah’tan korkması ve bu gibi sapıklıkları onlar arasında yaymaması gerekir. Yöneticilerin -Al­lah onları muvaffak etsin- bu tür ya­yınlara engel olup, yayınlayanları dini bakımdan uygun bir şekilde cezalan­dırmaları gerekir. Muvaffakiyet Al­lah’tandır.

Allah, peygamberimiz Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-’e ve onun arka­daşlarına ve ailesine salât ve selam eylesin.

İlmi Araştırmalar ve Fetva Daimi Komisyonu

Başkan:

Abdulaziz b. Abdullah Bâz

Üye:

Abdullah b. Ğudeyyân

 ŞABAN AYININ YARISINDA BE­RAT GECESİNİ KUTLAMANIN HÜKMÜ[22]

Dinimizi bizim için mükemmelleştirip nimetini tamamlayan Allah’a hamdol­sun. Rahmet ve tevbe peygamberi olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-’e salât ve selam olsun.

Hamd ve salât-u selamdan sonra derim ki:

Allah buyuruyor:

“Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı beğendim.” (Maide, 3)

“Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri dini şeriat kılan ortakları mı var?” (Şûrâ, 21)

Buhârî ve Müslim’de Âişe radiyallâhu anhâ’dan rivâ­yet edilen hadiste Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyuruyor:

“Kim ki şu bizim işimiz (olan dinimiz)de ondan ol­madığı halde yeni bir şey çıkarırsa, o şey reddedilmiştir.”

Müslim’in Sahîh’inde yer alan bir hadiste hadisin râvisi Câbir diyor ki:

"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Cuma hutbesinde şöyle buyurdu: “Şüphesiz sözlerin en hayırlısı Muham­med -sallallahu aleyhi ve sellem-’in yoludur. İşlerin en kötüsü sonradan çıkarılanla­rıdır. (Dinde) her sonradan çıkarılan şey sapıklıktır.”

Bu manada âyetler ve hadisler çoktur. Bu âyet ve hadisler açık bir şekilde ifade ediyor ki Yüce Allah, Muhammed ümmetinin dinini mü­kemmelleştirmiş ve nimetini tamam­lamıştır. Bu tamamlama ve mükem­melleşme, sözlü ve uygulamalı olarak peygamber tarafından Allah’ın dini ümmete açıklanıp tebliğ etmesinden sonra ve henüz vefat etmeden ger­çekleşmiştir.

Peygamber bu hadisinde açık bir şekilde ifade buyurmuştur ki, kendisin­den sonra söz veya davranış olarak or­taya çıkarılıp İslam dinine nispet edilen her şey bid’attır ve çıkaran kimseye -bunu yaparken iyi niyetle yapmış da olsa- gerisin geriye reddedilmiştir. Pey­gamberin arkadaşları/ashabı ve daha sonra gelen İslam âlimleri meseleyi hakkıyla anlamışlar ve bid’atların kö­tülü-ğünü ortaya koyarak insanları bun­dan sakındırmışlardır.

Nitekim peygamberin sünnetine saygı, bid’atın kötülüğü ve ondan sa­kın-dırılması çizgisinde kitap yazan alimlerin hepsi bu gerçeği ortaya koy­muş-lardır. İbn Vaddah, Tartuşî, Ebû Şâme ve diğerleri gibi.

Bazı insanların çıkardığı bid’atlerden birisi Şaban ayının yarı­sında Berat gecesini kutlamak ve gün­düzden özel olarak oruç tutmak şek­lindeki uygulamadır. Bu konuda itimat edilecek bir delil yoktur. Bu gecenin fa­zileti hakkında zayıf hadisler vardır. Bu hadislere itimat etmek câiz değildir. Bu gecede namaz kılmanın faziletine dair hadislere gelince; bunların hepsi uy­durmadır. Nitekim bu hususta pek çok ilim adamı uyarıda bulunmuştur. Bun­lardan bazılarına ilerde yer vereceğiz.   -İnşaallah-

Bu konuda Şam diyarının ve başka yerlerin bazı selef âlimlerinden birtakım rivâyetler gelmiştir. Lâkin alimlerin ço­ğunluğunun icma/görüş birliği ettiği husus şudur ki Şaban ayının yarısında Berat gecesinin kutlanması bid’attir. Bu gecenin fazileti hakkında rivâyet edilen hadisler zayıftır.Hatta bu hadislerin ba­zısı uydurmadır.Böyle olduğu hakkında Hâfız İbn Receb ve başkaları tenbihte bulunmuştur. İbn Receb’in “Letâifu’l-Meârif” isimli kitabında ifade ettiğine göre “zayıf hadislerle uygulama yapıl­ması, ancak aslı sahih delillerle sabit olan ibadetlerde sözkonusudur.” Şa­ban ayının 15. gecesini kutlamak, sahih bir temele dayanmıyor ki, za­yıf hadislerle desteklensin.

Bu değerli kurala Ebu’l-Abbâs Şeyhu’l-İslâm İbn-i Teymiyye rahmetullâhi aleyh de yer vermiştir.

Kıymetli okuyucu, bu meselede âlimlerin söylediklerini sana aktaraca­ğım. Ta ki elinde açıklığa kavuşmuş bilgi ve belge bulunsun. Âlimler görüş birliği etmişlerdir ki insanların anlaşma halinde olmayıp, tartışma konusu yap­tık-ları meselelerde yapılması gereken şey, meseleyi Azîz ve Celîl olan Allah’ın kitabına ve Allah’ın peygamberinin sünnetine/hadislerine sunmaktır.Bu iki­sinden birinin, mesele hakkında verdiği hüküm mutlaka uyulması gereken hü­kümdür. Fakat mesele bu iki kaynaktan birine ters düşerse, o meselenin terk edilmesi gereklidir. İbadet alanında Kur’ân’da ve hadiste yer almayan bir şeyden söz ediliyorsa, işte bu bid’attir. Durumu böyle olan bir ibadetin yapıl­ması câiz değildir. Nerde kaldı ki böyle bir ibadeti sevimli göstermek için ça­lışmak ve ona davetçi olmak nasıl câiz olsun? (Aşağıdaki âyetler bu meseledeki ana tespiti yapmaktadır):

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine (idarecilere) de itaat edin.” (Nisa, 59)

(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allah’ı se­viyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağış­lasın.” (Âl-i İmran, 31)

“Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksı­zın kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 65)

Bu manada âyetler çoktur. Bu âyetler hakkında anlaşmazlık olan me­selelerin Kur’ân’a ve hadislere arz edilmesi hususunda nass/belgedir. Bu nassa göre Kur’ân ve hadisin hükmüne rıza göstermek de gereklidir. Zira bu imanın gereğidir. Hakkında anlaşmazlık olan meselelerde böyle davranmak hem sonuç olarak en güzel seçenektir, hem de kullar için dünyada ve ahirette en hayırlısıdır.

Hafız İbn Receb “Letaifu’l-Meârif” isimli kitabında daha önce aktarılan sözünden sonra şöyle diyor: “Şaban ayının onbeşinci gecesinde Şam’da yaşayan Halit b. Mi’dan, Mekkûl, Lok­mân b. Amir ve diğerleri gibi tabiûndan bazıları bu geceyi saygı ile karşılarlar ve bu gecede ibadet etmek gayreti içinde olurlardı. İnsanlar, bun­lardan (örnek) alarak bu gecenin fazi­letini ve saygı gösterilmesini benimse­mişlerdir. Hatta şöyle dendiği de olmuş­tur: İnsanlara bu konuda İsrailiyyat rivâyetleri ulaşmış­tır. Çeşitli memleketlerde bu gece hak­kında nakledilenler şöhret bulunca in­sanlar bu mesele hakkında görüş ayrılığına düştüler.Kimisi onlardan geleni kabul etti ve bu geceyi saygı ile karşılamakta onlara uydu.

Basra halkında ibadete düşkünlüğü ile tanınan bir gurup da onlara uymuş­tur. Hicaz âlimlerinden bir çoğunluk bunu kabul etmemiş ve uygun gör­memiştir. Ata, İbn Ebi Muleyke; Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem’in nak­line göre bunlardandır. Medine fakih­lerinden İmâm Mâlik’in arkadaşları ve diğerleri de böyledir. Bunu kabul et­meyenler: “Bu geceyi kutlamak bid’attir” demişlerdir.

Şam âlimleri bu gecenin nasıl geçi­rileceği, geçiriliş tarzı hakkında görüş ayrılığına düşerek iki görüş ileri sürmüş­lerdir: Birinci görüşe göre bu gece, camilerde cemaat halinde değerlen­dirilir.Hâlid b. Mi’dan ve Lokman b. Amir Şaban ayının 15. gecesinde en güzel giysilerini giyer, güzel kokularla tüt­sülenir, gözlerini sürmeler ve bu geceyi camide ibadet ederek geçirirlerdi. İs­hak b. Rahuye de bunların bu görüşle­rine uymuş ve Harb b. el-Kirmanî’nin “Mesâil” isimli kitabında naklettiğine göre: “Bu gece camide cemaat ha­linde ibadet etmek, bid’at değildir” demiştir.

İkinci görüşe göre bu gecede ca­milerde namaz, dua ve bir şeyler an­latmak için toplanmak mekruhtur. İn­sanın tek başına bu gecede namaz kılması mekruh değildir. Şam halkının imamı fıkıh âlimi Evzaî bu görüştedir. İn­şallah (gerçeğe) en yakını budur. İbn Receb bunları ifade ettikten sonra şöyle diyor: Ahmed b. Hanbel’den bu gecede ibadet etmenin müstehap ol­duğuna dair bir şey bilinmiyor. Ancak bir başka meseleden çıkış yapmak su­retiyle bu gece ibadet etmenin müstehap olduğuna dair iki rivâyet vardır. Çıkış noktası olan mesele, bay­ram gecesinde ibadet etmek hak­kında ondan gelen iki rivâyettir ki bu ri­vâyetler şöyledir:

a) Bayram gecesi ibadet etmek müstehap değildir. Zira ne Peygam­berden, ne de ashabından böyle bir rivâyet gelmiştir.

b) Bayram gecesi ibadet etmek müs-tehabtır. Zira Abdurrahman b. Yezid b. Esved’den böyle yaptığı rivâ­yet edilmiştir. O tabiîndendir. Şaban ayının yarısında gece ibadet etmek de böyledir. Fakat peygamberden ve as­habından böyle bir rivâyet gelmemiştir.Bu konuda sabit olan bilgi, Şam fıkıh­çılarının ileri gelenlerinden olan tabiîn­den bir guruptan gelen rivâyetten ibarettir. -İbn Receb’in sözü ve bunu aktarmaktan amaç burada bitiyor.- İbn Receb’in sözünden açık bir şekilde öğreniyoruz ki Şaban ayının yarısında gece ibadet etmek hakkında pey­gamberden ve ashabından bir şey nakledilmemiştir. Fakat Evzâî rahimehullah’ın bu gecede cemaat ol­maksızın ibadet etmenin müstehap olmasını tercih edişine ve İbn Receb’in bu görüşü tercih etmesine gelince: Bu zayıf ve garip bir tercihtir. Zira dinde yeri olduğu dini delillerle ispat edilme­miş bir şeyi Allah’ın dinine sonradan koymak Müslüman için câiz değildir. Bu şey ister tek başına yapılsın, ister ce­maat halinde yapılsın; ister gizli yapılsın, ister açıktan yapılsın hüküm değişmez. Peygamber’in “bir kimse bizim yolu­muzda olmayan bir şey yaparsa, o şey reddedilmiştir” hadisinin genel ifadesi, bid’atlardan sakındıran ve onların kötü bir şey olduğunu bildiren delillerin ge­nel ifadesi bunu gerektirir.

İmâm Ebû Bekir Tartûşî “el-Havâdisu ve’l-Bideu” isimli kitabında şunları söy­lemektedir:

“İbn Vaddah, Zeyd b. Es-lem’in şöyle dediğini bildiriyor: Ho­calarımızdan ve fıkıh âlimlerimizden ye­tiştiklerimizden hiçbiri Şaban ayının yarı­sında geceyi kutlamağa ve Mekhul hadisine ilgi duymazlardı. O gecenin diğer gecelerden üstün olduğu görü­şünü benimsemezlerdi.”

İbn Ebî Muleyke’ye: “Ziyad en-Nem-rî Şabanın yarısı 15. gecesinin kadir gecesi gibi insanların ecir ve sevap ka­zandıkları bir gecedir” diyor denildi­ğinde İbn Ebî Muleyke şöyle demiştir: “Ben onu işitseydim, elimde bastonum olduğu takdirde kendisini döverdim.” Ziyad hikâyeci birisidir.

Allame Şevkâni el-Fevâidu’l-Mec­mua isimli kitabında şöyle der:

“Ali radiyallâhu anh’den rivâyet edilen “Ey Ali! Her kim Şaban ayının yarısı gecesinde her rekatında Fatiha ve Kulhuvallahu… surelerini onar defa okuyarak yüz rekat namaz kılarsa, Allah onun bütün ihtiyaçlarını giderir” hadisi uydurmadır. Bu rivâyetin, böyle bir namazı kılan kimseye verileceğini bildiren sözlerinde, iyiyi kötüden ayıra­cak özelliği bulunan hiçbir kimse uy­durma olduğunda şüphe etmez. Bu ri­vayeti aktaranlar meçhul kimselerdir. Aynı rivâyet ikinci ve üçüncü bir yoldan da rivâyet edilmiştir ki hepsi uydurmadır ve râvileri meçhul kimselerdir.

“Muhtasar” isimli kitabında Şevkâni şöyle der: Şaban ayının yarı gecesinde namaz kılmak ile ilgili hadis bâtıldır. İbn Hibbân’ın, Ali’den rivâyet edilen; “Şa­ban ayının yarısı olunca geceyi iba­detle, gündüzü oruçla geçirin” hadisi zayıftır. “Leâlî” isimli kitapta şöyle de­nilmiştir: “Şaban ayının yarısında on kere ihlâs okuyarak yüz rekat namaz kılmak” hadisi, bunu rivâyet eden Dey-lemî’nin ve diğerlerinin engin fazi­letlerine rağmen uydurmadır. Râvile-rinin çoğunluğu üç yoldan da meçhul ve zayıf kimselerdir. Ayrıca “30 ihlâs okuyarak 12 rekat namaz” veya “14 rekat namaz” uydurmadır.

Fıkıh âlimlerinden bir gurup -“İhyâ” kitabının sahibi ve diğerleri gibi- bu ha­dise aldanmışlardır. Şaban’ın yarısında gece kılınan namaz hadisi pek çok çe­şitli yerlerde rivâyet edilmiştir ki hepsi de bâtıl ve uydurmadır. Bu durum Tirmizî’nin, Âişe radiyallâhu anhâ’dan rivâyet ettiği Pey­gamberin bu gecede Bakî kabrista­nına gittiğini ve Allah’ın bu gecede dünya semâsına inip, Kelb oğulları ka­bilesinin koyunlarının tüyleri adedince birçok kimsenin günahlarını affedeceğini bildiren rivâyetle çelişmez. Zira konu­şulan mesele bu gecede kılınması ön­görülen uydurma namazdır. Bununla beraber, Âişe radiyallâhu anhâ hadisinde zayıflık ve in­kıta /kopukluk vardır. Daha önce geçen Ali hadisi de bu namazın uydurma ol­ması ile çelişmez. Kaldı ki ifade edildi­ğine göre hadiste zayıflık vardır.

Hâfız Irâkî: “Şabanın yarısında kılı­nacak namaz hadisi Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- adına uydurulmuş bir hadistir ve yalandır” diyor. Nevevî “Mecmû’” isimli kitabında diyor ki: Re­ceb ayının ilk Cuma gecesinde kılın­ması meşhur olan, akşam ile yatsı ara­sında kılınan 12 rekatlık “Reğâib Na­mazı” ve Şaban ayının yarısında gece kılınan 100 rekatlık namaz, bid’attır ve iyi olmayan yersiz bir şeydir. “Kût’u’l-Kulûb” ve “İhyâu Ulumi’d-dîn” isimli ki­taplarda bunların yer almış olmasına ve bunlar hakkında (var olduğu söyle­nen) hadislere aldanmamalıdır. Çünkü bunların hepsi bâtıl/asılsızdır. Bazı âlim­lerin kendilerine bu mesele karışık gelip de bu namazların müstehap olduğu hakkında kitaplar yazmalarına da al­danmamalıdır. Zira bu konuda yanıl­mışlardır.

Şeyh Ebû Muhammed Abdurrahman el-Makdisî bu iki nama­zın bâtıl oluşu hakkında değerli bir kitap yazmış ve çok güzel ve değerli bilgiler vermiştir. Bu mesele hakkında elde et­tiğimiz bilgilerin tamamını aktarmaya kalksak söz uzar. Hakikatı arayan kimse için yazdıklarımız yeterlidir ve ikna edi­cidir.

Buraya kadar yer verdiğimiz âyetler, hadisler ve âlimlerin sözleri, hakikatı arayan için açıkça ortaya koymuştur ki Şaban ayının yarısında geceyi namaz veya başka şeylerle kutlamak, gündü­zünü oruç tutarak geçirmek kötü bir bid’attır. Peygamberin temiz şeriatında bunun aslı, bir dayanağı yoktur. Bilakis sahabe radiyallâhu anhum döneminden sonra ortaya çıkmış ve İslama sokulmuş bir şeydir. Gerek bu konuda, gerek (benzeri) diğer konularda Allah’ın; “Bugün size dininizi tamamladım.” (Maide, 3) âyeti ve bu manadaki diğer âyetler; Peygamberin “kim bizim işimiz (olan dinimiz)de ondan olmayan bir şeyi ortaya çıkarırsa, o şey reddedilmiş­tir” hadisi ve bu manadaki diğer ha­disler, gerçeği arayan kimse için yeter­lidir.

Müslim’in Sahîh’inde Ebu Hureyre’den rivâyet edilen hadiste Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Geceler arasında Cuma gecesini özel bir şekilde ibadet için ve günler arasında Cuma gününü oruç tutmak için özel bir şekilde ayırmayınız. Ancak Cuma günü tutmaya devam ettiğiniz bir orucunuz Cuma gününe denk gelirse o başka.” Demek oluyor ki eğer geceler arasında bir geceyi iba­det için ayırmak câiz olsaydı, Cuma gecesi bunun için en elverişli gece olurdu. Zira Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’den gelen sahih hadislerle bili­yoruz ki Cuma günü üzerine güneş do­ğan günlerin en hayırlısıdır. Peygamber Cuma gününün bile gündüzünde oruç tutmayı, gecesinde ibadet yapmayı özellikle tercih etmekten sakındırdığına göre, bu gerçek diğer gecelerin özel­likle kutlamak için seçilmemesi gerekir. Demek ki başka gecelerin ibadetle geçirilmesini tercih etmek, ancak bu­nun yapılabileceğini götseren sahih delil ile olur.

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- kadir gecesini ve Ramazan gecelerini ibadetle geçirmeyi meşru saymış, bu konuda ümmeti uyarıp teşvik etmiş ve kendisi bizzat bu geceleri ibadetle canlandırmıştır. Nitekim Buhârî ve Müs­lim’de Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğu rivâyet edil­miştir:

“Her kim Ramazan (gecelerini) ibadetle geçirir, bunu inanarak ve mü­kâfatını Allah’tan bekleyerek yaparsa geçmiş günahları bağışlanır ve her kim kadir gecesini inanarak ve mükâfatını Allah’tan bekleyerek ibadetle geçirirse geçmiş günahları bağışlanır.”

Eğer Şaban ayının yarısında veya Receb ayının ilk Cuma gecesinde ya­hut miraç gecesinde kutlama veya özel bir ibadetle merasim yapılması meşru olsaydı, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bizzat kendisi yapardı ve ümmetine bunun yolunu mutlaka gös­terirdi. Eğer Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’in bir şey yaptığı vâki olsaydı, sa­habe mutlaka bunu iletir, gizlemezdi.Onlar peygamberlerden sonra insanla­rın en hayırlısı ve ümmete en iyi nasihat eden kimselerdir. -Allah onlardan razı olsun- Az önce âlimlerin sözlerinden ak­tardığımız bilgilerden öğrenmiş bulunu­yoruz ki Şaban ayının yarısı gecesinde veya Recep ayının ilk Cuma gece­sinde ne peygamberden, ne de saha­beden bir şey sabit olmuştur. Bun­dan biliniyor ki bu gecelerde kutlama yapmak İslamda sonradan ortaya çıkmış bir bid’attır. Recep ayının 27. gecesi de böyledir. Bazı kimseler bu gecenin peygamberin miraç gecesi olduğuna inanırlar. Bu gecenin de özel bir ibadetle kutlanması yukarıdaki de­liller karşısında câiz değildir. Bu hüküm Receb ayının 27’sinin miraç gecesi ol­duğunu bilmeye göredir. Bunu nasıl bileceksin ki alimlerden nakledilen sa­hih görüş itibariyle bu gecenin kesin olarak o gece olduğu (kesin olarak) bi­linmemektedir. Miraç gecesinin Receb’in 27. gecesi olduğunu kim söylerse bu asılsız bir sözdür. Sahih ha­dislerde bu sözün bir dayanağı yoktur. Şu şiiri söyleyen ne güzel söylemiştir:

Hidâyeti geride bırakıp geçen şey,

İslama sonradan sokulmuş bid’at işlerdir hey!

Kendisinden dilekte bulunulan Yüce Allah bizleri ve diğer Müslümanları sünnete sarılıp bu yolda devamlı olma ve sünnete aykırı olan şeylerden kaçın­makta başarılı kılsın. O cömerttir ve kerem sahibidir.

Allah kulu ve pey­gamberi olan peygamberimiz Mu­hammed -sallallahu aleyhi ve sellem’e, onun âlinin ve ashabının hepsine salât ve selam eylesin.

 MİRAÇ GECESİNİ KUTLAMANIN HÜKMÜ NEDİR?[23]

Hamd Allah’a mahsustur. Allah’ın Rasûlüne, onun âline ve ashabına salât ve selam olsun.

Hamd, salât ve selamdan sonra derim ki: Hiç şüphe yok ki Peygamberin gecenin bir parçasında Mekke’den Kudüs’e gitmesi/İsra olayı ve Miraç, onun doğruluğu ve aziz ve celil olan Allah katındaki mertebesinin büyüklü­ğünü gösteren Yüce Allah’ın büyük mucize­lerinden biridir. Bu olay aynı zamanda Allah Teâlânın bütün yaratıklarından yüce olup, apaçık ortada olan kudre­tini de gösteren bir olaydır.

Allah Teâlâ bu­yuruyor ki:

“Bir gece, kendisine âyetleri­mizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mes-cid-i Haram’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. O, ger­çekten işitendir, görendir.” (İsrâ, 1)

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’den tevâtür derecesinde rivâyet edilmiştir ki o, göklere çıkarılmış, kendi­sine göklerin kapıları açılmıştır.O dere­cedeki yedinci kat semayı geçerek, Allah kendisi ile dileğince konuşmuş ve bu gece beş vakit namaz farz kılınmış­tır.

Allah namazı ilk olarak elli vakit olarak farz kılmıştı. Peygamber dönüp dönüp bu emrin hafifletilmesini isti­yordu. Nihâyet Allah namazı beş vakit olarak kararlaştırdı. Farz kılınan namaz beş vakittir, mükâfat bakımından ise elli vakittir. Zira iyilikler on misliyle mükâ­fatlandırılır. Bütün nimetlerinden dolayı Allah’a hamd ve şükürler olsun.

İsrâ ve Miraç’ın meydana geldiği gecenin hangi gece olduğu sahih hadislerde belirlenmemiştir. Miraç gecesi­nin belirlenmesi konusundaki rivayetle­rin peygamberden geldiği sabit değil­dir. Hadis ilmi ile meşgul olan alimlerce durum budur. Allah’ın bu geceyi in­sanlara unutturmuş olmasında, mevlanın nice hikmetleri vardır. Var­sayalım ki miraç gecesi belirlenmiş ol­sun, yine de müs-lümanların bu gecede özel bir ibadet yapmaları ve kutlayıcı merasimler icra etmeleri câiz olmaz. Zira Peygamber ve ashabı böyle bir şey yapmamışlardır. Eğer kutlama merasimlerinin yapılması meşru olsaydı, Peygamber ümmetine bunu ya kendisi de yaparak veya yapılanları kabul ederek mutlaka açıklardı. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- böyle bir şey yapsa veya yapılanları kabul etmiş ol­saydı, bilinir, meşhur olur ve kesinlikle sahabe bunu naklederdi. Sahabe ümmetin muhtaç olduğu her şeyi pey­gamberden nakletmişler, dinde hiçbir şeyi ihmal etmemişlerdir. Bilakis onlar her hayırda önde gidenlerdir. Bu ge­cenin merasim (veya ibadet) ile kut­lanması meşru olsaydı onlar insanların bunu en önde ve en evvel yapanlar­dan olurlardı.

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- in­sanların, insanlara en iyi nasihat ede­niydi. Risalet (peygamberlik) görevini sonuna kadar tebliğ edip, emaneti ye­rine getirmiştir. Bu gecenin ululanması ve kutlanması, İslam dininden olsaydı, peygamber (haşâ) gaflet edip onu gizlemezdi. Böyle bir durum olmadığına göre anlıyoruz ki bu gecenin kutlan­ması ve ululanmasının din ile bir ilgisi yoktur. Allah bu ümmetin dinini ikmâl etmiş, nimetini tamamlamıştır. Ayrıca Allah’ın izin vermediği bir hususta dinde bir şeyi dindenmiş gibi ortaya koyan kimseyi reddetmiştir.

Allah Teâlâ buyuruyor ki:

“Bugün size dininizi ikmâl ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslamı beğendim.” (Maide, 3)

“Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri dini kâide kılan ortakları mı var? Eğer azabı erteleme sözü olmasaydı derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zalimler için can yakıcı bir azap vardır.” (Şûrâ, 21)

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’den gelen sahih hadislerde bid’atlerden sakındırılmış ve bid’atın sapıklık olduğu açıklanmıştır. Ta ki tehli­kenin önemi hususunda bir tenbih ol­sun ve bid’atı işlemekten nefret etsin­ler. Bu hadisler şunlardır:

a) Buhârî ve Müslim’de Âişe radiyallâhu anhâ’dan rivâyet edildiğine göre Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Şu bizim (din) işi­mizde kim sonradan ortaya bir şey ko­yarsa, o reddedilmiştir.”

Aynı hadisin Müslim’de ki ifadesi şöyledir:

“Bir kimse bizim yolumuzda olma­yan bir şey yaparsa o şey reddedilmiş­tir.” Müslim’in Sahîh’inde Cabir radiyallâhu anh’dan rivâyet edildiğine göre Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Cuma hutbesinde şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz sözlerin en hayırlısı Allah’ın ki­tabı (Kur’ân)’dır. Gidilecek aydınlık yolun en hayırlısı Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-’in yoludur. İşlerin en kö­tüsü sonradan çıkarılanlarıdır. (Dinde) her sonradan çıkarılan şey sapıklıktır.”

Sunen’de İrbâd b. Sâriye’den şöyle bir rivâyet yer almaktadır:

Allah’ın Rasûlü bize bir gün va’z etti. Öyle etkili bir konuşma oldu ki kalpler ürperdi, gözlerden yaşlar boşandı. Biz: “Ey Al­lah’ın Rasûlü! Sanki bu konuşmanız bir vedalaşmadır. Bize tavsiye(ler)de bu­lun” dedik. Bunun üzerine Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-: “Size takvayı (Al­lah korkusunu) tavsiye ederim. Başına geçip başkan olan kimse köle dahi olsa, (emirlerini) dinleyin ve itaat edin. Sizden hayatta kalanlar gelecekte pek çok anlaşmazlıklar görecektir. (Her durumda) benim ve benden sonra (gelecek olan) hidâyete yönlendirici olan halifelerimin sünnetine sarılınız. O sünnete azı dişlerinizle ısırırcasına (güçlü bir şekilde) sarılınız. (Dini konularda) sonradan çıkarılan işlerden sakınınız. Zira her sonradan çıkarılan bid’attır. Her bid’at sapıklıktır” buyurdular.

Bu manada hadisler çoktur.

Peygamberin ashabından ve onlar-dan sonra gelen selef-i salihinden, bid’attan sakındıran ve (bid’atın kötü sonuçlarından) korkutan rivâyetler gelmiştir. Bu sakındırma ve korkutmanın yegâne sebebi bid’atın dinde bir faz­lalık/ilave olmasından Allah’ın izin ver­mediği bir şeyin din imiş gibi ortaya konmasından ve Hıristiyanlardan, Yahudilerden Allah düşmanı birtakım kim­selerin, Allah izin vermediği halde din­lerine ilaveler yapmasına benzemesin­dendir. Dine sonradan bir şey ekleme­nin (zorunlu olarak) sonucu dinde bir eksikliğin bulunması ve mükemmelleş­meden sonra noksanlık töhmetine yol açmasıdır. Ayrıca dine sonradan bir şey nispet etmekteki büyük fesat, çirkin kötülük Allah’ın:

“Bugün size dininizi ikmâl ettim.” (Maide, 3)

Âyeti ile çatışmak ve peygamberin bid’atten sakındırılıp uzaklaştırıcı manadaki hadislerine apaçık aykırılık bili­nen şeylerdendir.

Ümit ederim ki, bu bid’atı -miraç gecesini kutlama bid’atını- inkar et­mek, ondan sakındırmak ve onun İslam dini ile bir ilişkisi olmadığı hususunda, hakikati arayanlar için bizim anlattıkla­rımız ikna edici ve yeterlidir.

Allah Müslümanlara nasihat edip, onlara Allah’ın dini hakkında açıkla­malar yapmak ve ilmi gizlememek Al­lah tarafından yüklenen bir görev ol­duğu için din kardeşlerimi bu bid’at hakkında uyarmayı görev bildim. Bu bid’at -miracı 27. Recep gecesinde kutlama yapma bid’atı pek çok ül­kede öyle yaygınlaşmıştır ki, bazı kim­seler onu dinden bir parça sanmaya başlamışlardır.

Allah’tan dilerim ki, tüm müslüman-ların halini düzeltsin.Onlara dini iyi anlamalarını lutfetsin. Bizleri ve onları hakikate sarılıp, bunda sebat etmeyi ve hakikate aykırı olan şeyleri terk etmeyi başarmayı nasip etsin. O’nun buna gücü yeter dileğimizi ye­rine getirir.

 MEVLİD MERÂSİMİ BİD’ATİ[24]

Allah’a hamd olsun. Allah’ın Rasû-lüne, onun âline ve ashabına ve onun yolundan gidenlere salât ve se­lam olsun.

Hamd ve salât-u selamdan sonra derim ki: Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’in doğumu dolayısıyla yapılan mevlit merasiminin, merasim esnasında ayağa kalkmanın, peygambere selam vermenin ve mevlitlerde bunlardan başka yapılanların hükmünün ne ol­duğu hakkında tekrar tekrar sorular sorulmuştur.

Bu sorulara verilecek cevap şudur: Ne peygamberin, ne de başkasının doğumu dolayısıyla (dini) bir mera­sim/ kutlama yapmak câizdir. Çünkü böyle bir şey dinde sonradan ortaya çıkan bir şeydir. Zira Pey­gamber -sallallahu aleyhi ve sellem- sahabe­den -Allah onlardan razı olsun- raşid ha­lifeler ve diğerleri, fazilet çağlarında on­lara uyanlardan hiçbirisi böyle bir şey yapmamıştır. Oysa onlar sünneti en iyi bilen, peygamberi en mükemmel şe­kilde sevip, kendisinden sonra gelenler olarak onun şeriatına uyan kimselerdir.

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’den sabit rivâyette buyurulmuştur ki:

“Şu bizim (din) işimizde, kim sonra­dan ortaya bir şey atarsa, o reddedil­miştir.”

Bir diğer hadiste de; “Benim ve benden sonra (gelecek) hidâyete yönlendirici olan hafifelerimin sünnetine sarılın. O sünnete azı dişlerinizle ısırır­casına (güçlü bir şekilde) sarılın. (Dini konularda) sonradan çıkarılan işlerden sakınınız. Zira her sonradan çıkarılan bid’attır. Her bid’at sapıklıktır” buyurulmuştur. Bu iki hadiste, dinde sonradan bir şey çıkarmaktan ve bunu uygula­maktan şiddetli bir şekilde sakındırma vardır.

Kur’ân’da (aynı paralel de) âyetler vardır:

“Peygamber size ne (emir) ver­diyse onu alın. Size neyi ya­sakladıysa ondan da vazgeçin.” (Haşr, 7)

“Onun (peygamberin) emrine aykırı davrananlar, başlarına bir bela gelmesinden veya kendi­lerine çok acılı bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.” (Nur, 63)

“Andolsun ki, Rasûlullah’ta sizin için Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için en mü­kemmel bir örnek vardır.” (Ahzâb, 21)

(İslam dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle uyanlar var ya işte Allah onlar­dan razı olmuştur. Onlar da Al­lah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedi kalacak­ları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu, büyük kurtuluştur.” (Tevbe, 100)

“Bugün size dininizi ikmâl ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı beğendim.” (Maide, 3)

Bu manada âyetler çoktur.

Bu tür doğum günü merasimlerin­den anlaşılan şudur:

Allah bu ümmetin dinini tamamlamamış, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- ümmetinin ne yapması gerektiğini tebliğ etmemiş de, sonradan gelenler gelmiş, Allah izin vermediği halde Allah’ın dininde son­radan bir şeyler çıkarmışlar; bunu ya­parken şuna inanmışlar ki, yaptıkları bu iş onları Allah’a yakınlaştıran bir iştir. Hiç şüphe olmasın ki, bu büyük bir tehlike ve Allah’a ve O’nun peygamberine karşı gelmektir. Halbuki Allah kulları için dini tamamlamış, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- apaçık bir şekilde insan­lara gereken tebliği yapmıştır. Cennete ulaştıran, cehennemden uzaklaştıran her yolu ümmete açıklamıştır.

Nitekim Abdullah b. Amr’dan rivâyet edilen bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Allah’ın her gönderdiği Peygamber, mutlaka ümmetine hayırlı olacağını bildiği şeyin yolunu onlara göstermiş, onlar için şerli olacağını bildiği şey hakkında onları uyarmıştır.”[25]

Bilindiği üzere bizim peygamberimiz peygamberlerin sonuncusu, en fazilet­lisi, nasihat ve tebliğ yönünden en umumi olanı yapandır. Eğer mevlit merasimi Allah’ın hoşlandığı dinden ol­saydı, mutlaka peygamber ümmete onu tebliğ ederdi veya hayatında onu yapardı yahut ashabı bunu yapardı. Böyle bir şey olmadığına göre bu me­rasimin din ile ilgisi olmadığı, bilakis -daha önce geçen iki hadiste bildirildiği gibi- peygamberin ümmetini sakındır­dığı dinde sonradan çıkarılmış şeyler­dendir. Bu iki hadisin manasında başka hadisler de vardır.

Nitekim Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bir Cuma hutbesinde:

“Muhakkak sözün en hayırlısı Allah’ın kitabı (Kur’ân)’dır. Gi­dilecek yolun en hayırlısı Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-’in yoludur. İşlerin en kötüsü (dinde) sonradan çıkarılan şeylerdir ve her sonradan çıkarılan şey sapıklıktır” buyurmuştur.[26]

Bu konuda âyetler ve hadisler çoktur. Bu deliller­den hareketle âlimlerden bir gurup mevlit merasimini kabul etmemiş ve bundan sakındırmışlardır. Bu görüşe son devir alimlerinden bazıları karşı çıkmış ve bu merasimleri câiz görmüşlerdir. Şu kadar ki câiz olabilmesi için peygam­ber hakkında aşırı gitmemek, kadın er­kek karışıklığı, çalgı aleti kullanılması ve başkaca dinde hoş görülmeyen şeyle­rin işlenmemesi gerektiği ileri sürülmüş­tür. Mevlit merasimini bu şartlarla câiz görenler onun “bid’at-ı hasene” (güzel bid’at) olduğunu sanmışlardır. Oysa dini kural şudur: İnsanlar arasında tar­tışmalı olan konular Allah’ın kitabına ve Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’in sünnetine/hadisine sunulur.

Nitekim böyle olması hakkında Allah’ın buy­ruğu vardır:

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine (idareci­lere) de itaat edin. Eğer bir hu­susta anlaşamazsanız -Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Rasûlüne götürün. (Onların tali­matlarına göre halledin.) Bu hem hayırlı, hem de netice ba­kımından daha iyidir.” (Nisa, 59)

“Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Al­lah’a ma-hsustur.” (Şûrâ, 10) âyetleri gibi.

Mevlit merasimi meselesini Allah’ın kitabına sunduğumuzda orada, Allah Rasûlüne uyup, onun emirlerini tutma­nın sakındırdığı şeylerden kaçınmanın emredilmiş olduğunu görüyoruz. Ayrıca Allah dininin ikmal edilmiş, onda bir ek­sikliğin kalmamış olduğunu haber veri­yor. Bu mevlit, peygamberin getirdiği bir şey değildir. Netice itibariyle, Al­lah’ın bizim için tamamlayıp, peygam­bere uymamızı emrettiği dinden ola­maz.

Mevlit merasimi meselesini pey­gamberin sünnetine sunduğumuzda, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’in ne onu yaptığını, ne de yapılmasını emret­tiğini ifade eden bir şey buluyoruz. Peygamberin ashabı da bunu yapmıştır. Bundan anlamaktayız ki bu merasim dinden değildir. Bilakis dinde sonradan çıkarılmış bid’atlardandır. Hı­ristiyan ve Yahudilerin bayramlarında yaptıklarına benzemektir. Böylece açıkça ortaya çıkıyor ki hakkı aramakta istekli ve insaflı olan ve en aşağı dere­cede basireti olan, mevlit merasiminin İslam dininden olmadığını, bilakis Al­lah’ın ve peygamberin bize terk edip sakınmamızı emrettiği, sonradan çıkmış bir şey olduğunu anlar. Akıllı bir kim­seye gereken odur ki başka yerlerde dahi bunu yapanların çok olduğuna aldanmaz. Zira hakikat, yapanların çokluğu ile değil, dini deliller ile bilinir.

Nitekim Yahudiler ve Hıristiyanlar hak­kında şöyle buyurulmaktadır:

(Ehl-i kitap) Yahudi ve Hıristi­yanlar dışında hiç kimse cen­nete girmeyecek dediler. O id­dia, onların kuruntusudur. Sen onlara de ki: Eğer doğru söylü­yorsanız delilinizi getirin.” (Bakara, 111)

“Yeryüzünde bulunanların ço­ğuna uyacak olursan, seni Al­lah’ın yolundan saptırırlar.” En-’âm, 116)

Sonra bu merasimlerin çoğunlu­ğunda bid’at olmakla beraber baş­kaca dini yönden hoş görülmeyen şeyler de bulunur. Kadın erkek bir arada karışık olmak, eğlence aletleri ve müzik, akla zarar veren ahlaki maddelerin kullanılması ve başka sa­kıncalar gibi. Bazen bundan daha bü­yük sakıncaya düşüldüğü de olur ki bu en büyük şirktir. Peygamber veya evli­yadan biri hakkında aşırı giderek Al­lah’a değil de ona dua edip ondan yardım ve medet isteyerek onun gaybı bildiğine inanmak gibi. İnsanlardan pek çoğu mevlit merasimlerinde veya evliya adını verdikleri kimseler için yap­tıkları merasimlerde benzeri şeyler ol­maktadır.

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’den nakledilen bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Dinde taşkınlık yap­maktan sakının. Sizden evvelkileri an­cak dinde taşkınlık helak etmiştir.”

Bir diğer hadis de şöyledir:

“Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı (hakkında Allah’ın oğlu diyerek) uçurdukları gibi, beni uçurmayın. Ben ancak bir kulum. Bana “Allah’ın kulu ve elçisi” deyin.”

İlginç ve tuhaftır ki pek çok kimse bid’at olan bu merasimlerde bulun­mak için aktif bir gayret içinde olurlar ve bu merasimi savunurlar. Oysa Al­lah’ın farz kıldığı Cuma ve cemaat namazlarında hazır olmadıkları gibi başlarını bile kaldırmazlar. Yaptıklarının İslam’da hoş görülmeyen büyük bir şey olduğu görüşünde değillerdir. Hiç şüp­hesiz bu durum iman zayıflığından, ba­siret azlığından ve kalplerde işlenen günahların izinin yoğunlaşmasındandır. Bize ve diğer Müslümanlara Allah Teâlâ’nın afiyet vermesini dileriz.

Mevlitlerde yapılan yanlışlardan bi­risi de şudur: Bazı kimseler Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’in mevlit merasi­minde hazır bulunduğunu sanırlar. Bundan dolayı onu sevgi ile karşılamak üzere ayağa kalkarlar. Bu, en büyük bâtıl ve en çirkin bir cahilliktir. Zira Pey­gamber -sallallahu aleyhi ve sellem- kıyamet gününden önce kabrinden çıkmaz, in­sanlardan hiçbir kimse ile ilişki kurmaz ve insanların toplantılarında hazır bu­lunmaz. Bilakis o, kıyamete kadar kab­rinde kalıcıdır. Ruhu ise Rabbinin ya­nında yücelerin yücesinde ikram yur­dundadır. Nitekim Allah insanların du­rumunu şöyle anlatıyor:

 “Sonra, muhakkak ki siz, bunun ardından elbet öleceksiniz. Sonra da, şüphesiz sizler kıya­met gününde tekrar diriltilecek­siniz.” (Mu’minûn, 15-16)

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- de bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Kı­yamet günü yeryüzünün (kabrinden çıkmak üzere) kendisi için ilk yarıldığı kimse ben olacağım. Ben ilk şefaat eden, şefaati ilk kabul edilen kimse olacağım.” Rabbinden ona salât ve selamlar olsun.

Yukarıdaki âyet-i kerime, hadisi şerif ve bunların manasındaki diğer âyetle­rin ve hadislerin hepsi, peygamberin ve diğer vefat etmiş kimselerin kabirlerin­den ancak kıyamet günü çıkacaklarını göstermektedir. Bu, Müslüman alimlerin görüş birliği ettikleri bir husustur. Bu ko­nuda alimler arasında anlaşmazlık yok­tur. Her müslümanın bu meselelerde uyanık olması ve cahil kimselerin ve benzerlerinin sonradan çıkardıkları bid’at ve hurâfelerden sakınması gerekir. Bu hurafeler hakkında Allah hiçbir delil indirmemiştir. Kendisinden yardım istenilen ve kendisine dayanılan Allah’tır. Güç ve kuvvet ancak Allah’ın sayesindedir.

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’e salâvat okumaya gelince: Bu, güzel amellerden ve ibadetlerin en faziletli­lerindendir. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’e salâvat okumak hususunda şöyle buyurulmuştur:

“Allah ve melekleri, peygam­bere çokça salât ederler. Ey müminler! Siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selam verin.” (Ahzâb, 56)

Peygamber de aynı konuda şöyle buyurmuştur:

“Kim bana bir salâvat okursa, Allah ona on salâvatla karşılık verir.”

Peygambere salâvat okumak her vakit meşrudur. Bütün ilim adamla­rına göre namazın sonunda mutlaka okunması gerekir. Her namazın son oturuşunda “tahiyyat”tan sonra salâ­vat-ı şerifenin okunması vaciptir. Pek çok yerde salâvat okunması müekked sünnettir. Ezandan sonra, peygambe­rin adı anıldığı zaman, Cuma günü ve gecesinde salâvat okunması hakkında pek çok hadis vardır. İşte bu vakitler, salâvatın sünnet-i müekkede olduğu yerlerdir.

Allah’tan bizleri ve diğer Müslü­manları dini iyi bir şekilde anlamak, dinde sebat göstermek hususunda muvaffakiyet versin. Hepimize sünnete sarılmayı ve bid’atlardan sakınmayı lutfeylesin. O çok cömerttir ve kerem sahibidir.

Allah peygamberimiz Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-’e ve onun âline ve ashabına salât ve selam eylesin. (Amin)



[1] Şeyh Abdurrahman Sa’dî (ﷺ‬.a) tarafından kaleme alınmıştır.

[2] Şeyh Abdullah b. Abdirrahman el-Cibrîn

[3] Hadisi Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir.

[4]  Bu ifade Lokman, 13 ayetine işaret etmektedir.

[5] Hadisi Ebû Dâvud ve Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir.

[6]     Hadisi Ahmed b. Hanbel ve Tirmizî rivayet etmiş, Tirmizî hadisin hasen olduğunu bildirmiştir.

[7] Hadis için bk: Hakim Nisâburî, Müstedrek, 1/64

[8] Hadisi Nesâi rivayet etmiştir.

 [9] Hadisi Tirmizi rivayet etmiş ve hadisin “hasen” olduğunu bildirmiştir.

[10] Kâsım Yayınevi’nce bir kurul tarafından hazırlanmıştır.

[11]    Enbiya suresi 87. âyetine bakınız.

[12]    Hadisin sahih olduğunda ittifak edilmiştir.

[13]    Askalanî, Fethu’l-Bârî, 3/247

[14]    Şeyh Abdulaziz b. Bâz tarafından hazırlanmıştır.

[15]    Hadisin sahih olduğuna ittifak edilmiştir.

[16]    Hadisi Tirmizî ve başkaları tahriç etmiştir.

[17]    Hadisi Buhârî rivayet etmiştir.

[18] Dr. Nâsır Abdulkerim tarafından hazırlanmıştır.

[19] Hadisi Ebu Dâvûd ve Nesâî rivayet etmiştir.

[20] Meâli şöyledir: Allah’tan başka tapılacak ilâh yoktur. Onun ortağı yoktur. Mülk, O’nundur ve hamd O’nadır. O her şeyi yapmaya kâdir (gücü yeten)dir. (Çeviren)

[21]    Şeyh Abdulaziz b. Bâz tarafından hazırlanmıştır.

[22]    Şeyh Abdulaziz b. Bâz tarafından hazırlanmıştır.

[23] Şeyh Abdulaziz b. Bâz tarafından hazırlanmıştır.

[24] Şeyh Abdulaziz b. Bâz tarafından hazırlanmıştır.

[25] Hadisi Müslim, Sahih’inde rivayet etmiştir.

[26] Hadisi Müslim Sahih’inde rivayet etmiştir.